Köprü Anasayfa

Muhafazakârlık

"Kış 2007" 97. Sayı

  • Eski Devrimciler Yeni Muhafazakârlar Mı?

    Are the Old Revolutionaries New Conservatives?

    Reha FIRAT

    Sorular

    Devrimci bir yüzyıldan muhafazakâr bir yüzyıla mı geçiyoruz gerçekten? Bu ne kadar iyi, ne kadar kötü? Amerikan muhafazakârlığı (neo-conlar) ve İsrail muhafazakârlığı kötü, bizimki iyi midir? Uluslararası arenadakilere ve bireysel hak ihlallerine muhafazakârlar neden daha duyarsızdır? Türkiye'nin AB üyeliğine neden şiddetle karşı çıkar, AB'nin muhafazakârları? Avrupa'daki Müslüman bireyler ve cemaatler neden liberallere ve yeşillere; hatta sosyalistlere muhafazakârlardan daha yakın durur? Yoksa onlar mı yakın duran? Bizim yeni yüzyıldaki muhafazakâr partimiz CHP, değişimci partimiz AKP midir? Sorular çoğaltılabilir. Soruları çoğaltmaya hakkımız var; çünkü muhafazakârlık kavramının yerli yerine oturmadığı (belki de yerine yakışmadığı), bir başka ifadeyle bu kavramın en yanlış tanındığı ve yanlış kullanıldığı ülkelerden biridir Türkiye kanaatimce.

    Psikolojik Arka Plan

    İnsanlardaki korunma güdüsü sadece hayatın ve neslin devamı ile sınırlı olmayıp yaşama şekli ve alışkanlıkları da içinde barındırır. Bu nedenle de süregelen hayat akışlarında meydana gelen her yenilik, içinde belirsizlik taşıyan potansiyel bir tehdit olarak onları tedirgin eder ve bu korunma refleksini uyarır.

    Marx'ın ifadesiyle "zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar" yenilik ve değişim karşısında bu kaygıyı en az yaşayacaklar ya da hiç yaşamayacaklardır. Ve kaygının büyüklüğü kaybedecek şeyi olmanın düzeyiyle artacaktır. Bu nedenle tarih boyunca toplumlarda meydana gelen değişimlere en fazla o toplum yapılanmasının nimetlerinden azami ölçüde yararlananlar; zenginler, yöneticiler, ayrıcalıklılar, rütbeliler, aristokratlar karşı çıkmıştır.

    Muhafazakârlığın psikolojik arkaplanını araştıran ilginç bir araştırmanın sonuçları geçen yıllarda yayınlandı:

    Amerikan Psikoloji Derneği'nin yayın organı "Psikoloji Bülteni-Psychological Bulletin" isimli bilimsel derginin Mayıs 2003 tarihli sayısında dört üniversite öğretim üyesinin araştırmalarının sonuçlarının yayımladığı bir makalede siyasal muhafazakârlığın nitelikleri araştırıldı.

    "Toplumsal Algılamanın Yönlendirdiği Siyasal Muhafazakârlık- Political Conservatism as Motivated Social Cognition" başlıklı bilimsel araştırmada, son 50 yıl içinde 12 ülkeden siyasal muhafazakârlık görüşlerini işleyen 22 bin 818 konuşma, makale, kitap ve konferans bildirileri ile 88 örnek karşılaştırılarak siyasal muhafazakârlığın genel özellikleri araştırıldı. Kaliforniya Üniversitesi-Berkeley Kamu Politikası Yüksek okulunda görevli Profesör Jack Glaser ve Profesör Frank Sulloway ile Stanford Üniversitesinden Profesör John Jost ve Maryland Üniversitesi-College Park'ta görevli Profesör Arie Kruglanski tarafından yapılan ortak araştırma siyasal muhafazakârlığın ortak özelliklerini söyle belirledi:

    -Korku ve saldırganlık

    -Dogmatizm ve belirsizliğe karşı hoşgörüsüzlük

    -Belirsizlikten kaçınma

    -Değişime direnme

    -Eşitsizliğe hoşgörü ile bakmak

    -Emin olma ihtiyacı

    -Korku yönetimi.

    Araştırmada 10 büyük meta analiz tekniği-araştırmaların karşılaştırılarak yeniden analiz edilmesi-kullanılarak sonuçlara ulaşıldı.

    Araştırmaya göre, belirsizlikten kaçınma ve korku, muhafazakârları değişime karşı çıkmaya ve sonuçta "statükocu" olmaya yöneltiyor. Aynı şekilde korku yönetimi muhafazakârları "herkesten tehdit gelebilir" düşüncesine yönetiyor. Örneğin; ABD'de 11 Eylül terör olaylarından sonra bazı Amerikalıların yabancılara karşı sergiledikleri düşmanlık bunun bir belirtisi olarak yorumlanıyor. Aynı şekilde değişime de karşı çıkma olarak belirleniyor.

    Korku ve tehdit altında olduğunu hissetme muhafazakârlığın ikinci niteliğini ortaya çıkarıyor (bizdeki "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok"u hatırlamamak elde mi?) ve "eşitsizliğe destek verme, eşitsizliği hoşgörü ile karşılama" görüşünün ortaya çıkmasına neden oluyor. (Tıpkı Hindistan'daki Kast sistemini veya Güney Afrika'daki Irk ayırımcılığını desteklenmesinde olduğu gibi.)

    Araştırmacılar ilginç bir saptamada bulunuyorlar. Onlara göre Stalin, Kruşçev veya Castro gibi değişim yanlısı sol kanat siyasetçileri iktidara geldikten sonra, eşitlik iddiasıyla değişime karşı çıktılar. Örneğin Stalin giderek eski sistemi korumaya çalışan bir çeşit "muhafazakâr" haline geldi. (Aslında bu durum sadece bu örneklerle sınırlı değil kuşkusuz. Hıristiyanlığın ortaya çıkış döneminde yerleşik sistem tarafından "nevzuhur" bulunarak şiddetle cezalandırılmasına karşılık ortaçağa gelindiğinde, artık kendisi sistemi temsil etmekte olup engizisyon mahkemeleri kurarak sadece politik olarak değil bilimsel alanda bile farklı ve yeni iddialarla ortaya çıkanları acımasızca, sistem adına cezalandırdığı malum. Bunun en bilinen örneği, dünyanın güneş etrafında döndüğünü söylediği için ölüme mahkûm edilen Galileo'dur.)

