Köprü Anasayfa

İnsan Hakları

"Güz 2006" 96. Sayı

  • Vicdandan Devlete Uzanan Yolda İnsan Haklarını Aramak

    Looking for Human Rights through the path from the Conscience to State

    Ahmet DURSUN

    Hakkın Tanımı

    Tanzimat dönemi sözlüklerinden Lugat-ı Naci'de "hak" kavramı "insan üzerine lazım" diye tanımlanıyor. (Muallim Naci, 1995) Eşref-i mahlukat olan insan ile hak kavramı birbirini nasıl tamamlıyorsa; "haklara tecavüz", "hakkı çiğneme", "hakkı ortadan kaldırma" vb. şekillerde hak ihlallerinin ve sorununun da yine insanla birlikte ortaya çıkması bir o kadar düşündürüyor. Hak ve hürriyetler açısından günümüzün can çekişen dünyasında insanı öncelemeyen, insanı öteleyen sistemlerin kıskacında insan haklarını tartışmak anlamlı olsa da, sonuçları itibariyle tatmin edici olmayabilir; çünkü Batı'ya endekslediğimiz bu arayışların somut adımları olarak kabul edebileceğimiz insan hakları sözleşmeleri ve beyannameleri ile dünya bu hususta bir arpa boyu yol alabilmiştir. Asr-ı saadetin hak ve hürriyetler açısından ortaya koyduğu pratiklerin çok uzağında kalan İslam dünyası için de durum hiç iç açıcı değildir; ancak hak ve hürriyetleri tam manasıyla yaşamak isteyen insanların ve toplumların her geçen gün çoğalarak ve güçlenerek ilgili dinamikleri harekete geçirdiğini görmek insan-insanlık onuru açısından sevindiricidir.

    Mehmet Altan bir yazısında dünyada 11 Eylül'ün, bizde de 12 Eylül'ün ruhunu ve özünü kapitalizmin belirlediğini yazıyordu. Hak ve onun çoğulu olan hukukla ilgili tartışmaların çoğu kez rant, hubbucah, ikbal hesapları ya da devletçi söylemler etrafında tıkanması bu görüşü destekliyor.

    Kapitalizmin ya da materyalizmin temel ilkesi Şerif Mardin'in deyimiyle "daha isteriz" yahut "more" (daha ver)dir. (Mardin, 1999, s. 345) Bediüzzaman'ın literatüründe bu durum "hel min mezîd" (daha yok mu) şeklinde ifade edilir. "İnsan, hırs ile bütün dünya ona verilse, "hel min mezîd", diyecek. Hem, hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder." (Nursi, Mektubat, s. 318) Hayat prensiplerini "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" yerine "hodgamlık"la ve görenek belasıyla "daha yok mu, daha fazla isteriz" üzerine kuran toplumlar "daha iyi bir araba, daha büyük ev, daha çok elbise, daha çok para" istedikçe sosyal buhranların, değişik şekillerde tezahür eden zulümlerin yaşanması kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda Bediüzzaman bir başka yerde de bütün beşeri ihtilallerin, fesatların, ahlak-ı rezilenin, zulüm ve haksızlıkların iki kelimeden kaynaklandığını ifade ederek aynı noktaya dikkat çekiyor. Bunlar, "Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne" ve "sen çalış ben yiyeyim"dir. (Nursi, Sözler, s. 286) Mardin, zararlarına dikkat çektiği, yukarıda bahsettiğimiz bu materyalist prensibin yerine "istisnasız herkesin insani potansiyelini ortaya çıkarmaya yönelmiş bir cemiyet"i öneriyor. "Şimdiye kadar hürriyetten çok bahsedildi, ileride müsavat konusunun tartışma mevzuu olacağı anlaşılıyor, biraz da 'uhuvvet'ten bahsedilsin." (Mardin, 1999 s. 348) "Ben-biz, uhuvvet-hodgamlık, hırs-kanaat, şefkat-zulüm, sevgi-adavet, hak-batıl" karşılaşmalarında insani potansiyelini ön plana çıkaran insan ya da toplum "erdemli toplum (medine-i fazıla)" açısından bir adım öne geçiyor ve ideal bir toplumun örneklerini sergiliyor. Bu yönüyle meselenin en önemli kısmı insanda düğümlenip kalıyor. Meselenin diğer bir düğüm noktası ise gelenekçi yapımızda gizli. Devletin bekası üzerine endeksli, ferdin yerine devleti ve sistemi önceleyen devletçi geleneğimiz, her hak ve özgürlük arayışını ve isteğini tehdit olarak algılayan resmi tavır, 31 Mart fobisinin doğurduğu semptomatik yaklaşımlar, devlet aklının belirlediği dayatmacı düzenlemeler "insan hakları" isteğinin çoğu kez siyasetle, sistemle ve geleneksel yapıyla çatışması sonucunu doğuruyor.

