Köprü Anasayfa

Ahlak

"Yaz 2006" 95. Sayı

  • Bilimin Ahlaki Değeri

    The Ethical Value of Science

    İntizam Seyda DURGUN

    Şüphesiz bilimin kendine özgü bir ahlaki boyutu olmaz. Bilimi ve diğer alanları öncelikle insanla birlikte düşünmeliyiz. Ahlakın varlığı ve hükmettiği alanlar, insan yaratılalı beri konuşulmuş, geliştirilmiş ve tartışılmıştır. Ahlak ve bilim, insanın varlık alanıyla doğrudan ilgilidir. Her ikisi de, insanın olgunlaşmasına yönelik normlar sunmaktadır. Ahlak, bir anlamda insanın manevi alanda olgunlaşmasına yönelik ilkeler ortaya koyarken, bilim de maddi gelişimin sınırlarını çizmektedir. Her ikisinin de ortak amacı, insanın varlık alanına uygun değerleri içinde barındırması ve insanı yüceltmeye yöneliktir. İnsan, ilahi normlar içinde kaldığı sürece hayatın bilim ve ahlak alanı dahil hiçbir alanında sorun çıkmamıştır. Ne zaman, insanlık bu çizginin dışına çıkmış, işte o zaman hayatın alanları birbirinden uzaklaştırılmış ve yeni tartışma alanları açılmıştır.

    Bu çalışma kapsamında amacımız, bilimin ve ahlakın tanımı, temelleri ve inanç alanına yönelik yorumlanması olacaktır.

    Bilim ve Ahlakın Tanımı Üzerine

    TDK Sözlüğü'nde bilim:

    "Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi"; "Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilg."; "Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci" olarak tanımlanıyor.

    Osmanlıca-Türkçe Sözlük'te ise bilim kelimesine karşılık gelen ilim şöyle tanımlanır: "ilm (a.i. ç. ulûm.) 1- Bilme, biliş, bilgi; bir şeyin doğrusunu bilme. 2- Okuyarak öğrenilen bilgi. 3- Kâinat içinde meydana gelen olayların sebep, oluş, sonuç ve tesirleri konusunda, aklın ölçüleri çerçevesinde tahsil ve tecrübe ile edinilen doğru bilgi, bilim. 4- (tas.) Kulun marifet sayesinde idrâk ettiği şey. 5- Fen. 6- Marifet, vukuf. 7- Haber.

    Ahlak, TDK Sözlüğü'nde; "Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları"; "İyi nitelikler, güzel huylar" olarak tanımlanırken Osmanlıca-Türkçe Sözlük'te, ahlâk "(a.i. hulk'un ç.) 1- Huylar, tabiatlar. 2- İnsanın yaradılıştan gelen hususiyetleri ile Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i Şerif'te sınırları çizilen kaidelerin hayata geçirilmesiyle kazanılan iyi ve güzel davranışların bütünü; insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütünü; seciye, tabiat, huy. 3- Bu konularla ilgili ilim dalı." olarak ifade edilmiştir.

    Her iki bilgi kaynağını gözden geçirdiğimizde, bugün yaşadığımız tartışma alanlarına yönelik ipuçlarını bulabiliriz. Biri daha deneysel ve aklı ön plana çıkarırkan, diğer kaynak, insanın maddi ve manevi cephesine yönelik bilgiler vermektedir.

    İnsanın bilgiyi arama çabaları olarak değerlendirebileceğimiz bütün bilimler, kainattaki düzenin şahididir ve onu anlamaya çalışır. Bu açıdan kainattaki bütün gerçekler, Esma-i Hüsna'nın, Allah'ın isimlerinin bir yansımasıdır. Dünya ise kainatın kalbi hükmündedir. (Sözler, 163) Daha da ötesinde herkesin kendine ait özel bir kainatı vardır. İman ise bu kainatı ışıklandıran bir güneş gibidir. İnsanın bu gerçeği anlamaması ve uzak durması kainatı kızdırmaktadır. (Sözler, 340) İnsanın bu kainatta yapması gereken geçerli olan kanunları keşfetmek ve gereğini yapmaktır. Bir hikmet perdesi vardır ve bütün kainatı kaplamaktadır; bu bir iradeyi, kudreti ve hikmeti göstermektedir.

    Bununla birlikte, bugün bilim dünyasında "bilme" arzusu, pozitivist anlayışların etkisinde kalmış ve "bilimsellik" adını almıştır. Sadece gördüğüne inanan bir öğrenme çabası, kitabı incelemiş ama yazarını dikkate almamıştır. Öğrenme, araştırma, bilgi gibi kavramlar varlık nedenini kaybederek yozlaşmış ve Yaratıcı'dan uzaklaşan ahlak, bilimi de etkilemiştir.

    Oysa ahlak, filozoflar ve bilim adamları tarafından geliştirilmiş ya da keşfedilmiş kurallar değildir. Yaygın görüşün aksine ahlaki değer yargıları, felsefeden önce varolmuş ve öncelikle kutsal değerler tarafından oluşturulmuştur. Genel olarak tanımlayacak olursak ahlak; insan hareketlerini idare eden ideal kanunların ve kuralların ilmi ve bunları hayatın çeşitli durumlarına en iyi şekilde uygulayabilme sanatıdır. Hayatın her alanına ahlak kavramını yerleştirebilmemiz için öncelikle insanın yaradılış sırrına değinmek gerekecektir.

    İnsan Yaradılış Sırrı

    Kur'ân-ı Hakîm ve Hâkim, Zâriyat sûresinin 56. âyetinde insanın yaratılış maksadını şu ifadelerle açıklar: "Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım". Farklı yerlerde vurgu yapılan ayetin bu hakikatine, Risale-i Nur'un birçok yerinde vurgu yapılır. Said Nursi'nin Ayetü'l-Kübra Risalesi'nde, "Kâinattan Hâlikını soran bir seyyah", "Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi: Hâlik-ı kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti marifetullah ve iman-ı billah'dır ve iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir" gerçeğine ulaşır.

    İnsan bu varoluş süreci içinde, Allah'ı tanıma yönünde çeşitli duygu ve kabiliyetlerle donatılmıştır. Önemli olan, bu duygu ve kabiliyetlerin bilme ve öğrenme arayışları çerçevesinde, hikmeti ve hakikati aramaya yönelik olmalıdır. Aksi takdirde, bu arayışlar anlamsızlaşır ve insanı varoluş gayesinden uzaklaştırır.

    "İnsanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur." (Mektubat, 37.)

    İnsan duygularını kontrol altında tutmalıdır. Aksi takdirde denge bozulunca aşırılıklar veya ilgisizlikler ortaya çıkmaktadır. Doğru olan ise orta yolu seçmektir. Yani "sırat-ı müstakim" üzerine olmaktır. Söz konusu doğru yolun ne olduğuna vurgu yapan Said Nursi, korkusuzluğun, ahlaki temizlik ve doğruluğun, yüksek bilginin dengede olması gerektiğini ifade eder.

    "Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye; ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye; üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir." (İşaratü'l-İ'caz, 29-30)

    Ahlaktaki ifrat ve tefrit ise insanı şaşırtmakta ve yanlışa sevk etmektir. Doğru kullanılmayan bu yaradılışa ait fıtrat, sonuç itibariyle anlamsızlaşır.

    "Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise, abesiyeti intaç eder. Ve şu abesiyet ise, kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle âlemde hükümfermalığı bedihî olan hikmet-i İlâhiyeye münakızdır.

