Köprü Anasayfa

Adalet

"Güz 2005" 92. Sayı

  • Adliye Dairesi veya Adalet Evi ve Sekine

    The Apartment of Justice or Justice House and Tranquility

    Nejat TURHAN

    Peygamberleri, onlara şunu da söylemişti: Haberiniz olsun, O'nun hükümdarlığının alâmeti, size o tabutun gelmesi olacaktır ki, onda Rabbinizden bir sekine/Musa ve Harun ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye vardır. Onu melekler getirecektir. Eğer iman etmiş kimselerden iseniz, bunda sizin için kesin bir ibret, bir alâmet vardır.

    Bakara Suresi, 248

    Allah, müminlerin yüreklerine sekîneti indirendir.

    Fetih, 4

    Sekinet, sükûn ve güven, rahat ve ağırbaşlılık mânâsına masdardır ki, nefisteki telaş ve heyecanın kesilmesiyle meydana gelen ve kalp oturması, yürek ısınması, gönül rahatı denilen huzur ve sükûn hâline veya onun kaynağına isim dahi olur.

    Elmalılı Tefsiri, Fetih Suresi

    Sonra Hazret-i Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u Nebevi'de getirip Hz. Ali'ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâimü's-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum" diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki: yani "Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur."

    Lem’alar, s. 193

    Bu şuâ, esmâ-i Rabbi'l-Âlemin'den ism-i celilenin inkişafıyla Otuzuncu Lem'a olan ve "Sekine" tabir edilen Hayyun, Ferdün, Kuddûsün, Adlün, Hakemun, Kayyûmun esmâ-i azimesinin yedinci nüktesi olarak gayet mühim akâid ve delâil-i İslâmiyeyi ve esrar-ı imaniyeyi hâvi bir risale olup, üç makam, üç meyve, üç muktazî, üç hüccet, bir hâtime olarak tanzim ve tekmil edilmiştir.

    İkinci Şûa, s. 848

    Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükûmeti itibarıyla ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ daire-i adliye onu Hâkim-i Âdil ismiyle yad eder. Daire-i askeriye onu Kumandan-ı Âzam namıyla bilir. Daire-i meşihat onu Halife ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu Sultan namiyle tanır. Mutî ahali ona merhametkâr Padişah derler. Âsi insanlar ona Kahhar Hâkim derler. Daha bunlara kıyas et.

    On Beşinci Söz, s. 70

    Diğer bir bakış açısına göre Şekina, Sefirot'un sentezidir. Sefirot ağacında 'sağdaki sütun', Rahmet tarafını temsil ederken; 'soldaki sütun', Gazap yönünü temsil etmektedir. Bu her iki tezahürü Şekina'da bulmaktayız. Hemen belirtelim ki, …Gazap'ın Adalet'le, Rahmet'in ise Barış'la bir alakası kurulabilir. 'Şayet insan, günah işler ve Şekina'dan uzaklaşırsa, Gazap'a bağlı güçlerin (Sârim) hakimiyeti altına girer.' İşte o zaman Şekina, 'gazap eli' olarak isimlendirilir ki, bu bize derhal çok bilinen bir sembol olan 'adalet eli' ifadesini hatırlatmaktadır. Aksine, 'şayet insan Şekina'ya yaklaşırsa, kendisini azat eder ve Şekina bu durumda Tanrı'nın 'sağ eli'dir, yani 'adalet eli' bu durumda 'kutsama eli' olur. Burada söz konusu olan, 'Adalet Evi'nin (Beyt-Din) sırlarıdır ki, bu da yüce manevi merkezin diğer bir ifadesidir.

    R. Guenon, Alemin Hükümdarı, s. 23-24

    Klasik İslami siyasal geleneğin temel felsefesi, Osmanlı siyasal literatüründe sık sık "daire-i adliye" terimiyle ifade edilen ve İslam adalet kavramıyla örtüşen eski Hind kökenli siyaset kavramında temellenir. Daire-i adliye terimini, "cihanın adaletle duracağı, bunu devletin sağlayacağı, devletin ise bir hükümdara (melik) ihtiyaç göstereceği, hükümdarın ordu olmadan iş göremeyeceği, orduyu ise ancak servetin (mal) toplayabileceği, serveti reayanın sağlayacağı, reayanın da ancak adil hükümdar sayesinde refaha ereceği" şeklinde özetlemek mümkündür.

    Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, s. 77

    Adliye örgütünün fiziksel olarak hizmet verdiği binalara Adalet Binası veya Dairesi dendiğini biliyoruz. Çoğu kez kısaca "Adliye" olarak adlandırılan bu binalarda "adalet hizmeti" verilir. Bu anlamda, mahkeme binalarını "adalet evi" olarak adlandırmak yanlış olmaz.

    Guenon, yazımızın başına koyduğumuz alıntıda İbranca "şekina", Arapça "sekine" denilen kavramı Tevrat ayetlerine göre açıklarken dünyanın birçok yerinde benzerleri bulunan adliye dairelerini kastetmiyordu kuşkusuz. Yine de Beyt-Din ile Adalet Evi'ni birbirinin müteradifi olarak kullanması ilginçtir. Adaletin ancak bir Yol'un sevgi (aşk) ile katedilmesi ve bu yolculuk sırasında Şeriat'in batını kadar haricine de riayet edilmesi sonucunda ortaya çıkabileceği geleneksel dünya görüşünün doğal bir sonucudur. Bu yolculuk ancak âlem ve dünyanın metafiziksel bir bakış açısıyla kavranması durumunda anlaşılabilir.

    Mısır, Kamboçya ve Meksika'daki piramitleri inceleyen bilim adamları, piramitlerin coğrafi konumunu yansıtan haritalarla bu binaların yapıldığı tarihlerdeki gök haritaları arasındaki bire bir eşleşmeye dikkat çekiyorlar. Piramitler, göksel burçların yersel yansımasıydı. Kuşkusuz Eski Yunan'ın Mısır bağlantılı ilk filozofları, özellikle Parmenides kanalından gelen geleneksel bilgiye sahip oldukları için eserlerinden asırların tozu atıldığında aynı gerçeği yansıttıkları görülebilir. Ayrı bir çalışmanın konusunu teşkil edebilecek bu paralellikler, insanların en azından geleneksel devirlerde eserlerini göksel örneklere benzetmeye çalıştıklarını ortaya koyuyor. Mükemmel semavi düzene riayet edileceğinin sözü, yıldız kümelerinin harita gibi yeryüzüne işlenmesinden ibaret olan piramitlerle sembolleştiriliyordu.

    Göklerde ve yerde tasarruf sahibi Allah'tır. Her şey O'nun isimlerinin gölgesinde, O'nun sıfatlarının işlemesi ile şekillenip vuku bulur. Eylemlerinde nisbi bir serbesti ve irade bulunan insanın müdahale edemediği gökkubbe, daha ziyade gaybi anlamlarla yüklü "semavat"ın sembolü olması bakımından, eşyanın (şeylerin) iç yüzünü bilip hakiki manalarına ulaşmakla gerçek kulluğu elde etmeye çalışan insan için eskiden beri ibretli bir levha olmuştur.

    İsm-i Azam'ı ifade eden ve yukarıdaki alıntılarda geçen Hayyun, Ferdün, Kuddûsün, Adlün, Hakemun ve Kayyûmun isimlerinin toplamına "sekine" denilmesi kuşkusuz bir rastlantı değildir. Guenon'un Tevrat yorumlarından çıkarttığı anlama bakıldığında, durumun diğer tevhidi dinlerde de farklı olmadığını anlıyoruz. Adeta kainattaki büyük ve akıl almaz faaliyetlerin tümünden ortaya çıkan o büyük denge ve huzur halini ifade etmek üzere "sekine" kelimesi seçilmiş olmalıdır.

    Allah'ın Rahmet'i, muhtaçlara ihtiyacı olanı vermekle adalet etmekte, adaletin birinci şubesi olan "herkese ve herşeye hakkı olanın verilmesi" esası böylece tecelli etmektedir.

    Allah'ın verdiği hakkı tecavüz edenler ise, Celali isimlerin, özellikle de Kahhar isminin tecellisine mazhar olmakta ve bu sayede adaletin ikinci şubesi de tahakkuk etmektedir.

