Köprü Anasayfa

Anarşi & Terör

"Bahar 2006" 94. Sayı

  • Teröristlere Rehin Düşen İslam Üzerine

    On the Islam as a Prisoner in the Hands of Terrorists

    Furkan AYDINER

    Dr.

    11 Eylül sabahı teröristler, sadece yüzlerce masum insanı değil, yaklaşık bir buçuk milyar insanın dini olan İslam'ı da kaçırdılar. O günden beri, Batı medyasında, teröristlerin rehin aldığı İslam tartışılıyor. Batılılar, neredeyse terör ve İslam kavramlarını eş anlamlı kelimeler olarak kullanıyorlar. Bu makalede, 11 Eylül'de başlayan süreç içersinde, İslam'ın teröristlere nasıl rehin düştüğünü ve bundan kurtuluş yollarını tartışacağım.

    Amerika'da İslam ve Terör Üzerine Yazılan Kitaplar

    Küresel kapitalist sistemin kalbi olan Amerika'da, 11 Eylül'den sonra İslam konusundaki kitaplara büyük bir talep oldu. Kapitalist yayınevleri bu talebe karşılık vermede hiç gecikmedi. Şimdiye kadar, İslam konusunda onlarca kitap piyasaya sürdüler. Birkaç tanesi hariç, bu kitapların çoğu modern oryantalistler tarafından İslam ile terörün nasıl bağdaştığını göstermek için yazıldı. Karen Armstrong ve John Esposito gibi birkaç insaflı yazar dışında, Müslüman olmayanların yazdıkları kitaplar genellikle İslam ile terörizmin bağdaştığını ispatlamaya çalışıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu kitaplar özellikle cihatla ilgili ayetlere referans vererek, İslam'ın temelde şiddet telkin eden bir din olduğunu iddia ediyor. Bu eksende yazılan kitaplardan bir tanesinin içeriğini burada tartışacağım.

    Bu sıralar, Sam Harris'in yazdığı "İnancın Sonu" (The End of Faith) adındaki kitap Amerika'da bestseller.1 Milyonlarca insan bu kitabı okuyor. Birçok televizyon kanalında bu kitabın içeriği tartışılıyor. New York Times'ın en çok satanlar listesine giren kitap, şu sıralar hayli popüler. Yazar, Amerikalıların zihnindeki bir soruya cevap vermeye çalışıyor kitabında. Her gün, İslami terör haberleriyle uyanan insanlar, genelde dinlerin ve özelde İslam'ın nasıl teröre dayanak olduğunu merak ediyor. Bu sırdandır ki, Amerikalılara İslam'ı anlatmak için yapılan bütün toplantıların değişmeyen sorularından biri İslam ve terörle ilgili. Toplantının konusu ne olursa olsun, toplantı sonunda İslam ve terörle ilgili mutlaka bir veya birkaç soru sorulur. Sam Harris, umumun zihnindeki bu temel soruya cevap vermek için yazmış kitabını.

    Harris, kitabını Huntigton'un "medeniyetler çatışması" tezi üzerine kurmuş. Bernard Lewis gibi İslam'ı çarpıtan oryantalistlerin eserlerini referans göstererek, İslam'ın şiddet ve nefret üzerine bina edildiğini iddia ediyor. Ortaçağda kilisenin yaptığı zulümler ayrıntılı anlatılıyor. Tevrat, İncil ve Kur'an'dan alıntılarla, bu ilahi kitapların düşmanlık tohumlarını inananların zihnine ektiğini iddia ediyor. Yazara göre, günümüzde yaşananlar bu kitapların temel öğretisinin doğal bir neticesidir. Bu gidişe dur demenin zamanı gelmiştir. Aksi halde, biyolojik ve nükleer kitle imha silahları teröristlerin eline geçtiğinde, tarihin sonu gelecektir. Bizim sonumuzu getirmeden önce, biz nefret ve düşmanlık telkin eden inançlara son vermeliyiz.

    Harris, ılımlı Müslüman olamayacağını, Kur'an'a Allah kelamı diye inanıp, ona göre yaşayan insanın kendi din mensuplarından başka kimseye tahammül edemeyeceğini iddia ediyor. Harris'e göre, günümüzde ellerinde bir güç bulunmadığı için ılımlı gözüken Müslümanlar, yarın güç kazandıklarında kendinden olmayan herkesin başını uçuracaklar. Harris, kitabının sonlarına doğru, neler yapılması gerektiğini şöyle ifade ediyor: İslam'la savaş halindeyiz. Bu savaş daha çok sürecek. Şehit olma hevesiyle, kurduğumuz medeniyeti yıkmaya hazır olanlara göz yumamayız. Bu insanların eline, kitle imha silahlarının geçmesine müsaade edemeyiz. Onlara, tolerans gösterip, sonumuzu getirmelerine yardım edemeyiz. Milyarı aşkın insanı imha etmemiz mümkün değil. O halde, dinlerini tamamen değiştirmeliyiz. Onların, Kur'an'la bağlarını koparmalıyız, çünkü onlar Kur'an'a Allah kelamı olarak inandıkları sürece, bizim için tehlike olmaya devam edecekler.

    Kilisede İslam ve Terör Tartışması

    Amerika'ya ilk geldiğimde kiliselere büyük bir ön yargı ile yaklaşıyordum. Uzun bir süreden sonra yaptığım ilk kilise ziyaretinin ardından düşüncem tamamen değişti. Bu ziyaretimle, kiliselerin ruhu gitmiş cansız bir beden olduğunu anlamıştım. İnsanlar fıtratlarının gereği kiliselerde Rabb'lerini arıyorlardı. Gerçi asırlardır tahrip edilegelen Hıristiyanlık, Hz. İsa'nın getirdiği din olmaktan çıkıp, çelişkilerle dolu beşeri bir din haline gelmişti. Çok az dahi olsa içinde hakikat payının olması, Hıristiyanlık'ın günümüze değin ayakta kalmasını sağlamıştı.