    "Evet, nasıl ki nevâmis-i hikmet, desâtir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtır. İşte, şöyle mevhume olan meleke-i tâdil-i ahlâk, kuvâ-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nafiz olan mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi'ye muhtaçtır." (Muhakemat, 125-126)

    Hiçbir filozof ve felsefi akım insanın neden bir değerler bütününe ihtiyaç duyduğuna dair akla uygun ve ispatlanması mümkün, bilimsel bir cevap verememiştir. Bu soru cevaplanmadığı sürece de akla uygun, bilimsel ve nesnel bir ahlak sistemi bulunamaz ve tanımlanamaz. Ahlak bu anlamda en büyük destekçisini dini değerlerden bulur ve onunla beslenir.

    Bilim; insanlığın varlık aleminin sırlarını çözmeye yönelik ortak arayışlarının ürünüdür. Bilim ile din ve ahlak arasındaki ilgiyi anlamaya yönelik değerlendirmelerin anlaşılabilmesi ve geleceğe dönük anlaşılır bir perspektif edinmek için din ve bilim arasındaki tarihsel arka planı "modern bilim"in başlangıcı sayılan 17. yüzyıldan başlayarak kısaca şöyle özetleyebiliriz.

    Ortaçağ'ın Aristoteles sistemi ile Yahudilik, Hıristiyanlık gibi kitaplı dinleri mezcederek geliştirdiği yer merkezli ve sonlu-kapalı kozmos anlayışı 17. yüzyılda yerini güneş merkezli ve sonsuz-açık bir evren anlayışına bırakmıştır. Organik, bütüncül ve dolayısıyla canlı, ruhlu dinamik evren tasavvuru, mekanik, saat gibi işleyen, her bütünün temel parçacıklarından oluştuğu cansız, durağan, mekanistik bir evren haline gelmiştir.

    18. yüzyılda kitlelere yayılan ve sağduyunun parçası haline gelmeye başlayan modern anlayış, 19. yüzyılda pozitivist bir rüyaya dönüşmüştür. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, bilimsel çabanın heyecanla giriştiği her teşebbüs, önce yerini şaşkınlığa sonra hayal kırıklığına bırakmıştır. Makroskobik alanda evren, insanın hayal gücünü aşan biçimde milyonlarca ışık yılıyla hesap edilebilen devasa bir büyüklüğe sahip hale gelmişti. Daha da ötesinde bu devasa yapı genişliyordu. Öte yandan mikroskobik alanda maddenin nihai temel yapı taşlarının çözüleceği beklenirken, tam tersine atom altı dünyanın sayısız alt parçacıklardan oluşması, karmaşık, kompleks yapısı ve sonsuz derinliği her türlü deney- gözlem ve ölçüm aracını çaresiz bırakmıştı.

    Bozulmuş, tahrif edilmiş, bir kutsal kitabı ve bu kitabın tavsiyelerine dayalı bir Hıristiyanlığı esas alan Batı insanı, kurtuluşunu "aydınlanma döneminin" etkisiyle, dine ait olan her şeyi toptan reddetmekte bulmuştur. Çünkü bu, kelimenin tam anlamıyla bir geçmişi reddetmekti ve yaklaşık 1500 yıllık dini bir birikimin hayatın içinden atılması, yani hayatın, dini olan şeylerden yana boşaltılması anlamına geliyordu. Oysa hayat dinamikti ve kesinlikle boşluk kabul etmezdi. Öyleyse bu boşluk mutlaka bir şeylerle doldurulmalıydı.

    Bu zor işi başarmak uğruna büyük çabalar harcandı. Bütün bu uğraşların sonunda, hem 1500 yıllık dini birikimin reddiyle kafalarda ve gönüllerde oluşan büyük boşluk doldurulacak, hem de huzura ve mutluluğa hasret kalan modern dünyanın pozitivist insanı, huzura ve mutluluğa kavuşturulacaktı.

    Sanat ve edebiyatla başlayıp, giderek hayatın bütün alanlarını içine alacak şekilde genişleyen ve asırlarca süren bu arayış döneminin literatürdeki adı, "Aydınlanma Çağı"dır.

    Immanuel Kant 1784'lerde aydınlanma ile ilgili olarak, şunları söylüyordu: "Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını, bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil; fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliğini göstermeyen insanda aramalıdır". "Aklını kendin kullanarak cesaretini göster" sözü, aydınlanmanın parolası olmaktan da öte, bir anlamda kutsal değerlere açılan şavaşı nitelendirmektedir.

    Çoğu filozof ahlak sisteminin varlığını sorgulamadan, olduğu gibi, tarihi bir gerçek olarak kabul etmiş ve bunun ilahi metafizik nedeni veya nesnel geçerliliği ile ilgilenmemiştir. Birçoğu, ahlak sistemindeki geleneksel ahlak anlayışını kırmaya çalışarak sözde akla uygun, bilimsel ve din dışı bir tanım yapmaya çalışmıştır. Ancak bu girişimleri; sistemi, toplumsal temellere indirmekten ibaret kalmış ve bütün yapılan "Tanrı"nın yerine toplumu veya başka şeyleri geçirmek olmuştur. Son zamanların en güncel kavramı ise modernizm olmuştur.

    Din ve ahlak, toplum hayatını düzenleyen ana unsur halindeydi. Ancak "Aydınlanma" ile birlikte köklü değişiklikler yaşanmaya başlandı. Bu değişikliğin çıkış noktasını ise materyalist yaklaşım oluşturmaktaydı. Din karşıtı düşünürlerin, felsefi düşüncelerinin yayılması ve bunların neden olduğu siyasi değişikliklerle, Batı toplumu din ve ahlaki değerlerden kopmaya başladı. 'Maddeci' ve 'insan merkezli' ideoloji ve akımlar, toplumlara her şeyin yalnızca bu dünya hayatından ibaret olduğunu, insanın kendisinden başka hiç kimseye karşı bir sorumluluğu olmadığını, hatta yaşamın ve tüm evrenin kör tesadüflerin eseri olduğunu anlatmaya başladılar. Bilim, felsefe, sosyoloji, ekonomi, psikoloji gibi pek çok farklı alanda ardı ardına materyalist ve ateist teorisyenler ortaya çıktı.

    18. yüzyıl Avrupasında ortaya çıkan Diderot, Baron d'Holbach gibi materyalistler, kainatın sonsuzdan beri var olan bir madde yığını olduğunu ve madde dışında bir varlık alemi bulunmadığını öne sürdüler. 19. yüzyılda materyalizm ve ateizm daha da yaygınlaştı. Feuerbach, Marx, Engels, Nietzsche, Durkheim, Freud gibi düşünürler, ateist düşünceyi farklı bilim ve felsefe alanlarına uyguladılar.

    Materyalizme en büyük desteği sağlayan kişi ise, yaratılışı reddeden ve buna karşı evrim teorisini öne süren Charles Darwin oldu. Darwinizm, ateistlerin asırlardır cevap veremedikleri "canlılar ve insan nasıl var oldu" sorusuna, sözde bilimsel bir cevap getirdi. Doğanın içinde, cansız maddeyi canlandıran ve sonra da ondan milyonlarca farklı canlı türü türeten bir mekanizma olduğunu iddia etti ve pek çok kişiyi bu düşünceye inandırdı.

    19. yüzyılın sonlarında ateistler, kendilerince her şeyi açıkladığını sandıkları bir 'dünya görüşü' oluşturmuşlardı: Evrendeki düzen ve dengenin tesadüflerin sonucu olduğunu ileri sürüyor, kainatta hiçbir amaç bulunmadığını iddia ediyorlardı. Canlıların ve insanın nasıl var olduğu sorusunun Darwinizm tarafından açıklandığını sanıyorlardı.

    Tarih ve sosyolojinin Marx ve Durkheim, psikolojinin ise Freud tarafından ateist temellerde açıklandığını zannediyorlardı. Oysa bu görüşlerin her biri, 20. yüzyıldaki bilimsel, siyasi ve toplumsal gelişmelerle yıkıldı. Astronomiden biyolojiye, psikolojiden toplumsal ahlaka kadar pek çok farklı alandaki yeni bilgiler, tespit ve sonuçlar, ateizmin tüm varsayımlarını temelinden çökertti. Ne var ki, etkileri hala sürmekte ve karşımızda katı bir duvar olarak durmaktadır.