    Bu çalışma, hak meselesinin öncelikle vicdani bir mesele olduğunu savunmakta ve günlük plan ve politikalarda ve hatta uyum yasalarında ortaya çıkan yasal düzenlemelerden ziyade meselenin vicdanlarda yapılacak inkılaplarla çözülebilecek insani bir mesele olduğunu vurgulamakta; bu bağlamda Bediüzzaman'ın hukuk ve adalet anlayışından yola çıkarak pratik çözümler önermektedir.

    İnsan ve Vicdan

    İnsan: Eskiler Şeyh Galip gibi, "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen" diyerek insanı tebcil ederlerdi. İnsan bu alemin özüdür, kainatın göz bebeğidir. İnsan bu aleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gönderilmiş, kendisine verilen cami istidat sayesinde yeryüzüne halife kılınmış müstesna bir varlıktır. "Denilir ki, insan küçük alemdir, kainatta ne varsa insanda vardır. Tek tek her insan bir alemdir. Güneşin ışığı, ayın nuru, gecenin karanlığı, havanın inceliği, suyun berraklığı, dağların yoğunluğu, aslanın cesareti, eşeğin sabrı, domuzun hırsı, karganın ihtiyatı, tilkinin kurnazlığı ve daha bunun gibi ne varsa, insanda mevcuttur. İnsan ruh ve bedenden meydana gelmiş bir bütündür, kendisine akıl ve dil verilmiştir. Dış yüzü duyularla süslenmiştir, içi de takva ile… İnsan himmetini kullandığı yöne göre melek de olabilir hayvan da. İnsanlık, insana mahsus olan zati faziletlerin bütünüdür. İnsanlık kelimesinin taşıdığı mana ahlak ile güzel hareketlerden ibarettir." (Gökyay, 1982) İnsanın mahiyeti ve yaradılış gayesi ile ilgili fikir beyan eden Kur'anî bakış açısına sahip aklı selim, hep aynı noktada buluşuyor. Bediüzzaman da bu hususa, insanın ala-yı illiyyin esfel-i safilin gelgitlerine, dikkat çekerek insani potansiyelimizin ortaya çıkarılmasının önemine değinir. İnsan kendisine verilen yeteneklerini ve sınır konulmayan duygularını (kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye) doğru kullanırsa ala-yı illiyyin derecesine çıkıp meleklerden daha üst seviyelere ulaşacak ve bu imtihan meydanındaki görevini hakkıyla yerine getirmiş olacaktır. Aksi halde esfel-i safilin çukurlarında zelil olacaktır. (Nursi, Sözler, s. 289) Akif'in de insana yüklediği anlam diğerlerinden farklı değildir: Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen/"Muhakkar bir vücûdum!" dersin ey insan, fakat bilsen… Senin mâhiyyetin hatta meleklerden de ulvîdir, (M. Akif, Safahat, 59/2, 1987) Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:/Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,/Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i Yezdânî. (M. Akif, Safahat, 59/4,5,6., 1987) Musaggar cirmin amma gâye-i sun'-i İlâhîsin;/Bu haysiyetle pâyânın bulunmaz, bî tenâhîsin!/Edîb-i kudretin beytü'l-kasîd-i şi'ri olmuşsun. (M. Akif, Safahat, 59/7-8-9, 1987) Nasıl dersin ya "Pek mahdûd bir cirmim" tutarsın da./Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mahzharsin:/Tekâlifin emânet-gâhısın bir başka cevhersin. (M. Akif, Safahat, 60/30, 1987)