    Uzun bir süredir, Unitarian Universalist adındaki kilise üyelerinin düzenlediği haftalık toplantılara katılıyorum. Bu kilise çok heterojen bir yapıya sahip. İki yüzü aşkın üyesinin belki de tek ortak noktası teslis inancını red etmeleridir. Burası, kilise adını taşımasına rağmen, farklı inançtaki insanların buluştuğu bir lokal haline gelmiş. Üyeler arasında, Budist'ten ateiste kadar farklı inancı olan insanlar var. Her bir grup, ayrı faaliyetler organize ediyor. Bu gruplardan biri Özgür Düşünürler (Freethinkers) adını taşıyor. Eski papazdan üniversite hocalarına kadar, düşünen insanların oluşturduğu bir grup. Hür düşünmek için her türlü dinin etkisinden uzak kalmanın gereğine inanan bu grubun üyelerinin büyük ekseriyeti ateist ve agnostik. Her hafta Perşembe akşamı saat 7 ile 8:30 arasında toplanıp, serbest düşünme pratiği yapıyorlar. Grubun bir üyesi, belirlenen bir konuda hazırlık yapıp, yirmi dakikada konuyu takdim ediyor. Geriye kalan süre içinde, grup üyeleri birlikte konuyu tartışıyorlar.

    Özgür Düşünürler, birkaç hafta önce, Sam Harris'in kitabı ışığında, İslam ve terör konusunu tartışmaya açtı. Üyelerden biri kitapla ilgili bir sunum yaptı. Sunumu yapan kişi, kitabı kısaca özetledi. Özellikle, kitapta vurgulandığı gibi, kafirlere karşı kin ve nefret besleyen Kur'an ayetleri ve hadislerle beyni yıkanan Müslüman teröristlerin tarihte eşine rastlanmamış bir tehlike arz ettiklerini ifade etti. Daha sonra, Harris'in kitabında kelimelerle anlatılanı görüntüyle desteklemek için, Müslüman teröristlerin Irak'ta rehin aldıklarının başını keserken çekilmiş birkaç resmi gösterdi. Hemen sonrasında da, bir Amerikalının boğazlanırken çekilen video görüntülerini göstermek istediğini söyledi. "Bu görüntüden rahatsız olan varsa kısa bir süre için dışarı çıkabilir," deyince itiraz sesleri yükselmeye başladı. Büyük çoğunluk söz konusu görüntüden rahatsız olacaklarını söyleyince, sunumu yapan kişi video gösteriminden vazgeçti. Verilmek istenen mesaj gayet açıktı: Cihatla ilgili ayet ve hadisleri okuyup, onlara inanan Müslümanlar, kendilerinden olmayanlar için, en acımasız canavarlar hükmüne geçiyorlar. 11 Eylül'de binlerce masumu, akılları hayrette bırakan bir yolla katleden Müslüman teröristler, ellerine geçirdiği hasımlarını boğazlamak ve Cennette hurilere kavuşmak için vücutlarını bomba yapmaktan çekinmiyorlar.

    Harris'in iddiaları hiç de bana yabancı gelmiyordu. Türkiye'de bu tarz korku paranoyası olan bir kesimin söyledikleriyle büyük paralellik gösteriyordu. Bana asıl ilginç gelen, benim dışımda herkesin bu yazılanlara mutlak doğru diye inanmasıydı. Allah'tan gelen bir mesajı acımasızca sorgulayan insanlar, birazcık araştırıldığında, yalan ve yanlışlarla dolu olduğu açık olan bir kitaba samimiyetle inanıyorlardı. Demek ki, inanmayan kimse yok aslında. Herkes inançlı; ancak, kimileri Hakka inanırken, kimileri de batılı Hak sanıp ona inanıyor. Ateist dahi bir inanca sahip. Yaratıcının olmadığına inanıyor.

    Düşünme melekesini en iyi şekilde kullandığını iddia eden "özgür düşünürler" İslam ile terörü aynı kefeye koyuyorsa, avam insanlar İslam deyince ne düşünüyor acaba? Geçenlerde izlediğim bir belgesel tam da bu sorunun cevabını araştırıyordu. Belgeseli sunan kişi, sokakta gelip geçen insanları durdurup şu iki soruyu sorarak tek kelimeyle cevap vermelerin istiyordu:

    İslam deyince aklınıza ne geliyor?

    Terör deyince aklınıza ne geliyor?

    Cevaplar tahmin edeceğiniz gibi: Birinci soruya terör ve şiddet; ikinciye ise, İslam ve Ortadoğu cevabını veriyordu insanların büyük çoğunluğu. Amerika'da yapılan kamuoyu araştırmaları da benzer sonuçları gösteriyor.

    Konuşmacı, Harris'e katıldığını ve İbrahimî dinlerin üçünde de kendinden olmayana karşı kin, nefret ve düşmanlık aşılandığını söyledi. Tek çıkış yolu ise, insanları dinlerin anlattığı hurafelerden uzaklaştırıp, aklını kullanmaya teşvik etmekten geçiyor, dedikten sonra konuyu tartışmaya açtı. Benden önce söz alan herkes, Harris'in düşüncesine katıldıklarını söylediler. Anlaşılan, tek aykırı ses ben olacaktım. Elimi kaldırarak söz istedim. Herkes benim ne diyeceğimi merakla bekliyordu. Bütün gözler bir anda bana dönmüştü. Konuşmacıya teşekkür ettikten sonra, özetle şunları söyledim:

    "Harris'in anlattıklarına kısmen katılıyorum. Anladığım kadarıyla, Harris'in kitabında iki temel mesaj veriliyor. Birincisi, dinler akıl ile çelişen hurafe inançlardır. Aklın hakim olduğu bir asırda, bu hurafelerden kurtulmanın zamanı gelmiştir. İkincisi, İbrahimî dinler ve özellikle İslam nefret ve kin telkin ediyor. Kitle imha silahları ellerine geçip, onlar bizi imha etmeden önce, biz onların icabına bakmalıyız."

    "Harris'in kitabını dikkatle okudum. Yazar, İslam hakkında birincil eserlere gitmemiş ve İslam'ı çarpıtan oryantalistlerden alıntılar yapmıştır. Özellikle, akıl ve inanç konusunda, Hıristiyanlık'la İslam aynı kefeye konulmuş. Oysa, Hıristiyanlık'ta akla değil, asırlarca kilisenin dogmalarına öncelik verilmiştir. Tahrip edilen İncil'de akla aykırı birçok hüküm yer aldığı halde, insanlara sorgulamadan inanmaları istenmiştir. Ancak, aynı şeyi İslam için söylemek haksızlık olur. Kur'an'da birçok yerde, "düşünmez misiniz", "akletmez misiniz" gibi ifadeler yer alıyor. İslam, esaslarını akla ve hakiki bilime dayandırıyor. Bu sırdandır ki, İslam'ın tam olarak yaşandığı dönemlerde, Müslümanlar bilimde büyük ilerleme kaydetmişler. Harris bile kitabında bu noktayı inkar edememiş. Her dinin bir parlak dönemi olduğu gibi, İslam'ın da böyle bir parlak dönemi olmuştur, diyerek geçiştirmiş. Oysa, insaflı ve dikkatli bir şekilde İslam tarihini inceleyenler, İslam ile Hıristiyanlık arasında, akıl ve bilime önem verme açısından çok büyük farkların bulunduğunu görecekler. Yazar, bu farkı fark etmeden, iki dini de aynı kefeye koymakla haksızlık yapmıştır."