    Son 25 yılın güncel ve aktüel araştırmaları, daha önceki neslin seküler ve ateist düşünürlerinin Allah hakkındaki tüm varsayımlarını ve düşüncelerini tersine çevirmiştir. Modern düşünürler, bilimin evrenin daha da mekanik ve rastlantısal olduğunu ortaya çıkaracağını sanmışlar; aksine bilim, evrende akıl almaz derecede geniş bir "büyük tasarım" olduğunu gösteren hiç beklenmedik hassas düzenin boyutlarını keşfetmiştir.

    Said Nursi'nin Batı'ya Bakışı

    Said Nursi'nin karşı olduğu, reddedip şiddetle hücum ettiği felsefe, Roma ve Yunan'ın dar ve maddeci düşüncesi üzerine bina edilmiş ve Uluhiyeti inkârı kendisine gaye ve maksat yapmış materyalist ve natüralist felsefelerdir. Onun itiraz ettiği akıl, din ve kalpten bağımsız olarak hak ve hakikati bulma iddiasında olan akıldır. İtiraz ettiği felsefi anlayış da din ve kalbin yardımıyla hak ve hakikati bulmaya çalışan felsefe değil, din ve kalbi dışlayan felsefi anlayışlardır.

    Bediüzzaman, Avrupa medeniyetini, mehasinlerini de dikkate alarak ikiye ayırmaktadır. "Hakiki Hıristiyanlık"tan feyizle, insanlığın sosyal hayatına faydalı sanatlar ile adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri, "mehasin-i medeniyet ve fünûn-ı nafia" olarak kabul ve takdir etmektedir. Ancak Bediüzzaman, bu takdir ettiği kısım dolayısıyla Avrupa medeniyetinin doğruluk ve üstünlüğünü kabul etmemektedir. Mehasin kısım Avrupa medeniyetini temsil etmemektedir. Bediüzzaman, "malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın şahs-ı manevisi"nin bir elinde dalaletli felsefeyi, diğer elinde de sefih ve muzır medeniyeti tuttuğunu belirtmektedir. (Lem'alar, 123)

    Hatta, Avrupa medeniyetinin sefahat ve delaletle bozulmuş olduğunu, Avrupa'nın belli ölçüde mehasininin kaynağı olan Hıristiyanlıktan da uzaklaştığını ifade etmektedir. (Lem'alar, 124)

    Günümüzün çağdaş dünyasındaki hakim görüş, dini inançlardan kendini koparmış olan bilimselliktir. Fen bilimleri ile sosyal bilimlerde meydana gelen hızlı gelişmelerin, insanın ahlâki yönden istediğini çok daha huzurlu bir şekilde karşılayamamıştır. Aksine, ilahi vahye dayanmayan ve bunu vurgulamayan bilimsel ve teknolojik gelişmeler insanı daha da strese sokmuştur. İnsanlık, iki dünya savaşını son yüzyılda yaşamış ve şimdiye kadar insanlık tarihinde yer alan tahribatı bu dönemde gerçekleştirmiştir.

    Bugün bilim dünyasının karşısında duran en önemli problem olaylara ve varlık alemine bakıştan kaynaklanmaktadır. İnsanlığın karşısında var olalı beri iki akım durmaktadır. Biri dini değerler, diğeri felsefi akımlardır. Dini değerlerden beslenen felsefe insanlığa huzur getirmiştir. Felsefi değerlerin, kendisine dini rakip olarak görmesi halinde ise, insanlık bu değerlerden etkilendiği ölçüde kaosa girmiştir.

    "İki şecere-i azîme hükmünde, biri silsile-i nübüvvet ve diyânet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet; gelmiş, gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizâc ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe silsile-i diyânete dehâlet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir sûrette, bir saadet, bir hayat-ı içtimâiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyânet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem' olmuştur." (Sözler, 497)

    İnsanlığı topyekün bir çıkmaza sürükleyen felsefi akımlar, "varlıkların harfleri üzerinde görünen nakış ve süslemelere dalmış, sersemleşmiş ve gerçeklerin yolunu şaşırmıştır." (Sözler, 121)

    Oysa gerçekte kainat okunmayı bekleyen bir kitap gibidir. Kitap yazarını gösterdiği gibi, şu kainat kitabı dahi yazarını göstermelidir. Kainatın harfleri yani her bir varlık, Allah hesabına okunması gerekirken, mana-yı ismiyle, yani varlıklara varlık olması yönüyle bakar, öyle okur ve öyle anlatır. Materyalist felsefe, varlıkları incelerken; "ne güzel yapılmışlar" deyip Yaratıcıyı nazarlara vereceği yerde "ne güzeldir" deyip, her fırsatta o varlıkların kendiliğinden oluştuğunu dikte ederek, Yaratıcıyı kabullenmekten kaçınır. Tek yönlü bu yaklaşımıyla materyalist felsefe, kâinatı tahkir edip, çirkinleştirir ve kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.

    Risale-i Nur'un "bilim"e bakışının açıklığa kavuşturulması "imanî" bir öneme sahiptir. Çünkü, Risale-i Nur, kâinatı iman adına çalışmayı modern bilimin determinist yorumlarıyla bulandıran bir çizgiden uzak olduğu gibi, gaybî olanın şahidi olan (âlem-i şehadet) kâinattan, yani şahitten mahrum taklidî bir imandan da uzaktır. Her iki sapmayı da aşan bir çizgidedir. Kâinatı modern bilimin materyalist kavram ve yorumlarına mahkûm olmadan, Kur'ân'ı esas alan bir bilgi yorumu ve usul içinde çalışmakta; öte yandan, kâinatı anlamaya çalışan bilimi, bu kavram ve yorumlardan temizlemeyi sağlayacak Kur'ân'dan alınan araçlar sunmaktadır.

    Geleneksel sınıflandırmada; belagat, gramer, kozmoğrafya gibi bilimler âlet ilimleri; tefsir, hadis ve fıkıh ise âlî ilimler olarak sınıflandırılmaktadır. Risale-i Nur'un terminolojisinde ise, "âlî" ilim ifadesi daha çok "marifetullah"a götüren ilimleri ifade etmektedir. Risale-i Nur, bilimin maddeci, materyalist yorumunun hâkim olduğu bir dünyaya sunduğu bakış, bin yıldır birikmiş olan temel sorunlara yeni yorumlar getirmiş ve böylece aşmamızı sağlamıştır

    Risale-i Nur kâinatı sathi, yüzeysel bir nazarla, bilim adamı gibi incelemez; ama bir bilim adamının kâinatı "imanî" bir temelde çalışması için yöntemler sunar. Bir çiçeğin nakışlarını, rengini, kokusunu incelerken bizi marifetullaha ulaştıracak olan "mânâ-yı harfî"yle bakışı önümüze sunar. Eserden müessire ulaşmamız gereğini anlatır.

