Köprü Anasayfa

Ahlak

"Yaz 2006" 95. Sayı

  • Sırat-ı Mustakîm Ahlâkı

    Ethics of the Righteous Way

    Ali FERŞADOĞLU

    Giriş

    İnsan; en güzel, en üstün, tam kıvamında yaratılmış bir varlıktır. Mümtaz, şerefli, medenî, nâzik ve nâzenin ve aynı zamanda sosyal varlık olduğundan insaniyete lâyık bir şerefle yaşamak ister. Ne var ki, insan son derece âciz ve zayıftır. İhtiyaçları kâinatın her tarafına dağılmıştır.

    Hayat şartlarına uyumumuzu sağlayacak, arzularımızı tatmin edecek bilgi, maharet, meslek ve gelire yalnız başına sahip olmamız imkânsız. Acz ve zaafımız bizi Kadir-i Mutlaka sığınmaya, dayanmaya, dergahına ilticaya yöneltir. İhtiyaçlarımızı karşılamak için de hemcinslerimizle nezaket ve nezahet kuralları içinde ilişki kurarak yardımlaşma, dayanışma, çalışmalarımızın meyvelerini bölüşme ve değiş-tokuş yapmaya mecburuz.

    İnsan, imânın gerektirdiği ahlâkî yapıya göre dizayn edilmiştir. Buna uygun bir hayat sürdürülmezse, fıtratın çarklarına aykırı hareket edilmiş olur. Bu da birçok problem ve sıkıntıyı doğurur. Meselâ, ayrılığın, ölümün yakıcı ateşinden, sıkıntıların azabından kurtulmak için de tozpembe bir dünya oluşturma çabasına girilir. Eğlence, alkol, uyuşturucu ve benzeri kötü alışkanlıkların bataklığına düşülür. Bunların sayısız gayr-i ahlâkî hallere sebep olacağı açıktır.

    19 ve 20. asırda insan müthiş bir ahlâkî erezyona maruz kalmıştır. Maddeye olan vurgu, mânâdan uzaklaşmayı getirdiğinden teknoloji de daha çok nefse, egoizme, enaniyete, oyun ve eğlenceye hizmet ettiğinden ahlâkî hayat kökünden ifsat olmuştur.

    Ahlâk; birey, âile, toplum ve tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Bu nedenle sadece ahlâkçılarca değil, başta felsefe, kelâm, tasavvuf, psikoloji, sosyoloji, pedagoji, eğitim gibi hemen bütün ilim dallarında ehil olanlarca tartışıla gelen bir olgudur. Akıl ve vahiy prensiplerinin pratik hayata geçirilmesi diye tanımlayabileceğimiz ahlâk, ilk insan Hz. Âdem (as) ile tarih boyunca bütün peygamberin ihya edip yerleştirmek için mücâdele ettiği, pek çok filozofun meşgul olduğu bir değerdir.

    Tarih boyunca verilen mücâdele de bir bakıma "ahlâk ile ahlâkdışı" anlayışın tezahürüdür. Bu perspektiften baktığımızda her dinin, her düşünce sisteminin, her ideolojinin, her felsefi akımın, hatta her toplum ve grubun bir ahlâk anlayışı vardır. Buna binâen insan, gerçek değerini ahlâkî esaslara uyması oranında bulur.

    Ahlâk, bir hayat tarzı, bir yaşam biçimidir. Rûh, kalp, akıl, vicdan, beden ve bunun gibi insanla ilgili ne varsa, her birinin yaratılış maksadına uygun olarak kullanım yolu, yaklaşım uslûbu; kâinat ve yüce yaratıcıya muhatabiyettir.

    Din, zaman, zemin ve kişilere göre değişmeyen temel, evrensel, kalıcı ve sağlam ahlâkî esaslar getirmiştir. İslâmiyet, insanın yemesinden içmesine, konuşmasından, susmasına, gezmesinden eğlenmesine, çalışmasından dinlenmesine, uyumasından uyanıklığına, öksürmesinden aksırmasına en dakik ve ince davranış biçimlerine kadar ahlâkî prensipleri vaz'ederek keyfiliği önlemiş, insanı başkasının maskarası, oyuncağı olmaktan kurtarmıştır. Yâni, ona göre, buna göre, şuna göre bir hayat tarzı değil, İlâhi hakikatlere göre yaşama tarzını getirmiştir.

    İmân esasları, İslâm şartları ve ibâdetler bireyi, âileyi ve toplumu terbiye ederek ahlâklı olmaya yöneltir. Çünkü imân esasları insan fıtratına seslenir. Kur'ân ve Sünnet-i Seniyye, ahlâkın herkesin hak, selâhiyet, sorumluluk, vazife ve yetkilerini açıklar. Başta anne-baba, eş (karı-koca), çocuk, kardeş, akraba, komşu, hattâ, hayvan, çevre ve eşya haklarını sıralar. Hakların yanında herkesin görevleri de belirler.

    Meseleler kimsenin şahsî, indî, beşerî istek, nefsî arzularına bırakılmamış; âdil ve fıtrata uygun haklar, selâhiyetler, mesuliyetler, vazifeler bir bir sıralanmıştır. Bununla da yetinilmemiş, hak ve vazifeler imân, ibâdet, eğitim ve terbiye yoluyla akıl, kalb ve vicdânlara yerleşip fiiliyata dökülebilmesi için de gerekli tedbirler alınmıştır.

    Özellikle günümüzde Peygamberî ahlâk öğretilerine şiddetle muhtacız. Zîrâ, Kur'ân'la barışık olmayan ateist, seküler, egoist felsefî akımlar; insânî değerlerin içini boşaltmış, tamamen nefse, hevâ ve hevese hitap ederek ahlâkı kökünden ifsat etmişlerdir. Hattâ, hürriyeti de, dini ve ahlaki prensiplerden de tamamen sıyrılmak şeklinde anlatılmaktadır. Bu da, insanlığın ahlâkî değerlerini tüketmiş, en yakın akrabaları (eş, çocuk, kardeş vs.) ve dostları birbirine düşürmüştür.

    "Akıl, gadap/savunma ve şehvet" gücü gibi temel duyguların ifrat ve tefritleri ahlâkî değerlerden yoksunluğu, bu da dehşetli sonuçlar doğurmuştur. Bunlardan bazıları; hazcılık, çıkarcılık (menfaatperestlik) egoizm, ideolojik saplantılar, ırkçılık (asabiye damarı), nefisperestlik/narsizm, zulümperestlik/sadizm, güçperestlik/diktatörizm/mazoşizmdir.