    Muhafazakârlar kendi durumlarını açıklamak için karmaşık entelektüel tartışmalar yerine, olaylara daha basit açıdan bakarak, olayları siyah ve beyaz mantığı ile açıklıyorlar. Örneğin; ABD başkanı George Bush'un 2001 yılında İtalya'ya yaptığı bir gezide dünya liderlerine kendi görüşünü söyle açıkladı: "Neye inandığımı biliyorum ve biliyorum ki, inandığım doğrudur." George Bush bir İngiliz gazeteciye de "Benim işim nüanslarla uğraşmak değildir" derken muhafazakâr görüşün açıklamasını yapıyordu.1

    Türkiye'de Sosyolojik Arka Plan

    Türkiye'de de daha çok muhafazakârlığın sosyo-politik yönü ağırlıklı bir araştırma yakın dönemde dikkatleri üzerine çekmişti. Aralık 2005-6 Ocak 2006 tarihleri arasında, 15 ilin kentsel ve kırsal yerleşim birimlerinde hanelerde 1644 kişi ile yüz yüze görüşme yöntemi ile gerçekleştirilen ve yöneticiliğini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Hakan Yılmaz’ın yaptığı bir araştırmada da ilginç sonuçlara ulaşıldı. Sonuç rapordan birkaç alıntı:

    » "Devrimci" bir yüzyıl olarak başlayan 20. yüzyılın aksine, 21. yüzyılın "muhafazakâr" bir yüzyıl olarak başladığını söylemek yanlış olmaz.

    » Muhafazakârlık, Türkiye'de üzerinde çok konuşulan, kişi ve parti düzeyinde özdeşleşilen, lakin pek az değerli araştırma haricinde özellikle ampirik olarak pek incelenmemiş bir akımdır.

    » Türkiye kamuoyu geleneksel, buna mukabil gelenekselci değil. Kamuoyu, bizi biz yapan geleneklerin olduğuna inanma ve bu gelenekleri savunma anlamında bir "geleneksel"lik arz etmekle birlikte, yeni bir sorunla karşılaştığında geleneklere değil, yeni yollara başvuracağını ifade ederek de gelenekçi değil, yenilikçi bir duruş ortaya koyuyor. "Şimdiye dek karşınıza çıkmayan bir sorunla baş etmek zorunda kaldığınızda geleneksel yollara mı, yoksa yeni yollara mı başvurursunuz" diye sorulduğunda büyük bir çoğunluk (% 65) yeni yolları tercih edeceğini söylerken, geleneksel yollara başvuracağını söyleyenlerin oranı bunun yarısından da az (% 30) kalıyor.

    » Türk kamuoyu, siyaset söz konusu olduğunda ne kuvvetli bir muhafaza etme, ne de kuvvetli bir değiştirme talebi öne sürmektedir.

    » Var olan sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik hayatımızın olduğu gibi kalmasından yana olanlar % 34 iken, kısmen ya da tamamen değişsin diyenler bunun neredeyse iki katına -% 63- ulaşıyor. Yani, yaklaşık % 30'luk bir gelenekselci ve statükocu azınlığa karşılık, yine yaklaşık % 60'lık yenilikçi ve değişimci bir çoğunlukla karşı karşıyayız.

    » Türkiye'de kamuoyu seviyesindeki muhafazakârlığın, siyaset ve ekonomi söz konusu olduğunda, 19. yüzyıl Avrupa'sında ortaya çıkan karşı-devrimci ve eski rejim savunucusu reaksiyoner (tepkici, gerici) muhafazakârlıktan çok- İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde beliren reformist (yenilikçi, değişimci) muhafazakârlığa daha yakın durduğunu söylemek mümkündür

    » Bu araştırmaya başlarken biz muhafazakârlığın köklerinde "devlet"i bulmak üzere yola çıkmıştık, ama "aile"yi bulduk. Ailenin, din, devlet ve millet gibi rakip kurumlara açık ara fark atarak korunması en çok istenen, gelenekleri doğuran ve geleneklerin uygulandığı ana kurum olarak belirdiğine şahit olduk.

    » Araştırmaya katılanlara yöneltilen ''Muhafaza edilmesi gereken en önemli toplumsal kurum hangisidir?'' sorusuna yüzde 45.6 ile ''aile'', yüzde 22.2 ile ''din'', yüzde 18.8 ile ''devlet'', yüzde 10.5 ile de ''millet'' cevapları verildi

    » Aile hayatı ve kadın-erkek ilişkileri planında ise, Batı Avrupa usulü reformcu muhafazakârlıktan çok, ABD usulü yeni-muhafazakârlığa daha yatkın bir Türk muhafazakârlığından söz etmek mümkündür

    » Aileyle birlikte bulduğumuz bir başka temel kurum da ekonomi oldu. Nasıl aile, muhafazakâr taleplerin merkezine yerleştirildiyse, ekonomi de değişim taleplerinin ortasına kondu kamuoyu tarafından. Türkiye'de, bir ucunda korunması istenen "aile"nin, diğer ucunda değişmesi talep edilen "ekonomi"nin oluşturduğu bir "ortak duyu"dan söz edilebileceğini düşünüyoruz. Ekonomi neredeyse görüşülenlerin yarısı tarafından değişmesi istenen birincil alan olarak işaret edilirken, devlet yapısında, toplum yapısında ve siyasal sistemde değişim talep edenlerin ancak yaklaşık yüzde onluk küçük azınlıklar oluşturduğuna dikkat çekmek istiyoruz.

    » Katılımcılardan yaşlı, kadın, köylü, fakir ve dini ibadetlerini yerine getirenler; erkek, zengin ve şehirlilere göre geleneklerine daha bağlı.

    » Muhafaza edilmesi gereken değerlerin başında ilk sırayı yüzde 41.6 ile eşitlik ilkesi alırken, bunu sırasıyla yüzde 37.4 ile özgürlük, yüzde 17.4 ile de dayanışma izliyor.