    "Hem her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekasının bütün cihâzâtını en münasip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adalet elini gösterir." (Sözler, Onuncu Söz, s. 28)

    İnsan, tekvini ayetler adı verilen fenomenler aleminde tecellileri ile karşılaştığı isimlerin gereklerine iradi olarak uymakla mükelleftir. Bu uyum gerçekleştiği oranda kainattaki denge ve uyumun insanda tahakkuk etmesine tanık olunur.

    "Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen" (Şeyh Galip)

    Alemde adaletin tahakkuku doğrudan doğruya esmanın tecellileriyle vuku bulur. Ama insanlar arası ilişkilerde adalet insanın doğru seçimde bulunmasıyla tahakkuk edecektir:

    "Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sâni tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-ü ihtiyarîsiyle terakkîsini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır." (İşârâtü'l-İ'câz, -Bakara Sûresi, Âyet: 21,22- s. 1215)

    "Muhkem/müteşabih" tartışmaları bir yana, Allah'ın sağ eli'nin Rahmet'i, sol elinin Gazab'ı temsil etmesi İslami gelenekte de rastlanan bir olgudur. "Allah'ın iki eli de yemin, yani sağ eldir" diyen Muhyiddin-i Arabi de "Rahmetim gazabımı kuşatmıştır" kudsi hadisine atıfta bulunuyordu kuşkusuz.

    Tapınaklarını ve kentlerini semavi düzenin sembolik yansıması olarak inşa eden insanoğlu, semavi sekineti yeryüzünde sağlamak ödevine uygun biçimde adaletin tahakkukunu ön plana çıkartan bir yönetim şeklini ortaya koymaya çalışacaktı kuşkusuz. Tarih her ne kadar zulmün somutlaştığı yönetim şekillerine tanıklık etse de, her dönemde semavi düzenin çağrısını dile getiren ve insanı doğru yola davet eden irfani geleneğin temsilcileri olmuştur; onların olmadığı yerde dünya adaletten payına düşen en önemli unsurdan yoksun kalacak, böylece kıyametin kopuşu gerçekleşecektir.

    Mülkün Temeli Olan Adalet

    Adliyeleri "adalet hizmeti verilen yer" olarak tanımladığımızda, "kamu hizmeti" denilen daha geniş bir alanın alt birimlerinden birine sıkıştırılmış bir "adalet" kavramıyla karşı karşıya kalırız.

    Adliye binası, bu bina dışında cereyan eden adaletsizliklerin bertaraf edildiği, dengesizliklerin dengeye kavuştuğu, zararların giderildiği, hakların teslim edildiği, hüküm altına alınmış hakkın icra ve infaz edildiği bir mahaldir.

    Bu mahalle girildiğinde, hatta daha girilmeden önce "Adalet mülkün temelidir" vecizesiyle karşılaşırız. Kimilerince Hazret-i Ömer'e (r.a.) isnad olunun bu vecize, yüzyıllar boyunca kültürel kireçlenmeler sonucunda deforme olmuş, farklı amaçlara hizmet eden bir döviz şeklini almıştır. Bu bakımdan, vecizenin ilk kullanımında ifade ettiği anlamı yeniden canlandırmak da mümkün gözükmemektedir.

    Modern Türkiye Türkçesi'nde "mülk" kelimesi "malvarlığı" veya "mâmelek"in müteradifi olarak kullanılmakta, hatta çoğu kez "emlakçılık" ıstılahında -ki mülk'ün çoğulundan türetilme bir isim olan emlakçı da tarihte hiçbir zaman sahip olmadığı bir anlamla son derece işlevsel bir ticari alana işaret etmektedir bugün- gayrımenkul (taşınmaz) anlamına gelmektedir. "Filan yerde, denize nazır satılık mülkler…" kabilinden ilanları hatırlamak yeterli olacaktır.

    Mülk, belirli bir alanda otorite ve yetkeyi ifade eden bir deyim olarak, bu bölge içinde yer alan malvarlığı değerlerini de kapsayacak biçimde, ama kuşkusuz çok daha geniş bir egemenlik ve yaşama alanına işaret etmektedir. Nitekim "Mülk Allah'ındır" denildiğinde de, Eşya Hukuku'nun alanına giren bir isimlendirme ile "şeylerin (eşyanın) mülkiyetinin Allah'a ait olduğu" söyleniyor değildir. Mutlak Varlık veya Vacibü'l-Vücûd olarak Allah'ın, mümkin varlıklar (mümkinat) âlemindeki varlıklar üzerindeki mutlak, ortak kabul etmez, bölünmez ve parçalanmaz bir hakimiyeti haiz olduğu ifade edilmektedir.