    Bu çalışmamızda özellikle kişiliğimiz/şahsiyetimiz, huy, karakter ve mizâcımızı oluşturan ahlâkı detaylı olarak ele almaya çalıştık. Özellikle şu sorulara cevaplar aradık: Ahlâk nedir? Ahlâkın kaynağı nedir? Beşer aklı ve vicdânı, vahiy güneşi olmaksızın ahlâkî değerleri bulabilir mi? Semâvî kitaplar/Kur'ân, peygamberler, imân esasları ve İslâm şartları ahlâkın güzelleşmesi ve yüksek ahlâk normlarının teşekkülüne nasıl kaynaklık ettiler? Ahlâkın kaderimiz ve hür irademizle ilişkili mi? Hangi davranış biçimi ahlâkîdir, hangileri ahlâk dışıdır? Ahlak, doğuştan içimize yerleştirilmiş olgu mudur? Yâni, ahlâkımız da kaderle tayin mi edilmiştir; yoksa sonradan mı kazanırız?

    Ahlâk, çevremizle ilgili münâsebetleri kaidelere bağlayıp düzenlediğine ve hayatın bütününü kapladığına göre, başta anne-babamıza, kardeşlerimize, akrabalarımıza, toplumumuza, insanlığa, hayvanlara ve hatta çevremize (eşyaya) karşı yaklaşım biçimimiz nasıl olmalıdır? Çalışma ahlâkı gibi hayatın sâir safhalarını oluşturan hususlara karşı nasıl bir ahlâk sergilemeliyiz?

    I. Bölüm: Ahlâk ve Kaynağı

    1- Arapça "Huy" anlamındaki "hulk" kelimesinin çoğulu olan ahlâk; güzel seciye, karakter, kişilik, doğru, iyi, hayırlı, olumlu/pozitif bir davranış biçimidir. Ortak tanımı; nefiste iyice yerleşen melekedir ki, fiil ve davranışlar; fikrî bir zorlama olmaksızın ortaya çıkan hâldir.1

    Psiko-fizyolojik davranışlarla ahlâkî davranışları biri birinden ayırmak gerekir. Bir davranış ve hareketin ahlâkî olduğunu gösteren iki unsur vardır:

    İyi-kötü gibi bir değer taşıması; irâdî ve kastî olmasıdır.

    Meselâ, psiko-biyo-fizyolojik davranışlar ahlâkî değildir. Ahlâkı meleke haline gelmemiş birisinin; kendiliğinden değil; zorlanma veya herhangi bir çıkar hesabıyla korkması, cömertliği, ahlâkî değil; riyâ ve çıkar eseridir.

    Ahlâkî davranış; Allah'ın emirlerine itaat, yasaklarından sakınmak; yarattıklarını hoş görüp, şefkatle haklarına riayet etmek ve saygılı olmaktır. Rûhun süsü, davranışlarımızın mayası, iç güzelliğimizin ışığı olan ahlâk, nazarî (teorik) ve pratik/uygulanabilir olmak üzere iki kısma ayrılır. Dolayısıyla ahlâk, mantık gibi bir ilimdir ve aklîdir.

    Ahlâk ilmi; insan nefsindeki kuvvetleri (enerji boyutlarını) asıl yaratılış gayelerine yönelten kaideleri gösteren;2 faziletler ve reziletler ilmidir ki, nefsi fazîletlerle süsleme ve reziletlerden koruma yollarını gösterir.3

    Ahlâk öğretisi ise; ahlâkî hayatın ve fiillerin kanunlarını, prensiplerini, şekillerini, biçimlerini araştıran ilim dalıdır. Dolayısıyla, ahlâkî olanın özünü, müşahhas şekillerini inceleyen ve ahlâk kurallarını hayat içinde ve hayat boyunca geçerli olacak şekilde ortaya koyan kaide ve prensipleri toplayan doktrinlerdir.4

    Ahlâkın gayesi; maddî-mânevî bir yapıya sahip olan insanın ruhunu, ulvî hesletlerini geliştirip kontrol edebilmek; menfi hislerini kanalize etmek his ve lâtifelerini dengelemek; dolayısıyla huzûr ve mutluluğu yakalamaktır. İslâm ahlâkı, yalnızca bir zamana, ferd ve topluma hatta dünya değil, insanlığın tüm zamanlarını ve katmanlarını, hatta sonsuz hayatı da kapsar.

    2- Kişilik ve ahlâk

    Kişilik, "Bireyin başkalarıyla kurduğu ilişkilerdeki tepki ve kendisini gösterme biçimi", ve "Kişinin öteki insanlarla ilişkilerinde aldığı tavır, gösterdiği davranış"5 diye tanımlanır. Diğer ifâdeyle; bir insanı başkalarından ayıran özelliklerin tamamını, çevresine uyum sağlamak için geliştirdiği davranış biçimini belirtir ve insanın duygu, tutum ve davranışlarının teşkilâtlanmış, kalıplaşmış, alışkanlık haline gelmiş bütünüdür.6 Her insanın veya kişiliğin "nesnel/objektif/hakiki/afâkî ve öznel/subjektif/enfüsî/indî" yönü var.

    Aslında kişilik; karakter, huy, mizaç ile eş anlamlı olarak kullanılır. Mizâç ve huy; günlük hayatımızda, kişiye has oldukça sınırlı ve belirli hissî tepkiler ile bunların yoğunluğunu ihtivâ eden durumlardır. Sakin, teenni ile hareket etmek veya çabuk kızmak, öfkelenmek; mizâç özellikleridir. Huy ve mizâçlar; kişiliğimizin bir yanını ifâde eder.

    Karakter de, kişilikle eş anlamlı ve kişiye has duygu, düşünce, tutum, davranışların bütünüdür. Karakterimizi, şahsî özelliklerle, içinde yaşadığımız âile, toplum ve çevrenin ahlâkî değerleri, yargıları oluşturur. Kişiliğimizi; biyolojik ihtiyaçlar, dürtüler, eğitim, tecrübeler, içinde yaşadığımız toplumun değerleri, inançları ve bize yüklediği roller belirler.