    » Türkiye'de gerek siyasal, gerekse de özel alandaki nispeten ılımlı muhafazakâr öz-algılama, Batı muhafazakârlığının bazı özellikleriyle çelişirken, bazılarıyla da uyuşuyor. Önce, çelişen tarafa bakalım. Batı muhafazakârlığı "eşitlik" kavramını fazla benimsemez ve yalnızca temel bir "fırsat eşitliği" ilkesini savunurken, Türkiye'de ise "eşitlik", rakip kavramlar olan "özgürlük" ve "dayanışma"dan çok daha fazla istenen bir değer olarak ortaya çıkıyor. Nitekim "eşitlik", "özgürlük" ve "dayanışma" arasından yalnızca birini seçmeleri istendiğinde, görüşülen kişilerden % 42'si eşitliği, % 34'ü özgürlüğü ve yalnızca % 17'si dayanışmayı tercih etmiştir.2

    Araştırmaya katılanların büyük çoğunluğunun hem kendini "muhafazakâr" sayması hem de değişim istiyor olması ilginçtir. Standart siyaset ve sosyoloji kıstaslarına uymayan bu durum Türkiye'de ilgili kavramlar konusundaki kafa karışıklığının bir göstergesi şeklinde yorumlanabilir.

    Muhafazakârlığın, Türkiye gibi ülkelerde dini ve ahlaki değerlerin savunulması veya korunması gibi algılanması da aslında kendi iktidar arzularını popülist bir makyajla toplumun değerleri arasına gizleyen muktedirlerin toplum mühendisliği çabalarından bağımsız düşünülemez. Örneğin çokça duyduğumuz bir klişe olan "milli-manevi değerler" veya "milliyetçi-maneviyatçı" tamlamalarındaki açık çelişki buna verilebilecek örneklerden biridir. "Manevi değerler"den kasıt dini-moral değerler ise bu değerlere bağlılık, ister dini, ister ahlaki olsun, evrensel bir karakter taşır ve en nihayetinde yerel karakterlerle çelişir, hatta çatışır. Arap, Türk ya da Fars milliyetçisi bir dindar, milliyetçi eğilimlerini dindarlıklarının evrensel karakteri içinde eritebildikleri oranda dindar veya ahlaki evrensel değerler açısından daha üstün olan bir Hintliyi, aynı değerler açısından daha zayıf bir soydaşına üstün ve yakın görebildiği ölçüde ahlaklıdırlar. Yani bu ilişki bir tahterevallinin iki ucu arasındaki ilişki gibidir, iki ucu birden yüceltemezsiniz, birini çoğalttığınızda diğeri kaçınılmaz olarak azalır, çelişki buradadır. O halde "manevi" kelimesiyle ifade edilen daha çok gelenek ve görenekleri barındıran muhafazakâr değerler olmak durumundadır. Gelenek ve görenekler ise çoğunlukla dinlerin evrensel ilkeleriyle rekabet eder konumdadırlar. Semavi dinlerin insanları "atalarının dinine" sorgulamadan inanmaları konusunda uyarmalarını başka türlü nasıl yorumlayabiliriz.

    Tarihsel Arka Plan

    Muhafazakârlık elbette ki insanların bir arada yaşamaya başladıkları ilk zamanlardan beri bir hayatı algılama biçimi, olaylara ve yeniliklere karşı bir tutum olarak, kısacası psikolojik bir ihtiyacın sosyal dışavurumu olarak hep vardı; ama muhafazakârlığın siyasi ve sosyal bir görüş olarak sistemleşmesi yakın tarihlerde olmuştur. Muhafazakârlık, radikalizm ve liberalizmle birlikte on dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sında düşünsel ve siyasal atmosferi etkisine alan üç büyük ideolojiden birisidir.

    Muhafazakârlık, sosyolojik bakımdan sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan yeni toplumsal şartların eski değerleri yerinden etmesine, bireyi yalnızlaştırmasına ve geleneksel sosyal yapıların çözülmesine yönelik eleştirilerden beslenmiş, felsefi bakımdan on sekizinci yüzyıla damgasını vuran Aydınlanma düşüncesine yöneltilen eleştirilerle, siyasi bakımdan da yine aynı yüzyılın sonlarındaki Fransız Devrimi sırasında jakoben hareket tarafından eski toplumun kurumlarına karşı yürütülen radikal ve/veya devrimci hareketlere yönelik tepkilerin bir araya gelmesiyle bir siyasi ideoloji halinde belirginleşmeye başlamıştır. Siyaset bilimi teorisyenlerinden Nisbet'in ilginç tarifiyle "modern muhafazakârlık en azından felsefi formunda endüstri ve Fransız devrimlerinin çocuğudur; amaçlanmamış, istenmemiş, bütün liderler tarafından nefret edilen fakat yine de devrimlerin çocuğu."3

    I. Dünya Savaşı'nın yarattığı yıkımın faturası, muhafazakârlar tarafından liberalizme ve rasyonalizme (modernizme) çıkarılınca muhafazakâr hareket liberalizm karşısında güç kazandı.

    Sosyalist devrim rüzgârlarının bütün Batı Avrupa'nın üzerinde dolaşması nedeniyle, Avrupa muhafazakârlığı giderek daha güçlü bir pozisyon elde etti. Milliyetçilik, devrim tehdidinin yarattığı panik nedeniyle büyük bir yoğunlaşmaya uğradı ve bu dalga, Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde milliyetçiliği besleyerek faşist rejimlere yol verdi. Ancak Muhafazakârlığa düşen bu pay, onun II. Dünya Savaşı sonrasındaki geriye çekilişinin de önemli nedenleri arasında sayıldı. Muhafazakârlığın başarısızlığı savaş sonrasında liberalizmin Batı'da yeniden yükselişine yol açarak Batı muhafazakârlığının sistemle barışık ve uyumlu bir politikaya yönelmesine ve liberal tonunun artmasına yol açmıştır.

