Köprü Anasayfa

Kamusal Alanda Din- Siyaset- Toplum İlişkileri

"Yaz 2007" 99. Sayı

  • BAŞÖRTÜSÜ MESELESİ

    Head scarf Issue

    Reşat AÇIKGÖZ

    BÖLÜM I: HAK BAĞLAMINDA BAŞÖRTÜSÜ

     1-a) Hak Kavramı ve Verilmiş Haklar

    İnsanın, sırf insan olduğu için sahip olduğu bazı haklar vardır. Bunlar verilmiş haklardır, kazanılmış haklar değildir. Mesela, insanın kendi iradesi ve iktidarı haricinde bir vücut ve hayat sahibi olarak dünyaya gelmesi, onun yaşama hakkına sahip olduğunu göstermektedir. Bu hakka sahip olmak için insanoğlu herhangi bir çaba sarf etmemiştir. Bununla berâber, insanın sahip olduğu her bir hak, insana belirli vazifeler ve sorumluluklar yüklemektedir. Örneğin insanın yaşama hakkına dikkat ettiğimizde, her ne kadar insan kendi isteğiyle bu hakka sahip olmamışsa da, bu hakkını yaşamak ve korumak için kendisinde doğuştan gelen bir eğilim vardır. Bu eğilim herkeste vardır. İntihar mevzusu bahisten hariçtir. Ancak, bir insanın yaşama hakkına sahip olması, şartlar ne olursa olsun, diğer insanların da kendisi gibi aynı hakka sahip olmaları gerektiği bilincini vermektedir. Bazılarının güçlü ve iktidar sahibi olması, diğerlerini yaşama hakkından mahrûm bırakmaz veyahut bırakmamalıdır. Yaşama hakkının insana yüklediği bir vazife de insanın kendi hayatı gibi diğer insanların hayatını da korumak için gayret göstermesidir. Belki de, bir insanın haksız yere öldürülmemesi için bütün hayatını bu uğurda harcamalıdır. Fakat en başta korunması gereken hak (yaşama hakkı), en çok ihlâl edilen hakların başında gelmektedir. Bugün dünyanın bazı bölgelerinde bir kısım insanlar haksız yere öldürülürken, diğer bölgelerinde öteki insanların buna seyirci kalıp seyrediyor olmaları, gerçekten bir insanlık utancı ve dramıdır, belki de insanlıktan çıkışın bir göstergesidir.

    Bundan başka, insanın cevher-i ruhunda ekilen tohumlar ve çekirdekler hükmündeki istidatlar/kabiliyetler ile birlikte, bunları geliştirmek için gerekli maddî ve manevî donanıma sahip olarak dünyaya gelmesi, onun eğitim hakkına sahip olduğunu açığa çıkarmaktadır. Kezâ, insanın maddesel olmayan akıl cihazı ve düşünce kabiliyeti ile birlikte, bunları işlettirecek maddî bir organ olan beyin aletine sahip olarak dünyaya gözlerini açması, onun düşünce özgürlüğü hakkına ve buna bağlı olarak fikirlerini serbestçe dile getirmek için aynı zamanda ifade özgürlüğü hakkına sahip olduğunu göstermektedir. Kezâ, insanın fikirlerini uygulama sahasına geçirebilme yeteneğine ve ellerini kullanabilme becerisine sahip olarak yaratılması, onun çalışma ve mülkiyet haklarına sahip olduğu fikrini vermektedir. Bunlar gibi insanın doğuştan getirdiği daha birçok hak (evlenme hakkı, seyahat etme hakkı gibi) vardır. İnsanın maddî ve manevî yapısı dikkatle incelenirse ve duygularının ve fikirlerinin genişliği ve nihayetsizliği hesaba katılırsa, bunlar açıkça görülebilir.