    Karakterli olmak; iyi, güzel, doğru yapmak, fedâkârlık ve başkalarını sevmek gibi olumlu hasletlerle bezenmek demektir. Karaktersizlik ise; kötü huylu, yalancı, egoist, kibirlilik gibi olumsuz duygular taşımak ve dışa yansıtmaktır.

    İşte ahlâk, "Kişiliğimizi nasıl bulacağız, şahsiyetimizi, karakterimizi nasıl oluşturacağız; çevremizle olan ilişkilerimizi hangi kıstaslara göre belirleyeceğiz?" sorularının cevaplarını verir.

    3- Ahlâkın kaynağı

    Gerek kelâmcılar, gerekse filozoflar arasında sık sık tartışıldı ahlâkın kaynağı. Acaba beşer, aklı ve vicdânıyla ahlâkî değerleri, normları bilemez, bulamaz mı?

    Aslında ahlâkî normları anlamak, kavramak başka bir şey, prensip olarak koymak başka bir şeydir. Yemeğin lezzetli olup olmadığını anlamak ile, lezzetli yemek yapmak ayrı şeyler olduğu gibi. Ahlâkı; iyi, güzel, doğru, yerinde, uygun davranış ve duruş biçimidir, diye tanımlanmıştık. Yanlış, kötü, çirkin huy veya davranışa da "ahlâk dışı" davranış dendiğini biliyoruz. Yüksek ahlâkı ve yüce huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı dâimâ yaşattıran da ciddiyet ile doğruluktur.7 Ancak, iyi-kötü, doğru-yanlışın kıstası, ölçüsü nedir? Kime, neye göre iyi, doğru, güzel, ahlâkî; kime ve neye göre hata, çirkin, günah ve ahlâk dışı?

    İnsanın aklı ve ömrü kısa olduğuna göre; ahlâkî hakikatleri tüm yönleriyle ortaya çıkaramaz. Ayrıca, insan egoist ve bencil bir yapıya sahip olduğundan, dâima kendisinden/nefsinden, cibiliyetinden yanadır. Oysa, beşer üstü ve tarafsız bakacak genel ahlâk prensiplerine muhtacız.

    Hiç şüphesiz ki, davranışların ahlâkî olup-olmadığını, elbette her şeyi yaratan yüce Yaratıcı tayin eder. Çünkü, kâinatı, insanı, imtihan dünyasını irâde edip yaratan O'dur. Bir cihazı, âleti, makineyi kim icad etmiş, keşfetmiş ise; nasıl verimli kullanılacağını en iyi o bilmez mi? İnsan Cenâb-ı Hakkın hârika ve antika bir sanatıdır. Öyle ise, hangi davranışın onun için daha iyi, güzel, doğru olacağını elbette O daha iyi bilir. Onu da, "vahiy-peygamber ve kitaplar" vasıtasıyla bildirmiştir. Peygamberler insanlığın maddî ve mânevî açıdan üstadı, kılavuzu, rehberi, önderidirler. Kitaplar da bir harita, katalogdur.

    Ehl-i Sünnet denen, Hz. Peygamber'in (asm) yolunu takip eden, orta yol, mutedil düşünce sisteminin bu husustaki temel yaklaşımını ortaya koyan Bediüzzaman şu ölçüyü verir: Cenâb-ı Hak bir şeyi emreder, sonra hasen/güzel olur; nehyeder/yasaklar, sonra kabih/çirkin olur. Demek, emir ile, güzellik; nehiy ile, çirkinlik tahakkuk eder.8

    İnsan, fiil ve hareketlerinden hangisinin meşrû, hangisinin gayr-i meşrû olduğunu bilemez. Bir âyette, "De ki: Allah kötü olan şeyi (fahişe) emretmez. Allah hakkında bilmedikleri bir şey mi söylüyorlar?"9 diyerek çirkin olan bir şeye dikkat çekilirken, bir başkasında, "Zinaya yaklaşmayın, o fahişedir/çirkindir"10 diye emredilir. Bir diğerinde de, peygambere uymanın güzel sonuçları nazara verilir: "Kim peygambere imân eder ve güzel işler yaparak halini düzeltirse, işte onlara ne korku vardır, ne de mahzun olacaklardır."11

    Güzel ahlâk medeniyetin hayatıdır. Hürriyet, şeriatın adaplarına uyma ve güzel ahlâkla gelişir. Yüce seciye ve hasletlerin kaynağı Kur'ân ve imândır.12 Öyle ise; mümtaz, etkili, cihanşumûl ahlâk mercii, kaynağı ancak, vahye dayanan ahlâk olmalıdır. Dolayısıyla doğru, iyi, hakiki ahlâkın kaynağı peygamberlik müessesesi ve semâvî kitaplardır.

    Buna binâen, ahlâkın zirvesindeki yüce insan, "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim"13 buyurur. İlk insan, ilk peygamber Hz. Adem (as) ile başlayan ahlâk, son peygamber Hz. Muhammed (asm) ile kemâline/olgunluğuna ulaşmış.

    Hukuk, mimari, sanat, müzik, hattâ tekniğin kaynağı din olduğu gibi; ahlâkın da kaynağı dindir. İlâhî tebliğ; ilkin, kuvveyi "ateşleyici" ilk "kıvılcımdır"; bilâhere yol gösterici kılavuzdur. Bizi bilgiye götüren dışımızdaki olaylar dünyası iken, bizdeki ahlâka yönelişin bireysel tezahürü olan "vicdan" ile toplumsal görünümünü ifâde eden "örf"ün zeminini teşkil eden din, duyuşu-sezişi İlâhî tebliğe dayanır. Doğayı bize öğreten bilim öğrenimiyken, ahlâk duyuşunu uyandıran din eğitimidir. Her iki cephenin bütünlüğü, sağlıklı kâmil insanın varlık sebebidir.14

    Beşerî ahlâk; felsefi ahlâk; deneyci (ampirist) ahlâk, akılcı (rastyonalist) ahlâk, akılcı-deneyci ahlâk diye kısımlara ayrılmış. Deneyci ahlâk da "hazcı, menfaatçi, egzistansiyalist/voroluşçu (tanrılı veya tanrısız varoluşçu) gibi bölümler değişik yaklaşım tarzları sergiler.15

    Dolayısıyla, hangi ahlâk esas alınacaktır? Felsefî/akılcı ahlâk sistemlerinin birbiriyle çatışması, çelişmesi, birbirini inkâr etmesi ve çok çeşitliliği; onun kaynağının beşerî olamayacağının açık göstergelerindendir.