    Aydınlanma ve moderniteye karşı bir tepki niteliğinde doğan muhafazakârlık, toplumu radikal bir biçimde değiştirmenin geri dönüşü imkânsız etkiler yaratacağını ileri sürer. Eski düzen kurumlarının zaman içinde kendiliğinden dönüşüme uğrayacağı görüşünü savunarak daha evrimci bir değişimden yana tavır alır. Muhafazakârlık, değişimin kaçınılmazlığını görürken, onun hızına ve kapsamına itiraz etmektedir. "Fransız ve Rus ütopyacılığının her ikisi de kendi ülkelerinin büyük kan deryaları ile ıslatmışlardır" der Burke.4 Ancak kanaatimce şunu unutmamak gerekir ki, Fransız ve Rus devrimleri örneğinde olduğu gibi değişim bazen kaçınılmaz olarak yıkıcı sonuçlar doğurmuş olsa da tüm radikal değişim istekleri ve hareketleri için bunu düşünmek haklı olamayacaktır. Geleneğin ya da statükonun bireyi bireye kul eden, onu sömürmesine izin veren ve adaletsiz bir bölüşümü kalıcılaştıran veya mesela İslam'ın gelişinden önceki Araplarda olduğu gibi kız çocuklarının diri diri gömülmelerini sonuç veren uygulamaların, Hindistan'daki eşitsiz kast sisteminin veya yüzyıllar boyunca uygulanan bir gelenek olan köleliğin devamı ve tarihsel süreç içinde kendiliğinden tasfiyesi için bir mazeret olarak ileri sürülemez. Bu açıdan bakıldığında tüm semavi dinlerin ortaya çıkış süreçleri muhafazakâr düşüncenin karşı çıktığı ve yıkıcı bulduğu radikalizmi ve esnemezliği içinde barındırır.

    Öte yandan muhafazakârlığı iki dönem halinde ele almak gerekir. 18. yüzyılın muhafazakârlığı ile günümüze kadar uzanan 19 ve 20. yüzyıl muhafazakârlığı -modern muhafazakârlık- arasında önemli farklar vardır. I. dönemin muhafazakârlık anlayışı, özü itibarıyla, Fransız devrimi ve bütün burjuva devrimlerine karşı gerici ve/veya gelenekçi bir tepkidir. "Ön" ya da "erken" muhafazakârlık olarak da anılan bu görüş, yeni olanın mutlak reddine dayandırılmaktadır.

    Kıta Avrupası'nda ve özellikle de Fransa'da ise Joseph de Maistre ve Louis de Bonald gibi yeni olanı toptan reddeden ve yeni rejimin yerleşmesiyle birlikte "tarih dışı" kalan "tepkici muhafazakârlık"ın aksine, Edmund Burke'den Russell Kirk'e uzanan geniş bir tarih çizgisinde daha ılımlı bir felsefi ve siyasi tarzı temsil eden Anglo-Amerikan dünyasının muhafazakârlığı kalıcı olmayı başarmış ve muhafazakârlığın ana rengini teşkil etmiştir.

    Özellikle 1960’lardan itibaren muhafazakârlık içinde belirginleşen ve siyasi bakımdan daha belirleyici olan neo-muhafazakârlık, gelişmiş Batılı ülkelerin birçoğunda ve özellikle de İngiltere'de Muhafazakâr Parti ve Amerika Birleşik Devletleri'nde Cumhuriyetçi Parti çatısı altında, iktidar veya ana muhalefet olarak, yani siyasetin iki temel aktöründen birisi olarak varlığını ve etkisini sürdürmektedir

    Entelektüel Arka Plan

    Modern XX. yüzyıl siyasi düşüncesinin bu üç ana dala ayrılan bir gövde üzerinde yükseldiğini söyleyebiliriz.

    Özgürlük isteği; liberalizmin önceliğidir.

    Eşitlik isteği; sosyalizmin önceliğidir.

    Güven ve istikrar isteği; muhafazakârların önceliğidir.

    Eğer liberalizmin merkezi ethosu bireysel özgürlükse ve radikalizmin merkezi ethosu sosyal ve moral isteklerin hizmetine politik gücün genişletilmesiyse, muhafazakârlığın ethosu da gelenektir, esasen ortaçağ geleneğidir.5

    Muhafazakârlığı sistemli bir düşünce olarak ilk savunan kişi, İngiliz filozof ve siyasetçisi Edmund Burke olmuştur. Burke, Fransız Devrimi zamanında yaşamış, devrime karşıt bir düşünürdü. O sırada İngiliz devlet adamları arasında Fransız Devrimi'nin İngiltere'ye yayılacağı endişesi yaygındı. Burke, devrimsel mücadeleye karşı sistemli bir ideoloji oluşturarak, fikirsel alanda Fransız Devrimi'ne karşı bir mücadele başlattı.6

    Edmund Burke'ün 1789 Fransız Devrimine yönelttiği eleştirileri ihtiva eden Fransa'daki Devrim Üstüne Düşünceler adlı eseri, ondokuzuncu yüzyıldan günümüze kadar Batı siyasi düşünce ve pratiğinde etkin rol oynayacak bir doktrin ve ideoloji olarak muhafazakârlığı belirginleştiren temel metinlerden ilki veya en önemlisi olarak kabul edilmektedir.

    Muhafazakârlar, ontolojik bakımdan bireyin zayıf ve aile, din, gelenek gibi kurumlarla desteklenmesi gereken bir varlık olduğuna inanırlar. Epistemolojik bakımdan bireyin akıl kapasitesinin sınırlılığını vurgulayarak, tarihi tecrübenin ve pratik bilginin soyut akıl yürütmeye tercih edilebilir olduğunu kabul ederler. Siyasi bakımdan da hiçbir biçimde her şeye muktedir olduğuna inanmadıkları soyut akıl yürütmelerle üretilen "mega projeler"den ve siyaset alanının ara kurumlar aleyhine genişletilmesinden kaygı duyarlar.