    İnsanın diğer türlerden farklı olarak maddî bir elbiseye, yâni doğuştan gelen bir elbiseye sahip olmadan çıplak olarak dünyaya gelmesi, onun giyinme (örtünme) hakkına sahip olduğunu göstermektedir; aynı zamanda diğer türler üzerinde bir hakimiyet sahibi olduğu anlamını da vermektedir. Evet, örtünme doğal bir ihtiyaçtır. Erkek olsun kadın olsun her insanda hayâ/utanma duygusu vardır. Çocukluktan yaşlılığa kadar ömrünün her aşamasında insan, örtünme gereğini hissetmiştir. Çünkü hayat koşuları insanı örtünmeye zorlamaktadır. Mesela, ikliminin aşırı sıcak ve aşırı soğuk olduğu ülkelerin insanları, sıcaktan ve soğuktan korunmak için, ister istemez kendilerini örtme ihtiyacını duymaktadırlar. Çöl ikliminin yazı ve karasal iklimin, özellikle Rusya’daki kışı göz önünde bulundurulsun. Ve hakezâ diğer yaşam koşulları buna göre kıyas edilsin.

    Demek ki, örtünme gibi haklar insanın doğasında var olan ihtiyaçlardan ileri gelmektedir. Belki de hak, bizatihi ihtiyacın kendisidir. Zirâ, insandaki ihtiyaç dairesi görüş dairesi kadar geniştir, belki sınırsızdır. Fikrin ve hayalîn gittiği yere ihtiyaç da gider. Belki de o fikir ve hayal ihtiyaçtır. Yani insanı meraka sürükleyen ve insanın fikir ve hayallerini geçmişin derinliklerine, geleceğin zirvelerine götüren, insanın ruhunu nihayetsiz arayışlara sürükleyen insandaki sonsuz ihtiyaçlardır. Bu açıdan bakarsak, ölümsüzlük bir istek değil, bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçlardır ki, toplum hayatında birer hak suretinde ortaya çıkmaktadırlar.

    Verilmiş haklardan başka insanın emeği ve bilgisiyle elde ettiği bazı haklar vardır ki, biz bunlara “kazanılmış haklar” adını vermekteyiz. Mesela, bir insan eğitim hakkından yararlanarak öğretmenlik veya mühendislik gibi bir meslekte çalışma hakkını elde edebilir. İnsanın kazandığı bu haklar da kutsaldır; dolayısıyla insanın bu hakkını toplumsal hayatta pratize edilmesine izin verilmeli ve gerekli koşullar sağlanarak mümkün hâle getirilmelidir. Bunun gibi insanın bilgisi ve becerisiyle kazandığı öteki hakları da kıyas edilebilir. Burada bunları sıralamaya lüzum yoktur. Az çok herkesin bilgisi dâhilindedir. Ancak, şunu belirtmek gerekir ki, bir şey veya bir ihtiyaç veyahut bir istidat hak olarak kabul edildikten sonra, artık o hakkın niteliğine, azlığına çokluğuna, bireyselliğine genelliğine, yerelliğine evrenselliğine bakılmaz. Çünkü “…hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemâatin selâmeti için bir ferdin rızâsı bulunmadan hayatı ve hakkı fedâ edilmez” (Nursi, Mektûbât, s. 42-43)

    1-b) Başörtüsü (Takmak) Bir Hak mıdır?

    Bir bayan örtünme ile birlikte niçin başörtüsü takmak ister? Evvela, vücudunun diğer yerleri gibi saçını, kulaklarını, boynunu vb. yerlerini de başkalarına göstermek istemeyebilir; ikincisi, inancının gereğini yerine getirmekle o şekilde hareket etmek isteyebilir; üçüncüsü, düşük bir ihtimal ile siyasî veya başka bir amaç güttüğü için öyle davranmak arzusunda olabilir. Bunlardan ikinci ve üçüncü şıklar ileride ele alınacaktır. Şimdilik hak bağlamında birinci şık üzerinde duralım.