    II. Bölüm: Sırat-ı Müstakîm Ahlâkı

    1- Temel duygularımız (yeteneklerimiz)

    Yüce Yaratıcı; rûhumuzun yaşayabilmesi için bedenimize, "akıl, şehvet, gadap/savunma mekanizması" diye isimlendirilen üç temel duygu, yetenek yerleştirmiştir.

    Bu temel yeteneklerimizin de üç derecesi vardır: ifrat (aşırı ileri gitme), vasat (orta) ve tefrit (aşırı geri kalma).

    İmtihanın gerçekleşebilmesi, insanlığın ortaya çıkabilmesi için bu temel duygular aşırılıklardan kurtarılıp orta mertebeye, yani dengeye getirilmesi gerekir. Vasat mertebe, itidalli ve ahlâkîliği gerektirir.

    Bir kısım ahlâkî ekol ve felsefeler, şehvet denen gücü tamamen yok etme metodu izlerken, bir kısmı da tamamen başıboş bırakmaktadır. Her iki durumda da hem birey, hem toplum felâkete sürüklenmekte, ahlâkî çöküntüye düçar olmaktadır.

    Diğer taraftan, bu temel duygular ruhumuzun tümünü kapladığı için, hayatımızın her safhasında da geçerlidirler. Yâni, yeme-içme, giyim/kuşam, uyuma, çalışma/üretim, tüketim, paylaşma, adâlet, evlenme, âile, sosyal hayat, eğlenme vesaire için geçerlidir.

    2- Çalışma ve üretim ahlâkının ifrat ve tefriti

    Şehvet gücünün çalışma ve üretimdeki tezahüründe de yine bu üç mertebe görülür:

    İfratı; maddeperestlik, para, pul-şan-şöhret gibi her türlü bağımlılıklardır. Bunun sonucu, insanın kendi ürettiği maddeye esir, kul-köle olmasıdır.

    Üretimdeki ifrat düzey, aynı zamanda çizgiyi, sınırı aşma, hem bedenine, hem de aile ve toplumuna zarar vermeye sebeptir. Diğer yandan, kendini tatmin etmek için de, hile, aldatma, ve saldırganlık gibi ahlakdışı durumlara sevk eder.

    Tefriti; yeknesaklık, atalet, tembelliktir. Bu insanın yapısına ters bir durumdur. Çünkü, insanın fıtratı yeksenaklığı, durağanlığı kaldırmaz. Heyecan ve hareketli bir fıtratta yaratılan insanın rahatı, huzûru; çalışma, gayret ve emek sarf etmekle mümkün. Hareketsizlik, tembellik ise sıkıntı ve üzüntü kaynağıdır.16

    İşte "sünnetullah" tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tembel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Daima işsizler ömründen şikâyet eder, eğlence ile çabuk geçmesini ister. Çalışan ise şâkirdir, hamd eder, ömrünün geçmesini istemez. Hem o sırladır ki, "Rahat zahmette, zahmet rahattadır" cümlesi darbımesel olmuştur. Atâlet içinde istirahat eden, ömründen şikâyetçidir. Çalışan ve iş gören ise haline şükreder.17 Sefahetin öğretmeni sefâhettir. Demek sefâhetin membaı sıkıntı olmuş. Sıkıntıysa, ümitsizlik ve kötü düşüncenin madenidir.18

    3- Çalışma ve üretim ahlâkının vasatı

    Üretimin vasatı ise; istidadı (potansiyel halindeki yeteneklerini), kabiliyetlerini geliştirmek ve meşru çerçevede çalışmaktır.

    İstidâd olabilme, yapabilme durumudur. Çekirdeğin fide, ağaç; yumurtanın kuş ve balık olabilme vaziyeti, istidattır. Kabiliyet ise; çalışma sonucunda gerek dış, gerekse iç âlemden gelen etki ve mesajları alabilme, kabul edebilme, nüfûzu altına girebilmedir. Rûhumuzda çekirdek, öz, potansiyel olarak bulunan durum istidat; bu istidatlar "şuûrlu, güçlü temel bilgi" seviyesine ulaşarak kabiliyet (yetenek) olur.

    İnsan, her şeyi kendinde toplayan çok yönlü istidâd (sonsuz gelişme kaydedecek potansiyel halindeki yetenekler) ile yaratılmıştır.19 Duygu, his/duyarlılık ve latifelerimizi geliştirip genişlemesini de akıl ve fikrimize bağlamıştır. Yâni, bize hem akıl, hem de hür irade vermiş, serbest hareket edebilme yeteneği bahşedilmiş.

    İhtiyaçlarımızın çokluğundan çeşit çeşit duygular doğmuştur. Kâinattaki bütün varlıkların, unsurların özelliklerini kendinde toplayan yapımız ise, pek çok maksatlara yönelik arzulara sebep olmuş. Bütün mükemmelliklerin tohumlarını içine alan bir istidad (potansiyel yetenek) verilmiştir.20 Yâni, rûh cevherimize potansiyel hâlinde sınırsız istidâdlar ve onlara sınırsız yetenekler konmuş. O kabiliyetlerden de sayısız meyiller, yönelmeler çıkar. O hadsiz meyillerden nihayetsiz emeller, istekler ve o nihayetsiz arzulardan sonu gelmez fikirler, tasavvurlar doğar.21

    Evet, bize ucu açık öyle kabiliyetler, yetenekler ikram edilmiş ki; irademizi kullanarak, eğitim ve terbiye ile onları tekâmül ettirip bütün varlıkların özelliklerini kazanabiliriz. Hattâ melekleri de geçebiliriz (peygamberler gibi) veya hayvanlardan aşağı düşebiliriz (firavun ve ebucehiller gibi). İşte, çalışma ve üretim kabiliyetinin vasat/orta mertebesiyle aynı zamanda İlahi isimleri, fiilleri, hakikatleri keşfetme anlamı taşır.

    4- Tüketimin ifrat düzeyi: Hazcılık (hedonizm)

    Tüketimin de "ifrat-tefrit ve vasat" boyutları vardır ve hazcılık, ifrat boyutunu teşkil etmektedir.