    Hak-zulüm bağlamında ahsen-i takvim suretinde yaratılan insanın en yüksek mertebe ile en alçak çukur arasındaki gel-gitlerini şöyle de gösterebiliriz.

    Ala-yı illiyyin tarafına olan yöneliş insanın gerçek mahiyetine bürünmesine yol açıyor. Bu meyanda adaletin ve hakkaniyetin gerçekleştiğini görüyoruz. Tam tersine bir yöneliş ahlak-ı seyyienin hadsiz inkişafına yol açıyor, insan insani özelliklerinden uzaklaşarak Nemrudlar, Firavunlar derecesinde zalimleşiyor. Her türlü zulüm ve haksızlık da bu sahada meydana geliyor. (Nursi, Mektubat, s. 318)

    Vicdan: "İnsanın içindeki iyiyi ve kötüyü ayırt etme duygusu" olarak tanımlayabileceğimiz vicdan din ve inanç kelimeleriyle de özdeşleştirilir. "Vicdan aklın korkunç denilebilecek süratli gelişimi ve hareketliliği karşısında bir fren, bir denge vazifesi görmediği takdirde sadece aklın tekamülü, yükselttiği insanlığın ve şerefinin ayaklar altına düşmesinin, yok olmasının da amili haline gelir." (İslam, 1977, s. 44) Akla yer vermeyen vicdan hareketsizlik demektir. Buna karşın vicdanın emniyet freninden mahrum akıl da freni olmayan bir vasıta gibi, gittikçe artan süratiyle kendi sonunun felaketinin sebebi olabilir. (İslam, 1977, s. 44) Bediüzzaman, Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesi'nin bir beytine nazire olarak söylediği, "Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?/Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten! beytinde vicdanı faziletin kaynağı olarak gösterir ve vicdan var oldukça faziletin de ortadan kaldırılamayacağını ima eder. Dikkat çektiği bir diğer husus da imanla donanmış bir faziletin istibdadı ortadan kaldıracağıdır. "İmanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir." (Nursi, Lem'alar, s. 175)

    Kirlenmiş bir toplumdan şikayet edip temiz bir toplum isterken tefessüh etmiş vicdanlarımızdan söz etmiyoruz. Başkasının evinin önündeki çöplerden şikayet ederken kendi evimizin önünü süpürmek aklımızın ucundan geçmiyor. Bize yapılan bir haksızlık karşısında feryad ederken, başkasının uğradığı zulüm ve haksızlıklara karşı kılımız kıpırdamıyor. Çağımızın "hel min mezid" dünyasında "kirlenmiş devlet, kirlenmiş toplum" üzerinde bir çok felsefi, sosyolojik, psiko-sosyolojik değerlendirmeler yapıyor, nedenleri üzerinde makaleler düzüyoruz. Çoğu kez insan-vicdan-fazilet olgusundan uzak bu değerlendirmelerle, çeşitli istatistiki verilerle sıkıntının büyüklüğüne dikkat çekiyoruz. Adaleti istiyoruz, adalet arıyoruz; ama harika bir sanat eseri olan kendi vücudumuzdan başlayarak işlerimizde adil davranmıyoruz. Bu yüzden olmalı ki hiçbir değerlendirmemiz, Bediüzzaman'ın vicdanı, fazileti ön plana çıkaran, kendi nefsimizi ıslah etmeden ne başkasını ne de toplumu ıslah edemeyeceğimiz şeklindeki görüşleri kadar anlamlı ve etkili olmuyor.