    "İslam'ın terörü telkin ettiği noktasına gelince; kanaatimce, yazar bilmeden yanlış hüküm veriyor veya bilerek hakikati çarpıtıyor. On dört asırlık geçmişi olan ve şimdiye değin birkaç milyar mensubu olan bir din, günümüzdeki birkaç yüz teröristin yaptıklarıyla mahkum edilemez. Yazarın yaptığı şuna benzer: Amerika'daki insanları hiç görmemiş biri, internet üzerinden, cinayet işleyip hapse giren binlerce Amerikalının hikayesini okuyor. Amerikan toplumu cani bir toplumdur, diye bir hükme varıyor. Böyle bir hükmün ne kadar haksız ve yanlış olduğunu hepiniz takdir edersiniz. Aynen öyle de, şu anda İslam namına şiddeti savunan insanların oranı, Amerika'daki mahpusların oranından bile daha azdır. Kur'an'a göre, masum insanları öldüren teröristler, bir insanı dahi öldürse, bütün insanlığı öldürmüş kadar büyük bir cinayet işlemiştir. Her toplumda ve her dinde cinayet işleyenler vardır. Ancak, hiçbir toplum ve din, canilerden dolayı mahkum edilmez."

    Ben konuşmamı bitirirken, biri heyecanla söz istedi. Elindeki Harris'in kitabını göstererek şöyle konuştu: "Güzel söylüyorsun, ancak bu kitapta anlatıldığına göre Kur'an'da nefret ve düşmanlık telkin eden birçok ayet vardır. Müsaade edersiniz birkaçını size okuyacağım…" diyerek, "Şüphesiz kafirler, sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisa Suresi, 101) gibi kafirlere ilişkin ayetlerin meallerini okudu.

    Harris, kitabında Kur'an'da cihat ve kafirlerle savaşmak konusunu işleyen ayetlere geniş yer vermişti. Doğrusu bu ayetleri okuyanlar, şiddetin asıl kaynağının Kur'an olduğu yargısına varabilir. Harris, kitabında, söz konusu ayetleri naklettikten sonra, şu çıkarımda bulunuyor: Bütün Müslümanlar Kur'an'ın hiçbir harfinin dahi insan tarafından yazılmadığını ve tamamıyla Allah kelamı olduğuna inanıyor. Allah, kafirleri imha edin, size huriler vereceğim, sizi Cennete koyacağım diyorsa, Müslümanların canlı bomba olması gayet normal.

    Ben tekrar söz istedim. Herkes, bana yöneldi. Benim ne diyeceğimi çok merak ediyorlardı. Öyle ya, Kur'an'da bu şekilde açık bir hüküm varken ve ben de Kur'an'a harfiyen inanan biri olduğuma göre, son derece açık ifadelerle kafirlere karşı savaşı ve düşmanlığı telkin eden ayetleri inkar edemezdim. Oysa, kendilerini ateist veya agnostik olarak tanımlayan bir grubun içinde bulunuyordum. Açık bir tezat vardı ortada. Herkes, lisanı haliyle, bu muammayı çöz diyordu. Benzer soruya sıklıkla karşılaştığım için zorlanmadan şu cevabı verdim:

    "Kur'an'ın tarihini ve bütün ayetlerini dikkate almayanlar, biraz önce zikrettiğiniz ayetlerine bakarak, yanlış bir hükme varabilir. Kur'an bir günde veya bir ayda yazılmamıştır. Allah, Kur'an'ı bir anda Peygamberine indirebilirdi. Hz. Peygamber de gidip, ümmetine Kur'an'ı bir bütün olarak aktarırdı. Oysa, Kur'an, ayet ayet nazil olmuştur. Toplam 23 sene sürmüştür bütün ayetlerin nüzul olması. Her şeyi hikmetle yapan Allah, elbette Kur'an'ı parça parça indirmekle birçok hikmetler gütmüştü. Ayetlerin büyük ekseriyeti, ayetin konusuyla ilgili bir hadise yaşandıktan sonra indirilmiştir. Böylelikle, Allah ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği noktasında ümmetine ders vermiştir. Bundandır ki, birçok Kur'an tefsirleri ayetlerin nüzul sebebini dikkate alarak tefsir yapar. Harris'in kitabında alıntı yaptığı ayetlere bu şekilde bakmak gerekir. Hz. Peygamber, İslam'ı ilk tebliğe başladığında Mekkeli müşrikler karşı çıktığı gibi, Müslümanlara her türlü zulüm ve işkenceyi yapmaktan geri kalmamıştı. Birkaç defa Hz. Peygamber'i öldürmeye bile teşebbüs etmişlerdi. Müslümanlar, yapılanlara karşı 13 sene boyunca sabırla mukabele etmişti. Birçoğu, malını ve mülkünü bırakarak, sırf inandığı gibi yaşamak için başka bir yere hicret etmişti. Okuduğunuz ayetler, Hz. Peygamber'e, söz konusu kafirlere karşı savaş yapma yetkisini veriyordu. Allah'ın emri ve rızası dışında hareket etmeyen Hz. Peygamber, bu ayetlerin indirilmesinden sonra, düşmanlarına savaş açmıştı. Kur'an'ın başka bir ayetinden, savaş ayetlerinin tüm kafirlerle ilgili olmadığı açıkça anlaşılıyor: 'Dininizden dolayı sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kafirlere gelince, Allah sizi onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah adil olanları sever.' (Mümtahene Suresi, 8. ayet)"

    Konuşmayı dikkatle dinleyenlerden biri ayağa kalkarak şunu sordu: "İslam namına şiddet kullananlara ne diyorsun? Onlar şiddeti meşru kılma telkinini kimden alıyorlar?" Ben de ona cevaben şunları anlattım:

    "Doğrusu İslam kadar barış ve huzura vurgu yapan başka bir din daha var mı bilmiyorum. Ne gariptir ki, İslam kadar şiddetle ve terörle özdeşleşen bir din de yoktur. Bu garip tezat, insanların 15 asırlık İslam tarihini ve bir buçuk milyara ulaşan Müslümanları yok sayarak, onun yerine İslam namına şiddeti meşru gören birkaç bin insanı esas alıp hüküm vermesinden kaynaklanıyor. Oysa, İslam'ın gerçekten şiddet telkin edip etmediğini anlamak için şu anki bütün Müslümanları ve Hz. Peygamber'den günümüze kadar ki bütün İslam toplumlarını incelemek gerekir. Eğer iddia edildiği gibi, İslam şiddeti telkin etseydi, Müslümanların çoğu şiddet taraftarı olurdu. Oysa, çok küçük bir azınlık, politik gayelerine alet etmek maksadıyla, İslam'ı şiddeti destekleyen din olarak gösteriyor. Bu azınlığa bakıp, bütün Müslümanlar hakkında yargıda bulunmak zulümdür. Bu durum, Amerika'ya ilk defa gelen birinin, suç işleyip hapse düşenleri düşünüp, Hıristiyan Amerikan toplumu cani bir toplumdur diye hüküm vermesine benzer. Oysa, toplumdaki insanların yüzde 5'i suç işlemesine rağmen, yüzde 95'i barış içinde yaşıyor. Bütün Müslümanlar içinde şiddeti savunan insanların oranı yüzde 5, belki de yüzde 1 bile değildir. Yüzde 1 veya binde birin cinayetine bakıp, yüzde doksan dokuz masumu mahkum etmek büyük bir cinayettir ve bu insanlara manevi bir zulümdür. Kur'an bir masum insanı katleden bütün insanlığı katletmiştir, diyor. Bu açık hükme rağmen, masum bir tek insanı bile katleden bir insan, Müslüman dahi olsa, bütün insanlığı katletmiş bir canidir. Her toplumda caniler ve katiller olduğu gibi, Müslümanlar arasında da böyle caniler çıkabilir. Ancak bir tek caninin yüzünden bütün Müslümanlara cani muamelesi yapmak büyük bir zulümdür. Biraz önce paylaştığım ayet Müslümanların Müslüman olmayanlara nasıl muamele etmesi gerektiğini çok açık bir şekilde ifade ediyor."

    "İslam tarihini okuyanlar, İslam'ın ilk günden beri gittiği yerlere, barış, kardeşlik ve huzuru götürdüğünü anlayacaktır. İslam'dan önceki Mekke tam bir anarşi ve vahşet yeri iken, İslam ile birlikte barış ve huzur yerine dönüşmüştür. Kız evlatlarını toprağa diri olarak gömenler, İslam'la bir sineği bile öldürmekten çekinir hale gelmişler. Doğrusu İslam'ın en kamil anlamda uygulandığı Hz. Peygamber ve dört halife devrini dikkatle inceleyen insaf sahibi insanlar bunu teyit ediyorlar. Nitekim, Karen Armstrong gibi yıllarca rahibelik yapan biri dahi Peygamberimizin hayatını incelediğinde O'na adeta aşık olduğunu ifade etmekten çekinmemiştir. Peygamberimiz hayatta iken, onun getirdiğin mesaja inanmayanlar bile, onun yüce vasıflar sahibi olduğunu kabul ediyorlardı. Bundandır ki, müşrikler ona yalancı diyememişler, mucizelerini görünce sihirbaz demişlerdi. Günümüzde Karen Armstrong gibi insaflı araştırmacılar, Peygamberimizin getirdiği mesajı kabul edip Müslüman olmadıkları halde, peygamberimizin yüksek ahlak ve fazilet sahibi oluğunu teyit etmişler. Yıllarca İslam hükümranlığı altında yaşayan birçok Hıristiyan toplumu dinlerini muhafaza etmişlerdir. Yunanistan ve Bulgaristan bunun iki örneğidir. İslam, insanların serbest iradelerine saygı üzerine inşa edildiğinden, tarihteki Müslüman ülkeler çoğunlukla diğer dinlerin mensuplarına toleranslı olmuşlardır."

    Başka biri söz alarak, o hafta bütün haber kanallarında ilk sırada yer alan bir haberi paylaştı. Medyadaki habere göre, Afganlı Müslüman biri kendi isteğiyle, Hıristiyanlık'ı seçince, Afgan yasalarına göre idamla yargılanıyordu. Batı medyası, her gün sürmanşetten bu hadiseyi konu edinerek, söz konusu Afganlıyı idamdan kurtarmaya çalışıyordu. Söz alan kişi, olayı ayrıntılı olarak anlattıktan sonra, bana dönüp şu soruyu sordu: "İslam, başkasının dinine tolerans gösterseydi ve insanın özgür iradesine saygı duysaydı, din değiştiren birini idam eder miydi?"

    Ben de cevaben şunları anlattım:

    "Öncelikle şunu belirteyim ki, bilinçli bir Müslüman'ın başka bir dine girmesi yok denecek kadar azdır. Başka dinlerden sürekli İslam'a giren insanlar ve toplumlar olmuştur; ancak İslam'ı bırakıp başka dine giren toplumlara tarihte rastlanmamıştır. Avrupa'ya ve Amerika'ya göç eden Müslümanlar, dinlerini bırakıp Hıristiyan olmak yerine, birçok Hıristiyan'ın Müslüman olmasına vesile olmuşlar. Her tarafta yapılan Hıristiyanlık propagandasına rağmen, göçmen Müslümanlar dinlerini değiştirmiyorsa, bunun üzerinde düşünmek gerekir. Demek ki, Müslümanlar Hıristiyanlık'ı İslam'la kıyasladıklarında, tercihlerini İslam'dan yana yapıyorlar. Her iki dinin esaslarını bakınca bunun nedeni anlaşılır. Her iki din de benzer "iman esaslarını" içeriyor. İkisinde de, Allah inancı, peygamberlere iman, ahiret inancı, meleklere ve semavi kitaplara iman vardır. Fark, bu iman esaslarının detaylarına girince ortaya çıkıyor. Bir Hıristiyan, teslis inancıyla Yaratıcıyı üçlerken, bir Müslüman tevhid inancına dayanarak tek olan Allah'a inanır. Bir Hıristiyan, Hz. İsa bizim için çarmıha gerildi, onu sevmekle hepimiz Cehennemden kurtulacağız derken, bir Müslüman herkesin şahsi amellerinin karşılığını göreceğine inanır. Bir Hıristiyan, Hz. İsa'yı beşer üstü kabul edip tanrılaştırırken, Hz. Muhammed'in (sav) peygamberliğini kabul etmez. Bir Hıristiyan, Kur'an'ı semavi kitap olarak kabul etmez ve tahrip edildiği tarihen sabit olan ve birçok farklı nüshaları olan İncil'i kendine rehber edinir. Bir Müslüman ise, Hz. Muhammed'e Allah'ın kulu ve elçisi olarak inanırken, Hz. İsa'yı ve İncil'de geçen birçok peygamberin peygamberliğini kabul eder. Bir Müslüman ise, İncil de dahil olmak üzere, semavi kitaplara iman eder ve günümüze kadar hiçbir harfi değişmeyen Kur'an'ı kendine rehber edinir. Kısacası, ana temaları itibariyle, İslam ve Hıristiyanlık arasında bir fark yoktur. Her iki din de aslında aynı hakikatleri ders veriyor. Fark anlatım tazlarındadır. İslam'ın anlattığı tarzdaki iman hakikatleri akla daha makul geliyor. Bu nedenle, İslam'ı bilen biri, Hıristiyanlık'ı öğrendiğinde, dinini değiştirmek için hiçbir gerekçe görmüyor. Oysa, bir Hıristiyan doğru İslamiyet'i öğrendiğinde, aynı hakikatleri daha makul bir tarzda anlatıyor, diye İslam'ı tercih edebilir. Nitekim, günümüzde sayıları milyonları aşan bilinçli Hıristiyan, İslam'ın iman hakikatlerini daha makul gördüğü için Müslüman olmuşlardır."