    Haz ve lezzetlerin esaretine girilmesi ifrat;

    Aşırı riyazet (çilecilik) tefrit;

    Meşrû dairede kalıp, "ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hâkim olup, lezzeti şükür için isteme"22 vasattır. Ve gerçek, tam ve elemsiz lezzet bu mertebede alınır.

    5- Hazcılığı/hedonizmi doğuran sebepler

    İnsanı hedonizme/hazcılığa yönlendiren birçok sebep vardır. Bunları tesbit edebilmek için öncelikle insanın bu cephesinin mahiyetine kısaca bakmak gerekir.

    İnsanın aklı ve fikri, dolayısıyla duyguları fevkalâde inkişaf eder/gelişir, genişlik kazanır.

    İhtiyaçlarının çokluğu, çeşit çeşit hissiyâtları doğurup insanı hassas bir konuma getirmiş.

    Çok yönlü bir varlık olan insanın, kâinatın maddî-mânevî, melekî, hayvânî, nebâtî, mâdenî özeti, minyatürüdür. Sabit bir makamı yoktur; duyguları, hisleri, lâtifeleri gelişme potansiyelindedir.

    Son derece âciz bir varlık olduğunu vicdânen, fiilen ve uygulamada da bilir. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler tâife düşmanları, hayatına karşı hücum vaziyetinde görür.

    Elîm bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor. Bu vaziyette iken, insanlık itibâriyle, bütün insanlıkla ve dünya ile ilgili olduğu halde, dünyayı ve insanı Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm bir Zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın halleri ve insanın ahvâli onu dâimâ eziyette bırakır. Kendi elemiyle beraber insanların üzüntülerini de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâunu, tûfanı, kaht ü galâsı, fenâ ve zevâli, ona gayet eziyetli ve karanlıklı birer musîbet sûretinde, ona azap verir.

    Bu, gayr-i meşrû ve pis bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içmek, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etmek, titreyip bağırıp çağırmaya benzer. Hedonizm sarhoşluğuna dalan, namuslu ve mübârek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. Hem, ziyâfetteki leziz yemekleri ve temiz kapları, pis taşlar tasavvur eder, kırmaya başlar. Hem, mecliste muhterem kitapları ve anlamlı mektupları mânâsız ve âdi nakışlar tasavvur eder; yırtarak ayak altına atar.

    Böylece küfür sarhoşluğu onu dalalete, sapıklığa atar. Yaratıcının muhteşem bir şekilde donattığı dünya misafirhanesinin tesadüfen meydana geldiğini, tabiat oyuncağı olduğunu vehmeder.

    Sanatlı, süslü, mânâ yüklü İlâhî bir mektup olan varlık sayfalarını anlamsız, mânâsız, karma karışık tasavvur eder.

    Sonsuz rahmet, zevk ve lezzet yurdunun kapısı olan mezarı; yokluğa açılan bir karanlık kapı tasavvur eder.

    Ölümü, buluşma zamanı değil, sevdiklerinden ayrılma düşündüğünden hem kendini dehşetli bir elîm bir azapta bırakıyor, hem mevcudâtı, hem Cenâb-ı Hakkın esmâsını, hem mektubâtını inkâr ve tezyif edip, hor görüyor.23

    Özellikle ölüm gibi dehşetli bir korku kaynağından, eziyetinden, sıkıntısından, baskısından, stresinden kurtulmak için çeşitli savunma mekanizmaları geliştirir; hislerini/duygularını iptal eder. Ta ki, onları düşünüp eziyet çekmesin.

    Hislerini iptal için, teselliye muhtaçtır.

    Sayısız arzu ve hevesini tatmin etmek isteyen, hem onları düşünme, hem de elde etme çabasına girer. Bu çok yönlü sıkıntı verir. Sıkıntı ise, sefâhetin öğretmenidir. Sefâhetin membaı sıkıntı ise, ümitsizliğin, kötü ve olumsuz düşüncelerin kaynağıdır. Bu noktada, fikir dalalete, sapıklığa; kalb karanlığa; beden ise israfa sapar.

    Bu sıkını ve problemleri ortadan kaldırmak için "mim"siz medeniyet, kadınları yuvalarından uçurup; onları eğlence metaı yapmış. Bu da saygıyı alt-üst etmiş.

    Ahlâkî kökünden ifsat eden sebeplerden birisi de, insanın sayısız arzu ve hedeflerinin olmasıdır. Bunları gerçekleştirebilmek için boşu boşuna, çabalar. Çünkü, bu dünyada duygularını tam olarak doyurması mümkün değildir. Peygamberimiz (asm) "İnsanın bir vadi altını olsa, bir vadi daha olsun ister." demesi, bu gerçeği ifâde eder.

    İnsanlığın yaşamak damarı ve hayatı koruma cihazı, bu asırda israf, iktisatsızlık, kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasına sebep olmuş. Fakr u zaruret, geçim şartları artmış, ağırlaşmış, o yaşama damarı, öyle yaralanmış ki… Dalâlet ehli de nazar-ı dikkati şu hayata çevirerek o derece nazar-ı dikkati kendine çekmiş ki, en basit bir ihtiyacını büyük bir dini meseleye tercih ettiriyor.24

    6- Tüketimin vasatı, yâni, ahlâkî boyutu

    Bediüzzaman, iâşe ve giyiminde, zârûretten fazla bir masrafa girmeyen çok muktesid idi. "İslâmiyet'e hizmet eden ya dünyaya küsmeli, ya dünya ona küsmeli." derdi. Milyonların selâmeti nâmına, dünyasını fedâ etmiş; zindan ve sürgünlerde sürünmüş; ama ehl-i imâna gül-gülistan bir hayat sağlamıştı. İslâm'a hizmet uğrunda, en meşrû zevklerini dahi terk etmişti.

    Kimseden hediye; bedava bir yiyecek kabul etmezdi. Ağırlığının katları sayısınca altına, servete sahip olabilirdi. O Resulüllah'a (asm) ittiba ederek, elinin tersiyle, köşkleri, milletvekilliğini, umûmî vaizliği, milyarlarca maaşı reddetmişti.

    Ancak, Müslümanlara çok dengeli bir hayat standardı sürmenin yollarını göstermiştir. Mesela, beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa (radyo dinleme vesilesiyle) havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet olur, beşere lâzım olan sa'ye şevki kırar.25

    Burada da açıkça görüleceği gibi, insanın nefis boyutunu ihmal etmez ve eğlenmenin gayr-i meşrû bir hareket olduğunu savunmaz. Bilâkis, bir ihtiyaç olduğunu belirterek, sınır ve oranlarını nazara vererek dengenin korunmasının yollarını gösterir.