    Bu açıdan, "bilimsel gerçek" diye önümüze sunulan birçok şey, Risale-i Nur'da "felsefî" bir bakış olarak değerlendirilir ve temelsiz olduğu ifade edilir. Mesela, dünyanın var olmasıyla ilgili yapılan çalışmalar hakkındaki yorumlar için şöyle der:

    "'Mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılâb etmiş, sonra nebatat husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş' gibi tabirler, icad ve hilkat-ı ilâhî noktasında felsefîdir ki, Risale-i Nur'un san'at ve icad-ı ilâhî cihetindeki beyanatına münasip düşmüyor." (Emirdağ Lahikası, I)

    "Şimdi bak: Şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: 'Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp; cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir.' Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur'ân gibi etmiyor. Buna kıyasen; bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî mes'elelerin ne kıymette olduğunu anlarsın." (Sözler, 222)

    Risale-i Nur'da, "Akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş" felsefî bilim için şu ifadelere yer verilir: "Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyesi, Kur'ân'ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez." (Sözler, 316)

    Bediüzzaman'ın bilime, fenne ve teknolojiye yaklaşımı bu açıdan önemlidir. Said Nursi, bilimin giderek etkinliğinin artacağına, istikbalin bilgi çağı olacağına inanmakta, bütün vurgusunu bu istikamette yapmaktadır:

    "Elbette nev-i beşer ahir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecektir." (Sözler, 239)

    "Cenab-ı Hak insanı ilim ve kemalata öyle bir tarzda sevk ve teşvik eder ki…(sanki şöyle der)…" Ey insan! şu kainattaki maksad-ı ala, tezahür-ü Rububiyet'e karşı ubudiyet-i külliyye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulum ve kemalatla yetişmektir." (Sözler, 20. Söz)

    Said Nursi, yeni bir bakışı ve yeni bir perspektifi tercih etmiştir. Kendisine neden geleneksel hizmet metodu ve felsefi düşünürler gibi hareket etmediği sorulunca verdiği cevap şu olmuştur:

    "Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyet'in hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyet'i aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyet'in kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim.

    "Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyet'in esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır.. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki, felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?" (Mektubat, 426-427)

    O'nun eserleri, sadece akıl yolu ile giden mekteplileri, hem de kalp yolunu tercih eden tasavvuf ehlinin dikkatini çekmiştir. Bu eserlerin okunmasıyla, gerçek aydın olmanın, ancak akıl ve kalp nurunun birleştirilmesiyle mümkün olacağı anlaşılmaktadır. Çünkü yalnız akılla gitmek, aklı göze indirgiyor ve insanı, gözle görünenin dışındaki varlıkların inkârına götürüyordu. Said Nursi, hem akıl, hem de kalp ile birlikte gitmeyi ön gören Kur'ân'ın yolunu seçerek, yüzyıllardır birbirine zıt bir çizgide olduğu değerlendirilen mektepliler-fenliler ile medrese ve tekke ehlini barıştırmış ve orta yolda buluşturmuştur. Ayrıca din ilimlerini terk eden fen ve felsefi akımlarla, fen ve felsefeyi terk eden din adamlarının durumunu şu satırlarla dile getirir: Aklın nuru, medeniyetin fenleri, vicdanın ziyası ise, din ilimleridir. Bu ikisinin bir arada olması ile gerçekler ortaya çıkar. Ayrılmaları durumunda ise, sadece fen ilimleri tahsil edenlerde hile ve şüphe, yalnız din ilimlerine çalışanlarda da taassup doğar.

    Örneğin bir molla bir kartal ibaresini duysaydı, kartalla ilgili manaları değil, bu kelimenin "müfred" mi "cemi'" mi, "marife" mi, "nekre" mi olduğunu düşünecekti. Yani bir kartal onda yalnız filolojik çağrışımlar yapacaktı. Keza pozitivist bir bakış açısına sahip bir "scientist" (bilim adamı), kartalın hangi familyadan hangi türe ait olduğunu düşünerek kuru bir ornitoloji bilgisi sunacaktı.

    "Evet, akılları gözlerine sukut etmiş maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esâsına istinat eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerrâtı bütün düsturlarına üssü'l-esas tutup, masnuât-ı İlâhiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuâtı hikmetsiz, mânâsız, karma karışık bir şeye isnad etmeleri ne kadar hilâf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir." (Sözler, 507)

    "O vakit, her şeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf, o vakte kadar ulûm-u felsefeyi ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlış olarak, maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki, o felsefî meseleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyât-ı mâneviyemde engel olmuştu. Birden, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve keremiyle, Kur'ân-ı Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi, o felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

    "Ezcümle, fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ, Kur'ân-ı Hakîmden gelen Lâ ilâhe illâ Hû cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münâzarât-ı nefsiye, lillâhilhamd, kalbin muzafferiyetiyle neticelendi." (Lem'alar, 711)

    Ahlak, bilim ve din ilişkisi ile ilgili olarak çözümlenmesi gereken öncelikli problem bilim ve dinin yerinin ne olacağıdır. Bu çerçevede varlığın algılanması ile ilgili olarak bilimin ve dinin ortaya koyduğu verilerin, insanlık tarihinin gelişimi içinde modern dönemde ayrışmaya maruz kaldığı; Batının bilimle ilgili değerlendirmesi tamamen madde eksenli olduğu ve madde ötesini dışladığı için problemli bir noktaya gelindiği görülmektedir.

    Varlığı anlama yönünde modern Batıda ortaya konan çalışmalar, kendi sistemini tek doğru ve geçerli sistem olarak kabul eden bir yapı arzettiği için problemli sonuçlar doğurmuştur. Bu madde eksenli varlık algısı içinde bilim ve din ayrışımı keskinleşirken, bilimsel bilginin insanı, eşyanın hakikatine ulaştırabileceği düşüncesi, bilimin yüceltilmesine yol açmıştır. Rönesans sonrası dinden bağımsız mutlak hakikat arayışı ile gelinen noktada tamamen maddi aleme dayalı ve vahyi göz ardı eden bir bakış açısı ortaya çıkmıştır.

    Modern bilimin geldiği bu dönüm noktasında, çözüm üretmekten aciz kaldığı ve varlığın arka planını göz ardı eden yaklaşımlar ile anlamlar boyutunu anlamsızlaştırdığı noktada Kur'an eksenli yeni bir varlık algısına ihtiyaç netleşmiştir. Bu noktada dünya problemlerinin çözümü için ve varlığı bir bütün olarak algılayabilmek için yeni ve arka planı hesaba katan bir tarife ihtiyaç doğmuştur. Modernizmin insanlık aleminde oluşturduğu depremle adeta yıkılmış olan İslami düşünce geleneğinin, Kur'an merkezli bir planla ve günün ihtiyaçları da dikkate alınarak yeniden inşasına büyük bir ihtiyaç vardır. Şarkın ulumundan ve Garbın fünunundan gelmediği ifade edilen Risale-i Nur doğrudan Kur'an'dan feyz almış olmanın farkını ortaya koymaktadır.

    Bediüzzaman'a göre akıl-kalp ittifakının ortaya koyduğu şey Kur'an tarafından hikmet olarak tanımlanmaktadır. Bu açıdan, Bediüzzaman'a göre bilginin kaynağı kâinatın yapısındaki düzen ve intizamdır. Bu nedenle kâinatı bir kitaba benzetir ve bu temsili sıklıkla kullanır: "Sani-i Zülcelal'in alem-i ekberindeki san'atı o derece manidardır ki, o sanat bir kitap suretinde tezahür edip kâinatı bir kitap-ı kebir hükmüne getirdiğinden akl-ı beşer hakiki fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı."

    O'na göre İslami bir bilim anlayışını, pozitivist ve materyalist anlayıştan ayıran temel ölçü budur: Birincisi kâinatı bir kitap gibi okurken, hiçbir zaman o kitabın yazarını unutmaz. Daha doğrusu yazarın büyüklüğünü, kitabı vasıtasıyla anlamaya çalışır. Kitapla ilgili bilgisi artıkça da yazara karşı kendini daha sorumlu ve bağımlı hisseder. İkincisi ise sadece kitabı inceler ve okur. Yazarıyla ilgilenmediği gibi, ona karşı herhangi bir ilişki kurmayı ve saygıyı da gereksiz sayar Bunu bilim adamlığı ve bilimle bağdaştırmaz. (Münazarat, 127)

    İnsanlığın bugüne kadar ulaşan, ortak aklı olarak kabul edebileceğimiz bilimin amacı, kainatta var olan kanunların keşfi ile, Allah'ın her bir varlıkta yazdığı kitabı çözmek olmalıdır.