    Daha evvel belirtildiği gibi, örtünme doğal bir ihtiyaçtan kaynaklandığı için bir hak olarak ortaya çıkmıştır. Sosyal hayatta insanların geneli, baş hariç, vücudunun diğer uzuv/organlarını örtmektedir. Bir kısmı ise, bayanlar için konuşursak, başörtüsüyle başını da örtmektedir. Hatta bunlardan bazıları aşırı gidip yüzlerini dahi kapatmaktadırlar. Bu daha çok meselenin inanç boyutuyla alâkalıdır. Bir bayanın şöyle demesi, herhâlde doğal bir hak olsa gerektir: “İnsanlarla aynı sosyal ortamı paylaşırken, vücudumun bazı organları (örneğin eller ve yüz gibi) hâriç, vücudumu örterek insanlar arasında bulunmak isterim. Ne başkalarını vücudum ve kıyafetimle rahatsız etmek isterim, ne de kirli bakışları üzerime çekmeye tenezzül ederim.” Buna karşın, bir başka bayan da şöyle diyebilir: “İnsanlarla birlikte bulunurken, ne başımı ne de başka bir yerimi örtmek zorundayım; istediğim şekilde giyinme özgürlüğüne sahibim. Madem herkesin örtünmeye hakkı vardır, ben de istediğim şekilde giyinebilirim. Hiç kimsenin bana karışmaya hakkı yoktur.” Bunun gibi, daha başkaları da başka şekilde beyânatta bulunabilirler.

    1-c) “Hak”ın Ölçütü nedir veya Ne Olmalıdır?

    Bir şeyi hak olarak kabul etmek için kullanacağımız ölçüt ne olmalıdır? Tek tek bireyler kendi başlarına hakkın ne olduğunu belirleme yetkisine sahipler mi, yani her birey kendi fikirleri, inançları, beklentileri ve isteklerine göre şunları yapmaya hakkım vardır diyebilir mi, ya da bir insan tek başına “hak”ın ölçütü olabilir mi? Bir iki uç örnek vererek konuyu izah etmeye çalışayım: Hayat şartlarının ağır ve dayanılmaz yükleri altında ezilip, yaşamdan umduğunu bulamayarak hayattan küsüp ölümü hayata tercih eden birisinin intihar etmeye hakkı var mıdır? Kezâ, çarpışmak için savaş araçlarından mahrûm olan ve kaybettiği haklarını ve topraklarını geri almak için mücadele etmek zorunda kalan bir Filistinlinin, Çapan’ın (2005) tartıştığı şekilde, ister barış zamanında isterse savaş döneminde olsun, vücuduna bomba bağlayarak masum/suçsuz insanlar arasında o bombayı patlatmak suretiyle hem kendisini hem de masum insanları öldürmeye hakkı var mıdır? Kezâ, bir bayanın, en zor şartlarda ve en kötü durumlarda dahi olsa, kendi vücudunu bir meta gibi satarak geçimini temin etmek gibi bir hakka sahip midir? Ve hakezâ…

    Tek tek bireylerin akılları ve fikirleri “hak”ı belirlemede ölçüt olamaz. Hak ve hakkın temelini teşkil eden adâlet için ölçüt, Bedîüzzaman’ın da belirttiği gibi (İşârâtü’l-İcâz: 132) ancak kanun şeklinde olabilir. Böyle bir kanun da ancak bir hukuk sistemi/düzeni olabilir. Şu şartla ki, bu hukuk sistemi insanın, başta belirtilen, doğuşuyla birlikte sahip olduğu hakları göz önünde bulundurmuş ola.