    Muhafazakârlık, liberalizmle beraber faşizm ve komünizm gibi totaliter ideolojilere karşı çıkmış ve özellikle yirminci yüzyılda bu iki düşmana karşı verdiği mücadeleyle siyasi bakımdan liberalizme yaklaşmıştır. Ancak, bir taraftan liberalizmin birey anlayışına, bireyin topluma ve geleneğe rağmen sahip olduğu haklar fikrine ve alternatif hayat tarzlarına gösterdiği hoşgörüye yönelttiği eleştiriler, diğer taraftan piyasa ekonomisine ilkesel olmayan bir bağlılık göstermesi ve geleneksel otorite ile hiyerarşik toplum yapısı üzerinde vurguları, onu liberalizmden ayıran başlıca özellikleri teşkil edegelmiştir.

    Kökeni 'Aydınlanma' düşüncesinde bulunan 'Liberalizm'in, genellikle Batı demokrasilerinin egemen ideolojisi sayılan da dâhil, pek çok çeşidinin ve melez biçimlerin de olduğunu belirtmek gerekir. Yalnız, liberalizmin neyin karşısında olduğu gayet açıktır: Liberalizm, ister monarşik, isterse feodal, askeri, ruhbani ya da cemaatçi olsun, her çeşit siyasal mutlakiyetçiliğe karşıdır. Bu karşıtlık içinde, bireylerin ve grupların otoriter taleplere karşı direnebilmelerini sağlamaya çalışır. Bunun pratikteki anlamı, bir taraftan, kamusal dünya ile hakların tanımlanmış olduğu ki bu haklardan en yaygın olanı özel mülkiyettir- özel dünyanın ayrılması, diğer taraftan, dinin gereklerinin yerine getirilmesinde, konuşmada ve toplanmada insanların özgürce hareket edebilmesidir.7

    İçinde devletin de bulunduğu geleneksel kurumları kutsayan muhafazakâr görüşün aksine olarak Liberal siyaset anlayışı, bireylerin hukukunu muhafaza için devletin inşasını benimsiyor ise de, asli fonksiyonlarını ıskalaması ya da meşruiyet alanının dışına çıkması durumunda, onun alaşağı edilmesini dahi salık vermektedir. Liberalizmin devlet anlayışı, bireye ve bireyin rızasına dayanır. İnsanlar doğa durumu aşamasında, yaradılıştan hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarına sahiptirler. Bu temel doğal haklarını güvenceye alabilmek maksadıyla devlet inşa etmişlerdir. İnsanlar doğal yasalara riayet ederek, özgürlük ve eşitlik içerisinde yaşayabilmişlerdir.8

    Diğer yandan muhafazakârlık, paternalistik, nasyonalistik ve iktidar-hayranı eğilimleri bakımından gerçek liberalizmden daha ziyade, sosyalizme yakındır ve gelenekselci mahiyeti, anti-entelektüel ve çoğunlukla mistik tabiatlıdır.

    Muhafazakâr düşünce, siyasi partilerin olduğu seçim sistemleriyle de pek barışık değildir; çünkü siyasi partiler yapay organizasyonlardır. Bir anlamda, muhafazakâr partilerin artık var olmaması gerekir" diyor Yale üniversitesinden İmmanuel Wallerstein ve devam ediyor: "Son iki yüzyıldır muhafazakâr öğretinin temelini, devletlerin yasama açısından mümkün olduğunca az müdahalede bulunması ve toplumsal kararların öncelikli olarak "geleneksel" toplumsal yapıların -ailenin, "cemaat"in, dini kurumların, varsa yerel aristokrasinin- sorumluluğuna bırakılması görüşleri oluşturdu. Partiler, oy kullananların çoğunluğunun, oy verenler adına yasamada bulunacak temsilcileri seçtiği seçime dayalı çerçevede işlemek üzere tertip edilmiş, geleneksel olmayan örgütlenmelerdir. Partiler, parlamenter kurumların kararlı yükselişi ve oy hakkı kapsamının genişletilmesiyle (bugün, bu hak evrensel olarak genelde tüm yetişkinlere tanınıyor) muhafazakârlara dayatılmış yapılardı…"9

    Meşru yönetimin, vekâlete ya da yöneticilerle yönetilenler arasında herhangi bir tür "sözleşmeye dayalı" ilişkiden ziyade, yerleşmiş usullere dayandığı (dayanması gerektiği) düşüncesi, muhafazakâr düşünce için esastır.

    Aslında partili sisteme ve temsile karşı olan bir düşüncenin kendini ifade etmek ve iktidar olmak için parti kurmak zorunda kalması ilginç bir tezat oluşturuyor. Bu durumda muhafazakâr düşüncenin geleneksel ve doğal olan, biçim olarak öne sürebileceği seçenek aristokratların, zenginlerin ve güçlü azınlığın, çoğunluğu seçime gerek kalmadan yönetmesi olacaktır. Bu durum muhafazakârların temsili demokrasilerden çok mutlakiyetçi-otoriter yönetimlere yakın durmalarını sonuç vermektedir.

    Muhafazakârlık-Din İlişkisi

    Muhafazakârlık düşüncesinin temsil ve seçim iktidarı yerine iktidar için geleneksel modelleri önermesi -bunun içinde ruhban sınıfının geleneksel otoritesi de bulunur- ve aydınlanmanın sosyal hayatın inşasında dinin (Hıristiyanlığın) belirleyici olmaktan çıkarılması taleplerine karşı bir duruş sergilediği ve üçüncü olarak da "kutsal"ın toplum yapısındaki yeri ve değeri ile ilgili vurgusu, onu dini çevrelerle ortak bir zemini paylaşmaya ve dolayısıyla da doğal bir ittifak alanı oluşturmaya götürmüş gibidir.

    Ancak bu durum, kanaatimce çok daha derin olan çelişkileri gizlemiştir. Örneğin, muhafazakâr düşüncenin toplum hayatı için vazgeçilmez gördüğü kutsal, içeriğinden bağımsızdır. Yani totemleri, puta tapıcılığı ve diğer ilkel dini motifleri ve inançları da içinde barındırır ve ayrım yapmaz. Semavi dinlerin mücadele ettiği arkaik inançları ve töreleri de onunla birlikte ve eşit düzeyde kutsal kabul eder. Esasen Liberal düşüncenin kilisenin baskılarına ve müdahalelerine karşı bireyi koruma refleksiyle, dini siyasetin dışında tutma eğilimine karşılık olarak muhafazakâr düşünce, dini, kapitalizmin gelişiminin önünde bir engel olmaktan çıkarmakta ve hatta onu kapitalizmin gelişimi için bir güce dönüştürmek istemektedir.