    Öte yandan, insanın bu dünyaya imtihan için gönderildiğini ifâde ederek, "Mâdem yeryüzü Rahmânî bir sofra gibi insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade etmelidir";26 diyordu. Hiç şüphesiz, bu sofradaki nimetlere yaklaşım tarzımızla da imtihan edilmekteyiz. İfrat, tefrite mi kaçacağız, yoksa "vasat ve meşrû" dairede mi kalacağız?

    Birinci plânda nefsi arzularımız, heva ve hevesimize değil, kalbimize ve ulvî duygularımıza hizmet edersek, nefis terbiyesini, duygu eğitimini başarıyla yürütürüz. Bunu da Hz. Peygamber'in (asm) Sünnet-i Seniyye dâiresinde kalıp israftan sakınmak; az yemek yemek; enerjimizi ulvî hakikatlere, tefekküre, ilme, zikre, tesbihe, virde ayırıp mânevî seyahat ve gözleme yönelerek başarabiliriz.

    Bu sofraya, "zikir, şükür ve fikirle" yaklaşmak, "sırat-ı mustakîm" ahlâkıdır, tüketimin vasat mertebesidir, meşrû çizgisidir. Yâni, önce ni'metleri Allah'ın adıyla almak. Onları bize sunan Rezzak, Cevad, Kerîm, Rahîm ve Rahman-ı mutlaka teşekkür etmeli. Ve onları bir mektup gibi kabul ederek tecelli eden Esmâ-i Hüsnâ'yı okumalı, mütalâa etmeli.

    Bu dünyaya sırf yemek-içmek, şehevi arzularımızı tatmin için değil, imtihan için geldiğimizin şuurunda olmalı. Ancak, imtihan soruları da yeme-içme dahil, her şeyle yapılmaktadır. Yani, çile sınırlarına dayanacak bir mahrumiyete girilmemelidir. Madem bu dünyada misafiriz. Misafir, ev sahibi sofraya ne koyarsa onu yemek-içmek, gösterdiği yerde yatmak zorunda. Onun tayin ettiği şeyleri ve tayin ettiği ölçüde yeyip-içebilir. Bir âyette bu husus şöyle beyan edilir:

    "Ey imân edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz ni'metleri haram etmeyin. Ve sınırları aşmayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez."27

    Bu perspektiften baktığımızda, şu prensiplere ulaşabiliriz:

    Yaşamak için, ölçülü ve dengeli beslenmeli.

    Lezzeti şükür için takip etmeli; aksi halde lezzet bağımlığı/hedonizmi, yemekkolikliği; o da krizleri, o da helâl-haram demeyip yemeyi, o da çok kilo almayı, o da kalp, damar sertliği ve nefes darlığı dahil birçok hastalığı dâvet ediyor.

    Yüce Nebi (asm) uyarır: Ademoğlu, midesinden daha şerli bir kap doldurmaz. Oysa belini doğrultacak birkaç lokmacık yeterlidir.28

    Kuvve-i şeheviyeyi meşru dairede tatmin etmeli.

    III. Bölüm: İman ve Ahlak İlişkisi

    İslâm'ın ahlâk anlayışı; kuru kaideler manzumesi değil; bir hayat tarzı, bir yaşam biçimidir. Rûh, kalp, akıl, vicdan, beden ve bunun gibi insanla ilgili ne varsa, her birinin yaratılış maksadına uygun olarak yaşama yolu ve yaklaşım uslûbudur. Kısaca ahlâk, insanın Yaratanı, kendisi, âilesi, toplumu, çevresi ile ilgili yaklaşımını, davranış biçimini belirleyen ve vicdânî bir esastır. Dolayısıyla davranış ve fiillerimizin tüm alanlarını kapsar.

    İmân, ahlâkın nazariyatı/teorisidir. İnsan, imân esaslarına inanacak şekilde dizayn edilmiştir. Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kadere ve öldükten sonra dirilmeye imân; insanın Yaratanıyla ve diğer varlıklarla olan münâsebetlerini düzenler.

    İmân şartları; insanın olumlu, ulvî duygularını geliştirir, olgunlaştırır; olumsuzlarını kanalize eder, yerli yerinde kullanma becerisi kazandırır. Böylece, bireyi, âileyi, toplumu yüksek ahlâk ile yoğurup terbiye ederek maddî-mânevî hayatını dengeler. Sözgelimi; sevgi, yardım, fazîlet, doğruluk gibi insaniyetin ulvî duygu, haslet ve özellikleri; İslâm eğitim ve terbiyesiyle rûh ve benliğimize mal edilerek güzel huy, karakter ve ahlâkî meleke (alışkanlık) hâline getirilir.

    Nazarî/teori seviyesindeki bu bilgi ve hasletler; imânla kafa, gönül, akıl, kalb ve vicdanlarda tesbit edilir; ibâdetlerle pratiğe dökülür. Sevap-günah, emir ve yasak, helâl ve haramlarla teşvik, takviye edilir, pekiştirilirler. Ve müminin kişilik, huy, karakter ve mizacını yüksek seviyede oluştururlar.

    Buna binândir ki; "Mü'minlerin imân yönünden en mükemmeli olanı, ahlâkı en iyi olanıdır";29 "İmân yetmiş çeşittir. En üstünü Lâilâhe illellah demek, en aşağısı, yol üzerinde insanlara ezâ verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imânın bir bölümüdür",30 "Temizlik imândandır, imanın yarısı temizliktir"31 denmiştir.

    Güzel ahlâkın imânın gereği; ibâdetlerin neticesi olduğunu, şu iki hadîste belirtilir: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, hiçbir kul, kendi nefsi için istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe imân etmiş olamaz."32 "Mizâna/tartıya konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sayesinde oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir."33

    İmân esasları; Müslüman'ın temel fikrî altyapısını oluşturur. İmân zaafiyeti ibâdetlerin ihmâlini; bu da ferd, âile ve sosyal hayatı çökerdir.

    İmân esasları, İslâm şartları ve ibâdetler; bireyi, âileyi ve toplumu terbiye ederek ahlâklı olmaya yöneltir. Çünkü insan, imân esaslarına göre dizayn edilmiştir.