    "İnsan bu âleme duâ ve ilim vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır." (Sözler, 330) "İnsanın vazife-i fıtrîyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir." (İman ve Küfür Muvazeneleri, 96)

    "Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah'ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise tam bir ilme mütevakkıftır." (İşaratü'l-İ'caz, 240-241)

    Said Nursi; ilmi, Esmâ-i Hüsnâ açısından ele alır, "Din ilimleri ve fen ilimleri" olarak ayırmaz; "Allah hesabına müşahede edilen her şey ilimdir" demektedir. (Mesnevi-i Nuriye, 167)

    İlim, Allah'ın "Alim" sıfatına dayanır. Allah'ın ilmi, olmuş, olacak her şeyi kuşatmıştır. İslâmiyet-imân-ilim münâsebetini de şöyle bağlar: "İman saadetin anahtarı, mârifet (ilim) ise terakkiyatın miftahıdır." (Asa-yı Mûsa, 102.)

    "İlim odur ki, kalbe yerleşsin. Yalnız akılda kalsa, insana mal olmuyor."

    "İslâmiyet'in menşeî ilim, esası akıldır. Binâenaleyh, İslâmiyet'in hakikati kabul ve safsatalı evhamı reddetmek şanındandır." (İşaratü'l-İ'caz, 107)

    Bediüzzaman, Avrupa medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında ilme (bilime) atfedilen anlam bakımından da temel bir farklılık görmektedir. Çünkü Avrupa, zenginliğini bilimine bağlayarak açıklamakta, bilimini de seküler temellere oturtarak tanımlamaktadır. Rönesans'tan itibaren Batıda bilgi, dini temellerinden tamamen koparılmıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde Batılı bilim adamları, doğanın ve toplumun kanunlarını keşfetmek suretiyle onlar üzerinde tam bir denetime kavuşacaklarını düşünmeye başlamışlardı. Oysa İslam düşüncesi açısından sadece zenginlik değil, bilgi de ilahi bir ikramdır; "kazanılmış" yahut "edinilmiş" değil; "verilmiştir".

    Allah'ı Bilmek Üzerine

    Materyalizm ve determinizm bir anlamıyla tamamen Allah'ı inkar etmemektedir. Çünkü, "Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez." Yani, inanmayanlar bir başka açıdan "Allah'ı inkâr etmiyorlar; yalnız sıfatında hata ediyorlar." Kur'ânî ifadeyle, 'O'nun isimlerinde ilhad'a sapıyorlar. (A'raf, 180; Fussilet, 40.) Hemen herkes Allah'ın varlığını isim ve sıfatlarını kabul etmektedir. "Reddediyorum" diyenler de aslında kabul etmektedir. Çünkü, şu kâinatta görünen eserlerin ardında, bir düzenleme, bir yapma, bir bilme, bir güç vardır; kudret kaleminin harflerini ve varlığını herkes görmektedir. Tartışma aslında burada başlamaktadır: Yaratıcı güç nedir ve nasıl bir şeydir?

    Risale-i Nur'da Allah'ı bilmenin ne anlama geldiği şöyle anlatılır: "Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî'ye mektubunda demiş: 'Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.' Bu ne demektir? Maksat nedir de soruyor?"

    Soruya verilen cevabın içeriği kısaca şöyledir: Allah'ın varlığını bilmek demek, kısaca "Allah var" demek değildir. Allah'ı bilmek demek, her bir şeyde Allah'ın isim ve sıfatlarını okumak demektir.

    Bediüzzaman Said Nursi kâinattan bahsederken birçok benzetmeler kullanır, "bir sergi," "bir tarla", "bir misafirhane" ve "bir saray" gibi, fakat "bir kitap" yani okunacak bir şeye benzetmesi Risâle-i Nur mesleğini ve metodunu özellikle tanımlayıcıdır.

    İnsanın kâinatı anlama çabasının bu isimleri okuyup anlamasına yönelik olması gerektiği ifade edilir. Bunun dışındaki yaklaşımların anlamı yoktur. Bu açıdan, özellikle bilim adamlarının kâinattaki olayları ve kanunları araştırmaları, asıl amacına ulaşamamış, yarım, eksik ve hatta saptırılmış çalışmalar olarak kalmıştır. Zira, bu çalışmalarda kâinat vardır; hem san'atlı, maksatlı, her bir cüz'üne, parçasına, pek çok hikmet yüklenen bir kâinat vardır. Bununla birlikte kainatın sahibinin varlığına dikkat çekilmez. Bazen tam tersi bir bakışla inkar edilir. Oysa kâinata dair bütün araştırmalar ancak Esmâ-i ilâhiyeyi gösterip ona ayna olabilir. Onlar, insanlara Rabbini tanıttığında amacına ulaşmış olur:

    "Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i ilâhîye dayanıyor (…) o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san'at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir sûrette nâkıs bir gölgedir." (Sözler, 244)

    Bu bakışla, "kâinat kitabını okuyan hakikî bir fenn-i hikmet" "Hakîm" ismine, hakikatlı bir tıp ilmi "Şâfi" ismine ve hendese de diyebileceğimiz geometri ilmi "Mukaddir" ismine dayanır ya da dayanmalıdır. Her bir fen, bir ism-i İlâhînin tecellisine dayanır ve dayandığı o ism-i İlâhîye ulaşarak kemâline erişir. "Her bir fen nurlu bir burhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp duran maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle, Sâniin kasd ve hikmetini ilan ediyorlar." (İşaratü'l-İ'caz, 96-97)

    Kâinat kitabının nasıl okunması gerektiğini ise, Kur'ân'dan hareketle, Risale-i Nur şöyle özetlemektedir: "Sakın… terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i ilâhiyenin semâvâtından, tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit-bevakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ ki fünun ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatları olan Esmâ-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız." (Sözler, 244)

    Bediüzzaman Said Nursi "Aklın nuru funun-u medeniyedir; vicdanın ziyası ulumu diniyedir. İftirak ettikleri vakit birinden tassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd eder". (Münazarat, 127) ifadesiyle bilim ve din arasındaki olumsuz olarak algılanan anlayışı aşmaya çalışmıştır. Böylece tevhide dayalı bir bilim anlayışı geliştirmeye çalışmış, kainata hep bu gözle bakmıştır. Yani din ilmi, fen ilmi ayrımı yapılmadan, her ikisi bir bütün olarak algılanıp, varlık aleminin sırrı öyle çözülmelidir. Bu nedenle kâinat bir kitap gibidir: "Sani-i Zülcelal'in alem-i ekberindeki san'atı o derece manidardır ki, o sanat bir kitap suretinde tezahür edip kâinatı bir kitap-ı kebir hükmüne getirdiğinden akl-ı beşer hakiki fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı." (Mektubat, 454)

    Bu değerlendirmelerden çıkarılacak sonuçlardan anlayacağımız gibi, kâinatı bir kitap gibi okurken, hiçbir zaman o kitabın yazarını unutmamak gerekir. Aksine, yazarın büyüklüğünü kitabı vasıtasıyla anlamaya çalışmak gerekmektedir. İnsanın okuduğu kitapla ilgili bilgisi artıkça, yazarına karşı kendini daha sorumlu hissedecektir.

