Köprü Anasayfa

Anarşi & Terör

"Bahar 2006" 94. Sayı

  • Anarşi mi, Anomi mi?

    Whether Anarchy or Anomie?

    Mustafa ARMAĞAN

    Bizim nesil, 1970'li yılların ortalarından itibaren nerdeyse bütün Türkiye sathını mezbahaya çeviren ve aslında sahici bir toplumsal tutamağı olmadığı sonradan anlaşılan "anarşi"yle kucak kucağa yaşamıştı. O yıllarda yaşı 15 ile 30 arasında bulunan hemen her gencin en hafifinden ya alnına bir tabancanın namlusu dayanmıştır ya da şanslıysa bir arbedede biraz hoyrat bir cerrahi operasyon(!) geçirmiştir. Bunun o zamanların dilinde genel adı, "anarşi"ydi, olaylarda piyon olarak kullanılanların boynuna da "anarşist" yaftası asılıyordu.

    İşte o kaotik yıllarda bir sağduyu sahibi ses, rahmetli Cemil Meriç, toplumun derisine değil, derinine nüfuz eden nâfiz bakışıyla meselenin künhüne eğilerek yaşanmakta olanların gerçekte "anarşi" değil, Emile Durkheim'ın kast ettiği anlamda bir "anomi" olduğunu haykırmıştı.

    O kavga gürültü arasında duyan oldu mu? Pek sanmıyorum. Öyleyse hatırlamakta fayda var söylediklerini:

    "Anarşi? Belki. Anarşizm? Hayır… Bize göre bu tehlikeli macerayı vasıflandıracak kelime, anarşiden çok "anomie"dir… "Anamie", ama hiçbir ülkenin benzerini görmediği vahim, şümullü ve köklerini tarihin derinliklerine dayayan bir "anomie." Kamuslardaki tariflerden hiçbiri ülkemizi tehdit eden büyük tehlikeyi kucaklayamıyor. Zira Avrupa bizdeki değerler hercümercine hiçbir çağda şahit olmamış."

    "Hızlı değişim dönemlerinde var olan kuralların kişiler nezdindeki bağlayıcılıklarının kaybolması, buna karşılık yeni kuralların da eskilerinin yerine ikame edilecek kadar kabul görmemesi sonucu kişilerin davranışlarını uyduracakları etkin toplumsal normların olmadığı durum" ya da "toplumdaki kural ve değerlerin aşınmasının doğurduğu karmaşa ve kuralsızlık durumu" diye tanımlıyor sözlükler anomi'yi.

    Bu kitabî tanımlara rağmen Türkiye'deki durumun Durkheim'ın sözünü ettiği durumdan daha farklı ve daha derin olduğu yolunda bir vehmin sahibiyim. Dikkat edilirse Durkheim'ın getirdiği tanım, "var olan kurallar"dan, "hızlı değişim dönemleri"nden, "etkin toplumsal normlar"dan söz ediyor ki, bu kavramların epeyce bir zamandır ne siyasî kültürümüzde, ne de toplumsal yapımızda esamisinin okunduğunu hatırlamadığımız, cümlemizin malumudur. Modern Batı toplumlarında geleneksel normların yerini kanunlar almıştır; bizdeyse normsuzluk, yani anomi.

    Bu nokta üzerinde ısrarla duruyorum; çünkü Cemil Meriç'in de Mağaradakiler'de vuzuhla kaydettiği gibi (İstanbul, 1978, Ötüken Yayınları, s. 329), Batı'da Hıristiyanlık'tan gelen kanun ve normların kendi sosyal tekamülleri neticesinde sekülerleşmesine mukabil, bizde kurallarda kurumlaşmış bir sürekliliğin bir türlü tesis edilememesi yüzünden dil, gelenek ve kanun dahil hemen bütün toplumsal bağların bir gecede kapının önüne konulabilmesi, günümüzde Türk toplumunda yaygın olan anomik damarı doğuran ana etken olmuştur. Söz konusu şirazeden çıkma telaşı, 1940'ların sonundan itibaren çeşitli yazarlarca fark edilmiş, nitekim Milliyet'in Şeyhü'l-Muharrirîn'i Burhan Felek, eski hayatın kurallarını tahrip ettikten sonra toplum olarak dağılmış tesbihe döndüğümüzü yazabilmiştir.1

    Öte yandan Cumhuriyet'e ve İnkılaplara toz kondurmayan rejimin silahşörü Falih Rıfkı Atay bile 21 Ocak 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısında, yeni apartmanların ahşap evin seviyesine ulaşamaması bir yana, eski hayatımızdaki pek çok anlamın da hızla yok olduğundan dertleniyor ve mezar taşlarımızın dahi manasız mermer yığınlarına döndüğünden yakınıyor, çeyrek asırdır yaşanan tereddiyi itirafa mecbur kalıyordu.2

    Peki nedir Türkiye'de yaşanan ve yaşanmakta olanların gerçek anlamı? İçinde bulunduğumuz kaosun sosyolojik bir açıklamasının yapılması gerekmiyor mu?

