Köprü Anasayfa

Anarşi & Terör

"Bahar 2006" 94. Sayı

  • Cihad Konusunda Yanlış Anlaşılan Üç Ayet ve Üç Hadis

    Three Verses and Three Traditions of Prophet on the Holy War That are Misapprehended

    Şadi EREN

    Doç. Dr.

    Din, ayet ve hadislere dayanır. Dini metinlerin iyi anlaşılmaması uygulamada bir takım ciddi problemlerle bizleri karşı karşıya bırakır. En fazla yanlış anlaşılan ayet ve hadisler, daha çok cihad konusundadır. İslam'a muhalif olanlar bunları yanlış anlamaya zaten meyillidirler. Ama bir kısım dindar insanların bu tür dini metinleri din düşmanlarına haklılık verdirircesine yanlış anlamaları cidden ibret vericidir.

    Bu araştırmada şu ayet ve hadislerin açıklamasına yer verilmiştir:

    "Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. ulu'l-emrinize de…" (Nisa, 59)

    "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…" (Tevbe, 5)

    "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın" (Enfal, 39)

    ''Cennet kılıçların gölgesi altındadır'' (Buhari, Cihad, 22)

    "Savaş bir hiledir" (Müslim, Cihad, 17)

    "Sizden biri bir kötülük gördüğünde, gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi, Fiten, 11)

    "Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin; ulu'l-emrinize de…" (Nisa, 59)

    "Ulu'l-emr" âmir, idareci anlamındadır. Ayet, Allah ve resulüne mutlak bir itaati emrederken, idarecilere de atıf vavı ile itaat emretmiştir. Ancak bu itaat, kayıtsız şartsız bir itaat midir, yoksa belli kayıtları var mıdır? Şu ayet, itaatin mutlak değil, mukayyet olduğunu bildirir: "Müsriflerin (aşırı gidenlerin) emrine itaat etmeyiniz. Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar ve ıslaha yanaşmazlar." (Şuara, 151-152)

    Hz. Peygamber, bunu şöyle ifade eder: "Müslüman kişiye vacip olan, bir günahla emredilmediği müddetçe, sevse de sevmese de dinlemek ve itaat etmektir. Fakat bir günahla emredilse, dinlemek ve itaat etmek yoktur. (Tirmizi, Cihad, 29) Çünkü Allah'a isyan olan şeyde, kula itaat edilmez. Diğer itaatler, vefakârlıklar, sadakatler ancak Allah'a olan itaatin karşısında bulunmamak, bu itaate muhalif olmamak şartıyla kabul edilebilir. Yoksa bu aslî itaatin muhalifi olan her itaat batıldır ve cevaz verilmez.

    Asr-ı Saadette yaşanan şu olay, konumuza ışık tutacak mahiyettedir:

    Peygamber Efendimiz (asm), bir grubu sefere gönderir. Onlara, komutanlarına itaat etmelerini hatırlatır. Yolda giderlerken, bazıları itaatte kusur eder. Sinirlenen komutan, grubu durdurur, etraftan odun toplamalarını söyler. Toplanan odunları yaktırdıktan sonra "Kendinizi bu ateşe atın" der. Asker, adeta şok olur. Kimi, "Peygamber itaat etmemizi istemişti. Haydi, kendimizi atalım" derken, diğerleri karşı çıkar. "Bizler, ateşten kurtulmak için peygambere tabi olduk. Ne diye kendimizi ateşe atalım ki?" derler. Tartışma esnasında ateş söner; bu arada komutanın öfke ateşi de söner. Görevlerini yapıp Medine'ye dönerler. Durum Hz. Peygamber'e anlatıldığında, şunu söyler: "Şayet o ateşe girselerdi, hep ateşte kalırlardı. Allah'a isyan olan hallerde itaat yoktur. İtaat, ancak maruf (meşru) şeylerdedir." (Ebu Davud, Cihad, 87)

    Konumuzla alakalı olarak Bediüzzaman'ın şu yaklaşım tarzı son derece mühimdir: "Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır." (Nursi, Şualar, s. 350) Şahısların hata ve yanlışları olduğu gibi devlet ve hükümet yetkililerinin de bir takım yanlışları, hataları, adil olmayan kanunları, evrensel hukuka aykırı uygulamaları olabilir. Böyle bir durumda vatandaşın görevi bu yanlış uygulamalara medeni bir şekilde karşı durmak, hata ve yanlışların düzeltilmesi için hukukî yollara başvurmaktır. Zaten sivil toplum kuruluşlarının varlık sebepleri de budur.