    Bu hususta, Gazalî'nin yaklaşımının da bu yönde olduğunu söyleyebiliriz. Gazalî'ye göre muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlâkına bağlıdır. Yani insanlar nefislerinde ne derece adaletli iseler siyaset ve muamelatta da o derece adaletli olurlar. İnsanlar ferdî olarak nefislerinde adaleti kurmadıkça cemiyette adalet kurmak mümkün değildir. Adaleti nefislerde, muamelatta ve siyasette olmak üzere üç sahada kurmak lazımdır. (İmam Gazalî, 1995, s. 91)

    İnsan temsil yeteneği ile birlikte, güzel ahlakın da gereği olan fazilet, adalet gibi değerleri içselleştirip hayata geçirdiği oranda toplumun da bu değerlerden faydalanarak fazıl bir toplum olmaya doğru yöneleceğini kabul etmek ve bunun oluşmasını sağlayacak tedbirlere yönelmek gerekir. Şikayet ettiğimiz toplumun ya da sistemin adil olabilmesi, büyük ölçüde kendimizin bu yöndeki tutumuna bağlıdır. İnançla bezenmiş ferdin vicdanı, aynı hassasiyeti paylaşan toplumsal vicdanı ve sistemi mutlaka üretecektir. Kısacası, devleti ve toplumu şekillendirenin insan unsuru olduğunu unutmamak gerekir. Fert olarak ne isek toplum olarak da oyuz, devlet olarak da.

    Bu nedenle, "hakk"ı içselleştirememiş, şiddet-çatışma kültürünün giderek yükseldiği, linç girişimlerinin bile yetkili kimselerce hoş görüldüğü, "kanunlar çiğnenmek içindir" anlayışının hakim olduğu bir toplumda hakkın hakkını teslim etmek de zorlaşıyor.

    Bu anlayışın oluşmasında, fertten devlete kadar uzanan ve her alanda iliklerimize kadar işlemiş gelenekçi yapımızın da etkisini kabul etmemek haksızlık olur. "Beka-yı devlet" adına "siyaseten katl"lerin yapıldığı, bir ordunun (Yeniçeriler) toptan katledilip "hikmet-i hükümet" çerçevesinde bunun "vaka-i hayriye" diye adlandırıldığı, laiklik ya da rejimin tehlikeye düşebileceği endişesiyle hürriyetlerin tahdit edildiği ve kuşkucu bir halet-i ruhiye ile "değiştirilmesi dahi teklif edilemez" maddesinin anayasalara girdiği bir gelenekten geliyoruz. Tartışılması gerekenlerden biri de bu olmalıdır.

    Hak ve hürriyetlerin en geniş anlamda yaşanmasına imkan tanıyan, kişilerin kendilerini her alanda (akli-vicdani) geliştirebilmesine imkan sağlayan bir ele ihtiyacımız var. Bu el de hukuk olmalıdır.

