Köprü Anasayfa

Ahlak

"Yaz 2006" 95. Sayı

  • Biyolojik İnsan ile Sosyolojik İnsanı Birbirinden Ayıran Temel Bir Kavram: Ahlâk

    A Very Basic Concept Differentiating Biologic Man from the Sociological Man: Morality

    Gökçe OK

    İnsanı Tanımanın Birinci Aşaması: Bilimsel Bilgi ve Din Kavramlarını Barıştırmak

    Günümüz popüler biliminin en büyük açmazlarından biri, deneysel olmayana karşı takındığı mesafeli duruştur. İnsanlık tarihinde, varlık olgusunun sorgulanmaya başlandığı dönem kadar eski olan, kişiler ve inançların temel kavramları arasındaki farklı yorumlar, deneysel bilim yerleştikçe çeşitlenmiş, ancak bir o kadar da çatışma unsuru haline gelmiştir.

    Gerek kişi bazlı, gerekse inanç bazlı varlık sorgulamalarını yaparken göz ardı edilen çoğu zaman, insanın; biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle bir bütün ve özünde insan olarak merkeze oturtulmaması sorunudur. İnsanı bu kaçınılmaz fizyolojik ve toplumsal konumundan ayrı tutup sadece belirli hazlarını tatmine dönük, 'akıllı bir hayvan' olarak düşünmek ve görmek istemenin neticesidir ki, temel kavramlar noktasında, bilimsel yaklaşımları tam bir kargaşa içine sokmuştur.

    Oysa insan var oluşu gereği, kendisini, eşyayı ve çevresini tanıma yolculuğu sırasında elde ettiği sistematik bilgi ile temel bilimsel kavramları şekillendirmekte ve bunlardan elde ettiği deneysel verilerle de bilimsel disiplinlerde ve teknolojik işlevsellikte aşama kaydetmektedir. İnsanı, biyopisikososyolojik ana yapısından ayrı tutarak sadece sebep-sonuç ilişkileri içindeki fiziksel kalıplara hapsedersek, bilim ve vahiy yoluyla Yaratıcı'dan elde edilen bilgi arasındaki bağı koparmış oluruz.

    İnsanı tanımanın birinci aşaması olarak, bilimsel bilgi ve inanma ihtiyacının sonucu olan din kavramlarını birbirinden ayrı düşünmemek ve barıştırmak gerekir. Bu noktada, kainât ve onun küçültülmüş bir modeli olan insanı, Allah'ın isimlerinin yansıdığı bir âlem1 olarak kabul edebilme ciddiyeti başlangıç olarak hiç de fena sayılmayacaktır. Çünkü, Allah hesabına müşâhede edilen her şey ilimdir.2 Mahiyet ve istidad (potansiyel yetenek) itibariyle her şey ilme bağlıdır.3 Her bir ilim de, Allah'ın bir isim ve sıfatına dayanmaktadır.4 Bu yüzden bilim adamı konuşurken kendi deneysel algılarını ve hedonist (hazcı) dürtülerini değil, Esmâ'nın tâlimi olan ve mârifetullah ve muhabbetullaha kapı açan bilimi konuşturmalıdır.

    Burada, deneysel anlamda sistematik bilim ile uğraşan ve özünde de dindar olan sayısız örneği hatırlamak yerinde olacaktır. Çağımızın İslâm anlayışını ve idrakini kökünden değiştiren ve bugün burada fikirlerini tartışarak, kendisinden geleceğe dair açılımlar yakalamak istediğimiz Bediüzzaman Said Nursi'nin, "Risâle-i Nur'u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim." hatırlatması da manidardır.5