    Diğer bakış ise, sadece kitabı incelemenin ve okumanın peşindedir. Kitabın yazarıyla ilgilenmediği gibi, ona ilgi de duymaz, ne demek istediğini anlamak da istemez. Bu yaklaşımı, bilim adamlığıyla veya bilimle anlamlandırmak mümkün değildir. (Sözler, 117-122) Allah'ı inkâr eden, esmâ-i hüsnâya dayanmayan veya onu anlamak istemeyen bilimsel bir çalışma, Risale-i Nur'a göre, "bilgi" değil; "vehim" ve "zan" üretir. Marifet değil, cehalettir. Bu konumdaki biri, "binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echel"dir. (Sözler, 505, 658)

    "Şeriat-ı tekviniye" de denilen Allah'ın kainata koymuş olduğu ilahi kanunlara, insanlar tabiat deyip, işleri gören fiil sahibi olarak tabiattaki kanunları ön plana çıkarmıştır. (Sözler, 670) Oysa tabiat ve onunla ilgili olaylar, kainatta işleyen ilahi şeriattan başka bir şey değildir.

    İşte, fenler, bu gibi kavâid-i külliyeyi, her yerde ve her zaman geçerli küllî kanunları keşfederek, "mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faydaları gösteriyor." (İşaratü'l-İ'caz, 96-97) gerçeğine ulaşır.

    Bu anlamda, çekme, itme ve hareket gibi kainattaki diğer ilahi kanunların bu isimlerle anılması yanlış değildir. (Muhakemat, 109) Ya da, tabiat kanunları dediğimiz şeyler, Allah'ın kainatta işlettiği kanunlardan başka bir şey değildir.

    Demek ki, Bediüzzaman Said Nursi'nin ifadeleriyle, "hikmet-i İlahiye bütün eşyada en güzel bir suret teşkil etmiştir. Bu nizam, eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder." (İşaratü'l-İ'caz, 127)

    Allah'ın elinden çıkmış olan tabiat, sıradan bir kitap değildir; "tabiat dedikleri şey olsa olsa bir sanattır, Sani' olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz." (Lem'alar, 247) O halde bu harika sanat eserine bakarak, onun yaratıcısı hakkında bir fikir sahibi olabiliriz.

    Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu'da "Ayetü'l-Kübra" adıyla, Allah'ın varlığını ve birliğini, kainattaki varlıkların diliyle ispat eden harika bir eser kaleme alır. O bu eser için, "şimdiki dehşetli tahribata karşı bir hakikat-i Kur'aniye ve bir sedd-i azam" ifadesini kullanır. Hatta öyle olmuştur ki, "kalbe geldiği gibi acele olarak yazdırılmış, birinci müsvedde ile iktifa edilmiştir." (Tarihçe-i Hayat, 291)

    Said Nursi "Ayetü'l-Kübra" isimli Risâlesinde bir yolcuya hayâlî bir kâinat gezisi yaptırmakta ve bu şekilde kâinatın, Allah'ın varlığını ispat eden delillerden birisi olduğunu ifade etmektedir. Bu yolcu, bulut, rüzgar, yağmur, şimşek, hava, deniz, dağ gibi her bir mahlûkata, Halık'ını sormakta ve her birinin fıtrat lisanları ve yaratılış tavırlarıyla dile getirdikleri şehadetlerden Allah'ın varlığına ulaşmaktadır. (Şualar, 91-156)

    Said Nursi, Kastamonu'da yanına gelen bir grup öğrencinin "Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor"lar sözü üzerine onlara şöyle der: "Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlık'ı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz." (Şualar, 187)

    "Kendi lisan-ı mahsusiyle" seslenişine dikkat etmek gerekir. Bazı bilim adamları, kâinatı inceleyip, elde edilen sonuçları kendilerince yorumlayabilir. Biz örnek olarak biyolojinin ve biyologların kainata bakışını ele alalım.

    Bilindiği gibi en genel anlamıyla biyoloji, canlılar bilimi demektir. Bu alanda çalışanlar, canlılar dünyasını incelerken, kendi yorumlarını, felsefî ve ideolojik tercihlerini biyoloji bilimi adına bize sunabilir. Bizim yapmamız gereken Said Nursi'nin ifadesiyle, biyologlara değil, biyolojinin diline kulak vermektir.

    Aynı konuyu inceleyen bir biyolog, yaptığı incelemeyi marifetullaha bir basamak yaparken, diğer bilim adamı, tam tersi bir yaklaşımla, incelediği şeyde maddi bir bakışla, kesrete dalıp farklı sonuçlar çıkarabilir. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, biyolojiden çok biyologun değerlendirmesidir. Oysa, "Her bir fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlık'ı tanıttırıyorlar". Yani aslında biyolojinin dili Allah'ı anlatmaktadır. Bilimsel ahlak bunu gerektirirken, bilim dünyasındaki baskılar, bize sadece eserlerden söz etmekte, Yaratıcı'dan söz etmemektedir. Mikrokozmoz da denilebilecek olan, "alem-i asgar" ve kâinatın "küçük haritacığı" olarak insan, kâinat kitabının küçük bir nüshasıdır. (Emirdağ Lahikası, 146) Anlaşılacağı gibi, biyolojinin yapması gereken, kainat kitabının küçük bir misali olan insanı ve diğer canlıları anlatırken, incelediği şeyde boğulmadan, Allah'ın ilim ve kudretini anlamaya çalışmak olmalıdır.

    Sadece maddi değerleri dikkate alan biyoloji bilimi, canlıları bir obje olarak değerlendirir ve inceler. Fiillerin arkasındaki "Fail-i Muhtar"ı görmez. Oysa, Risale-i Nur'un birçok yerinde açıkça belirtildiği gibi, Kur'ân-ı Hâkim, hayatı madde ile mananın, ruh ile cesedin imtizacı olarak değerlendirir. Bu gün ruhun varlığı ve yapısı ile ilgilenen bilim dalı vardır; sadece maddi bir bakışla, ortaya konan biyolojik bilgiler, insan gerçeğini bu anlamda anlayamaz, kendince yorumlar ortaya koyar.

    Bu durum, bugün ideolojik ve felsefi bir kabullenme olan evrim teorisinin değerlendirilmesinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Farklı biyolojik olayları inceleyen bilim adamlarından bazıları, incelediği şeyin altında kalır, ideolojik yaklaşımına basamak yapmaya çalışır. Aynı olayları inceleyen bir başka bilim adamı ise, incelediği şeyi, Allah'a ulaşmada bir basamak yapar.

    İşte bilim adamı ve bilimsel ahlak bu yaklaşımı gerektirir. Bilim adamı Kitaba bakıp yazarını inkar etmeden hareket etmelidir. İşte o zaman bilimin ahlaki temelleri de atılmış demektir. Bu açıdan bakıldığında en bağnaz materyalist yorumcuların 'bilimsel' çalışmalarında dahi, O'na işaretler edilmektedir. Bilim adamının, fiilin kendisini DNA'nın kendisine atfetmesi çözüm üretmemektedir.

