Köprü Anasayfa

Ahlak

"Yaz 2006" 95. Sayı

  • Ahlakın Kaynağı

    III. Ulusal Risale-i Nur Kongresi - "Ahlak" / III. National Congress of Risale-i Nur - "Ethics"

    [Sonuç Bildirileri: I. Masa / Final Declarations: 1st Table]

    III. Ulusal Risale-i Nur Kongresi “Ahlak” - Risale-i Nur Enstitüsü 25-26 Mart 2006 / İstanbul

    Giriş

    Ahlak olgusu insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli unsurlardan birisidir. Yani ahlaktan bahsedilirken, kesin olarak insani bir durumdan söz ediliyor demektir. Hem bir duygu olarak, hem de bilinçli bir davranış olarak ahlaki eylem, insana ait bir tutumdur. Bu tartışmasız hakikate rağmen, ahlakın dayandığı temel ilke ve referanslar konusunda tek bir noktada anlaşıldığı da söylenemez. Hatta sadece ahlakın kaynağı konusunda değil, bu kavramın anlamı konusunda bile farklı tarifler yapılmaktadır.

    Ahlak kavramı, lügatlerde "hulk" kelimesinin çoğulu olarak geçmektedir. Hulk, seciye, huy, tabiat, yaratılış, davranış, tutumlar ve tavırlar anlamındadır. Terim olarak ise insanın doğuştan veya sonradan kazanılan zihni ve ruhi halleri ile bu hallerinden doğan iyi-kötü tavır ve hareketlerini ifade eder. Buna göre Arapça'daki ahlak kelimesi, hem felsefi, hem de sosyolojik bir anlam taşır. Yani ahlak olgusunun hem değişmez bir özelliği hem de zaman içinde geçirdiği bir değişim söz konusudur. Bu anlamda, kavramın içinde özellikle İslam dinine münhasır bir ahlak anlayışının mündemiç olduğu söylenebilir.

    Ahlak'ın kaynağının ne olduğu konusunda insanlık tarihi boyunca ortaya konan üç temel tezin olduğu görülmektedir. Bu tezlerden ilki, ahlakı insanın hem yaratılışı, tabiatı veya fıtrat kanunları anlamında hem de peygamberler aracılığıyla gönderilen vahiy kaynaklı ilkeler, kurallar anlamında kabul eden dinlerin tezleridir. İkinci tez ise ahlakı akıl referanslı olarak ele alan, onu hem bir metafizik hem de pratik bir insani olgu olarak gören farklı felsefe doktrinlerinin tezleridir. Üçüncü tez ise, ahlakın toplumsal yönü üzerine geliştirilen antropolojik ve sosyolojik teorilerdir.

    Ahlakın Kaynağı Dindir

    Din, insanî değerleri ortaya koyar ve insana o değerlere bağlı kalarak yürüyebilme iradesi kazandırır. İnsan o değerleri kendi özünde ve vicdanında bulur. Dinin kazandırdığı irade ile o değerleri hayata geçirme bilincini ve gücünü kazanır. Dinin ahlâkla olan ilişkisinin başladığı yer de esasen burasıdır.

    Dinlere göre, öncelikle inanılması gereken temel imani esaslar ortaya konulur. Daha sonra, insanların gerek fertler olarak, gerekse topluluk halinde nasıl yaşaması gerektiğine dair temel ilke ve prensipler belirlenir. Yani ahlâk prensipleri dinin inanç ilkelerinden çıkarılır. İlahi kudret yarattığı insanlara ahlak duygusunu verdiği gibi, gönderdiği kitaplarla da bunları yeniden düzenlemiş, unutulanları hatırlatmıştır. Yani ahlâk kuralları, insanların hem fert, hem toplum olarak hayatlarını düzenlemeleri için Allah'ın insan tabiatına yerleştirdiği istidatlar ve kitaplarıyla ortaya koyduğu buyruklardır.

    Yaratıcı, vahiy aracılığıyla insanların kuvve halindeki duygularını tekamül ettirmek için onların iradelerini uyarır. Bu emirler kamil bir insan olabilmek için, gereken eylemler ve duygularla bezenmeyi sağlayacak olan ilkelerdir. Bu hedeften sapma sonucunda ortaya çıkan ahlakilikten uzaklaşma durumu ise, hem ferdi hem de toplumsal huzursuzluğu ve mutsuzluğu doğurmaktadır. Peygamberler sadece inanç bakımından değil, ahlaken de ölçüyü kaçırmış topluluklara gönderilmiştir. Hz. Peygamber'in, "Benim Allah tarafından gönderilmemin ehemmiyetli bir hikmeti, güzel ahlakı tamamlamak ve insanlığı ahlaksızlıktan kurtarmaktır" şeklindeki sözleri İslam dininin ahlaka verdiği önemi göstermektedir.