    İnsanı Hayvandan Ayıran Bilimsel Bir Kavram: Ahlâk

    Filozoflara göre insan ile hayvan arasındaki en temel ayırım düşünme yeteneğine göre yapılır. Tefrik ve temyize (yani bir anlamda varlık sorgulamasına) göre ise fark ahlaklı olma yeteneğinde ortaya çıkmaktadır. Ahlâk kavramı, teklif insana ait olduğu içindir ki, sadece insana ait bir olgudur. Çünkü, ahlâk teklifin dışında bir anlam içerseydi, hayvanların da bazı tutumlarının ahlâki olduğu iddia edilebilecekti. Oysa hayvanlar, sevk-i İlahi diye tanımladığımız dürtüleriyle varlıklarını koruyorlar. Bu durumun açıklamasını, Risâle-i Nur'daki şu satırlarda bulmak mümkündür:

    "Yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kâtidir. Evet, insaniyet imân ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan, dünyaya geldiği vakit, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münâsebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder; yani ona ilham olunur. Demek, hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir; ve mârifet kesb etmekle terakkî etmek değildir; ve aczini göstermekle meded istemek, duâ etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir."6 Ayrıca, ahlâk insanlık için kaçınılmaz bir hayat pratiğidir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, varlık sorgusu, eşyanın ve Esmâ'nın talimi, iyi ve kötü kavramlarının tahlili için gerekli olan bilimsel bilginin aynı zamanda ahlâki olma gibi bir yükümlülüğü de vardır. Çünkü insanın biyopisikososyolojik yapısını fizikî şartları içinde değerlendirdiğimizde görülecektir ki, varlığının devamlılığı, Yaratıcısıyla olan ilişkisine bağlıdır. Yine, bu durumla ilgili, Risâle-i Nur, "İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil. Hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki, âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zayıf bir sûrette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muâvenetiyle ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir. Yani, "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikàne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dâir, Kàdiü'l-Hâcâta lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır; ve istemek ve duâ etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubûdiyete uçmaktır. Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü'l-esâsı da imân-ı billâhtır. Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta mâruz ve hadsiz a'dânın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imândan sonra duâdır. Duâ ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl, bir çocuk, eli yetişmediği bir merâmını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani, ya fiilî, ya kavlî lisân-ı acziyle, bir duâ eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nâzik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânirrahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek gerektir; tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshîrin şükrünü edâ etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, 'Ben kuvvetimle bu kàbil-i teshîr olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acîb şeyleri teshîr ediyorum. Ve fikir ve tedbîrimle kendime itaat ettiriyorum' deyip küfrân-ı ni'mete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder."7 yorumunu yapmaktadır.

    Ahlâk Kavramının Teklifle İlgisine Dair Risâle-i Nur'dan İki Soruya İki Cevap

    İnsanın biyolojik açıdan benzer yönleri bulunsa bile sosyolojik yönleriyle hayvandan tamamen farklı olduğunun ayırdında olmalıyız. Bu durumda da karşımıza, bilimsel bilginin (belki de bilmişliğin ya da bildiğini sanmanın) insanlığa kazandırdığı cesaret, bencillik ve hazcılık gibi ahlâki olmayan vartalar çıkıyor.

    Bu vartalardan sıyrılmanın formülünü, ahlâkiliği tekliften bağımsız görmeyen Risale-i Nur'un satırlarında yakalamak mümkün:

    "Sual: Diyorsun ki: 'Teklif saadet içindir. Hâlbuki ekser-i nâsın şekâvetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefâvüt-ü şekâvet de olmazdı?'

    "Cevap: Cenâb-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyari ile ef'âl-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenâhî tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak için de beşeri teklifle mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema bulamazdı. Evet, nev-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalat-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nev'in saadetine de sebep olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekalif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlakî, vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kafirin her sıfatı ve her hali kafir değildir.

    "Sual: İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev'in saadetine sebep olur ki, 'Şeriat rahmettir' diyorsunuz. Hâlbuki nev'in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?

