Köprü Anasayfa

Güneydoğu'daki Etnik Problemler Ve Çözüm Arayışları

"Bahar 2007" 98. Sayı

  • Türkiye ve Dünyada Artan Şiddetin Pesimist Bir Analizi

    A Pessimistic Analysis of the Violence Rising in the World and Turkey

    İshak TORUN

    Günümüz dünyasının sorunları dünden farklı olarak çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmıştır. Kimi sorunlar ulusal ve bölgesel kaynaklı iken, kimileri küreseldir. Kırdan kente göç, kentlileşme, işsizlik, gelir dağılımı, eğitim, sosyal güvenlik ve bölgesel adaletsizlik, tinerci çocuklar, kapkaç ve artan şiddet gibi sorunlar daha çok ulus içi ve kalkınma ile ilgili iken; AB, IMF, siyasallaşan kimlik talepleri, küresel terör, sömürü ve savaşlar ulus dışıyla ilgilidir. Kuşkusuz, ulus içi ile ulus dışı gerçeklik düzleminde bu kadar net olarak birbirinden ayrılmaz. Weber'in dediği üzere (1985:77 ve Torun, 2003:25-26), her bilimsel uğraş kaçınılmaz şekilde ideal tiplemeler yapar.

    Kimlik taleplerini, artan terörü, kalkınma sorunlarını ulus dışından soyutlamak mümkün olmadığı gibi; AB, IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerimizi de ulus içinden soyutlamak mümkün değildir. Türkiye'nin trajedisi ise, sanayileşme ve kentlileşmeyi tamamlamadan yeni bir devrin gelip dayanmasıdır. Henüz toplum olmayı ve bir arada yaşamayı, bunların gereği olan toplumsal kuralları özümseyip empati kurmayı öğrenemeden yeni çağın yeni sorunlarıyla yüz yüze geldik.

    Her çağa damgasını vuran başat bir olgu ve egemen paradigma bulunur. Günümüzde her şeyi değiştirip dönüştüren olgu küreselleşmedir. (Giddens, 2000:67-68) Küreselleşme çağdaş dünyada bir tercih konusu değil, bir veridir. Bu çığırı görmezden gelmek, akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Toynbee' nin Zeolat'ı ya da Son Samuray adlı filmin kahramanı gibi kahpe düzene ayak uydurmaktansa onurlu bir ölümü seçmek bazıları için çıkış olabilir. Ne var ki, böyle bir tasarrufta bulunmak aslında bir seçeneği seçmek değil, seçeneği kalmamış olmak anlamına geliyor.

    Küreselleşme öncesi insanlık tarihini değiştiren diğer devrimler tarım ve sanayi devrimleridir. (Güran, 1990:3)

    Geçimlikten fazlasını artırmak ilk defa tarımsal üretimle mümkün oldu. Meslekler, sanat, felsefe ve devlet gibi kurumlar böylelikle ortaya çıktı. Toprağı işleme ve sulama konusundaki yenilikler hem güçlü devletlerin, hem de sonraki devrimin nedeni olan ticaretin doğmasını sağladı. Çin, Hindistan, Mezopotamya ve Mısır'da doğan devletler buna verilebilecek örneklerdir. Bu dönemde gücün ve zenginliğin temel belirleyicisi topraktır; güç sahipleri toprağa sahip olanlardır; savaşlar ve iktidar mücadeleleri toprak için yapılmaktadır.

    İleri kültür ve medeniyet, yerleşik hayata geçmekle, tarımsal üretimle mümkün oldu. Yerleşik hayata geçmeyen hiçbir göçebe toplum, anlık galibiyet sağlasalar da, son analizde yerleşik bir topluma üstünlük kuramamışlar ve savaşkanlıkla yendikleri yerleşik toplumların kültürleri içinde eriyip yok olmuşlardır. Avarlar, Hunlar ve Moğollar bunlara örnektir. Anadolu'da Selçuklu egemenliğini yıkıp kendi egemenliklerini kuran Moğollardan hemen hemen iz kalmamıştır. Mevlana gibi o dönemin kanaat önderleri Moğol egemenliği ile askeri ve siyasi mücadeleden kaçınmayı tavsiye etmelerinin altında "Moğolların yerleşik bir sistem olan Türk-İslam medeniyeti içinde nasıl olsa eriyip asimile olacaklardır" şeklindeki öngörüsü yatmaktadır. Nitekim, öyle de olmuştur. Türkiye'de Moğollar ve Moğollukla ilgili geride ne kalmıştır?