    Müslümanlar Müslüman olmayanlarla yaptıkları anlaşmalara bağlı kalmakla mükellef midir?

    İslam Hukuku ile ilgili kitaplarda genel bir kural olarak ifade edildiği üzere, "Müslümanlar, yaptıkları sözleşmeye bağlı kalmakla mükelleftirler." Kur'an-ı Kerim, şöyle der:

    "Ahde vefa gösterin. Çünkü ahitten sorulacaktır." (İsra, 34)

    Müşriklere savaş ilanını bildiren ayetin peşinden şu istisna getirilir:

    "Ancak kendileriyle ahit yapıp da, sonra ahde riayette kusur göstermeyen ve kimseye sizin aleyhinizde arka çıkmayan müşrikler bu hükümden hariçtir. Bunlara, ahitlerinin bitimine kadar ahit gereğince muamele edin. Şüphesiz Allah, takva sahibi kullarını sever." (Tevbe, 4)

    Bir başka ayette de şöyle bildirilir:

    "Onlar size karşı doğru oldukları müddetçe, siz de onlara doğru harekette bulunun!" (Tevbe, 7)

    Bu İlahi talimatlar doğrultusunda, Müslümanlar ahitlerine riayet etmişler, ahdi bozan taraf olmamışlardır. Huzeyfe bin Yeman'ın anlattığı şu olay buna güzel bir misaldir:

    "Bedir savaşına katılmama engel şu oldu: Beni ve babamı Kureyş kâfirleri yakaladılar. 'Muhammed'e mi gidiyorsunuz?' dediler. 'Hayır, dedik. Sadece Medine'ye gidiyoruz.' Bunun üzerine bizden ahit aldılar ve serbest bıraktılar. Hz. Peygamber'in yanına ulaşınca durumu anlattık. 'Yolunuza devam edin, Medine'ye gidin, dedi. Ahitlerine vefa gösterir, onlara galip gelmek için Allah'tan yardım dileriz." (Müslim, Cihad, 98)

    Karşı tarafın ahdi bozup bozmadığı bazen çok net olmayabilir. Bu durumda yapılması gerekeni, ayet şöyle bildirir:

    "Eğer seninle ahit yapan bir kavmin hıyanetinden korkarsan, savaş açmadan önce ahitlerinin sona erdiğini kendilerine ilan et. Çünkü Allah hainleri sevmez." (Enfal, 58)

    Ayetten anlaşıldığına göre, karşı tarafın ahdi bozduğu çok net değilse, bunlara birdenbire saldırmak caiz değildir. Bunun yerine, gerekçeleri gösterilerek anlaşmanın hükümsüz hale geldiği bildirilmelidir. Böyle bir mert tavır gösterilmeksizin savaşa girilirse, karşı taraf haklı olarak "Müslümanlar ahde vefasızlık gösterdi. Ahit varken bize saldırdı" diye yaygara koparacaklardır. Büyük Kur'an müfessiri Hamdi Yazır şöyle der:

    "Hak, kâfire dahi taalluk etse yine haktır… Kâfirin küfrü hukukuna tecavüzü mubah kılmaz." (Yazır II, 1451)

    Zikredeceğimiz şu olay, Hz. Peygamberin ne derece ahde vefalı, hileden uzak, dürüst bir hayat yaşadığının çok çarpıcı bir misalidir:

    Müşrikler Hz. Peygamber'e İslam öncesi "Muhammedü'l-emin" diyorlar, en kıymettar mallarını ona emanet ediyorlardı. Kendisine nübüvvet geldikten sonra, onun dinine girmemekle beraber emanetlerini ona bırakmaya devam ettiler. Hz. Peygamber, müşriklerin baskıları sonrası, çok sevdiği Mekke'yi terk etmek zorunda kaldı, Medine'ye hicret etti. Ancak yola çıkmazdan önce, yanındaki o kıymetli emanetleri Hz. Ali'ye teslim etti ve ertesi gün sahiplerine vermesini söyledi. "Savaş bir hiledir. Onlarla yapacağım mücadelede bu mallara çok ihtiyacım olacak. Bunları yanımda götürürsem, hem onları zayıflatmış, hem de Müslümanları güçlendirmiş olurum" şeklinde düşünmedi. Bundan dolayıdır ki, sekiz yıl sonra Mekke'ye muzaffer bir komutan olarak girdiğinde, Mekkeliler toptan Müslüman olmakta tereddüt etmediler.