    "Bugüne kadar yaşamış, gelmiş geçmiş her canlı türünün bütün özellikleri bilgi olarak DNA'ya yüklense toplam DNA hacmi bir çay kaşığının ancak küçük bir kısmını doldururdu. Dahası geriye şu ana kadar yazılmış bütün kitapları saklayabilecek kadar boşluk kalırdı." (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 334)

    "Normal şartlarda, Termodinamiğin İkinci Kanunu doğrultusunda, hiçbir kompleks organik molekül hiçbir zaman kendi kendine oluşamaz, tersine parçalanır. Gerçekte, bir şey ne kadar kompleks olursa o kadar kararsızdır ve kesin olarak eninde sonunda parçalanır, dağılır. Fotosentez, bütün yaşamsal süreçler ve yaşamın kendisi, karmaşık veya kasıtlı olarak karmaşıklaştırılmış açıklamalara rağmen, halen termodinamik ya da bir başka kesin bilim dalı vasıtasıyla anlaşılamamıştır." (Francis Crick, Life Itself: It's Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88)

    DNA'nın yapısını keşfeden biyokimyacı Francis Crick, konu üzerinde yaptığı çalışmalardan dolayı Nobel ödülü aldı. Crick koyu bir evrimci olmasına rağmen DNA'nın mucizevi yapısına şahit olduktan sonra yazdığı eserinde bu bilimsel gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Bugün sahip olduğumuz bilgiler ışığında, dürüst bir adamın yapabileceği tek yorum, hayatın bir mucize eseri olarak ortaya çıktığıdır." Crick'e göre hayat kesinlikle dünya üzerinde kendiliğinden var olamazdı. Görüldüğü gibi DNA üzerinde en uzman kişi bile, bir evrimci olmasına rağmen, yaratılışta tesadüfe yer vermemektedir. (Francis Crick, Life Itself: It's Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88)

    "Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 4 üzeri 1000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir." (Frank B. Salisbury, "Doubts About The Modern Synthetic Theory of Evolution", s. 336)

    Alman evrimci Douglas R. Hofstadter, bu soru karşısındaki çaresizliklerini şöyle itiraf etmektedir: "Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (enzimler ve diğer moleküler yapılarla) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor." (Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York: Vintage Books, 1980, s. 548)

    Ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis adlı kitabında hücrenin bu kompleks yapısından şöyle söz eder: "Hayatın moleküler biyoloji tarafından ortaya çıkarılan gerçekliğini kavrayabilmek için, bir hücreyi yaklaşık bir milyon kez büyütmemiz gerekir, ta ki çapı 20 km'ye varsın. Bu durumda hücre, New York ya da Londra gibi büyük bir şehri kaplayacak boyutta dev bir uzay gemisine benzeyecektir. Bu durumda karşımızda benzersiz derecede kompleks bir sistem ve kusursuz bir tasarım olduğunu görürüz. Hücrenin yakınına gelir de onu incelersek, üzerindeki milyonlarca küçük kapıyla karşılaşırız. Aynen bir uzay gemisinde olabilecek otomatik kapılar gibi, bu kapılar sürekli olarak açılıp-kapanarak hücrenin içine ya da dışına yapılan madde akışını kontrol ederler. Eğer bu kapıların herhangi birinden içeri girersek, olağanüstü bir teknoloji ve şaşkınlığa düşürecek bir komplekslikle karşılaşırız. Her türlü insan yapımı ürünün çok üstünde olan bu teknoloji, bizim yaratıcı zekamızı fazlasıyla aşar. Bu sistem, "tesadüf" kavramının her anlamda tam bir antitezini oluşturmaktadır". (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 242)

    Gerçeğe Ulaşmada Ahlaki Engeller

    Said Nursi, bu asırda insanların gerçeği algılamalarında etkili olan yanılgılardan söz eder. Bu durum ister istemez, bilime bakış açısını yansıtan ahlaki normlardan da kaynaklanır. Bu yanılgılar, "yakîn-i imani"yi bu asırda sarsmakta ve tereddüde neden olmaktadır.

    Genel perspektifte ispata karşı inkar etmenin kuvveti ve kıymeti olmadığı halde, inkar edenlerin sayılarının çok gibi görünmesi psikolojik olarak ehl-i imanı yıldırmaktadır.

    Hz. Peygamberin Rabbinden, kendisine, "eşyanın hakikatini öğretmesini" sık sık istemesi anlamlıdır. İnsanın eşyanın hakikatine ulaşabilmesi öyle kolay olmamaktadır. Karşısına çıkan engelleri aşıp marifete erme yolculuğunda birtakım engellerle karşılaşır. Mesela, Hıristiyanlar özellikle üç engele takılıp kalmışlar, hak dinden udûl edip dalalete düşmüşlerdir: "Aklı azl etmişlerdir, bürhanı tard etmişlerdir, ruhbani taklid etmişlerdir." (Muhakemat, 34)

    İnsanın iktidarı cüzî, isti'dadı muhtelif, arzuları değişik olduğundan binler perdeler, berzahlar içinde gerçeği araştırmaktadır. Onun için gerçeğin keşfinde, hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşmektedir. Bazıları berzahtan geçememekte, ahlaki zaafa düşmektedir. Kabiliyetler başka başka alanlara yönelmektedir. (Sözler, 311-312)

    Risale-i Nur'da bu engeller anlatılmakta ve hakikatte önemleri olmadığına dikkat çekilmektedir. Bu ahlaki zaafları kısaca aşağıdaki başlıklarda vurgulanmıştır.

    İnsan kainata kendi aynasıyla bakmaktadır

    Her an psikolojik ve fizyolojik olarak iç ve dış faktörlerin etkisinde kalan insan, zaman zaman bu etkileri, hayata bakışının merkezine taşır. Böyle durumlarda algılanan, gerçekler yerine, o an içinde bulunduğumuz durumdur. (Lem'alar, 182)

    Alışkanlık ya da ülfet önemli engellerden biridir

    Kainattaki varlıkların ince ve sanatla dokunmasını, kanunların işleyişini, yaradılışın her an devam etmesini çoğu zaman gereği gibi algılayamayız. İnsan kainat kitabında, ruhun gıdasını, ne yazık ki, ülfet kapağı altında fark edememektedir. (Muhakemat, 44)

    Allah izzet ve azametini saklamaktadır

    Gerçekler bazen açık değil, perdelerle gizlidir. Perdeleri aralayamayanlar gerçekleri göremezler. Mesela, hastalıklar, Hz. Azrail'e, Hz. Azrail ruhların kabzedilmesine perdedir. Gerçekte iş gören Cenab-ı Hak'tır. (Lem'alar, 79) Gerçekte ise ölümü takdir eden Allah'tır. Yoksa Hz. Azrail, canının istediği zaman can alan bir yetkili değil, aksine kendisine verilen talimata göre hareket eden bir görevlidir.

    Sebebler perdesi

    Bediüzzaman Said Nursi, sebeplerin birer perde olduğunu söyler (Sözler, 272). En büyük bir sebebin, en basit bir neticeye kuvveti yetmez. (Sözler, 634) Buna göre,"Sultan-ı Ezeli'nin memurları saltanat-ı Rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellallarıdırlar ve rububiyetin temaşager nazırlarıdırlar". (Sözler, 272)

    Zahir perdesiyle kanunların işleyişi insanı yanıltır

    Zahir, eşyanın ve olayların dış görünüşüdür. Bu dış görünüş çoğu kere aldatıcıdır. Mesela, zahirde güneş dünyanın etrafında döner. Gölge sabittir. Hastalıklar çirkindir. Ölüm bir yok oluştur… Halbuki, dünya güneşin etrafında döner. Gölge hareketlidir. Hastalıklar, Rahmanî birer hediyedir. Ölüm, yeni bir hayatın başlangıcıdır.

    Alet ilimlerinde boğulmak

    Özellikle ilahiyat eksenli ilmi tahsil edenlerin takıldığı bir engel, alet ilimleridir. Bu engele takılmak, amaç ile aracı, gaye ile vasıtayı birbirinden ayırt edememekten ileri gelir. Arapça, mantık, belagat gibi alet ilimleri, tefsir hadis fıkıh gibi yüksek ilimlere vesiledirler. Hakikat bu iken, İslam dünyasında söz konusu alet ilimleri "maksud-u bizzat" sırasına geçmiş, yüksek bir ilim olan iman ilmi, yani marifetullah ilmi ihmal edilmiştir. Ayrıca, resmen tahsil silsilesine geçen kitapların zamanla artması, bütün vakti ve fikri kendisiyle meşgul edip, asıl ilimlere sıra gelmemiştir. (Muhakemat, 47)

    Bilim dünyasındaki baskılar ya da "istibdat-ı ilmi"

    İlmî istibdad, düşünceye yapılan baskıyı ifade eder. Bu baskı, maddi olabileceği gibi, psikolojik de olabilir. Mesela, tartışmalı bir konuda kesin bir ifade kullanmak ve başkalarını da bunu kabule zorlamak tam bir ilmî istibdattır, baskıdır. İzlediğimiz bir Biyoloji Kongresi'nin Sonuç Bildirgesi'nde katılanların bazılarının kabul etmemesine rağmen "bilimsel bir açıklama"yı, yani Evrim Teorisi'nin kabulüne zorlanması bir örnektir. Ahlaki zaaflar bilimin dili haline getirilmektedir. Bu durum elbette bu zamana has değildir. Yüzyıllar öncesinde de benzer olaylar yaşanıyordu.