    İnsanlık tarihinin gördüğü ikinci devrim Sanayi Devrimi'dir. İlk defa 1750-1850 arasında İngiltere'de gerçekleştiğine (Güran, 1990:115) inanılan sanayi devrimi ile güç ve zenginliğin başat faktörü sanayi olmuştur. Güç ve zenginliğin kaynağı toprak yerine girişimcinin (burjuvanın) elindeki kapitaldir, paradır. Güç sahipleri kapitale hükmeden burjuva sınıfıdır. Bütün iktidar mücadeleleri para etrafında dönmektedir. Neticede sanayi sosyal, siyasal, kültürel düzenini kurdu. (Torun, 2003) Ulus devleti ve ulus toplumu bugüne kadar olgunlaşarak gelen bu sürecin ürünleridir. Rasyonel bürokrasi, kuvvetler ayrılığı, halk egemenliği, anayasa, vatandaşlık, parlamento, sivil-siyasal haklar, sosyal haklar ve hukukun üstünlüğü hep sanayi medeniyetine paralel gelişen kurumlardır. Bu yaklaşımlarımız altında alt-yapı üst yapıyı belirler şeklinde bir determinizm de bulunmamaktadır. Alt yapı ve üst yapı birbirini karşılıklı olarak etkilemektedir. (Bottomere, 183; Torun, 2002; Torun, 2003:33) Aynı şekilde, üst yapı da tarım ya da sanayi devrimini tersine döndürmek gücüne sahip değildir; etkisi ancak değişimi farklı yönlere yönlendirmek şeklinde olabilir. Tarım devrimi, gerek Osmanlı'da gerekse Avrupa'da otarşik ekonomi ve kapalı toplumsal düzeni yarattı. Öte yandan bu düzen Osmanlı'da tımar-çift sistemi, Avrupa'da ise feodal sistem şeklinde farklı kalıplara döküldü.

    Çağımızı belirleyen ve ona rengini veren devrim ise küreselleşmedir. (Kocacık, 2003:2) 1970'lerden itibaren finans sektöründe başlayıp ekonominin tümüne yayılan küreselleşme çığırı ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal bütün alanları belirleyen başat olgu haline gelmektedir. Daha hızlı ve kolay iletilebilen bilgi giderek endüstri toplumunun temel parametresi olan "kapital (sermaye)"in yerini almaktadır. Enformasyon teknolojileri, bio-teknoloji, gen mühendisliği ve diğer alanlardaki ilerlemeler bilgi toplumunu olgunlaştıran belli başlı etmenler olarak öne çıkmaktadır.

    Küreselleşme temelde ulus devlet ve ulus toplumla ilgili bütün kurumları değişmeye zorlamaktadır. (Giddens, 2000:374-375) Küreselleşmenin doğurduğu neo-liberal ekonomik sistem Keynesyen İktisat'ın refah politikalarını dışlamaktadır. Devletin "sosyal" ve "refah" niteliklerinin dışlanması ise ulus toplum ve onun siyasal sisteminin aşındırılması anlamına gelmektedir. Çünkü, modern toplum ve demokrasilerin temel direği orta tabakadır. Orta tabakanın mevcudiyeti ise, sosyal bir refah devletinin varlığına bağlıdır.