    "Cevap: Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir. Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve suyla sulanıp bilahare yirmisi neşvünema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nev'ine hizmet etmiş olur. Veyahut bir maden ateşte eritilse, beşte biri altın, mütebakisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebep olur. Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebep ve amil olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir. Maahaza, yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşvüneması, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet, sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükumet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükümet de söner, mahvolur. Ve keza, herşeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Mesela hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü'minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i nev'iyenin yegâne amilidir."8

    Bilginin Ahlâkileştirilmesi, İnsanın Ahlâkileşmesidir

    Bilginin ve dolayısıyla bilimin insanlığın gelişimindeki önemi ve etkisi reddedilemez. Bugün için sahip olduğumuz medeniyet ve ortak birikimlerimizin tamamını bilimsel bilginin gelişimine ve teknolojiyi tetiklemesine borçluyuz. Ancak, insanlığın huzur ve saadetinin de, bu bilgi ancak marifete araç olduğu takdirde sağlanabileceği inanç ve iddiasındayız. Popüler bilim ise etrafını şüphe, tesadüf, kaygı, bencillik, bireysellik ve hazcılık surlarıyla örtüyor. Aynı zamanda, insanın pratik hayatından ayrı düşünülemeyecek olan ahlâk kavramı da, popüler bilimin esaret kıskacında yozlaşıyor.

    Bilgi ahlâkileştirilemediği ölçüde, ahlâk sekülerleşiyor. Salt seküler kaygıları içeren bilim ve seküler/hazcı ahlâk anlayışı insanları mutsuz ve doyumsuz kılıyor. Uzmanları bu tip bir ahlâk anlayışının tehlikelerini yorumlarken şu ifadeleri kullanıyorlar: "Seküler, pagan kültürün ahlâk öğretisi ile evrensel, semavi kültürün ahlâk öğretilerinin insanlık tarihi boyunca hep çarpıştığını görmek mümkün. Seküler ahlâk öğretisinin dayanak noktası kuvvettir ve yaşam prensibi mücadeledir. Rekabet ve yarışmacılık kutsallaştırılmıştır. Barışçıllık, uzlaşmacılık önemsenmemiş, yetinmemek, doymamak gerektiği öne sürülmüştür. Kullanılan yöntem benmerkezci bireyselliktir. Seküler ahlâkta sosyal bağ olarak ırkçılık ve bölgecilik teşvik edilir. Teknoloji çağdaş iyi insanların elinde olmazsa tarihin sonunun yaklaştığını söylemek kehanet olmayacaktır."9

    Sonuç

    1- Evrenin yaratılış sürecindeki mülk ve melekût dengesini göz ardı etmediğimiz her durum bizi bilimsel bilgiyle vahye ait bilginin birlikteliğine, yani bilim ve din ittifakına taşıyacaktır.

    2- Gerek bireysel gerekse toplumsal her hal ve davranış, insanın fizyolojik, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik varlığından ayrı düşünülemeyeceği için, insan bilimsel bilgiye muhtaç bir varlıktır. İnsanın bilgiyle olan dostluğunu kendisine yapılan teklif ile birlikte düşünmeliyiz.

    3- İnsan ve insanlığın mutluluğu, istenilen bir sonuç ise akıl, şehvet ve gadap gibi kuvvelerinin kontrol altında tutulması gerekir. Bu da ancak, insanî bir olgu olduğu için ve fıtrattan olduğu için semavî ahlâk ile mümkündür.

    4- Ahlâk kavramı algımız, merkezinde insan olduğu için eninde sonunda varoluş sorgulamasına dönüşmektedir. Varlığını salt bilime emanet edenler, hazcılığın cenderesinde boğulurken, semavî ahlâk ile donananlar, biyolojik insan ile sosyolojik insanın ayırdına varacaklardır.

    5- Genel itibariyle dayatılan eğitim, kavramları netleştirmiyor, bilâkis birbiriyle sürtüştürüyor. Ayrıca, o kavramı çalışanlara bakışımızı ön kabullere dönüştürüyor. Özellikle, ahlâk gibi hassas kavramları çalışırken etkileşim içinde oldukları diğer kavramları da kabullenmek gerekiyor. Çünkü, özellikle ahlâk olgusu teoriğinin yanında, hayata dair yaşanılabilir pratikleri de içeriyor.

    6- Ahlâk kavramı, insana, Esmâ taliminin bir hediyesi, kamu düzeni ile ilgili ve evrensel olduğu için aynı zamanda bilimsel bir kavramdır.