    Şu halde "Adalet mülkün temelidir" vecizesinin ifade ettiği ilksel anlam, yetke ve sorumluluk alanı içinde görevini ifa eden bir amirin, temelini adalete dayandırmadığı herhangi bir yetke veya otorite kullanımının hukuka aykırı ve gayrımeşru olmasıdır. Bu anlamıyla "el-adl-ü esasü'l-mülk" sözü, "kamu gücünün temeli adalet olmalıdır" anlamında anlaşılmalı ve Hukuk Devleti'nin temel ilkesi sayılmalıdır. Ne yazık ki kamuoyu bu sözü, mülkü zarar gören veya gasbedilen kimsenin, Adliye veya Adalet Binası'nın kendisine vereceği yazılı bir ilamla (hüküm) mülkünü yeniden elde edeceğinin veya vaki tecavüzün men' olunacağının veciz bir ifadesi gibi anlamak eğilimindedir.

    Bu anlamıyla "Adalet mülkün temelidir" sözünün işlevsel olarak "Berlin'de hakimler var" sözüyle paralel bir etkinlik alanının olduğunu söyleyebiliriz. Dicle kenarında kaybolan bir koyunun hesabının sorulacağı bir hilafet merkezine duyulan güvenin bir benzeri, Kral Büyük Friedrich'e karşı dava açan Sanssouci lehine hükmeden Berlinli hakimlere karşı da duyulmalıdır. Nitekim Karlsruhe'deki Alman Anayasa Mahkemesi beklentilerin aksine karar verdiğinde basında "Berlin'de hâlâ hakimler var" türünden başlıklar atılmaktadır.

    Buna karşılık, "Adelet mülkün temelidir" sözünün sağladığı kutsal korunma alanının "hak ve özgürlükler alanı"ndan çok, bizatihi Adliye Binası'nı ve o binayı kuranları çelik kalkanlarla korumaya aldığını söylemek çok mu yanlış olurdu? Nitekim bu korunma; adliyenin örgütlenmesinden, Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun yapılanmasından tutunuz da, hakimlere karşı açılacak tazminat davalarının, muhtemel davacıları caydıracak biçimde birtakım özel prosedürlere bağlanması, hatta davayı kaybetmenin cezai yaptırıma bağlanması gibi çeşitli şekillerde tezahür etmiştir.

    Bu yüzden, adaletin soyut tanımları üzerinden yapılacak çalışmaların her ne kadar son derece saygın karşılanması gerekirse de, "adalet"in sorunlarını daha somut bir çerçevede tartışmanın gerekliliğine inanıyorum. Politik ve kültürel yüklerin ağırlığı altında deformasyona uğradığı kesin olan "adalet" deyiminin mümkün olduğu kadar bu yüklerden arındırılması ve adaleti fiilen ifade ettiği kabul olunan düzenleme ve uygulamaların teraziyi hangi yöne doğru bastırdığının ortaya çıkartılması insanlar için daha yararlı olacaktır kuşkusuz.

    Elbette böyle bir yöntem izlemenin, soyut adalet idesine hiç vurgu yapılmayacağı anlamına gelmesi beklenmemelidir. İnsan kendinde adaletin ölçüsünü zor da olsa bulabileceği manevi bir yapıya sahiptir ve bu yapı sesini vicdan olarak duyurmaktadır. Temelde denge ve eşitliği ifade eden adalet kelimesi, denge ve eşitliğin bozulduğu insani ilişkilerde olayın taraflarıyla şahitlerinde vicdani bir kanaatin öne çıkmasına hizmet eden bir duygu olarak da teşhis edilebilir. İnsanda ve dolayısıyla tabiatta içkin bir adalet idesinin varlığına itiraz etmek gibi bir amacımız bulunmuyor bu yüzden. Tersine, insanda bu derece basit bir mekanizmayla tezahür eden adalet duygusunun çeşitli kültürel formlara büründürülmüş, resmi formülasyonlara dökülmüş, son derece çeşitlilik arzeden kalıplara taksim edilmiş ifadelerle bulanıklaştırılması ve varlık hikmetinin zıddına işleyen bir noktaya çekilmesine karşı mücadele etmenin bir yöntemi olarak bu kültürel kodları mümkün olduğunca deşifre etmek gerektiğine inanıyoruz.