    Aklın kullanıldığı, yeni fikirlerin üretildiği, insanın varlığı sorguladığı ve ahlaki normları esas alan dönemler, Bediüzzaman'ın ifadesiyle "medrese-i efkar" niteliğindeki dönemler "müstakbel"; akılla değil, hislerle hareket edilen, istibdat, taklit ve taassubun her alanda yaygınlaştığı ve kuvvetin hakim olduğu dönemler ise "mazi" şeklinde ifâde edilmiştir.

    Bediüzzaman'ın tanımladığı "mazi" ve "müstakbel" dönemleri doğrusal bir çizgi takip etmemiş, akli kullanmaya bağlı olarak şekillenen dönemsel bir görünüm ortaya çıkarmıştır. Bediüzzaman bu kavramlar çerçevesinde İslâm'ın ilk üç asrını, benzersiz gelişmelerin görüldüğü dönemler olarak ifâde ederken; İslam'ın dördüncü ve beşinci asırlarını kemale mazhar olan devir olarak yorumlamıştır.

    Bilindiği gibi bu dönemlerde, Peygamberimiz ve ondan sonra gelenler tarafından ilahi vahyin saf ve dış etkiden korunmuş olmasından dolayı, dini ve ahlaki duyarlılık çok güçlüydü. İslâm doğrudan Peygamberden ve sahabeden öğrenilebiliyor, hiçbir dış etkiden çekinmeden hak ve hakikat aranabiliyordu. Hz. Peygamber donemi, Dört Halife Devri, Endülüs Emevileri ve Abbasiler'in ilk dönemleri bu özelliği göstermiştir. Sonraki dönemlerde israiliyat denilen dış etkiler, İslâm toplumlarının içine girmeye ve gündelik ahlaki hayatlarını etkilemeye başlamıştır.

    Bediüzzaman, tarihin bu dönemini İslamların "mazi"si olarak ifâde etmiştir. Hicri beşinci asırdan on ikinci asra kadar, yani miladi, on birinci asırdan on dokuzuncu ve yirminci asra kadar geçen dönem "mazi" şeklinde ifâde edilmiştir. Bir başka ifâde ile taklit ve taassup dönemleri Risale-i Nur'un neşredilmeye başladığı yıllara kadar uzanmıştır. Bahsedilen bu dönemde, İslâm toplumları taklit ve taassup bataklığı içinde gerilemiş, İslâm'ın gerektirdiği dinamizm ve gelişme sağlanamamıştır.

    Abbasiler devrinde iki yüz yıl boyunca Mu'tezile mezhebi mensuplarının, kendilerinden olmayanlara görüşlerini dayatmaları; ortaçağda kilisenin hür düşünenleri Engizisyon Mahkemelerine vermesi, ilmî istibdadın iki görünümüdür. Bediüzzaman'ın ifadesiyle ilmî istibdad, "taklidin pederi ve istibdad-ı siyasinin veledidir". Cebriye, Rafıziye, Mu'tezile gibi İslamiyet'i müşevveş eden fırkalar, hep ilmî istibdadın neticesidir. (Münazarat, 22)

    Bediüzzaman, Müslüman ülkelerde bilimsel gelişmelerin önünü tıkayan önemli bir faktör olarak da istibdadı göstermiştir. "Mazi" diye tanımlanan taassup ve taklit dönemlerinin bir özelliği olan istibdat, İslâm'ın ilk emri olan "oku" emrinin bile önüne geçerek, eğitim kurumlarının statikleşmesine, taklidin yaygınlaşmasına ve bilimsel bilginin üretilmesine engel olmuştur.

    Bediüzzaman, bahsedilen dönemlerdeki siyasi yönetimlerin de bilimsel gelişmelerin önüne geçtiği tespitini yapmıştır. İlmi istibdadı, siyasi istibdadın çocuğu olarak ifâde ederek, baskıcı siyasi rejimlerin, özgün fikirler ortaya çıkarılmasına engel olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca, istibdat-ı ilmiyi taklidin babası olarak ifâde ederek, ilimde istibdadın bulunmasıyla taklit çalışmalarının artacağını belirtmiştir.

    Sonuç

    İnsanın kendi varlık alanı ile ilgili arayışlarının bir çabası olan bilim ve hikmet, maddeci anlayışların etkisinde kaldığı ölçüde yozlaşmış, çizgiden çıkmıştır. Bu çizgi dışına çıkış, hayatın diğer alanlarını da etkilemekte ve ahlaki anlayışları da sarsmıştır. Yapılması gereken, sınırları aşmış anlayışları, yeniden sınırların içine almak olmalıdır. Bu ise yeniden mukaddes olana dönmekle gerçekleşecektir. Bilim varlığı anlama çabası olarak, insanın özüne inmeli ve ahlaki temellerini anlamlandırmalıdır. Mukaddes olandan uzaklaşmak değil, aksine ona yakınlaşmak gerekmektedir. Doğrudan kendine has bir dili olmayan, belki O'nun eserlerini anlama gayreti olan bilim ise, O'na yaklaştığı ölçüde, kaybettiği ahlaki temelleri yeniden kazanacaktır.

    Öz

    Şüphesiz bilimin kendine özgü bir ahlaki boyutu olmaz. Bilimi ve diğer alanları öncelikle insanla birlikte düşünmeliyiz. Ahlakın varlığı ve hükmettiği alanlar, insan yaratılalı beri konuşulmuş, geliştirilmiş ve tartışılmıştır. Ahlak ve bilim, insanın varlık alanıyla doğrudan ilgilidir. Her ikisi de, insanın olgunlaşmasına yönelik normlar sunmaktadır. Ahlak, bir anlamda insanın manevi alanda olgunlaşmasına yönelik ilkeler ortaya koyarken, bilim de maddi gelişimin sınırlarını çizmektedir. Her ikisinin de ortak amacı, insanın varlık alanına uygun değerleri içinde barındırması ve insanı yüceltmeye yöneliktir. İnsan, ilahi normlar içinde kaldığı sürece hayatın bilim ve ahlak alanı dahil, hiçbir alanında sorun çıkmamıştır. Ne zaman, insanlık bu çizginin dışına çıkmış, işte o zaman hayatın alanları birbirinden uzaklaştırılmış ve yeni tartışma alanları açılmıştır.

    Bu çalışma kapsamında amacımız, bilimin ve ahlakın tanımı, temelleri; ve inanç alanına yönelik yorumlanması olacaktır.

    Anahtar Kelimeler: Ahlak, bilim, Batı, felsefe, gerçek

    Abstract

    Science cannot possess certainly a moral dimension per se. First, we have to consider science and other disciplines hand in hand with man. The existence of the ethics and the fields on which it dominates has been conversed, invented and discussed since the creation of man. Ethics and science are directly related to the ontology of man. Both of them bring about the norms for the maturity of man. Ethics presupposes norms for the sake of the spiritual maturation of human being, whereas science draws the borderlines on the material development. Both of them aim to embrace the values that are relevant to the ontological sphere of man and both are directed to the sublimation of human being. There had been no problems in any spheres of life, even in scientific and ethical spheres, as the man did not overcome the divine norms. But when men overcome thi