    Küreselleşen dünyada güç ekseni kaymaktadır. Artık, güç kapitalden ve onun yarattığı sanayiden kaynaklanmıyor. Tank, otomobil ve televizyon üretmek görece önemini kaybetmektedir. Değişen güç ekseninde, zenginlik ve gücün temel parametresi artık "bilgi"dir. Dünya düzeninin yeni egemenleri ise bilgiyi üretenler, çoğaltanlar ve iletenlerdir. Yüksek ekonomik katma değer fabrika ve sanayi ile değil tasarım, patent ve marka ile yaratılmaktadır. Patent ve tasarımları hayata geçiren fabrikalar neo-liberal ekonominin bir nevi hamallığını yapmaktadır. Türkiye'nin en büyük ağır sanayi fabrikasından biri olan Ereğli Demirçelik'in tüm değeri yaklaşık 5 milyar dolardır. ABD de iki yıl önce iki üç kişinin bir araya gelerek kurduğu ve Google tarafından satın alınan bir internet şirketinin değeri ise 1,3 milyar dolardır. Ortada ne fabrika, ne işçi, ne patron, ne de üretim bandı bulunmaktadır. Olan, yeni bir düşüncenin üç beş kafadar tarafından hayata geçirilmesidir.

    Küreselleşme, başta ekonomi olmak üzere, sosyal, siyasal ve kültürel hayatın dünyayla bütünleşmesi anlamına gelmektedir. (Nişancı, 2007) Kendi sorunlarınızı dünyadan soyutlayarak çözmek mümkün olmamaktadır, çünkü günümüz sorunları doğrudan ve/veya dolaylı olarak küresel niteliktedir. Ülke çapındaki güvenlik sorunundan, toplum içindeki asayiş, aile düzeni ve çocuk terbiyesine kadar bütün alanlar küresel trentlerle ilgilidir. AB olgusu da, büyük ölçüde, küreselleşmenin salık verdiği bölgesel bütünleşmenin dayattığı bir mecburiyettir. (Giddens, 2000:374-375)

    Türkiye'nin AB'ye girip girmemesi tartışma konusu yapılabilir, ama bir bölgesel bütünleşmeye katılmadan çağdaş devlet ve toplumlar arasında var olmak reel politika açısından zor gözükmektedir. AB'nin alternatifi nostaljik eski düzen değil, alternatif bir bölgesel organizasyondur. Dolayısıyla, AB'ye girip girmeme konusu küreselleşme bağlamında ele alınması gereken bir sorundur.

    AB olgusu küreselleşmenin yalnızca Türkiye'ye dayattığı bir örnek de değildir. İngiltere uzun yıllar AB'ye girme konusuna tereddütle yaklaştı. Çünkü, AB'nin imaj ve potansiyel gücü 1970'lere kadar pek önemsenmemiştir. Küreselleşmenin etkisini gösterdiği bu tarihten sonra AB'nin imajı büyük ölçüde farklılaştı. Özellikle Doğu Bloku'nun çözülmesinden sonra büyük bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Bu anlamda İngiltere için AB, içinde olmakla can atılan bir yer olmaktan çok dışında kalmanın göze alınmadığı bir organizasyondur.

    Fransız parlamentosunun sözde Ermeni soykırımının reddini cezalandıran yasayı onaması birinci derecede Fransızların Türkiye'ye olan antipatisi ile ilgili değil; AB entegrasyonunun, küreselleşme ve neo-liberalizmin ulus devletin sosyal ve refah işlevlerini aşındırmasına duyulan tepkiyle ilgilidir. Fransızların stratejisi, bir bakış açısıyla, Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili olumsuz politikalar üretip, AB entegrasyon projesini sulandırmaktır. Fransız halkı güzel günleri kaybetmenin baskısıyla statükocu tepkiler vermektedir. Fakat, Çin'in dünyanın göbeğine gübre gibi yığdığı ucuz mallar yerine, pahalı Fransız mallarını kim alacak? Eğer, maliyeti yüksek Fransız malları Çin malları ile rekabet edemez ise bedava konforu sürdürmenin yolu da kalmayacaktır. Fransızların böyle popülist ve konformist tepkileri küreselleşen dünyanın çığırı önünde bir değer ifade eder mi, bunu zamanla göreceğiz.