    İşte tam bu noktada modern Avrupa toplumlarının "toplum" olma süreçleriyle bizimkisi arasındaki bariz farkın üzerinde duran teorilere rastlıyoruz. Bunlar, aşağıdaki görüşleri dile getirmişler öteden beri.

    Feodalite, yani derebeyliği düzeninden millî devlete uzanan çizgide geliştirilen siyasî ve sosyal teoriler, Magna Carta'dan bu yana Avrupa'da bir kontratlar (sözleşmeler) düzenini getirmiş, baskı grupları, genel oy hakkı, insan hakları, meşrutî monarşi gibi kavramlar, sözleşmenin vazgeçilmezliği şartı üzerine oturmuştur. Gerçi Ortaçağ'a gidildiğinde, Goethe'nin Faust adlı eserinde en bariz örneğini gözlemlediğimiz 'şeytanla sözleşme' teması da göstermektedir ki, Avrupa kültürü karşılıklı menfaate dayalı sözleşmeci bir kültürün yabancısı değildir. Zira şiddet ve çatışmanın hiçbir zaman eksik olmadığı bir kıtadır Avrupa.

    Oysa bizde, 1703 Edirne Vak'ası gibi birkaç istisna hariç tutulacak olursa,3 sözleşmeler hep devlet cihetinden hazırlanmış ve toplumun önüne sunulmuştur: Halka beğenmek ya da reddetmek seçenekleri de tanınmamış, anayasa açıkça dayatılmıştır. İşte Tanzimat Fermanı, işte Islahat Fermanı, işte 1982 Anayasası… 1876 Anayasası da Genç Osmanlıcı bir aydın-bürokrat kadronun padişahla işbirliği içerisinde hazırladığı kısa ömürlü bir kontrattı.

    1982 Anayasası'nda sureta reddetme imkânı bahşedilmiş görünüyordu topluma. Lakin ilginç bir biçimde, "anarşist"(!) olmayı göze almaları gerekiyordu Anayasayı reddetmeyi düşünenlerin. Önüne imzalaması için uzatılan sözleşmeyi, kendi tarafına çevirip de okuması için bile zaman tanınmayan suçlu konumundaki insanların uyacakları kanunlar ve normlar, tabiatıyla bunları devletlûlara imzalaması için baskı yapan burjuva toplumlarındakinden derin farklarla ayrılacaktır. Anayasayı toplumun talepleri doğrultusunda değil, bir tepki düzeyinde algılayarak hazırlayanlar kadar, onu bir kerecik çiğnemekte mahzur görmeyenler de, mevcut anominin hızlandırıcı aktörleri olmaktan başka bir şey yapmıyorlardı aslında. Yani yapanlar da yıkanlar kadar köksüz, kuralsız, yüzer gezer bir kültürün içerisinde nefes alıp veriyorlardı.

    Bence mesele bizim kurallı veya kuralsız bir toplum olmamızdan daha derinlerde bir yerde duruyor. Bu da bizim içerisinde nefes alıp verdiğimiz kültürel atmosferin, ahlakî ve derunî normlar mevcut bulunduğu zaman dahi sahip olduğu yitirgen (dissipative) ve âsi boyut. Huge Kennedy bunu şehircilik bağlamında Madina to Metropolis adlı kitabında yeterince vurgulamış ve İslam şehirlerinin kurallara direnen tabiatının röntgenini çekmişti. Anomik damarımızın günlük hayatımızdaki tezahürleri bu bakımdan oldukça ilginçtir.

    Diyarbakır'ın kenar mahallelerinden söz etmiyorum, Ankara'dan Esenboğa'ya giden yol üzerinde, şimdilerde yıkılıp rehabilite edilmeye çalışılan gecekondular neden görülmedi dersiniz? Her Allah'ın günü o yıldan geçen cumhurbaşkanlarının, başbakanların, bakanların, milletvekillerinin gözleri önünde yapılmadı mı bu binalar? Devlet neredeydi? Ya da şöyle soralım: Halk bu mucizeyi nasıl başardı?