    Dinlerin evrensel ve değişmez hakikatlerine karşılık muhafazakâr görüş, yerel (geleneksel ve töresel) kabulleri, ortak aklın bir ürünü olarak makbul kabul eder. Diğer yandan akıl karşısında tecrübeyi tercih etmesi gibi, sosyal adalet karşısında da geleneksel kurumları tercih ederek, örneğin mevcut bir saltanatı, kast sistemini veya kölelik uygulamasını meşrulaştırır.

    Semavi dinlerin ortaya çıkış süreçleri incelendiğinde içinde doğdukları veya geldikleri toplum yapısının yerleşik değerleri, törelerinin direnciyle karşılaştıklarını ve statüko ile çatıştıklarını görürüz: Hz. İsa, hem Yahudilerin pek çok geleneğiyle hem de Roma devletinin ve toplumunun yerleşik düzeniyle çatışmak durumunda kalmıştır. İncil, Yahudi dini geleneğinin sözcüsü konumundaki Yahudi ruhbanlarını eleştirir: "Geleneğiniz uğruna Tanrı'nın sözünü geçersiz kılmış oluyorsunuz, ey ikiyüzlüler!" (Matta İncili, 15, 6)

    Hz. Muhammed'in ise, bedevi Arap toplumunun, kız çocukların diri diri toprağa gömülmesi geleneği de içinde olmak üzere pek çok geleneği ile çatıştığını ve onları ortadan kaldırdığını daha yakından biliyoruz.

    Burada iki hususun altını çizmek gerekir;

    1- Bu mücadelede karşılarındaki güç o toplumun imtiyazlı muktedirlerinin (saray, ruhban sınıfı, yerel idare, aristokrat sınıf) şahsında temsil edilen muhafazakâr karakterli bir güçtür.

    2- Semavi dinlerin geldikleri toplumun yerleşik düzeni ve gelenekleri (muhafazakârları) ile mücadele ederken ortaya koydukları tavır evrimci (muhafazakâr) değil değişimci; hatta devrimci (radikal) bir tavırdır.

    Ali Bulaç'ın yakın dönemlerdeki bir köşe yazısında bu çelişkilere bir çözüm bulma çabası dikkat çekiciydi:

    "Siyasi anlamı" "kültürel yanı"na baskın olan muhafazakârlık, Hıristiyan dinî değerleri temel alır, fakat adil paylaşımı, zayıfların korunmasını ve tüketimde ahlaki limitleri temel alan İslamiyet ile muhafazakârlık ters anlam boyutlarına sahiptirler.

    "Göç sonucunda oluşmakta olan toplum -Türkiye dahil bütün İslam dünyası bir göç toplumudur- "politik muhafazakâr" olmaktan çok, "politik reformcu"dur; çünkü gelir bölüşümü, statülerin kazanılması, eğitim, sağlık; ifade, din ve vicdan özgürlüklerinin kullanımı vb. alanların paylaşımında ve dağıtımında merkezdeki çekirdeğe karşı haksızlığa uğradığını, eşit rekabet şartlarına sahip olmadığını düşünen büyük toplumsal kesimler (merkez-kaç güçler veya çevre), köklü reformlar talep ediyorlar. Siyaseti anlamlı kılan bu temel sorunlardır. O halde muhafazakâr siyaset ve bu zeminde benimsenmiş siyasal kimlik, daha çok statükonun korunmasında ısrarcı partilere, mesela en çok CHP'ye yaraşır. Merkez-kaç güçler adına siyaset yapma iddiasında olan bir parti, yerine göre "sosyal politikalar", yerine göre "liberal politikalar" izlemek durumunda kalabilir ve esasında zengin bir siyasi tarihi ve tecrübesi olan Müslüman toplumlarda sosyal demokrasiyi ve liberalizmi birer dünya görüşü veya emredici ideolojik dogmalar olmaktan çıkarmak mümkün olduğunda -ki aksi halde bizim için bir anlam ifade etmezler- birer teknik ve yöntem olarak düşünmek ve yerine göre kullanmak mümkündür."

    "Türkiye'nin toplumsal karakteristiği "muhafazakâr" değil, "mazbut"tur. Mazbutluğun ahlaki değerler, gelenekler ve aile bağlılığıyla yakın ilgisi var. Ahlaki olarak mazbut olan bir kişi, siyasette muhafazakâr olmayabilir."

    Sonuçta,"İslam dünyasında, doğrudan geleneksel politik statükoyu takviye etmekle yükümlü hale gelmiş bulunan merkez sağ ve merkez sol partiler dışında, hem "köklü değişim"i savunan hem de bu değişimin "demokratik yöntemlerle olmasını isteyen kitlelerin siyasi ideolojisi İslam(cılık) olarak şekilleniyor. Bu bir ikame aracı olarak tanımlanıp kullanılan muhafazakârlıktan ayrı bir şeydir."10 diyen Bulaç'ın değerlendirmesini fazla iyimser bulsam da (Irak'ta, Filistin'de Akif'in deyimiyle "gaza namiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar" gözlerimizin önündeyken…) bir temenni olarak yürekten desteklenmeye değer açılımlar olarak önemli buluyorum.

    Aynı konuya kafa yoran Yasin Aktay'ın düşünceleri de benzerdir: "İslamcılık ve muhafazakârlık ilişkisi, düşünce dünyasını en çok meşgul eden konulardandır. Bu meşguliyetin bir vechesi, sağcılık ve Müslümanlık arasında bir örtüşmenin olduğuna dair derin yanılgılara sahip yorumlar, diğeri ise İslamcılığın, İslam'ın müdafaasını; oryantalist argümanlara karşı olsun; dini, siyasi ve ekonomik pek çok açıdan her türlü İslam'a yönelik indirgemeci, müstemleke zihniyetlere karşı yaparken; muhafazakâr anlayışla karıştırılmasını beraberinde getiren yanlış bir çıkarımın da doğması ile ilgilidir."