    Yazımıza adalet binasıyla başlamış olmamızın, yukarıda bazı ipuçlarını verdiğimiz yönteme uygun hareket etmenin bir sonucu olduğu ifade etmek gerekiyor. Adalet binası deyiminin, adalet dediğimiz şeyin -o şey her ne ise- o binada dağıtıldığını tekelci bir baskıyla ifade ettiği yeterince açıktır sanırız. Oysa adaletin asıl "mülk'ün kullanımında" temel alınması gereken bir şey olduğunu açıklamıştık.

    Adaletin adalet binasında dağıtılıyor olması, adalet ihtiyacı içinde olanın o binaya gelmesini gerekli kılar. Adalet binasındaki hakimler, adaletin dağıtılmasındaki temel aktörler olarak, bu binaya gelerek "adalet talebinde bulunan" kimselere adaleti dağıtırlar. Ama belki zorunlu belki de keyfi veya sadece tarihsel şartların zorlamasıyla bu binanın içine girmenin ve hakimden adalet talebinde bulunmanın giderek karmaşıklaşan biçim ve kalıplara büründüğünü görüyoruz.

    Henüz hakimlerin karar verme mekanizmalarına girilmemişken, daireden içeri girmenin bile çeşitli formlara tabi kılınmasının, "mülkün temeli"ni sarstığı ve adaletten uzaklaştırdığı apaçık bir gerçektir. Birçok gerekçe sıralanarak, bu olgunun bir zorunluluk olduğu ileri sürülebilir kuşkusuz; hatta adalet dairesinden içeri girmenin ve bu daireden bir hak talebinde bulunmanın katı kurallara bağlı olmasının anarşi ve kargaşayı önlemek için başvurulabilecek yegane yol olduğu da ileri sürülebilir. Ne var ki, tüm bu kanıtlamalar, kapısından içeri girilmesinin bile zorlaştırıldığı bir adalet evinin giderek adaleti dağıtma işlevini yitireceği gerçeğini gözlerden uzak tutmaya yetmez.

    İster bir şikayet isterse bir dava açmak biçiminde tezahür etsin, adliye dairesinden içeri girmek çoğu kez ancak bir avukatın yol göstericiliği altında, çeşitli süre ve şekil şartlarına uyulması, yargı harçlarının yatırılması ve "usulüne uygun" ama "gayrı resmi" giderlerin karşılanması şartına bağlı kılınmıştır. Böylesine karmaşık bir prosedürün içerisinde başarılı yol alınabilmesi, ancak ve ancak yetkin bir avukatın yardımı ile söz konusu olabilir. Doğal olarak böyle bir avukatın istihdam edilebilmesi bakımından tarafların her zaman eşit silahlarla donatılması mümkün değildir. Mali gücün yüksekliği oranında adliyelerin kapalı dil kodlarını kırmak, kendini ifade etmek şansı yükselir. Buna karşılık maddi gücü az olan, hatta hiç olmayan kimselerin bu duvarlar karşısında şansları çok azdır. Yasa koyucunun hiç değilse formel olarak bu eksikliği telafi etmek üzere kurduğu adli yardım (müzaheret) kurumunun pratikte fazla çalışmadığı da bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla, tek tek bireylerin kapısından içeri girmekte bile yabancılık çekecekleri adliye binası önünde haklarını savunabilmek için donanımlı hukukçuların yardımına muhtaç olmaları, onları henüz adalet dağıtımı işinin başında önemli bir dengesizliğe, eşitsizliğe savurmaktadır. Zayıf, işin başında mağlup başlayacaktır.