    "Tarihte hiçbir Müslüman Hıristiyan olmamıştır, demek istemiyorum. Topluluk olarak İslam'ı bırakıp, Hıristiyanlık'a geçildiği görülmemiştir, diyorum.2 Kısacası, İslam'ın bilinçli olarak yaşandığı toplumlarda bir Müslüman'ın Hıristiyan olması çok enderdir. Bu tarihi gerçeği belirtikten sonra sorunuza cevap vermeye çalışayım. Afganistan'daki uygulama Kur'an'ın açık bir hükmüne değil, tarihsel bazı uygulamalara dayanıyor. Eskiden, Müslüman bazı idareciler, yukarıdan açıkladığımız nedenlerle bir insanın Hıristiyan olamayacağını düşünürek, din değiştirenleri başka ülke hesabına çalışan casus gibi görmüşler. Bu nedenle de, din değiştirmeyi vatana ihanet gibi algılayıp, cezalandırma yoluna gitmişler. Bir kısım alimler, böyle bir uygulamayı, İslam'ın temel prensiplerine aykırı görmüşler. Madem Allah'ın gücü her şeye yeter, Allah isteseydi, herkesi Müslüman yapar ve ömrünün sonuna kadar da Müslüman kalmalarını sağlardı. Oysa, Allah insanlara özgür irade vermiş ve peygamberleri bile ancak bir öğüt verici ve uyarıcı olarak gönderdiğini söylemiştir. Bu durumda, insanlara İslam'a girmeleri için baskı yapılamadığı gibi, İslam'dan çıkmak istediklerinde de baskı yapılamaz."

    İslam'ı Teröristlerin Elinden Kurtarmanın Yolu

    Bir önceki bölümde genişçe tartıştığım gibi, 11 Eylül'den sonra, gayrı-Müslimlerin nazarında İslam terörle özdeş hale gelmiştir. Bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetine vesile olacak prensipleri içeren İslam'ı herkese ulaştırmanın yolu, onu teröristlerin elinden geri almaktır. İnsanlığın içine düştüğü girdaptan kurtuluşu İslam'ın teröristlerin elinden kurtuluşuna bağlıdır. İslam'ı teröristlerin dini olmaktan çıkarıp, tam adalet, evrensel barış, soysal huzur ve bireysel saadeti sağlayan bir din haline getirmek için yapılması gerekenleri bu bölümde kısaca tartışacağım.

    30 Gün Müslüman Gibi Yaşayan David'in Öyküsü

    Geçenlerde izlediğim bir belgesel, Batılı insanların zihninde teröristlere mahkum düşen İslam'ın kurtuluşu için neler yapılması gerektiği konusunda çok güzel bir fikir veriyordu. Morgan Spurlock'ın yapımcılığını yaptığı belgesel, FX televizyon kanalında yayınlandı. Spurlock, aslında gayet basit bir şey yapmak istemiş: İslam hakkında, medyadan duyduklarından başka bir şey bilmeyen bir Hıristiyan'ı bulup, bir Müslüman ailenin yanına bir ay boyunca yerleştirmek. Spurlock, gazete ilanıyla bu projeye katılmak isteyen adayı ararken iki şart koşmuş: Birincisi; aday, o güne kadar, İslam hakkında hiçbir kitap okumamış, hiçbir İslam ülkesinde bulunmamış, hiçbir Müslüman tanımamış olacak. İkincisi, aday, bir ay boyunca her yönüyle Müslüman gibi yaşamaya çalışacak. Yani, Müslümanların yemediklerini yemeyecek, içmediklerini içmeyecek. Müslümanlar gibi giyinecek. Onlar gibi, ibadet yapacak, Kur’an okuyacak. Kısacası, misafir kalacağı dindar Müslüman ailenin yaptıklarını yapacak, yapmadıklarını yapmayacak. Belgeselin maksadı, bir Hıristiyan'ın, İslam'ı gerçek manada öğrendiğinde ve Müslümanları yakından tanıdığında, İslam ve Müslümanlar hakkında neler düşündüğünü ortaya koymak. Böylelikle, sadece medyadan İslam'ı öğrenen insanların İslam hakkındaki düşüncelerinin doğruluğunu test etmek.