    Türkiye Modernleştirme Mimarisinin Gelip Dayandığı Sınır Taşları

    Modernleşmenin günümüz dünyasındaki anlamı devletin toplumu düzenlemek ve denetlemekten vazgeçmesidir. Oysa modernleştirici devlet bu anlayış yerine, geçmişten getirdiği gelenekle toplumsal, siyasal ve ekonomik mühendislik misyonundan kendini kurtaramamaktadır. Özellikle Batı ve Batılı değerlerle ciddi özdeşim kurma (AB'ye katılım) ilişkilerinde devletin/resmi ideolojisinin bu yönü, Batılılaşmak istekliliğinin önüne geçmektedir. Bu durum "ideoloji"nin "ütopya"yı yok etmesidir. Türk modernleşmesi, resmi ideolojinin bu ikircikli yapısı içerisinde toplumu düzenlemek ve kontrol etmek ideolojisiyle Batılılaşmak ütopyası arasında (özellikle AB'ye katılım sürecinde) ciddi krizler yaşamaktadır.

    Türkiye modernleşmesinde en önemli siyasal kriz, modernleştirici devlet geleneğinin dayandığı tek parti dönemi resmi ideolojinin çok partili bir düzen içerisinde de sürdürülmeye çalışılmasıdır. Bu sistemde demokratik plüralizmin aksine ideolojik bir monizmden, yani ideolojik iktidar tekelinden bahsedebiliriz. Türkiye örneğindeki bu plüralizm, toplumsal örgütlenmeler ile bireylerin siyasal iktidarı değiştirmesi veya kontrol etmesi değil, ideolojik iktidar tekelini kullanan siyasal aktörlerin sayısal çokluğunu ifade etmektedir.

    Modernleştirme sürecinde tek bir ideolojik hegemonya/tek parti içerisinde örgütlenen siyasal rejim öngörüsü, modernleştirmenin dayattığı ideolojik olarak da farklılaşmış siyasal parti yapılanmasına karşılık "çok partili tek parti rejimi" şekline dönüşerek siyasal modernleşmeye direnmektedir.11

    Başka bir ifadeyle Osmanlı'da başlayan devlet modernleşmesi, Cumhuriyetle birlikte toplumun modernleştirilmesine geçerken Batılılaşma ve modernleşme süreçleri "güçlü devletin mutlak egemenliği"ni sağlarken, bugün gelinen noktada, aynı süreç, bireyin, sivil örgütlenmelerin ve cemaat yapılanmalarının güçlenmesi yönünde kendini aşan (postmodern) bir eğilime evrilmektedir. Bu noktada eski yenilikçi aktörlerin konumu tam olarak muhafazakârdır.

    Modernleştirmenin ideolojisi olarak milliyetçilik, toplumsal inşanın zorunluluğunu, tarihselliğini, kuruluş ve kurtuluş mitosunu yeniden tanımlayarak toplumu kuşatır. Millet, devlet ve lider özdeşliği içerisinde modern bir cemaat kültüne; Cumhuriyet, bir tarihsel cemaat narsisizmine; demokrasi de, "milli irade" otoriteryenizmine doğru kayar.12

    Muhafazakârlık bir sağ ideolojidir. Muhafazakârlığın var olan kazanımları ve değerleri korumak şeklinde bir yanı da vardır. Bu açıdan bakıldığında herkes, solcular dahil, istedikleri toplumsal düzen gerçekleştiğinde muhafazakârlaşabilirler. Nitekim Sovyetler Birliği'ndeki solcu rejime karşı olanlar (örneğin Troçkistler) bu rejimi muhafazakârlaşmakla suçladılar.13

    Nitekim AB'ye katılım sürecine önce ayak sürüyen sonra da direnç gösteren etkili güçlerin başında Türkiye modernleşmesinin kurucu partisi CHP ve ordu gelmektedir. Bu süreçte "devlet geleneği"nin değişim karşıtı, korunmacı ve muhafazakâr olduğunu söyleyebiliriz. Demokratikleşme, insan hakları, AB süreci gibi konulardaki iyileştirmelere karşı direnen tutumu ve tutucu tavrıyla enternasyonal solun ihracı ile yüz yüze gelen CHP, marjinal siyasi oluşumlar dışta bırakılmak şartıyla bugün için Türkiye'nin en muhafazakâr partisidir kanaatimce. Gazeteci Mehmet Barlas: Eğer olaya geniş açıdan bakarsanız ana muhalefet partisi CHP de, kendine özgü bir "Neo-Con" parti değil midir?

    Dünya sosyal demokrasisinin yaşadığı bunca deneyden ve Türkiye'nin 100 yıllık politik ve ekonomik serüveninden sonra, her konuda hala kökten devletçi söylemlere takılı bir siyaset anlayışını sürdürüyorsanız, bu "Yeni Sol" kisvesi altında "Yeni Muhafazakârlık"tan başka ne olabilir?"

    …Oysa evrensel uygarlık ve özellikle içinde yer almayı amaçladığımız Avrupa Birliği, dünyada ve Avrupa'da pek bol ve rağbette olan yeni muhafazakârlığı aşıp, farklı bir dünya görüşü yaratmayı hedefliyor. Bu yeni dünya görüşü, ulusal egemenlik kavramına, hukukun üstünlüğü kavramının altında yer veriyor. Bu görüşte birey, devletin altında değil. Bu yeni dünya görüşünde, devletlerin içinde de, devletler arası ilişkilerde de, ırk, din, mezhep, siyasal görüş, insanları bölüp kavga ettiren değil, birleştirip sinerjiler yaratan öğeler gibi algılanmakta.14

    Sabancı Üniversitesi öğretim üyelerinden Ayşe Kadıoğlu da Derya Sazak'la yaptığı röportajda yükselen milliyetçi dalgayı değerlendirirken benzer ifadeler kullanıyordu:

    "Sol, hiç bu kadar devletçi-statükocu olmamıştı. Soldaki partiler orta alt sınıflardan, yoksullardan uzaklaştılar. Kızılelma koalisyonu neden oluştu?