    AB'nin kurucu ülkelerinde sosyal güvenlik harcamalarının ekonomik maliyetler üzerindeki yaptığı baskı en önemli ekonomik sorun olarak görülmektedir. Ekonomi çevreleri, bütçe ve dolayısıyla maliyetler için ağır yük oluşturan, ekonomik verimsizliğe neden olan sosyal güvenlik harcamalarının sınırlandırılmasını istemektedir. Bu ise, geniş orta tabakanın asgari hayat standardını tehlikeye atmaktadır. Sağlık, sosyal güvenlik, eğitim ve diğer kamu harcamalarının sınırlandırılması geniş halk kesimlerinde ciddi gerilmelere neden olmakta; hatta şiddete varan sonuçlar doğurabilmektedir.

    AB Merkez Bankası'nın üye ülkelere empoze ettiği para ve maliye politikaları, en azından kısa ve orta vadede, işsizliğe neden olmaktadır. Nispeten gelişmemiş ve birliğe yeni katılan ülkelerden gelen ucuz işgücü müreffeh AB toplumlarını kaygılandıran diğer bir etkendir. Nitekim, Fransızların Polonyalı muslukçuların kendilerini işsiz bırakacağı şeklindeki endişeleri de bununla ilgilidir. Küreselleşme paralelinde yer edinen neo-liberalizmin ekonomik konjonktürüne uyum sağlayamayan yerel piyasa ve toplumlar sonuçta mevcut konumlarını da muhafaza edemeyeceklerdir. AB toplumlarının AB ile ilgili tepkileri netice itibariyle küreselleşme ve neo-liberalizme karşıdır.

    Küreselleşmenin yarattığı diğer büyük sorun seti gittikçe siyasallaşan kimlik talepleridir. Küreselleşme bir yandan ulus içini ulus dışı ile entegre ederken, diğer yandan ulus devlet ve ulus toplum formunu zayıflatarak alt kültürlerin kimlik taleplerinde bulunmalarını mümkün kılar. Kimlik taleplerinin siyasallaşarak mikro-milliyetçiliğe sapması ulus toplum ve ulus devlet yapılarını tehdit etmektedir. Sanayi toplumunun temel paradigmalarından olan modernizmin yerini postmodernizm almaktadır. Postmodernizmin olumladığı çok kültürlülük söylemi etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel, cinsel, çeşitli alt kültürlerin kimlik taleplerini meşrulaştırıp yaygınlaştırmaktadır. Oysa, modernizm ve ulus toplumu bütün alt kültürleri homojenleştiren ve bir üst kültürde asimile eden etkiye sahipti. Fransa kent banliyölerinde bir yıl önce çıkan isyan benzeri kitlesel hareketler ülkede yaşayan alt kültürlerin egemen kültüre karşı kimlik taleplerini yükseltmeleri anlamına gelmektedir. (Kastoryano, 2000)

    Türkiye'de de çeşitli dinsel ve etnik kimlik talepleri ve bu bağlamda ortaya çıkan siyasal polemikler hep küreselleşmenin doğurduğu etkilere olan tepkilerdir. Hrand Dink'e yapılan suikast olayını buna örnek vermek yanlış olmayacaktır. Altyapısını küreselleşmenin döşediği AB müktesebatının cebrettiği azınlık hakları, siyasal haklar, kültürel kimlik ifadeleri, çok kültürlülük gibi reformlar ve bu doğrultuda oluşan kamuoyu, yerleşik sosyal ve siyasal düzeni değişmeye zorlamakta, bu ise sosyal düzenin geniş kitleleri ile siyasal sisteminin egemenlerinde (ya da kendilerini öyle addedenlerde) içten içe savunmacı tepkiye neden olmaktadır.