    "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…" (Tevbe, 5)

    Cihad ve savaşla ilgili ayetleri bir bütün olarak ele almayan bazı kişiler, "…müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…" gibi ayetleri, dar çerçevede ele alarak yanlış neticelere varmaktadır. Onların bu hali, namaz kılmayan birinin, "İçkili iken namaza yaklaşmayın" (Nisa, 43) ayetindeki "namaza yaklaşmayın" kısmını, namaz kılmayışına delil getirmesine benzer. Kur'an'ın ayetleri hakkında hüküm verecek kişiler, onun nasihini-mensuhunu, muhkemini-müteşabihini, evvelini-ahirini, hatta bütün Kur'an'ı iyi bilmek zorundadırlar. Yoksa verecekleri hükümler yanlış olacaktır. Verdikleri hükümlerde, Kur'an'da olanı yansıtmak yerine, kendi düşüncelerinde olanı yansıtacaklardır. Düzgün bir saraya tutulan ayna, ancak düz ve şeffaf olduğunda sarayı aynen yansıtır. Eğri aynalar, düzgün sarayı eğri gösterir. Tozlu aynalar net göstermez. Renkli aynalar ise, kendi rengiyle gösterir. Kur'an'a yönelen insanların mahiyet aynaları da böyledir.

    Bahsinde bulunduğumuz ayetin evvelinde, "Haram aylar çıktığında" kaydı vardır. Arap yarımadasındaki müşriklere, ya İslâm'a girmeleri, ya da kendileriyle savaşılacağı bildirilmiş, düşünmeleri için de dört ay müddet verilmiştir. (Tevbe, 1-3)

    Ayetin sonunda ise, tevbe edip namazlarını kılmaları, zekâtlarını vermeleri halinde serbest bırakılacakları anlatılmakta, "Şüphesiz Allah Gafur'dur, Rahîm'dir" ifadeleriyle bitirilerek, Allah'ın affedici, merhametli olduğu nazara verilmektedir.

    Bir sonraki ayet ise şöyle der:

    "Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Ta ki Allah'ın kelamını dinlesin. (Müslüman olmazsa) sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar, bilmeyen bir kavimdir." (Tevbe, 6)

    Bu ayette, müşrikler hakkındaki İlâhî rahmetin eserlerini açıkça görmek mümkündür. Müşriklere, bu dinin güzelliğini görmek, Allah'ın kelamını dinlemek fırsatı verilmelidir. Çünkü, onlar bu dini bilmeyen bir topluluktur. Onlardan bu niyetle gelip görmek isteyenlere eman verilir, yani emniyet içinde olduğu bildirilir. Gelir, görür, dinler ve isterse kabul etmeyebilir. Kabul etmediğinde, "sen müşriksin" denilip öldürülmez. Emniyet içinde olacağı yere ulaştırılır.

    Kur'an'ın bütünlüğü çerçevesinde kıtal (savaş) ayetleri incelendiğinde, karşımıza çıkan tablo işte budur. Durum böyleyken, bu ayetlerden "Kur'an'da inanç hürriyeti yok", "Kur'an, Müslüman olmayanlardan başkasına hakk-ı hayat tanımaz" gibi hükümler çıkarmak, hem Kur'an'ın esaslarına, hem de tarihi realiteye zıttır. Zira, Hz. Peygamber (asm), hem kitap sahibi olanlarla, hem de kitapsız Araplarla barış ve saldırmazlık anlaşmaları yapmış ve bunlara riayet etmiştir.

    Sonraki dönemlerde de uygulama aynı minval üzere olmuş, gayr-i Müslim azınlıklar, cizyelerini (vergilerini) vermeleri, kanunlara uymaları şartıyla, İslâm devletleri bünyesinde rahatça yaşamışlardır.

    "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın" (Enfal, 39)

    Ayette, ehl-i imana iki hedef gösterilmiştir:

    1- Fitnenin kökünü kazımak.

    2- Allah'ın dinini hakim kılmak.

    "Fitne" kelimesi "karışığını almak için altını ateşe koymak" anlamındadır. Bundan, "mihnet ve belaya sokmak" manasında kullanılmıştır. İnsanları inancından dolayı işkenceye tabi tutmak, ibadetine müdahale etmek, yurdundan sürüp çıkarmak gibi durumlar hep birer fitnedir. Kur'an-ı Kerîm'de, "Fitne ölümden beterdir" denilir (Bakara, 191). "Ölümden daha ağır ne vardır?" dememek gerekir. Zira, ölümü temenni ettiren hal, ölümden daha ağırdır.