    Demokratik Hukuk Devleti Arayışları

    "En iyi hükümet şekli hangisidir? şeklindeki bir soruya Montesquieu "En iyi hükümet tabiata en uygun hükümettir" cevabını veriyor. Tabiata en uygun hükümetin hak ve hürriyetlere, manevi değerlere saygılı ve bunları koruyan, fikirlerin serdedilmesine, inançların yaşanmasına en geniş anlamda imkan veren bir hükümet olduğunu söyleyebiliriz. Günümüz idari sistemleri içinde buna en yakın sistemin demokratik cumhuriyetin olduğunu söylemek mümkündür. Demokrasiyi, insan hakları ve halkın egemenliği olarak tarif eden Alain Touraine, demokrasiyi siyasal bağlamda üç ilkede dile getirir. Bunlar, iktidarın saygı duyması gereken temel hakların kabulü, yöneticiler ve siyasetlerinin toplumsal temsiliyeti ve yurttaşlık; yani hukuk üstüne kurulu bir topluluğa aidiyet bilinci. (Touraine, 1995, s. 360) Mustafa Erdoğan da "Hikmet-i Hükümetten Hukuk Devletine Yol Var mı?" diye sorduğu makalesinde Hukuk devletini tanımlarken "hikmet-i hükümet" yerine hukukun olmasının gerekliliğini vurgular: "Hukuk devleti devletin hukukla bağlanması ve hukukla yetkilendirildiği ölçüde ve çerçevede faaliyette bulunabilmesi, ayrıca kaba kuvvet ve keyfilik yerine önceden belli edilmiş herkes için geçerli kuralların egemen olması demektir. Hukuk devleti anlayışına göre hukuk yoksa devlet de yoktur; hukukun olmadığı yerde var olan sırf bir örgütlü şiddettir. Hukuk devleti kişilere hukuk güvenliği sağlayan devlettir ve eşitlik ilkesi içinde kişiler arasında keyfi olarak -dünya görüşüne ve hayat tarzına göre- ayrım yapmaz." (Erdoğan, 2001, s. 53)

    Bu bağlamda Bediüzzaman'ın da bir hukuk devleti taraftarı olduğunu ve bunun arayışı içinde çeşitli öneriler sunduğunu belirtelim.

    Bediüzzaman'dan Hukuk Devletine Dair Öneriler

    1- Sözde değil özde cumhuriyet: Bediüzzaman cumhuriyeti üç temel üzerine inşa eder: "Cumhuriyet ki, adâlet, meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir." (Nursi, D.H.Ö., s. 69) tanımından yola çıkarak adaletin hakiki anlamda hakim kılındığı, milletin kalbi hükmünde olan, milletin hissiyatına ve değerlerine sahip çıkan bir parlamentonun var olduğu, gücün kanunda müşahhaslaştığı bir cumhuriyet, hak ve özgürlükler açısından ihtiyaç duyulan bir idare şeklidir. Kanun hakimiyeti, kuvvetli olanların değil, haklı olanların kuvvetli olduğu bir anlayışı temsil etmektedir. Tolstoy'un dediği gibi "kanunlar büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağı olmamalıdır." Akif de "Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız/Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü cılız" diyerek gücün kanun hakimiyeti haline geldiği sistemi eleştirir.1

    Bu tanımlamaların dışındaki bir cumhuriyet algılaması ve uygulaması sözde ve resimde kalıyor. "İsimlerin değişmesiyle hakikat değişmez" prensibinden yola çıkarak Bediüzzaman, "ihtilalci", zındık" diye nitelediği kişilerin baskıcı uygulamalarını cumhuriyetmiş gibi göstermelerinden dolayı bu memlekete verdikleri zararlara dikkat çeker. "Sâbık mahkemelerde dâvâ ettiğim ve hüccetlerini gösterdiğimiz gibi, bizim gizli düşmanlarımız ve hükûmeti iğfal ve bir kısım erkânını evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevk eden resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız, ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilâlcidir veya İslâmiyet'e ve hakikat-i Kur'ân'a karşı mürtedâne mücadele eden bir dessas zındıktır ki, bize hücum etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle mânâsız meşgul eylediler." (Nursi, Şualar, s. 329)