    Spurlock, başvuru yapanlar arasında, en uygun aday olarak David Stacy'i seçer. David, 33 yaşında. Bira içen ve domuz yiyen David tipik bir Amerikalıyı temsil ediyor. İslam, hakkında hiçbir kitap okumamış ve hiçbir Müslüman'ı tanışmamış o güne kadar. Spurlock, Müslüman deyince ne aklına geliyor diye sorduğunda, "elinde AK-47 silahı olan ve başkasıyla savaşan bir insan" diye cevap veriyor, David. Spurlock, Amerika'da Müslüman nüfusun en kalabalık olduğu Michigan eyaletinin Dearborn şehrinde Pakistanlı bir Müslüman ailenin yanına yerleştirir, David'i. David, 30 gün boyunca, bu Müslüman ailenin bir ferdi gibi yaşar. Onlarla beraber sabah namazına kalkar. Onlarla birlikte yer, içer. Onların katıldığı sosyal aktivitelere katılır. Onlarla birlikte Cuma namazına gider. Belgesel, David'in yaşadıklarını ve düşündüklerini günbegün yansıtıyor. David, macerasının ilk gününde daha şafak sökmeden sabah namazına kaldırılınca, İslam'ın yüksek disiplin ve büyük özveri gerektiren bir din olduğunu anlar. Düzenli olarak haftada bir kiliseye giden bir Hıristiyan çok dindar kabul edilirken, haftada bir Cuma namazına gittiği halde, günde beş defa vakit namazlarını kılmayan dindar sayılmıyor. David, İslam'ın çok yüksek disiplin gerektiren ve Hıristiyanlık'a göre yaşanması daha zor bir din olduğunu itiraf eder. David, koyu bir Hıristiyan olduğu için, namazı şeklen taklit ederek kılmayı dahi içine sindiremez. Bir nevi kendi inancına ihanet gibi görür. Anlaşma gereği, namaz vakitlerinde, abdest alıyor ve seccadeyi serip, namaz süresince seccadenin başında duruyor. David, misafir kaldığı aileyle birlikte, o beldedeki Müslümanların düzenlediği sosyal aktivitelere de katılıyor ve Müslüman topluluğu daha yakından tanımaya çalışıyor. Daha da ilginci, David, Müslüman gibi sakal bırakıyor, uzun Pakistani kıyafet giyiyor ve başına da takke takarak dışarıda dolaşmaya başlıyor. Bu haliyle, David tipik bir Pakistani Müslüman gibi görünüyor. Kameralar, David'i takip ederek, sıradan Amerikalıların Müslüman kılığındaki birine nasıl yaklaştıklarını ortaya çıkarıyor. David, bu kıyafetleriyle havaalanına giderken, ilk defa sıkı bir kontrolden geçiriliyor. 30 günlük sürenin sonlarına doğru, David bir radyo kanalında, canlı yayına çıkarak, yaşadıklarını Amerikalılarla paylaşır. Bu esnada canlı yayına katılan bir dinleyici, "gittiğin yerlerde gizli terörist hücresiyle karşılaştın mı?" diye sorar. Amerikalıların Müslümanlara karşı ön yargısını ortaya çıkarmak için, David, Pakistani kıyafeti ve uzun sakallarıyla, Müslümanlara karşı ayrımcılığı önleyecek bir yasal düzenleme için imza toplamaya çalışır. Büyük çoğunluk, David'in imza talebini, garip bir bakışla ret eder. Bir kısmı, imza atmayı kabul etmediği gibi, hakaret içeren laflar sayıklayarak uzaklaşır.

    Belgeselin sonunda, David, Müslümanlarla vedalaşıp ayrılırken büyük bir üzüntü duyar. Otuz günün sonunda, Müslümanları ve İslam'ı yakından tanıyınca, korku, endişe ve düşmanlık yerini, emniyet ve dostluğa bırakır. David, Müslümanlar hakkındaki önyargılarından tamamen sıyrıldığını itiraf eder. Evine döndüğünde, kendisine hediye verilen Kur'an'ı kitaplığının en yüksek rafına yerleştirir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'ın, Hz. İbrahim'e dayandığını ve İbrahimî ağacın bir dalı olan İslam'a büyük saygı duyduğunu ifade eder.

    David'in hikayesi, İslam'ın çarpık imajını düzeltmek için neler yapılması gerektiği konusunda çok ibretli dersler içeriyor. Dünyanın birçok yerinde, doğru İslam'ı bilmediklerinden dolayı, Müslümanlara bir nevi düşman gözüyle bakan milyonlarca Davidler var. Onları İslam'a dost ve belki de talebe yapmak her bir Müslüman'ın doğru bir şekilde İslam'ı temsil etmesine bağlıdır. İslam'ın, ilk ortaya çıktığında, yarım asır gibi kısa bir sürede, üç kıtaya yayılmasındaki sır da budur. Sahabeler, İslam'ın tüm güzelliklerini hayatlarına yansıtarak, güzelliğe fıtraten aşık insanları kendilerine çektiler. Kılıç zoruyla bedenleri ve toprakları fethetmediler, İslam'ı hakkıyla temsil ederek, kalpleri fethedip, dünyanın dört bir yanına kısa sürede ulaştılar. Bediüzzaman'ın dediği gibi, "eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyet'e girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler. (Tarihçe-i Hayat)

    Bediüzzaman'ın "Müsbet Hareket" Metodunu Yaymak

    Bediüzzaman'ın şiddete değil, şefkate dayalı "müsbet hareket" metodunun doğruluğu 11 Eylül'den sonra daha iyi anlaşıldı. Hem İslam dünyasına hem de gayrı müslimlere "müsbet hareket"in prensiplerini ve evrensel barış için zaruriyetini anlatmaya büyük bir ihtiyaç vardır.3 Amerikan Senatosu'nda bir grup senatör, 11 Eylül'ün nedenleri ve çözüm yollarıyla ilgili yaptıkları detaylı komisyon çalışmasının sonunda yayınladıkları raporda Risale-i Nur hareketi dahil olmak üzere, müsbet hareketi esas olan İslami cemaatleri ismen zikredip, Müslüman gençlerin teröre saplanmaması için bu hareketlerin desteklenmesi gerektiğini Senato'ya tavsiye etmişti.4 Bediüzzaman'ın müsbet hareket modeli, insanı kainat merkezine oturtan, tam adaleti esas alan ve herkesin kendisinden emin olduğu insanlar yetiştirmeyi gaye edinen bir modeldir. Bu modelin evresel boyutta anlaşılması, günümüzde yaşanan terör faaliyetlerinin kökünü keseceği gibi, devlet gücünü kullanarak zulüm irtikap edenlerin de önüne set çeker.

    İnsanı Kainat Merkezine Yerleştirmek

    Bediüzzaman, Nur Külliyatı'nın birçok yerinde "insanı" kainat merkezine yerleştiren bir anlayışı dile getiriyor. Eşrefü'l mahlukat olan insan için bütün kainat yaratılmış ve seferber edilmiştir. Kainat üzerinde bütün isim ve sıfatlarını tecelli ettiren Kudret-i Ezeli, bütün kainatı bir tek insanda toplayarak, kudret, azamet ve rahmetini göstermiştir. Bu anlamda, her bir insan büyütülse, bir kainat olacak ve bütün kainat küçültülse bir insan olacaktır. İnsanı kainatın merkezine koyan ve her şeyi ona hizmetçi yapan bu anlayışa sahip biri, her bir insana kainat kadar büyük bir kıymet verecektir. Doğrusu, günümüzde bir kısım devletlerin ve terör örgütlerinin yüz binlerce masum cana kıymaları insana bir hayvan kadar kıymet vermediklerini gösteriyor. Örneğin, Amerika'da hayvan hakları, özellikle köpek hakları konusunda gösterilen hassasiyet, insana çok görülüyor. Milliyetçilik duygusuyla, kendi milletinden bir masumun ölümüne ağlayanlar, öteki milletlerden binlerce masumun ölümüne tepkisiz kalıyorlar. Sanırım, Irak'ta ölen yüz bin masum insan yerine, yüz bin köpek katledilseydi, Amerikalılar daha büyük tepki göstereceklerdi.5