    "Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar" ehl-i küfürle savaşmak, genel bir dünya barışını hedef olarak gösterir. Her türlü fitneye son vermek, sulh ve sükûneti sağlamak, Müslümanlar için varılması gereken bir hedeftir. Öyle ki, dünyanın uzak bir köşesinde gayr-i Müslim bir devlet, bir başka gayr-i Müslim devlete zulmetse, Müslüman devletler bu fitneye müdahale etmeli, haddi aşanlara hadlerini bildirmelidir.

    Cihadın bu ulvî gayesine, şu ayet işaret eder:

    "Size ne oluyor ki, 'Ya Rabbena, halkı zalim olan şu memleketten bizi çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı yolla!' diyen mazlum erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?" (Nisa, 75)

    "Dinin bütünüyle Allah'ın olması" hedefi ise, beşerin beşere kulluktan kurtulup, sadece Allah'a kul olmasını temin gayesine yöneliktir. Kur'an-ı Kerîm, Yahudî ve Hıristiyanlardan bahsederken, "Onlar, âlimlerini ve rahiplerini Allah'tan başka Rab'ler edindiler" der. (Tevbe, 31) Şüphesiz, herhangi birini Rab edinmek için, ona "Rab" namını vermiş olmak şart değildir. Üstteki ayeti açıklayan hadiste belirtildiği gibi, Allah'ın hükümlerini bırakıp rahiplerin helal kıldığını helal, haram kıldığını da haram kabul etmek, onları Rab edinmek demektir. (Tirmizi, Tefsir, 9-10)

    İslâm hür bir ortamda tebliğ edilebilmeli, bu dine girmek isteyenlere engel olunmamalı ve bu dini yaşamak isteyen her fert, serbestçe yaşayabilmeli, kimse dininden dolayı fitneye düşürülmemeli, ezaya maruz kalmamalıdır.

    İşte cihad, bu hürriyetleri sağlamak ve bu hususta ortaya çıkan engelleri aşmak içindir. Önündeki engeller kaldırıldığında, bütün insanlığın koşarak gireceği tek İlâhi din, İslam olacaktır.

    Şüphesiz, "dinin bütünüyle Allah'ın olması", başka dinlere hayat hakkı tanımamak, o dinlerin mensuplarını zorla İslâm'a sokmak anlamında değildir. Tatbikatta da böyle olmamıştır. Hz. Peygamber devrinden günümüze kadar, İslâm devletleri bünyesinde başka din mensupları rahat bir şekilde yaşamışlardır. Gerek ülkemizde gerekse diğer İslam ülkelerindeki aynı durum günümüzde de değişmemiştir.

    Öte yandan, Kur'an'ın bu ayeti, İslâm'ın hamle gücünü ortaya koyar. Müslümanlara, varmaları gereken nihaî hedefi gösterir.

    ''Cennet kılıçların gölgesi altındadır''

    Bir söz değerlendirilirken, bir bütün olarak bakılmazsa yanlış neticelere varılır. Hz. Peygamberin sadece üstteki kelamına bakarsak bunu savaşa teşvik olarak değerlendirmek mümkündür. Hâlbuki Hz. Peygamberin bu hadisinin tamamı şöyledir:

    "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin. Allah'tan afiyet dileyin. Onlarla karşılaştığınızda ise, sabredin. Bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır." (Buhari, Cihad, 22)

    Hz. Peygamber'in savaşa değil barışa talip olduğunun en güzel göstergelerinden biri şudur: O, uygun görmediği isimleri değiştirmiştir. Mesela, Asi ismini Muti, Asiye ismini Cemile yapmıştır. (Asi ve Asiye "isyan eden" anlamındadır. Muti ise, "İtaat eden" demektir.) Ve bu meyanda "Savaş" anlamındaki "Harp" ismini, "Barış" anlamındaki "Silm"e çevirmiştir.

    Şu olay, Hz. Peygamber'in düşmanlarına karşı nasıl duygularla dolu olduğunu göstermede bize engin ufuklar açabilir:

    Hicretten sonra Mekke üzerine çöken kuraklık ve kıtlık yıllarında Peygamberimiz Mekke'ye tahıl, hurma, hayvan yemi ve nakit ihtiyacı için altın göndererek yardımda bulundu. Ümeyye b. Halef ve Safvan b. Ümeyye gibi Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri bu yardımı kabul etmek istemedilerse de Ebu Süfyan Peygamberimiz hakkında "Allah kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın. Çünkü O akrabalık hakkını gözetti" diyerek şükran duygusunu ifade etmiştir.