    Tabii bir oyun oynanıyordu burada. Görmezden gelip oy alma oyunu. Kendine yenilen bir toplum, nefsine yenilen fertler ve buna göz yumarak rant elde etme peşinde koşan siyasîler, rüşvet çarklarına kovayla para dökülen bürokratlar. Kendine yenildik ama Batı'da olduğu gibi, toplumları dışarıdan zinde tutacak bir iskele de kuramadık. Sonuç, kuralsızlık: Kanunların kişiyi bağlamadığı bir durum, yani anomi.

    Ama Durkheim'dan ve Cemil Meriç'ten ayrıldığım nokta, toplumumuzda cari bu anomik damarın nevzuhur bir gelişme olmadığı, tersine, kökeni eskilere dayalı bir alışkanlıklar zincirinin, iç dünya teknolojisi berhava edildikten sonra sınır tanımaz bir sel gibi etrafı (hatta 1999 depremlerinde olduğu gibi kendini!) tahrip eden kör bir güce dönüştüğü. Bu kör güç, görünüşte itaatkârdır ama bu itaat söylemini kendine perde kılarak onun arkasında her türlü itaatsizliği icra edebilmektedir.

    Oleg Kharkhordin, Global Modernities adlı kitaba yazdığı makalesinde, ironiyle karışık, Sovyet İnsanı'nın (Homo Sovieticus'un) Batı'da modernlikten sonra ortaya çıktığına inanılan postmodern tezahürleri zaten öteden beri göstermekte olduğunu söylerken bunu kastediyordu sanıyorum.

    Velhasıl, yaşamakta olduğumuz hercümerc içerisinde, her toplumsal kesimin yan yana, hiçbir hiyerarşik ilişkiye girmeden beraberce bulunabileceği, 'her şeyin gidebileceği' (everything goes) ve hakikatin çoğul olduğu, büyük anlatıların ortadan kalktığı vs. yolundaki iddialarıyla tanınan gözde akım postmodernizmin çoğumuza oldukça sıcak gelmesinin temelinde, iç ipliğimize değin işlemiş olan bu "anomik damar"ın varlığı yeterince şeffaf bir şekilde görünmüyor mu dersiniz?

    Bu yüzden 'Bizde anarşi var mıdır?' sorusu, Türkiye bağlamında yeterince anlamlı değildir. Zira anarşi olması için de, olmaması için de archy'nin teessüs etmiş olması lazımdır. Ama anomik damarımız buna müsaade etmiyor ki! Ve biraz şeytanca (diabolik) düşünecek olursak, tam da bu yüzden anarşi toplumsal deri altında sürekli var ve yine aynı nedenle anarşizm belli bir seviyenin üstüne çıkmıyor.

    Öz

    'Bizde anarşi var mıdır?' sorusu, Türkiye bağlamında yete-rince anlamlı değildir. Zira anarşi olması için de, olmaması için de archy'nin teessüs etmiş olması lazımdır.

    Bu çalışmada, Türkiye'de 1970'li yıllarda yaşananların ve yaşanmakta olanların; Cemil Meriç'in ifade ettiği şekilde, gerçekte "anarşi" değil, Emile Durkheim'ın kast ettiği anlamda bir "anomi" olduğu tartışılmakta; hatta Türkiye'deki durumun Durkheim'ın sözünü ettiği durumdan daha farklı ve daha derin olduğu gözler önüne serilmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Anarşi, anomi, norm, sözleşme

    Abstract

    The question of 'whether anarchy exists in Turkey or not?' is not a sufficiently relevant question in the context of Turkey. Since, to be able to discuss the existence or non-existence of anarchy, the archy needs to be established before.

    This piece of work discusses the events of 70s and contemporary times like Cemil Meriç mentioned that these events have not been indications of "anarchy" eventually, but "anomie" as Emile Durkheim proposed. Even, the author tries to underline that the Turkish situation is more different and deeper than what Durkheim talked about.

    Key Words: Anarchy, anomie, contract

    Dipnotlar

    1. Bkz. Geçmiş Zaman Olur ki…, 3. baskı, İstanbul 1985, Felek Yayıncılık ve Hayal Belde Üsküdar, 3. baskı, İstanbul 1988, Felek Yayıncılık.

    2. Aktaran: Musiki Mecmuası, Sayı: 38, Nisan 1951, s. 21.

    3. Naima Tarihi’nin 6. cildinin sonunda müstakil bir zeyl halinde anlatılan bu olay hakkında özet bilgi için bkz. Mustafa Armağan, "Cumhuriyetimiz 302 yaşında!", Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler, İstanbul 2005, Timaş Yayınları, s. 108-111.