    İstibdad ve Cumhuriyet'in yan yana gelemeyeceği, dinsizliğin devletçe korunup savunulamayacağı, keyfi uygulamaların kanunla özdeşleştirilemeyeceği vurgulanır burada. Bu tür uygulamalar hak ve hürriyetleri rafa kaldıran uygulamalardır ve gerçek bir cumhuriyet idaresiyle bağdaşmamaktadır. Bediüzzaman, fikren "müsavat-ı hukuk" mesleğini kabul ettiğini, İslamiyet'ten gelen adalete taraftar olması nedeniyle idareyi elinde bulunduranların baskı ve dayatmalarına, zulümlerine karşı olduğunu da ifade eder. (Nursi, Lem'alar, s. 175) Zira " İstibdat zulüm ve tahakkümdür. " (Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 57) Dünyanın geldiği nokta Bediüzzaman'ı desteklemektedir. Dünyaya hakim, ileri düzeyde gelişmiş devletlerin hak ve hürriyetleri insanına en geniş manada yaşattığını gözlemleyebiliriz. Tersine, hak ve hürriyetlerin kısıtlandığı, insanların beyinlerine prangaların vurulmaya çalışıldığı ülkelerde de geri kalmışlığın hakim olduğunu söyleyebiliriz. Yapılması gereken, her türlü gelişmenin önünü açan hürriyetlerin yaşandığı demokrat cumhuriyeti hayata geçirebilmektir. Akif'in dediği de budur: "Sâde hürriyyeti i'lân ile bir şey çıkmaz/ Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz halka biraz." (M. Akif, Safahat, 106/32)

    2- Fıtrata uygun kanunlar icad etmek: Bediüzzaman, kendisini 28 yıl boyunca sürgünlerle hapislere mahkum eden, işkence edenlerin kendisine sık sık sordukları "Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ edip 'Bana zulmediyorsunuz' diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder…" (Nursi, Lem'alar, s. 174) vb. sorularına hukukun üstünlüğünü ön plana çıkararak cevap verir. Bu yaklaşım yukarıda bahsettiğimiz geleneğin algılama biçimidir ve kendince "kanuna dayanmak" gibi görünürde haklı bir argümana dayanır. Kanun devleti olmanın hukuk devleti demek olmadığı, günümüz hukukçularının birçoğunun gözünden kaçan ya da kaçırılan bir olgudur ve var olan kanunların her zaman adaleti temin edemeyeceği gözden kaçırılan bir durumdur. Bediüzzaman bu soruya toplum hayatında çığır açanların fıtrat kanunlarına uygun hareket etmesi gerektiğini "Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer." diyerek cevap verir. O bu uyarıyı ilk mecliste sunduğu beyanname ile de yapmıştır.2 Bu meselenin birinci ayağıdır; insan fıtratı, yukarıda bahsettiğimiz şekilde, ala-yı illiyyinden esfel-i safiline kadar, insanın hadsiz dereceler elde etmesine imkan kılan, geliştirebilme noktasında sınır konulmayan duygularla (adalet, şefkat, merhamet, sadakat…) donatılmıştır. Oluşturulan kanunlar insanların bu değerleri yaşamasına, ortaya çıkarmasına imkan veren, fıtrata uygun kanunlar olmalıdır ki fazıl topluma doğru yol alınabilsin.

    3- İmana dayalı bir fazilet: Hukuk devleti oluşturmanın temel prensiplerinden biri keyfiliğin, baskının önlenebilmesidir. Bunun en önemli şartlarından biri fazilet olmalıdır. Fazıl insan adaleti içselleştirmiş insandır. Fazıl bir toplumdan da adalete aykırı davranışlar beklenemez. Bu Bediüzzaman'ın dikkatle vurguladığı bir durumdur. "İmanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz." Akif'in de "Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır" (Ersoy, s. 249-2) diyerek Allah korkusuyla özdeşleştirdiği fazilet "insanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat"tır. Bir başka mısrada "Marifetten de cüda, şark o faziletten de" (Ersoy, s. 370-13) diyerek geri kalmamızın sebeplerini yürekleri parçalayan bir şekilde cehalete ve faziletin yokluğuna bağlar. Bediüzzaman'ın da dikkat çektiği budur. İmanlı bir faziletin yerini dolduracak olan istibdat ve tahakkümdür. İstibdat ve tahakküm ise bütün gelişmelere engeldir. Hür olmayan bir ortamda insani hiçbir gelişmenin olması beklenemez.