    Tam Adalet Taraftarı Olup, Zulmün Her Türlüsüne Karşı Çıkmak

    Günümüzde, hem teröristler hem de onlara karşı savaşanlar tarihte eşine rastlanmamış oranda zulüm işliyorlar. Karşı cephede savaşmalarına rağmen ikisinin adalet anlayışlarında büyük bir benzerlik vardır. İkisi de siyasi hedeflerine ulaşmak ve kendi menfaatlerini gözetmek uğruna masum insanların canına kıymayı hoş görüyor. Örneğin, 11 Eylül'de, akılları hayrette bırakarak, dehşetli cinayeti işleyenler, Dünya Ticaret Merkezi'nde masum insanların bulunduğunu elbette biliyorlardı. Aynı şekilde, Irak'ın üzerine Cehennem füzelerini yağdıran Amerikan askerleri de, binlerce masumun öleceğinin farkındaydı. İki taraf da, maksatlarına ulaşmak için masum insan canına kıymada bir beis görmüyor.

    Oysa, Kur'an bir masum cana kıymanın bütün insanlığı öldürmek gibi büyük bir cinayet olduğunu şu ayetle ifade ediyor: "Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir insanı kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir." (Maide Suresi, 32. ayet). Bediüzzaman, Sünuhat isimli eserinde bu ayeti tefsir ederken, çok önemli birkaç noktaya işaret ediyor. Birincisi, bu ayet, tam adalet olan (adalet-i mahza) ilahi adaletin prensibini beyan ediyor. Sonsuz adalet sahibi olan Adil-i Mutlak'a göre, bir insan hayatı bütün insanlığın hayatı kadar kıymetlidir. "Bir masumun hayatı, kanı, hatta bütün beşer için olsa da heder olmaz" (Sünuhat, s. 27). Her bir insan, bir anlamda bütün insanlık kadar değerlidir. İkincisi, bu ayet, her bir insanın fıtratında bütün insanlığı yok edebilecek kadar büyük bir potansiyel olduğuna işaret eder. "Hodgamlık (bencillik) ile öyle insan olur ki, heves ve ihtirasına mani her şeyi, hatta elinden gelse dünyayı harab ve nev-i beşeri (tüm insanlığı) mahvetmek ister." (Sünuhat, s. 27) Üçüncüsü, her insanın bütün insanlığı imha potansiyeline sahip olduğuna işaret ederek, muhtemeli mümkün gibi göstererek, nefsi, masum insanları öldürmekten nefret ettirip, uzaklaştırıyor. Günümüzde, atom bombasına sahip ülkelerin devlet başkanları, engel olunmazsa, bütün insanları imha edecek bir gücü ellerinin altında bulunduruyorlar. Kur'an, yukarıdaki ayetle insanın bu derece yüksek imha potansiyeline sahip en tehlikeli canavar olabileceğine dikkat çekerek, onun bu potansiyelini kullanmasına engel olmaya çalışıyor.

    Asr-ı Saadete yaşanan Cemel Vakası'nın asıl nedeni, Bediüzzaman'ın 15. Mektup'taki açıklamasına göre, dördüncü halife Hz. Ali ile karşı tarafta yer alan Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir arasındaki adalet anlayışındaki farktan kaynaklanıyordu. Hz. Ali, tam adaleti (adaleti mahza) uygulamak isterken, karşısındakiler nisbi adaletin (adaleti izafiye) uygulanmasını gerektiğini söylemişlerdi. Hz. Peygamberimizin yıldızlar gibidir diye tarif ettiği Sahabeler arasında adalet anlayışı konusunda savaş çıkması, bu konunun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bediüzzaman'a göre, "Hz. Ali'nin içtihadı musib (isabetli) ve mukabilindekilerin ise hata"lıydı (Said Nursi, 15. Mektub). Hz. Ali ve ondan önceki üç halife, hükümlerini tam adalet üzerine inşa etmişlerdi. İki adalet anlayışı arasındaki farkı teorik bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:

    Bir gemide dünyanın en tehlikeli 1000 teröristiyle birlikte 1 masum insan bulunduğunu varsayalım. Tam adalet prensibine göre, bu gemi batırıldığında, söz konusu masuma zulüm edilmiş olur. Bir tek masumun katli bütün insanlığın katli gibi olduğundan, bu gemiyi, tam adalet prensibine göre, batırmak büyük bir zulümdür. Oysa, nisbi adalete göre, umumun selameti için şahıslar feda edilebilir. Toplumun 1000 tehlikeli caniden temizlenmesi için bir masumu feda etmek ehveni şerdir. Dolayısıyla, geminin batırılmasında hiçbir beis yoktur. Bediüzzaman'ın tabiriyle, günümüzdeki medeniyet, "bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek veya bir cemaatte bir asi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifna etmek veya Ayasofya gibi milyarlar değer bir binaya, kanunu zalimanesine serfuru etmeyen (itaat etmeyen) biri tahassun etse, o binayı harab etmek gibi en dehşetli vahşetlere" fetva veriyor. (Sünuhat, s. 41) Sözde medeni bazı ülkeler, bu zalimane prensiple yüz binlerce masum insanı imha ettikleri gibi, çok küçük bir azınlık dahi olsa, bir kısım Müslümanlar da bu zulme zulüm ile karşılık veriyorlar. Bazı sözde alimlerin terör faaliyetlerini meşru göstermesi ve intihar saldırılarına cevaz vermesi nisbi adalet anlayışlarından kaynaklanıyor. Oysa, bu anlayış İslam'a çok büyük zarar veriyor. Asr-ı Saadette uygulandığı gibi, Müslümanların tam adaleti savunması gerekir. Esasen, Bediüzzaman'ın "müsbet hareket" prensibiyle, cephe dışında, şiddet kullanmayı tamamen red etmesi de tam adalet prensibini kabul etmesinden kaynaklanıyor. Çok sınırlı dahi olsa, bir kısım Müslümanlar nezdinde destek bulan terör eylemlerinin önünün kesilmesi için adalet-i mahzanın önemine vurgu yapmaya büyük bir ihtiyaç vardır.