    Küreselleşme etkisi ile bazı durumlarla ilk defa karşılaşıyoruz. Bugün, ezilmişlik ve yoksunluk duygusu önceden olmadığı kadar ve hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Baskı ve yoksulluk geçmişte de vardı; ama kitle iletişim kanal ve araçları bu denli yaygın değildi; olumsuz tepkiler mevzi kalır, yayılmazdı. Bugün ekonomi ve sosyal politika literatüründe yoksulluğun yanına yoksunluk denen bir terim eklendi. Refah düzeyi Türkiye'de, özellikle son yıllarda, sürekli artmaktadır. Büyüme oranları, milli gelir ve ihracat artışları gibi makro ekonomik göstergeler bu olumlu artışı doğruluyor. Buna rağmen, Türk halkı dün olmadığı kadar yoksunluk içindedir. Çünkü, herkesin gelir ve hayat standardı az ve ağır ritimde de olsa sürekli artmasına karşı, bazılarının gelir ve refahları kalabalıklarınkinden çok hızlı artmaktadır. İşte bu dengesiz refah artışı büyük kalabalıkları yoksunluk duygusuna sokmaktadır. Böylelikle sosyal tabakalar arası mesafe açılmaktadır. Gittikçe açılan mesafe geniş halk kitlelerinde içerde üst kesimlere, dışarıda ise güçlü ülkelere karşı düşmanca tutumların yükselmesine neden olmaktadır. Şiddet ortamını besleyen sosyolojik yapı, bir yönüyle, bu şekilde ortaya çıkmaktadır.

    Okul önlerindeki şiddet olaylarını, seri cinayetleri, tinerci çocuklar sorunu, alt kültürlerin kimlik taleplerini küresel etkenlerden soyutlayarak anlayamaz ve çözüm üretemeyiz.

    Günümüz konjonktüründe toplumda neden şiddet var demek, bir açıdan, çok anlamlı değildir. Betimlediğimiz bu ortamda şiddet doğal olarak var olacaktır; bundan bütünüyle kaçınmak mümkün gözükmüyor. Güvenlik güçlerinin ortaya çıkışı itibarıyla şiddete bir çözüm getirme şansı pek bulunmuyor. Şiddet, ancak aileden başlayan bir süreç içinde ele alınarak çözülebilir. Asayiş açısından yapılacak öncelikli eylem ise hukuk ve adaletin tesis edilmesidir; yoksa, yüksek perdeden hitap edip tehditler savurmakla bir yere varılamaz. Askeri ve polisiye tedbirler şiddetin nedenlerini kurutamaz, kaldı ki, görevi bu da değildir. Onlara böyle bir görev atfetmek sivil ve siyasal haklarla çelişen durumdur. Ancak, istihbarat ile şiddet potansiyelini önceden öngörüp emniyet tedbirlerini almak bahsimiz dışındadır.

    Alt kültürlerin yükselen kimlik talepleri ile halk içinde gelişen şiddet tohumlarını yasak ve cebri tedbirlerle yok etmenin imkanı kalmamıştır. Çünkü, küreselleşme ulus devlet formunu zayıflatarak toplum üzerindeki etkisini de sınırlandırmaktadır. Bu süreç, devletin yasalar koyma, yasaları etkili ve otoriter bir şekilde uygulama kabiliyetini sınırladığı gibi, sosyal devlet işlevinin yeniden dağıtım imkanlarını da elinden almıştır.

    Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve bilimsel yönleriyle her toplum küresel olanla eklemleşmektedir. İçe kapanmak çok yarar getirmeyebilir, çünkü günümüz sorunları küresel sorunlardır. Bir sorunu ülke dışından, uluslararası siyasetten soyutlayarak çözmek imkansız hale gelmektedir. Meğer ki, rejiminizi bütünüyle totaliterliğe dönüştürmüş olasınız. Totaliterliği tercih eden ülkeler ise, küresel yarıştan çekilmiş olacakları için kalkınma ve toplum refahını uzun vadede sağlayamaz duruma düşecekler ve son kertede siyasal rejimlerini de muhafaza edemeyeceklerdir. Totaliter rejimler iflah olsaydı, bunun en karakteristik örneği olan SSCB dağılmazdı.