    …Çünkü, laik kesim tutkalını yitirdi. Türkiye'deki solun geleneğinde devleti kutsamak var. Ancak dışarıda buna sol denmez. O yüzden Türkiye'de CHP ve o gelenekten gelen partiler sosyal demokrat olamadılar. AB sürecinde devletin gücü törpülendiği için eskiden sol olan kimi akımlar milleti kutsamaya başladılar.

    …Şimdi AB süreciyle devletin kutsallığı biraz törpüleniyor ya, laik kesim şimdi millette arıyor bu kutsallığı. İşte bu aleni faşizanlıktır. CHP'den medet uman fakat aradığını bulamayan kesimlerin, milliyetçi dalgayı yükselterek MHP'yi güçlendirmeye çalıştığını düşünüyorum. Bundan sonra siyasetin ekseni, bir yanda AB'ci, küreselleşmenin sosyal adalet üzerindeki etkilerini eleştiren ancak demokratikleştirici etkisini kabullenmiş kesimlerle, -ki 17 Aralık'a kadar AKP bunu temsil etti- İstiklal Savaşı seferberliği, anti-emperyalizm üzerinden siyaset yapan daha milliyetçi taraflardan oluşacak.

    Türkiye'de yükselen bu milliyetçi dalga, karşısına liberal demokrat aydın kesimleri aldı. Onları 'memleketi satmakla suçluyorlar. Oysa bu insanlar AB'yi bir 'Garbzede' Batı çılgınlığına düştükleri için seçmediler, 'antimiliter' oldukları için destekliyorlar."

    AB sürecini destekleyen aydınlarla, güvenlik politikalarını öne çıkaran güçler arasında milliyetçilik refleksine dayalı bir bölünmeden söz edilir. Güvenlik politikaları derken ne kastedilir? İtibarımız, gelirimiz, okumuş oranımız artar, ölüm oranımız düşer, sağlık kalitemiz yükselirse güvenliğimizden birileri niye kaygı duyar? Açıktır ki tüm bu gelişmeler karşısında kendi konumlarını ve ayrıcalıklarını riske atmak istemeyen iktidar sahipleri halka bunu ancak onların güvenliğinden söz ederek ve devlet sırrı çarşafına sararak "işi idare etme" yoluna gitmektedir.

    Diğer yandan AKP hükümeti gerçekleştirdiği bir dizi reform niteliğindeki değişiklikle ve AB'ye katılım sürecindeki samimi ve aktif çabalarıyla değişimci uçta konumlanırken kendisini "muhafazakâr demokrat" olarak isimlendirmeyi tercih etmektedir. Osman Gençer'in benzetmesiyle bu, "Tekneyi iskeleye bağlayıp yelken açmak acayipliği"nin nedeni belki de muhafazakâr kavramına yüklenen yanlış anlam yükünün halk nezdindeki yaygınlığının oluşturduğu popülist çekiciliktir. Bir başka ifadeyle, bir galatı meşhura dönüşmüş olan yanlış anlamlandırmanın AKP nezdinde de meşrulaşması ve meşruiyet paylaşımı oluşturmasıdır. Bu yanlış anlamlandırmanın katmerli hali ise "mutaassıp" kavramının "dindar" niyetine, dindarlar tarafından da kabul edilip kullanılması olsa gerek.

    Öz

    Türkiye, muhafazakârlık kavramının yerli yerine oturmadığı, bir başka ifadeyle bu kavramın en yanlış tanındığı ve yanlış kullanıldığı ülkelerden biridir. Bu çalışmada muhafazakârlık çeşitli yönleriyle değerlendirilmektedir. İlk önce muhafazakârlığın psikolojik arka planını araştıran bir araştırmanın sonuçları sunulmakta, sonrasında Türkiye'deki sosyolojik arka plan yine bir başka araştırmayla gözler önüne serilmektedir. Devamında da muhafazakârlığın tarihsel ve entelektüel arka planı da irdelenerek muhafazakârlık din ilişkisi incelenmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Muhafazakârlık, muhafaza, devrim, değişim, din, modernleşme

    Abstract

    Turkey is one of the countries in which the concept of conservatism is used in a shaky ground, i.e., conservatism is known and used most inaccurately. In this work, conservatism is examined from various perspectives. First, a survey searching the psychological background of the conservatism will be presented. Then, the sociological background in Turkey will be declared with another survey. To continue with, the historical and intellectual background of conservatism will be considered with an analysis of the relation between conservatism and religion.

    Key Words: Conservatism, conservation, revolution, change, religion, modernisation

    Dipnotlar

    1. Tevfik Dalgıç, Siyasal Muhafazakârlık Üzerine Bilimsel Bir Çalışma, University of Texas-Dallas, Amerika Mektubu, 19.01.2004, abhaber.com

    2. Hakan Yılmaz, Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Aile, Ekonomi, Din, Batı-Araştırma tam metin, BİA Haber Merkezi, 27/09/2006)

    3. Nisbet, The Sociological Tradition, s. 11

    4. Minogue, Kenneth, Siyaset ve Despotizm, Liberte, s. 94-95

    5. Nisbet, The Sociological Tradition, s. 11

    6. Vikipedi, özgür ansiklopedi, Muhafazakârlık maddesi

    7. Marshall, Gordon, Sosyoloji Sözlüğü,Bilim ve Sanat Yayınevi, s. 456

    8. Toku, Neşet, John Locke ve Siyaset Felsefesi, Liberte, s. 37

    9. İmmanuel Wallerstein, Muhafazakâr Partilerin İkilemi, http://www.binghamton.edu/fbc/08-tr.htm

    10. Ali Bulaç, Muhafazakâr dindarlık!, Zaman, 28/10/2006

    11. Halis Çetin, "Gelenek ve Değişim Arasında Kriz: Türk Modernleşmesi", Doğu-Batı, 2003-04, s. 35-36

    12. Tanıl Bora, "Cumhuriyet, Demokrasi ve Muhafazakâr Türk Cumhuriyetçiliği, Birikim, İstanbul, Kasım 1998-115, s. 24.

    13. Vikipedi, özgür ansiklopedi, Muhafazakârlık maddesi

    14. Mehmet Barlas, Bizim "Neo-Con"larımız daha fazla değil mi?, Sabah, 01.03.2005