    4- Tarafsız Laiklik: Laiklik nedir, ne değildir? Laiklik yalnızca "din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması mıdır; yoksa farklı uygulama alanlarına da işaret eder mi? Örneğin, devletin dine, inanan insanlara müdahale etmesi hakkını verir mi? Laiklik özgürlük sahalarının genişletilmesi midir; yoksa tehdit olarak görülebilen dini yaşayışların önüne çekilmiş yıkılmaz bir set midir? Laiklik bir toplumun "biz ve ötekiler" şeklinde kutuplaşmasına yol açan ayırıcı bir güç müdür yahut? Ya da yine belli bir kesimin imtiyazı olacak kadar dar kalıplar içinde mi tanımlanmalıdır? Türk modeli laiklik, aydınımızın içinden çıkamadığı paradoks haline gelmiştir. Şu bir gerçek ki, "laiklik Türkiye'de inanan insanların hayat sahalarını kısıtlamak, daraltmak için kullanılmıştır" bugüne kadar. Bediüzzaman'ın Gençlik Rehberi adlı eserinin laikliğe aykırılıkla itham edilmesi gibi, yüzlerce eser laikliğe aykırı kabul edilerek işlem görmüştür bu ülkede. İnançların, ibadetlerin kısıtlanması gibi bir müdahale alanını kendisine hak görür Türk tipi laiklik. Bu anlayışa karşı Bediüzzaman'ın yaptığı savunmalar laikliğin ne olması gerektiği hakkında önemli vurgulamalara sahiptir. Laiklik dinsizlik veya dine taarruz hürriyeti olarak algılanmamalıdır. Laiklik fikir hürriyetine vurulmuş bir kelepçe de olmamalıdır, istibdat prensibi de. Aksine laiklik; vicdan ve fikir hürriyetidir ve bu prensibiyle dine, ananeye saldıranlara dokunmadığı gibi, milletin mutluluğu yolunda, ahlakî değerlerin korunması amacıyla serdedilen dini fikirlere, bu yolda neşredilen eserlere de din, vicdan ve fikir hürriyeti prensibiyle yine ilişmemelidir.3 (Nursi, Emirdağ L., s. 365)

    5- Din ve vicdan hürriyetini sağlamak: Anayasamızda mevcut ve kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği'nin ortaklaşa kabul ettiği Avrupa Birliği İnsan Hakları Şartnamesi'nde de belirtildiği gibi herkes istediği şekilde inanma ve dini inancını yaşama hakkına sahiptir. Bu hukuk devletinin vazgeçilmez ögelerindendir. "Madem, hükûmet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemek gerektir." (Nursi, Şualar, s. 311) Bediüzzaman'ın ısrarla vurguladığı unsurlardan biri idarecilerin "yapabilir, edebilir" zannıyla "olabilirlikler" üzerine kurulu, kalplere ve düşünceye yasak koyan tavırların ve yaptırımların yanlışlığıdır. Ona göre "hükümet ele bakar, kalbe bakmaz" (Nursi, Şualar, s. 312) "İmkânatı vukuat yerinde istimal etmek hangi usul iledir?" (Nursi, Kastamonu L., s. 206) Şiddet eylemine dönüşmemiş her fikir hoş karşılanmalıdır.

    Sonuç

    İnsan hakları meselesi öncelikli olarak bir hak meselesidir. "Hak" fert, toplum ve devlet tarafından içselleştirilemezse, insan haklarıyla birlikte hiçbir hakkı korumak ya da elde etmek mümkün olmaz.