    Otoriterlik ve kollektivizmin işlevini kaybedip demokrasi ve bireyselliğin damgasını vurduğu dünyada ataerkil insan ilişkilerinin savunulması pek akıllıca gözükmemektedir.

    İnsan sayısı ve kas gücü yerine birey ve bilginin geçerli olduğu bilgi toplumunda geçerli ilişki ve yönetişim biçimi demokrasidir. Çünkü, küresel rekabette ayakta kalmak ancak eleştirel düşünen, yenilikçi, üretici ve girişimci bireylere sahip olmakla mümkündür. Korku ve disiplin toplumundan değerler toplumuna geçmek demokrasiyle mümkündür. Kurallara korktuğu için değil, benimsediği için uyum sağlayan vatandaşlar ancak demokratik ortamlarda yetişebilir. Doğan Cüceloğlu'nun söylediği üzere (2005:51); insanların eğitim ve kariyeri arttıkça, Batı'daki gibi, daha dürüst olmamaları ve sorumluluk duygusunu geliştirmemelerinin nedeni bu olsa gerek. Türk insanının, polisin olmadığı yerde, genelde bütün kurallara, özelde trafik kurallarına, riayet etmemesi değerler toplumu olmamakla ilgilidir. Okulda öğrencilerin, ailede ise kadın ve çocukların ikincilleştirildiği, itilip kakıldığı, beyinlerin değişmez dogmalarla koza gibi örüldüğü yerde ise değerler benimsenmez, demokratik bireyler yetişemez.

    Bir iletişim ve yönetişim biçimi olarak demokrasi öncelikle fertler arasında denk ve eşitliği gerektirmektedir. Çünkü, şahsiyetli birey, insanların yek diğerine denk ve eşit kabul edildiği, kendi gerçekleriyle var olabildiği, kanaatlerini özgür iradesiyle edindiği, ast-üst ilişkilerinin iş ve görevle sınırlı olduğu demokratik ortamlarda mümkün olabilir.

    Küreselleşme ve bununla paralel gelişen AB süreçleri her türlü toplumsal ilişki ve kurumları dönüştürmektedir. Kamunun yeniden yapılandırılmasını, eğitim reformunu, özelleştirmeyi ve AB ilerleme sürecindeki reformları hep bu baptan saymak gerekir.

    1980'lerden bugüne, ama özellikle 1990'lardan bu yana yaşadığımız küreselleşme sürecinde dinsel, etnik, cinsel, kültürel, vb. sıfatlarla dile getirilen kimlik/farklılık talepleri, bu talepler üzerine yükselen tanınma siyaseti ve bu siyaset ekseninde oluşan kimlik temelli çatışmalar gündemimize oturan olumsuz yönler iken (Keyman, 2007); ulus devletin zayıflaması ile homojenleştirme ve asimilasyon politikalarının ortadan kalkması sonucu artan hak ve özgürlükler ortamı olumlu yönler olarak öne çıkmaktadır.

    Küreselleşme süreci mevcut yapı içinde çözülemeyen ve kronik hale gelmiş sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel sorunların çözülmesinde harici bir çıpa işlevi görmektedir. Nitekim, AB, postmodernizm ve neoliberalizm gibi küreselleşme paralelinde gelişen rüzgarlar iç dinamiklerle hallinden ümit kesilmiş yapısal sorunların çözümünde dışsal bir dayanak noktası olmaktadır. İnsan hakları, ekonomi, siyaset, hukuk, adalet, eğitim sistemleri ve bütün kamu sektörünün yeniden yapılandırılmasında arkaya alınacak küreselleşme rüzgarına bir fırsat olarak bakılmalıdır. Güçlü bir değişim ve dönüşüm dinamizminin dışlanması statükoculuktan başka ne ile açıklanabilir.