    Elinden ve Dilinden Emin İnsan Olmak

    Hz. Peygamber (sav) Müslüman'ı, "elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimse" şeklinde tarif ediyor. Oysa, günümüzde İslam coğrafyası dışında, Müslüman kendisinden herkesin kuşku duyduğu, çekindiği insan imajına sahiptir. Bu kötü imajı düzeltmek için, özellikle gayrı Müslim diyarda yaşayan insanlar, İslam'ın güzel ahlakını davranışlarıyla diğer insanlara göstermelidir.

    Diyalog Faaliyetlerine Ağırlık Vermek

    11 Eylül'den önce, diğer dinlerin mensuplarını "gavur" diye dışlayanlar, 11 Eylül'den sonra, küresel dünyada barış ve huzurun ancak karşılıklı diyalog ve anlayıştan geçtiğini anladılar. İlginçtir, Bediüzzaman, yıllar öncesinden bu zarureti ferasetiyle görerek, diğer dinlerin tabileriyle diyalogun çekirdeğini atmış ve talebelerini buna teşvik etmişti. Günümüzde, İslam'ın zihinlerdeki haksız mahkumiyetine son vermek için diyalog faaliyetlerine büyük bir ihtiyaç vardır. Batı toplumunda, İslam konusundaki cehalet ve yanlış bilgilendirmeyi ortadan kaldırmak için bu tarz faaliyetler artarak devam etmelidir.

    Peygamberimizin Taif'teki saldırıdan yaralı bir şekilde dönüşü esnasında Hz. Cebrail'in "İstersen Rabb'im Taif'in etrafındaki iki dağı sana zulmedenlerin başına örecek" diye yaptığı teklife verdiği cevap, Peygamberimize yapılan hakaretlere karşı nasıl karşılık verilmesi konusunda önemli bir ders içeriyor. Peygamberimiz, "hayır onların cezalandırılmasını istemiyorum çünkü onlar bilmiyorlar" dediği gibi, bizler de İslam'a hakaret ve Müslümanlara eziyet edenlerin cehaletlerinden böyle yaptıklarını düşünmeli ve onları İslam konusunda doğru bilgilendirmek için diyalog faaliyetlerine ağırlık vermeliyiz.

    Günümüzde, özellikle Batı dünyasında, Peygamberimiz (sav) kadar "yanlış" tanınan ikinci bir insan olduğunu sanmıyorum. Özellikle 11 Eylül'den sonra bu yanlış ve çarpık anlayış gittikçe yaygın hale geldi ve birçok insanın zihnine mutlak doğru gibi yer etmeye başladı. Avrupa'da başlayan karikatür krizi de, zihinlerdeki çarpıklığın çizgilere dökülmesinden başka bir şey değildir. Bu haksız ve kötü imajı düzelterek rahmet Peygamberini tüm insanlığa doğru tanıtmak gerekir. Peygamberimizin teröristlerin değil, tüm insanlığın peygamberi olduğunu her türlü iletişim aracını en etkin şekilde kullanarak anlatmalıyız.

    Öz

    11 Eylül sabahı teröristler, sadece yüzlerce masum insanı değil, yaklaşık bir buçuk milyar insanın dini olan İslam'ı da kaçırdılar. O günden beri, Batı medyasında, teröristlerin rehin aldığı İslam tartışılıyor. Batılılar, neredeyse terör ve İslam kavramlarını eş anlamlı kelimeler olarak kullanıyorlar.

    Bu makalede, 11 Eylül'de başlayan süreç içersinde, İslam'ın teröristlere nasıl rehin düştüğü ve bundan kurtuluş yolları tartışılmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: İslam, terör, 11 Eylül, Müslüman, diyalog

    Abstract

    In the morning of 9/11, the terrorists did not only kidnap hundreds of innocent people, but also the Islam, religion of almost one and half billion people in the world. Since that day, Islam has been discussed in the Western media as a prisoner of terrorists. The Westerners have been using the terms of Islam and concepts almost as synonyms.

    This article discusses how Islam has been taken a prisoner by terrorists and the possible ways of getting rid of this situation.

    Key Words: Islam, terror, 9/11, Moslem, dialog

    Dipnotlar

    1. Harris, Sam: "The End of Faith: Religion, Terror, and the Future of Reason", W. W. Norton, 2005.

    2. Günümüzde Afrika’da, misyoner faaliyetleri sonucu Hıristiyanlık’a geçen çok sayıda Müslüman’ın durumu iki nedenden dolayı farklılık gösterir. Birincisi, bu insanlar, İslam’ı atalarından bir gelenek olarak öğrenmelerine rağmen, şuurlu olarak İslam’ı bilmiyorlar. Bu nedenle, İslam ile Hıristiyanlık arasında sağlıklı bir mukayese yapamıyorlar. İkincisi, misyonerler maddi zorluklar içinde kıvranan bu insanlara sağlık ve eğitim gibi hizmetleri rüşvet vererek, inançlarını satın alıyorlar. Dolayısıyla, Afrika’da yaşananlar, insanların özgür iradeleriyle yaptıkları bir tercih değil, misyonerlerin, paranın gücüne dayanarak, ya canını veya dinini diyerek insanlara yaptığı cebir altındaki bir tercihtir.

    3. Bu konuyla ilgili ayrıntılı tartışmayı, Köprü dergisinin Bahar/2003 sayısında yayınlanan "Global Amerikan İmparatorluğu ve Global Barış" isimli makalemizden takip edebilirsiniz.

    4. The 9/11 Commission Report: The Unfinished Agenda,http://www.9-11pdp.org/

    5. Amerikalıların büyük çoğunlukla bu yapılan zulümden doğrudan sorumlu olduğunu sanmıyorum. Amerikan kültürü, kapitalist hayat tarzıyla uyuşmadığı için, aile ve insani dostluklar yerine nefsini tatmine çalışan bencil bireyselliği esas almıştır. Sistem, çocuklar yerine köpekleri ve diğer evcil hayvanları ikame ederek, hem insanın sosyal ihtiyacına bir cevap vermeye çalışıyor hem de milyarlarca dolar kazanacak ayrı bir tüketim sektörü oluşturuyor. Allah’ın hikmet ve rahmetinin eserleri olan hayvanları sevmek yanlıştır demiyorum; onları insanüstü bir varlık görüp, değer vermek yanlıştır. Üzülerek şunu söyleyebilirim ki, kapitalist sistemin yetiştirdiği bencil insanlar, kendinden olmayan insanlara kendi evcil köpekleri kadar bile bir kıymet vermiyorlar.