    Kur'an'da ahlakın önemine vurgu yapmak için, imandan hemen sonra iyi davranışta bulunmak da hatırlatılır. Mesela, "İman edin ve iyi amelde bulunun" emri Kur'an'da en az elli defa tekrar edilir. Bazı ayetlerde belirtildiği gibi, güzel bir ahlaki davranış aynı zamanda, dini bağlılığı ve imanı da gösterir: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iman etmiş olmazsınız."

    Bu bağlamda Bediüzzaman, "edep" kavramını hayatın tamamına hakim olan davranışlar bütünü olarak görmektedir. "Sünnet-i seniyye edeptir, hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın" sözüyle, Kur'an'ın hayata tatbiki olan sünnetin özünü edep ve ahlâkın oluşturduğunu vurgulamaktadır.

    Bediüzzaman, "Sünnet-i seniyyede edeple ilgili pek çok değer vardır" dememiş, doğrudan Sünnet'in tastamam ve bütünüyle edepten ibaret olduğunu ifade etmiştir. Bu ifade, Hz. Peygamber'in ahlâkı sorulduğunda Hz. Aişe'nin "Onun ahlâkı Kur'an'dır" mealindeki ifadesine benzemektedir. Hz. Aişe de "Onun ahlâkı Kur'an'a benzer" dememiş, doğrudan Kur'an'ın kendisi olduğunu bildirmiştir. Şüphesiz bu durum, her yönüyle ahlak-ı hamide sahibi olmayı, bütün azalarıyla ahlakı kuşanmayı gerektirir.

    Öte yandan Bediüzzaman, Sünnet'teki edebe, "Sünnet-i Seniyye'deki edep, o Sâni-i Zülcelâl'in hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyeti takınmaktır" diyerek açıklık getirmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, onun edepten kastı, her an Allah'ı görüyormuşçasına hareket etmek, dolayısıyla her an Allah'ın murakabesi altında olduğunun bilincinde "ihsan" kıvamında bir kullukta bulunmaktır. Bunun ise Kur'an ve Sünnet'i azami ölçüde tatbik ile mümkün olacağı, Hz. Peygamber'i örnek alarak O'nun ahlakıyla ahlaklanmakla gerçekleşeceği izahtan varestedir. Zira bütün Kur'an ayetleri ve hadisler, zevk, estetik değerler ile yaratılış arasındaki ahenk ve dengeyi koruma, itidalli hareket etme, sağlam bir fikrî temele, merhametli bir kalbe sahip olma ve nihayet bütün bunların yönlendirmesiyle hayatı anlamlandıracak işlere (hayır işleri) yönelmede insanoğluna rehberlik etmektedir. Bu açıdan bakılırsa, "Kur'an ve Sünnet'in özü, ifrat ve tefritten uzak itidal ve vasattır" demek abartı olmayacaktır.

    Bu ideal vasat seviyeyi ise, insanların çoğu kolayca yakalayamamaktadır. Bu nedenle insanlığa bu yolu gösteren ve tarif eden peygamberlere ihtiyaç vardır. İşte insanların aklı evrensel düzen ve ahengi kavramada sınırlı kaldığından veya kavrasa bile buna uygun bir biçimde davranmayı başaramadığından, evrensel bir kanuna ihtiyaç duyarlar. Böyle bir kanun da ancak, yaratılmış olan evreni ve içindeki insanı en iyi tanıyan birinin "Kanun"u olabilir. İşte bu kanun da ancak peygamberler aracılığıyla insanlara getirilen semavi kitaplardır.

    Bediüzzaman'a göre bu kitaplardaki emirlerin önemli bir hikmeti de şudur: İnsanda ruhun yaşayabilmesi için insan bedeninde üç adet duygu yüklü merkez yaratılmıştır. Birincisi, "menfaatleri celb ve cezbetmek için kuvve-i şeheviyye-i behimiyye"dir. Bu duygu bütün hayvanlarda müşterek olarak bulunur. İkincisi, "menfaat ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için kuvve-i akliyye-i melekiyye"dir. Meleklere has bir özellik olan akıl nimeti insanlara ve cinlere de verilmiştir. Üçüncüsü, "zararlı şeyleri defetmek için kuvve-i sebu'iyye-i gadabiye"dir. Bu özellik, insanlarda bulunmakla beraber, daha kamil manada yırtıcı hayvanlarda bulunan bir özelliktir.