    Öte yandan küreselleşme bütünüyle romantik erdemlerle donanmış bir hayırhah da değildir. Küreselleşme birleşmiş bir dünya yaratmak yerine, belki temel toplumsal eşitsizlikleri biraz daha derinleştirmiştir. (Marshal,1999:449-450) Küreselleşme, global dünyada, bir açıdan, nispeten gelişmiş müreffeh ülkelere, yerelde ise nüfuzlu elitlere büyük imkanlar sağlamakta, onların pozisyonlarını daha da güçlendirmektedir. Böylelikle, dünya çapında "müreffeh bir azınlık"a karşılık, dünya çapında "yoksul kalabalıklar" ortaya çıkmaktadır. Ekolojik dengenin bozulması ve kaynakların küçük bir azınlık tarafından hoyratça tüketilmesi küresel felaketlere neden olacak potansiyele sahiptir. Neo-liberal ekonomi politikaları, doğası gereği, imkanı olanlara fırsat sağlarken, imkanı olmayanlara ise ancak yoksunluk duygusunu vermektedir. Yine, postmodern radikal farklılık politikaları etnik milliyetçiliği beslemektedir.

    Küreselleşme süreci bir yandan ulusal olanı parçalara ayırırken, diğer yandan parçalanan öğeleri tek tek ulus dışındaki öğelerle entegre etmektedir. Ulusal sermayenin uluslararası sermaye ile birleşmeleri toplumun diğer kesimleriyle, özellikle işsizlerle, yoksullarla, dar gelirlilerle ve köylülerle onların vatandaşlık bağlarını zayıflatmaktadır. Bu bağlamda küreselleşme bir vatana ait olma ve o vatan gemisi içinde diğerleri ile aynı kaderi paylaşmayı anlamsız kılmaktadır. Bu durum ise bir vatana ve devlete bağlı olmakla ilgili ortaya çıkan vatandaşlığı işlevsizleştirdiği gibi bir nevi vatansızlaşmaya da neden olmaktadır. Vatan, vatandaşlık ve halk olgularının flu olduğu bir ortamda, vatandaşlık bağı ile bir araya gelen halkın bir ülkedeki kendi kendini yönetmesini (self-determinasyon) ifade eden demokrasi de zarar görmektedir. Yine, neo-liberal politikalarla ulus devletin sosyal ve refaha yönelik işlevlerinin zayıflaması kitleleri marjinalleştirmektedir. (Nişancı, 2007)

    Peki, çözüm nedir? Çözüm, oyunda kalmaktır; küreselleşmeyi veri olarak kabul edip, ondan doğan fırsatları değerlendirmek, ortaya çıkan tehdit ve marazları minimize etmeye çalışmaktır. Bu tutum ve strateji ise oldukça gerilimli, her zaman müteyakkız olmayı gerektiren son derecede rahatsız edici bir tutumdur. Küreselleşmenin yarattığı hızlı değişim rüzgarları her ülke için hem fırsatlar hem de tehditler sunuyor. Türkiye, bir yandan tehditleri defedip, diğer yandan fırsatları yakalayarak değişimi gelişime çevirmek durumundadır.

    Çözüm odağı toplumdur, meclistir, sivil toplum örgütleridir, daha fazla demokrasidir, hukukun üstünlüğüdür ve toplumun daha fazla inisiyatif almasıdır. Asayiş tedbirlerini almakla ilgili olarak muhatap merci sivil toplum ve halkı temsil eden siyaset ve siyasi kurumlardır. Bazılarının siyaseti bütün meskenetlerin odağına koyması, siyaset mesleğini küçümseyip yok sayması yanlış bir mantıktır. Özellikle devletin veya devlet benzeri kurumların sağladığı sera iklimlerde yaşayıp geçimlerini temin edenlerin kendi mesleklerini siyasetten daha yüce saymaları, henüz eve çöp bile getirmemiş toy bir gencin romantik tutumuna benzetilebilir. Hangi mesleğin daha steril ve kutsal olduğunu merak edenlere Reşat Nuri Güntekin'in Miskinler Tekkesi adlı güzel eseri tavsiye olunur.