    Hukuksal yardım konusundaki silah eşitsizliği bir yana, adalet evinde konuşulan dilin yabancılığı karşısında "taraflar"ın konukseverlik ihtiyaçlarını gidermeleri için sahip oldukları yegane araç, yani avukat dahi bizatihi yabancı kalabilmekte, böylece mülkün temeli giderek sulandırılmaktadır. Kendilerine özgü jargonları, ortak lojmanlarında geliştirdikleri itiyadları ve Yüksek Mahkemeler bürokrasisiyle aralarındaki özel ilişki dolayısıyla geliştirdikleri özel dil sebebiyle çoğu kez yargının üçlü sacayağından birini teşkil eden avukatlık kurumu dahi karşısında taştan bir duvar bulabilmektedir. Adaleti ancak bu özel jargonlara nüfuz ederek talep etmek durumunda kalan avukat, kâh donandığı yetkilerin yetersizliğinden, kâh bu jargonu öğrenmesi için gerekli olan açıklığın sağlanamamasından dolayı müvekkilinin hakkını bihakkın arayabilecek bir konuma gelememektedir.

    Yargısal kararların özenli ve düzenli bir biçimde yayınlanamaması, bağımsızlığı Anayasa güvencesi altına alınmış olan hakimlerin 'merkez'le sıkı bağımlılıktan bir türlü kurtarılamaması, hepsi Ankara'da konumlanmış olan yüksek yargı kurumlarının doğal olarak siyasetin dolaysız etkisi altında kalmaları ve nihayet mali haklarının yetersiz olması sebebiyle bir yüksek mahkeme başkanının "cüzdanla vicdan arasına sıkışmak" ifadesine muhatap olmaları, Adalet Evi'nin temelinden adalet'i kaydıran unsurların başında gelmektedir.

    Bu yazıda detaylarına girme imkanını bulamadığımız Adalet Evi'nin temel sorununun, hukuk devletinin "el-adl-ü esasü'l-mülk" biçimindeki temel ilkesine işlerlik kazandırılması olduğu anlaşılmaktadır. Bu temel kurulmadıkça dünyada bir "sekine" de mümkün olmayacaktır.

    Öz

    Adliye örgütünün fiziksel olarak hizmet verdiği binalara Adalet Binası veya Dairesi dendiğini biliyoruz. Çoğu kez kısaca "Adliye" olarak adlandırılan bu binalarda "adalet hizmeti" verilir. Bu anlamda, mahkeme binalarını "adalet evi" olarak adlandırmak yanlış olmaz.

    Bu yazıda; tevhidi dinlerde, kainattaki büyük ve akıl almaz faaliyetlerin tümünden ortaya çıkan büyük denge ve huzur halini ifade etmek üzere kullanılan ve Risale-i Nur'da da İsm-i Azam'ı ifade eden "sekine" kelimesi ile adalet arasındaki ilişki gözler önüne serilmekte ve "Adalet mülkün temelidir" sözü yorumlanarak Adalet Binası'nda adaletin dağıtımıyla ilgili temel problemlere değinilmektedir.

    Sonuç olarak Adalet Evi'nin temel sorununun, hukuk devletinin "el-adl-ü esasü'l-mülk" biçimindeki temel ilkesine işlerlik kazandırılması olduğu ifade edilmekte ve "Bu temel kurulmadıkça dünyada bir "sekine" de mümkün olmayacaktır." denilmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Adalet, adliye dairesi, yargı, hakim, sekine, mülk

    Abstract

    We know very well that the buildings in which the justice department physically works are called Justice Building or Apartment of Justice. Almost, these are called shortly as "Adliye", and in these buildings, the judiciary service has been undertaken. Therefore, to name these court buildings as "house of justice" does not seem to be inappropriate.

    This article tries to demonstrate the relationship between justice and the concept of tranquility (sekine). This concept derives from the whole unintelligible and great activities in the universe in all of the divine religions to underline the state of great equilibrium and peace. It is also used in Risâlei Nur to denote the Greatest Name. Additionally, the idiom of "Justice is the basis for the true government" has been commented in order to stress the main problems by the distribution of justice in the Justice Building.

    In conclusion, the basic problem of the House of Justice should be seen as the practice of the constitutional state in order to execute the basic principle of "justice is the basis for the true government". Unless this basic is not built up, then it is impossible to reach the stance of tranquility (sekine) in this world.

    Key Words: Justice, the house of justice, trial, judge, tranquility, true government