    İnsan, "geçmiş, şimdi ve gelecek" olmak üzere üç boyutlu zaman dilimlerinde yaşamaktadır. Geçmişten elem, üzüntü, keder, "ah, vah!"lar; şimdiki zamanda sıkıntı, problem; gelecekten endişe/kaygı ve korkular duyar. Bu üç zaman boyutunu aşıp dördüncü bir zaman boyutuna geçip; bunların olmadığı bir zamanda yaşamayı diler.

    Felsefe ve sâir beşeri ideolojiler, insanın arzularını, ihtiyaçlarını ve dördüncü zaman boyutuna alkol, dünya fantaziyeleri, eğlence, uyuşturucu gibi alışkanlıklarla kapamak ister. O halde dert ve problemlerinden sıyrılmış, tozpembe bir dünyaya uçmuştur. Fakat, pek kısa bir süre sonra bu toz pembe yolculuk, bağımlılık, maddî-mânevî felâket olarak geriye dönmektedir.

    Ancak, başta tevhîd olmak üzere, diğer imân esasları insanı sonsuz bir zaman boyutuna taşır. İmân, bütün korku, kaygı ve üzüntüleri yok ederek stresi önler; maddî-mânevî dengeyi sağlar. Savunma mekanizmalarımızı dirençli kılar, iç çatışmaları engeller. Sağlam, dirençli bir kişilik/şahsiyet, huy/mizâç, karakter kazandırır. İman şartları, İslâm şartları, ibâdet, duâ, tövbe gibi güzel hasletler savunma mekanizmalarının zirvelerini oluştururlar.

    IV. Bölüm: İslâm Şartları ve Ahlâk İlişkisi

    1- İslam şartları ve ahlâk

    İslâm ahlâkı; insanı ruhlar âleminden (elest bezminden) alarak, anne karnında, bebeklikten, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlından mezar kapısına kadar götürür ve yukarıda bir kısmı sıralanan yüzlerce güzel ahlâkî hasletlerle donatır. Nerede, ne zaman, nasıl hareket etmesi; ne yapması, kime karşı nasıl davranması, hangi durumda, hangi adab-ı muâşeret (görgü kuralı) uygulaması gerektiğini belirler. Olumlu/olumsuz duyguları nasıl, nereye, ne ölçüde yönlendirmesi gerekir? Kime, nasıl sevgi, şefkat beslemesi, kime nasıl merhamet ve yardımda bulunması veya müeyyideler uygulaması icap ettiğinin esaslarını verir.

    Teferruatta bile ahlâkî kaideler vaz' etmesini, kimi akıllar fuzûli gibi telâkki edebilir. Ancak, bununla keyfiliği önlemiş, insanı başkasının maskarası, oyuncağı olmaktan kurtarmıştır. Yâni, ona göre, buna göre, şuna göre bir hayat tarzı değil, İslâm ve imân hakikatlerine göre yaşama tarzını getirmiştir. İslâm şartlarının hayata kattığı güzellikleri ve güzel ahlâkı nasıl beslediklerini özetle dikkatlere sunalım.

    2- Namazla gelen güzel ahlâk

    İbâdetler içinde en şumûllü, en mükemmel, en özlüsü namaz; bütün ibâdet çeşitlerini ve tüm varlıkların ibâdetler şekillerini (kıyam, ruku, secde ve oturuşu ile) kendisinde toplayan bir fihristedir ve muhteşem ahlaki güzellikleri barındırır. Bunun içindir ki, namaz dinin direğidir,34 denmiştir.

    Çokluk içinde boğulan insan ruhu, namaz ile tek bir noktaya, yalnız Allah'a teveccüh eder. Ruh, namaz ile sanki ruh kliniğinde tedâvî olur. Sağlıklı ruh; sağlam karakter, güzel ahlâk, nezâhet ve nezâket demektir.

    Namazın insanı kötü yollara düşmekten koruduğu şu âyetle belirtilir: Sana vahyolunan kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alı koyar. Allah'ı anmak ise elbette en büyük ibâdettir. Yaptıklarınızı Allah hakkıyla bilir.35

    Bu açıdan da baktığımızda, namazını dosdoğru, tadil-i erkân (şartlarına tam riayet) ederek kılanlar alkol, uyuşturucu, kumar, intihar gibi kötü yollara sapmazlar.

    3- Orucun hayata katığı güzellikler

    İslâm'ın şartlarının önemli ve büyüklerinden olan orucun pek çok hikmetleri, ahlâkî boyutları vardır. Hem birey, hem de toplum hayatında önemli fonksiyonlar icrâ eden Ramazan orucu, kalb, ruh, ve akıl gibi temel duygular, şefkat, merhamet, yardım, nezâket ve nezahet gibi ahlâkî hasletler oruç ile tekâmül eder.

    Zîrâ, oruçluyken, mide/madde değil, rûh/duygu ve mânâ ön plândadır. Madde ağırlığını kaybeder, mânâ hâkimiyeti başlar.

    Oruç tutan başkasının hâlini anlar, empati yapar. Başkasını sever, acır, ona yardım ve merhamet eder.

    4- Zekâtın ahlâka kattığı özelliklerden bazıları

    Her devirde, her toplumda zengin ve fakirler olmak üzere iki tabaka bulunur. Bunlar arasında âhenk, dayanışma bulunduğu sürece ferd mutlu olmuş, toplumun yüzü gülmüş, aksi durumlarda da cemiyet alt üst olmuştur.

    Eğer, bir toplumda zenginler egoizm ve bencillikle yalnız kendilerini düşünür; eğlence ve sefahete dalar; beraber yaşadıkları fakirlerden bîhaber yaşarlarsa, hem maddî, hem de mânevî felâketler, ferdi huzursuz eder, âileyi sarsar, toplumu allak-bullak eder. İşte, kötü ahlakın bataklığını zekat kurutur. Çünkü, zekât;

    Mal bağımlılığını tedâvi eder.

    Fakirin kin ve hasedine/kıskançlığına mâni olur.

    İhtilâllere set çeker.

    Berekete sebep olur, belâları defeder.

    Sosyal tabakalar arasındaki sosyal köprüdür.

    Ekonominin itici gücü olduğundan iş sahalarının açılması, bireyin iş bulması, çalışması, sıkıntı ve problemlerden uzak kalması demektir. Bu da pek-çok psiko-sosyal ve ahlâkî özellikler, güzellikler kazandırır.