    Küreselleşme çığırının her şeye rengini verdiği bir konjonktürde kendi yağıyla kavrulmanın, biz bize yaşamanın, kendi ulus çadırı içinde karşılıklı hamaset çubukları tüttürmenin geçerliliği pek kalmamıştır. Global dünyada ya evrensel kurallar ve değerlere göre yaşamayı öğrenirsiniz, ya da tarihin çöplüğüne atılır gidersiniz.

    Kaynaklar:

    BOTTOMORE, T ve R Nısbet (derl.) (1990), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, çev. ve derl. Mete Tunçay ve Aydın Uğur, Ankara: Verso Yayınları.

    CÜCELOĞLU, D. (2005), Mış Gibi Yaşamlar, Birinci 50.000. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi.

    GÜRAN, T. (1990), İktisat Tarihi, İstanbul: Damla Ofset.

    KASTORYANO, R. (2000), Kimlik Pazarlığı: Fransa ve Almanya'da Devlet ve Göçmen İlişkileri, çev. Ali Berktay, İstanbul: İletişim Yayınları.

    KEYMAN, E.F. (2007), "Kimlik Siyaseti ve Kürt Sorunu", Radikal Gazetesi, /ek-haber.php?ek=r2&haberno=4934&tarih=16/02/2007

    KOCACIK, F. (2003), "Bilgi Toplumu ve Türkiye", CÜ, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 27, Sayı 1, ss. 1-10.

    MARCHAL, G. (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Çev. Osman Akınhay-Derya Kömürcü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

    Nişancı, E. (2007), "Vatandaşlık ve Demokrasi İçin Potansiyel Mekan Olarak Şehirler ve Şehirci Söylem", Sivil Toplum Dergisi, 2007.

    TORUN, İ. (2002), "Max Weber'e Göre İktisadi Gelişmenin Yeterli Şartı," Maltepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi, Cilt 1-2, 113-128.

    TORUN, İ. (2003), Max Weber'de İktisadi Gelişme Düşüncesi, İstanbul: Okumuş Adam Yayınları.

    TORUN, İ. (2003b), "Endüstri Toplumunun Oluşmasında Etkili Olan İktisadi ve Sinai Faktörler", Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 4, Sayı 1, 181-187.

    WEBER, M. (1985), Protestan Ahlak ve Kapitalizmin Ruhu, çev. Zeynep Aruoba, İstanbul: Hil Yayınları.

    Öz

    Her çağa damgasını vuran başat bir olgu ve egemen paradigma bulunur. Günümüzde her şeyi değiştirip dönüştüren olgu küreselleşmedir. Küreselleşme çağdaş dünyada bir tercih konusu değil, bir veridir. Bu çığırı görmezden gelmek, akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Küreselleşen günümüz dünyasının sorunları da dünden farklı olarak çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmıştır. Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve bilimsel yönleriyle her toplum küresel olanla eklemleşmektedir. İçe kapanmak çok yarar getirmeyebilir, çünkü günümüz sorunları küresel sorunlardır. Çözüm, küreselleşmeyi veri olarak kabul edip, ondan doğan fırsatları değerlendirmek, ortaya çıkan tehdit ve marazları, daha fazla demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne yer vererek, minimize etmeye çalışmaktır.

    Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, şiddet, demokrasi, hukukun üstünlüğü, ulus devlet

    Abstract

    Every era has a remarkable dominant phenomenon and a preeminent paradigm. Recently, globalization seems to be the phenomenon changing and transforming everything. Thus, globalization is not a matter of preference in the modern world, but it is a fact. To ignore this trajectory would be like going against the tide. The contemporarily globalizing world has so many problems which have been diversified and complicated as being differend than in the past. Each society would be articulated to the global from the social. Political, economic, cultural and scientific perspectives. Isolation may not be very useful, because actual problems occur in global level. For the solution, we need to accept globalisation as a fact, and to use the occasions emerging due to globalisation efficiently. Then, we have to try to minimize the threats and disease while putting more emphasize on democracy and rule of law.

    Key Words: Globalisation, violence, democracy, rule of law, nation state