    7- Hazcılığın, medeniyetler çatışmasını körüklediği, ama bütün bunlara rağmen semavî öğretilerin evrensel ahlâk kavramına atıf yaparak ittihadı beslediği bir zeminde çıkış noktamız: "Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Kur'ân'dan sonra en büyük mucizesi kendi zâtıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, her bir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar"10 hakikatlerini -özellikle bir İslâm Peygamberi olan İsa'ya (as) tabi İsevî dostlarımızla- paylaşıma açmak olmalıdır.

    8- Son olarak, evrensel ahlakı tesis samimi hedefimiz ise, bu zamanda Nebevî Ahlâk'ın (sav) bir büyük temsilcisi olduğuna inandığımız Bediüzzaman Said Nursi'nin, Risâle-i Nur Külliyatı'ndaki şu öğretisini hayata geçirmeliyiz: "Eğer biz ahlâk-ı İslâmiye'nin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet'e girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler."11

    Öz

    Günümüz popüler biliminin en büyük açmazlarından biri, deneysel olmayana karşı takındığı mesafeli duruştur.

    Gerek kişi, gerekse inanç bazlı varlık sorgulamalarını yaparken göz ardı edilen çoğu zaman, insanın; biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle bir bütün ve özünde insan olarak merkeze oturtulmaması sorunudur. İnsanı bu kaçınılmaz fizyolojik ve toplumsal konumundan ayrı tutup sadece belirli hazlarını tatmine dönük, 'akıllı bir hayvan' olarak düşünmek ve görmek istemenin neticesidir ki, temel kavramlar noktasında, bilimsel yaklaşımları tam bir kargaşa içine sokmuştur.

    Oysa insan var oluşu gereği, kendisini, eşyayı ve çevresini tanıma yolculuğu sırasında elde ettiği sistematik bilgi ile temel bilimsel kavramları şekillendirmekte ve bunlardan elde ettiği deneysel verilerle de bilimsel disiplinlerde ve teknolojik işlevsellikte aşama kaydetmektedir. İnsanı, biyopisikososyolojik ana yapısından ayrı tutarak sadece sebep-sonuç ilişkileri içindeki fiziksel kalıplara hapsedersek, bilim ve vahiy yoluyla Yaratıcı'dan elde edilen bilgi arasındaki bağı koparmış oluruz.

    Anahtar Kelimeler: Bilim, din, ahlak, biyolojik insan, sosyolojik insan, teklif

    Abstract

    One of the biggest problematic area of the current popular science seems to be its critical and distant position against the non-experimental knowledge.

    The biggest problem of the ontological questioning on personal basis or on the basis of belief is the fact that the man is not focused on with his biological, psychological, and sociological features as a whole. As a consequence of the consideration and recognition of the man as a 'reasonable animal' which only seeks for the satisfaction of his pleasures without any connection to his physiological and social situation, the scientific approaches are in a complete disorder from the point of view of the basic concepts.

    Due to his ontological reason, the man constructs basic scientific concepts according to the systematic knowledge he has been acquiring during his voyage of knowing himself, the things and his surrounding. As a result of the experimental data, human being develops himself in the scientific disciplines and technological functionality. If we limit human being only to the physical patterns within the causal relationship without considering his bio-psycho-sociological characters, then we will break off the connection between the scientific knowledge and the revelational knowledge acquired from God.

    Key Words: Science, religion, morality, biologic man, socilogical man, offer

    Dipnotlar

    1. Ali Ferşadoğlu, Köprü, Kış/2005, s. 238.

    2. Alparslan Açıkgenç, Köprü, Yaz-Güz/1997, s. 101.

    3. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 330.

    4. İrfan Yılmaz vd., İlim ve Din, 1988, s. 249.

    5. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 543.

    6. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 285.

    7. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 286.

    8. Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s. 213-214.

    9. Nevzat Tahran, Köprü, Bahar/2003, s. 44-45.

    10. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 37.

    11. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 30.