    5- Çok yönlü ahlâk eğitimi: Hacc

    Hac, mâlî ve bedenî bir ibâdettir. Namaz, oruç, zekât (beden ve sıhhatin zekâtı) kurban, sadaka, güzel ahlâk, sabır, tekbir, tehlil, zikir, şükür, fikir, tesbih, duâ gibi çok yönlü ibâdetleri içinde topladığından insan psikoloji üzerinde pek çok müspet tesirleri vardır. Maddeler halinde sıralarsak, şu ahlâkî güzellikleri de kazandırdığını müşahâde ederiz:

    Hac, bir sabır eğitimidir.

    Hac, insanı âdetâ melekleştirir.

    Meşakkat ve sıkıntılara katlanan ve içtimâî şuura ulaşan hacılar; âile, cemiyet, din, dâvâ, iyilik, güzellik ve insanlık için her türlü meşakkatlere katlanırlar. Çünkü, hacda meleke haline gelir, ruhlarına yerleşir.

    Hac, şan, şöhret, mal-mülk, servet, makam, mevki etrafında dönmeyi terk etmek; yalnızca Allah rızası etrafında tavaf etmek, dönmek anlamına gelir.

    Hac; ilmî, fikrî, nefsî, sosyal bir cihad eğitimidir.

    Bunların sonucu da güzel ahlâktır.

    Sonuç

    İnsan; sınanmak, denenmek, imtihan olmak ve böylece sonsuz mutluluk hayatını kazanmak için bu dünyaya gönderilmiştir. Diğer bir tâbirle, imân, ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için bu dünyaya gelmiştir.

    İmtihanın soruları olan imânın ve İslâm'ın şartları; aynı zamanda güzel ahlâkın nazarî ve pratik hayata yansımasının formülleridir.

    İnsanda temel olarak, "akıl (anlama, idrak, ölçme, biçme); gadap (savunma) ve şehvet (cezbetme, çekme)" olmak üzere üç temel duygu ile donatılmıştır. Bu üç duygunun, "ifrat-tefrit (aşırı) ve vasat (denge, orta)" olmak üzere üç mertebesi vardır.

    Aşırı uçları, insanı kötü, çirkin, gayr-i meşrû hayata yöneltir. Bu da felâket ve sıkıntılara sebep olur. Vasat mertebesi ise, "sırat-ı mustakîm", dosdoğru ahlâkî çizgidir.

    Sırat-ı mustakîm ahlâkı, hem dünya huzûru ve mutluluğunu, hem de sonsuz hayat saadetini kazandırır.

    Öz

    Asrımızda insan müthiş bir ahlâkî erezyona maruz kalmıştır. Maddeye olan vurgu, mânâdan uzaklaşmayı getirmiş, bunun neticesinde ahlâkî hayat kökünden ifsat olmuştur.

    Ahlâk; tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Bu nedenle sadece ahlâkçıların değil; başta felsefe, sosyoloji olmak üzere hemen hemen bütün ilim dallarının ilgi alanındadır.

    Bu çalışmada şahsiyetimizi, huy, karakter ve mizâcımızı oluşturan ahlâkı detaylı olarak ele almaya çalıştık ve şu sorulara cevaplar aradık: Ahlâk nedir? Ahlâkın kaynağı nedir? Beşer aklı ve vicdânı, vahiy olmaksızın ahlâkî değerleri bulabilir mi? Semâvî kitaplar/Kur'ân, peygamberler, imân esasları ve İslâm'ın şartları ahlâkın güzelleşmesine ve yüksek ahlâk normlarının teşekkülüne nasıl kaynaklık ettiler?

    Anahtar Kelimeler: Ahlak, insan, toplum, felsefe, vahiy, iman esasları, İslam'ın şartları

    Abstract

    In our age, man are exposed to a terrible moral erosion. The overemphasis on material brings about the estrangement from the meaningful, and as a result of this the ethic life is corrupted essentially.

    Ethics concerns all the humanity. Thus, it is not only in the interest of the ethicians, but it is a field of interest almost in every scientific fields, leading by philosophy and sociology.

    In this work, we try to take up the ethics which constructs our habit, temparement and character in detail. We looked for answers to the following questions: What is ethics? What is its origin? Can the human reason and conscience find the ethical values without the existence of revelation? How did the holy books/Qur'an, prophets, the creeds and the conditions of Islam serve to better off the ethics and to the construction of the high ethical norms?

    Key Words: Ethics, humane, society, philosophy, revelation, the creeds of belief, the conditions for Islam

    Dipnotlar

    1. İhya, III, 53; Ta'rifât, s. 68; Kınalızâde, Ahlâk, s. 91; Keşfü'z-zünûn, I, 35

    2. Ahlâk, s. 4

    3. Keşfü'z-Zünûn, I, 35

    4. Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s. 6

    5. Özcan Köknel, Kişilik, s. 24.

    6. Atalay Yörükoğlu, Gençlik Çağı, s. 71

    7. İşârâtü'l-İ'câz, s. 162

    8. Sözler, s. 250

    9. Kur'ân, A'raf, 27

    10. Agk, İsrâ. 32

    11. Kur'ân, En'am, 48

    12. Tarihçe-i Hayat, s. 198

    13. Muvatta, Hüsnü'l-Hulk, 1

    14. Teoman Duralı, Felsefe Bilime Giriş, s. 22

    15. Yaşar Kandemir, İslâm Ahlâkı, s. 46-52

    16. Münâzârât, s. 139

    17. Age, s. 128

    18. Age, s. 668

    19. Sözler, s. 289

    20. Age, s. 294

    21. Age, s. 481

    22. Lem'alar, s. 145

    23. Sözler, s. 578

    24. Kastamonu Lâhikası, s. 74

    25. Sözler, s. 202

    26. Kur'ân, Mâide, 87

    27. Tirmizi, Zühd 47, (2381); İbnu Mace, Et'ime 50, (3349)

    28. Lem'alar, s. 151

    29. Müslim, Tahâret, 1

    30. Buharî, İmân, 7; Müslîm, İmân, 71-72; Tirmizî, Kıyâme, 59.

    31. Tirmizi, Birr, 62

    32. Kur'ân, Bakara, 213

    33. Sözler, 497

    34. Keşfü'l-Hafâ, 2:3; No, 1621

    35. Agk, Ankebût, 45