    Bediüzzaman, ahlakın etkili kaynağı olarak gösterdiği bu melekelerden "kuvve-i şeheviyye" ve "kuvve-i gadabiyye"yi özetle şöyle tanımlamaktadır:

    "Kuvve-i şeheviyye cinsel arzu, yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi faydalı şeyleri alma ve elde etme gücüdür. Ancak bu gücün üç derecesi vardır. Tefrit derecesi 'humud' denilen şehevi konulara karşı isteksizliktir. Böyle bir kişi, harama karşı şehveti olmadığı gibi helallere karşı da iştahlı değildir. Tefritin zıddı olan ifrat derecesi ise, helal-haram demeden aşırı şekilde şehvetine düşkün olmaktır. Böyle bir kimse namusları ayaklar altına alma istidadındadır. Orta mertebe olan vasat derecesi ise iffetliliktir. Kişinin helaline karşı şehveti varken, harama karşı iştahsız olur."

    "Kuvve-i gadabiyye, zararlı şeyleri reddetme duygusudur. Bu duygunun tefrit derecesi korkaklıktır ki, böyle bir duyguya sahip olan insan olur olmaz şeylerden korkarak hayatı kendisine zehir eder. İfrat derecesi ise, maddi ve manevi hiçbir şeyden korkmama hissi veren 'tehevvür'dür. Denilebilir ki, bütün istibdatlar, zulümler ve tahakkümler tehevvür mertebesinin mahsulüdür. Bu duygunun vasat mertebesi 'şeca'at' denilen kahramanlıktır. Şeca'at sahibi bir kimse, başka bir şey için değil, sadece dini ve dünyevi hakları için canını feda etmekten çekinmez. Ancak meşru olmayan işlere karışmaz."

    Buradan anlaşıldığına göre, hak tanımazlık ilkesine dayanan gadab duygusunun ifrat derecesi, helal-haram bilmeyen kuvve-i şeheviyyenin ifrat derecesiyle birleşince, masumların ve özellikle zayıfların hakları ayak altına alınacağı gibi, iffetli insanların namusları da kirletilmiş olur. İnsanın eşref bir mahluk ve mükemmel bir varlık oluşuna uygun olarak bu duygular, din tarafından tahdit edilmişse de fıtratça ve yaratılışça sınırlandırılmamıştır. Başka bir deyimle, insanlara verilmiş bulunan bu duyguların kontrolü tamamen insanın iradesine bırakılmıştır. İnsan eğer "hadd-ı vasat" dediğimiz dereceyi muhafaza edemeyip ifrat veya tefrite düşerse, ahlaki zaafların içine gireceği açıktır.

    Böyle bir bakış açısıyla, iman, ibadet ve ahlak olguları birbirinden kopmaz ve sürekli iç içe olmaları gereken birer insani tutum ve ruh halleridir. Yani ahlak ilkeleri sadece insanların uymaları beklenen ve uymadıkları takdirde cezalandırılmakla tehdit edildikleri soyut emirler ve kurallar olmaktan çok daha fazla bir anlama sahiptir. Bu anlamda sadece insanların davranış ve duyuşlarını sınırlandıran dışarıdan, zorla tatbik edilen emirler değil, onların kamil, erdemli bir insan olmalarının yolunu gösteren deruni, vicdani ve canlı hayat ilkeleridir. Ayrıca bunlara uymak da bir tür ibadettir. İbadet de insanın ruhunu yücelten, istidatlarını inkişaf ettiren, meyillerini temizleyen, emellerini gerçekleştiren, fikirlerini genişleten ve sistemleştiren, şehevi ve gadabi duygularını sınırlayan bir hal üzerinde olmaktır.

    Bediüzzaman, güzel ahlakın salt insan aklından ortaya çıkmış olabileceğini kabul etmemektedir. Ona göre, insanın ruhuna manen yükselmeyi ve ahlaken kemalatın zirvesine çıkmayı aşılayan ve teşvik eden dinlerdir. Eğer peygamberler gönderilmeseydi, vahye dayalı dinler de olmayacaktı; dolayısıyla insan, hayvanlar seviyesinde basit bir mahlûk olarak kalacağı için insanda güzel ahlaktan ve vicdani kemalattan söz edilemezdi.

    İnsanların hayvanlardan farklı ve üstün olmalarını sağlayan en önemli özelliklerinden biri de temyiz yeteneğidir.

    Temyiz yeteneği ise cüz'i irade ve ahlak ile ilişkilidir. Bu özelliği sayesinde insan teklif ile sorumlu tutulmuş ve doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırt etmekle mükellef olmuştur. İşte bu nedenle eğer teklif olmasaydı, insan ruhuna konulmuş olan duygular tekamül etmezdi. Çünkü insanın insaniyet bakımından gelişmesi için, beden ve ruh dengesinin sağlanabilmesi de gerekmektedir. Böylece, insanın tabiatına konulan bazı duygu ve istidatlar dengeli bir şekilde gelişip devam edebilir. Yoksa insan bu duygularını dengeleyemeyeceğinden, hem şahsi hayatını, hem de toplumsal hayatı bozacaktır. Bu duyguların dengelenmesi sayesinde ise, insan şahsi hayatında denge ve istikameti, toplum hayatında ise adaleti sağlayacaktır.