    "Savaş bir hiledir"

    Resulullah Efendimiz (asm), "Savaş bir hiledir" buyurur. (Müslim, Cihad, 17) Resulullah Efendimiz'in bu sözü, bazılarınca savaşta her türlü yalan, iftira gibi şeylerin mübahlığı şeklinde anlaşılmış. Hâlbuki tarihen sabit olan odur ki, Resulullah Efendimiz asla yalana tevessül etmemiştir. Ama düşmanı aldatabilecek harp oyunlarını uygulamıştır. Başka yere sefer düzenliyormuş havası verip, sonra asıl hedefine yönelmesi, Mekke'nin fethi öncesi, gece on bin yerde ateş yaktırması gibi durumlar buna örnek olarak verilebilir. Yine, savaşlarda uygulanan, bozguna uğramış gibi yapıp, düşmanı çember içine almak, soba borularını top gibi kale mazgallarına dizmek vb… hallerin hepsi "savaş bir hiledir" sözünün örnekleridir. Savaşta yalanın caiz sayılmasını da bu meyanda zikredebiliriz.

    "Sizden biri bir kötülük gördüğünde, gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi, Fiten, 11)

    Bu hadisin yorumunda "elden murat devlettir, dilden murat âlimlerdir, kalpten murat avam tabakasıdır" denilmiş.

    Şüphesiz böyle bir yorum güzel bir bakış açısıdır. Bununla beraber, toplumda görülen kötülükler karşısında, her insanın el olduğu yerler vardır, dil olduğu yerler vardır, sadece kalben buğz etmekle yetinebildiği yerler vardır. Mesela, TV yayınlarının kontrolünde devlet eldir. Programları tenkit eden vaizler, yazarlar birer dildir. Fakat el durumunda olanlar, sadece dil mertebesinde kalıyorlarsa, vazifelerini yapmıyorlar demektir. Konuşması lazım gelenler, sadece kalben buğz etmekle yetiniyorlarsa, imanın en zayıf mertebesindedirler anlamındadır.

    Mesela, aile açısından üstteki hadisi değerlendirdiğimizde, anne babanın aile devletinde hem el, hem de dil olduklarını görürüz. Ailede problemler yaşayan biri "devlet gelsin, benim problemlerimi halletsin" diyorsa acınacak bir zavallı olduğunu ilan ediyor demektir.

    Öz

    Din, ayet ve hadislere dayanır. Dini metinlerin iyi anlaşılmaması uygulamada bir takım ciddi problemlerle bizleri karşı karşıya bırakır. En fazla yanlış anlaşılan ayet ve hadisler, daha çok cihad konusundadır. İslam'a muhalif olanlar bunları yanlış anlamaya zaten meyillidirler. Ama bir kısım dindar insanların bu tür dini metinleri din düşmanlarına haklılık verdirircesine yanlış anlamaları cidden ibret vericidir.

    Bu araştırmada :

    "Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. ulu'l-emrinize de…" (Nisa, 59)

    "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…" (Tevbe, 5)

    "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın" (Enfal, 39)

    ''Cennet kılıçların gölgesi altındadır'' (Buhari, Cihad, 22)

    "Savaş bir hiledir" (Müslim, Cihad, 17)

    "Sizden biri bir kötülük gördüğünde, gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi, Fiten, 11) ayet ve hadislerin açıklamasına yer verilmiştir.

    Anahtar Kelimeler: Cihad, ulu’l-emr, itaat, fitne, savaş, hile

    Abstract

    Religion is based on verses and traditions of Prophet. The deficient understanding of religious texts might end up in some serious problems while trying to practice the religious duties. We come across with the highest numbers and degree of misunderstandings on the verses and traditions of prophets about the holy war. The opponents of Islam tend to misunderstand these in any rate. But, some of the religious people misunderstand this also. This is a very lesson for us that religious people misunderstand those texts as proving the enemies of religion. This research places the explanations of some of the verses and traditions of the prophets:

    "O you who believe! Obey Allah and obey the Messenger and those in authority from among you…" (Nisa, 59)

    "So when the sacred months have passed, slay the idolaters wherever ye find them…" (Tevbe, 5)

    "And fight with them until there is no more persecution and religion should be only for Allah… " (Enfal, 39)

    ''Heaven is under the shadow of the swords.'' (Buhari, Cihad (Holy War), 22)

    "War is a trick" (Müslim, Cihad (Holy War), 17)

    "When some of you see an evil act, then he should try to correct it with his hand if he possesses the sufficient power for this. If not, then he has to try to correct it with his tongue. If he also can not do this, then he should at least condemn that deed from his heart. The last one is the weakest level of the faith. " (Tirmizi, Fiten, 11)

    Key Words: Religious war, the rulers, obedience, disorder, war, trick