    Bediüzzaman bu hususta, hakkı önceleyen bir tavır içindedir ve öncelikle hakkın hakkının verilmesi gerektiğini söyler. "Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir." (Nursi, Münazarat. s. 49) Hak hiçbir kişinin, kurumun ya da sistemin tekelinde değildir, olmamalıdır. Hak haktır. Hak kriterleri paraya, güce, kuvvete, imtiyazlı sınıflara, kurumlara; ya da arkası sağlam olanlara göre belirlenirse zulüm payidar olur. Zaman adaletsizliği kaldırmaz. Bilmem, "Zulm ile abad olanın sonu berbad olur" sözünü hatırlatmaya gerek var mı?

    Fertler öncelikle hakka taraftar olmalıdırlar. Kendi haklarına sahip çıktıkları kadar başkalarının da haklarına sahip çıkmalıdırlar. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanlar (hadis-i şerif) toplumda çoğalırsa kuvvet o topluma hakim olur. Oysa kuvvet de hakka hizmetkar olmalıdır. Bunu sağlayacak olan da demokrasiyi üreten bir hukuk sistemidir. Bediüzzaman da "eşitlik" ilkesini gözeten, din ve vicdan hürriyetini temin eden, her türlü fikrin ifadesini fikir hürriyeti kapsamında değerlendiren, kalpten ziyade ele bakan, kişilerin inanç alanlarını daraltmak yerine alabildiğine genişleten, "suçun şahsiliği" ilkesinden yola çıkarak adaleti hakiki anlamda uygulayan bir hukuk devletinin taraftarı ve savunucusudur.

    Kaynaklar

    Erdoğan, Mustafa, "Hukuk ve Adalet Üstüne", Doğu-Batı, No: 13
    Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1987
    Gazali, Hakikat Bilgisine Yükseliş, çev: Serkan Özburun, İst. 1995
    Gökyay, Orhan Şaik, Katip Çelebi'den Seçmeler, MEB Yay., 1982
    İslam, Nadir Latif, Hürriyetin Alfabesi, Yeni Asya Yay., İst. 1976
    Mardin, Şerif, Türk Modernleşmesi, İletişim Yay., İst. 1999
    Muallim Naci, Lugat-ı Naci, Çağatay Yay., 1995
    Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
    Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
    Nursi, Said, Lem'alar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
    Nursi, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
    Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
    Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
    Nursi, Said, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
    Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
    Nursi, Said, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
    Touraine, Alain, Modernliğin Eleştirisi, çev: Hülya Tufan, Yapı Kredi Yay., İst. 1995

    Öz

    Bu çalışma, hak meselesinin öncelikle vicdani bir mesele olduğunu savunmakta ve günlük plan ve politikalarda ve hatta uyum yasalarında ortaya çıkan yasal düzenlemelerden ziyade meselenin vicdanlarda yapılacak inkılaplarla çözülebilecek insani bir mesele olduğunu vurgulamakta; bu bağlamda Bediüzzaman'ın hukuk ve adalet anlayışından yola çıkarak pratik çözümler önermektedir.

    Anahtar Kelimeler: Hak, insan hakları, insan, vicdan, fazilet, hukuk devleti

    Abstract

    This article claims that the issue of right is a realm of conscience. Thus, the solution should be sought in the revolutions in conscience of people rather than daily plans and politics, and even rather than newly made adjustment laws. This work also suggests practical solutions basing on the Bediüzzaman's conception of law and justice.

    Key Words: Right, human rights, human being, conscience, virtue, state of law

    Dipnotlar

    1. Daha geniş bilgi için bkz. Ahmet Dursun, Vahşet ve Bedeviyetten Hürriyete, Köprü, No: 64.

    2. Bediüzzaman namazla ilgili meclise sunduğu beyannamede "Şu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerek" diyerek meclisi milletin fıtratına uygun icraatta bulunmaya çağırmaktadır. "Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır." (Bkz. Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 125)

    3. Bir başka yerde Bediüzzaman laiklikle ilgili şunları söylemektedir. "Eğer lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki lâik manası bi-taraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturu ile dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim." (Nursi, Şualar, s. 318)