    Hukuk literatüründe hak şu şekilde tarif edilmiştir: “Hak, kişilere hukuk düzeni tarafından verilen bir irade kudreti, bir isteme yetkisidir”(Gözler, 2004). Hukuk düzenleri zaman geçtikçe değişmekte; toplumdan topluma farklılık göstermektedir. Yüz yıl önce hak olarak kabul edilmeyen bir şey, günümüzde insan hakları arasında yer alabilmektedir. Kezâ bugün, yani yirmi birinci yüzyılda bile, bir hak bütün toplumlarda aynı ölçüde veya aynı derecede kabul görmemektedir. Hak gibi hak ihlâlleri ile ilgili cezalar da ülkeden ülkeye değişmektedir. Mesela bir cinayet suçunun cezası, bazı ülkelerde idam iken, bazılarında ağırlaştırılmış hapis cezasıdır. Demek ki, kanunların dayandığı hukuk düzenlerini farklı kılan insan haklarına gösterilen saygının farklılığından kaynaklanmaktadır. Buradan çıkan sonuç şudur: Her hukuk düzeni hak ölçütü olarak hakları belirlemede yeterli olamamaktadır. Hatta bazen herhangi bir hukuk düzeni hak ihlâllerine zemin hazırlamakta, kimi zaman da sebep olmaktadır.

    Kanunlar ise anayasalara dayanmaktadır. Anayasa, kanunların genel çerçevesini belirleyen ve kanunların meşruiyetini ölçen bir paradigmadır veya bir hukuk düzeninde en üstte yer alan, genel kurallardan meydana gelmiş bir bütündür (Gözler, 2004). Dolayısıyla, hakların da dayanağı, temeli anayasalardır. Fakat anayasalar da sabit ve değişmez değildir. İnsan fikrinin, bir kişinin veya bir grubun/meclisin düşüncesinin ürünü olduğu için fikirlerin- kimi zamanda konjonktüre bağlı olarak şartların- değişmesiyle de anayasalarda da değişiklik meydana gelmektedir. Mesela, Türkiye’de 1921 yılından 1982 yılına kadar dört kez anayasa değişikliğine gidilmiştir. Bu bir bakıma doğal bir süreçtir. Bu yüzden, sırf bu nedenden ötürü eleştiride bulunmak belki doğru değildir. Ancak, insan hakları zamandan zamana ve toplumdan topluma değişen türden şeyler değildir. Çünkü insanın yaratılışı/fıtratıyla ilgilidir. İnsanın fıtratı değişmediği müddetçe bu haklar da değişmez. Bin asır önce de insanın beslenme hakkı vardı; şimdi de vardır. Dolayısıyla bir hakkın bir anayasada veya bir hukuk düzeninde bulunmaması, o hakkın hak olmadığı anlamına gelmez. Bunun yerine, anayasaların ve hukuk düzenlerinin eksikliği ve yetersizliğini hesaba katmak gerektir. Bu yüzden Birleşmiş Milletlerin 1948 yılında kabul ettiği “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ni hakların belirlenmesi için esas ölçüt olarak kabul etmek yetersizdir; belki hatalıdır; belki de yanlıştır. Bu beyannameyi esas alan ve 4 Kasım 1950’de Avrupa Konseyi üyesi hükümetlerce imzalanan “ İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme” (convention for the Protection of Human Rights and Fundemental Freedoms) de, yaygın bilinen ismiyle “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi” de aynı konumdadır. (Geniş bilgi için bakınız: http://www.echr.coe.int; http://www.inhakbb.adalet.gov.tr/aihm.htm). Mesela, bu sözleşmenin bir devamı olarak 1998’de kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’deki başörtüsü sorunuyla ilgili bir davada (Leyla Şahin davası) karara varırken insan haklarından ziyade, Türkiye’deki özel koşulları dikkate almıştır (Çiftçi, 2006).

    Eğer denilse ki, var olan anayasalar ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası (evrensel değil) kuruluşların kabul ettikleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi bildiriler ölçüt olarak hakların belirlenmesinde yetersiz iseler, o zaman ne yapalım, bunun (hak) için nasıl bir ölçüt kullanmak lâzımdır?

    1-d) Hak ve Adâlet

    Yukarıdaki soru, ister istemez bizi hak ile adâlet arasındaki ilişkinin incelenmesine zorlamaktadır. Mademki var olan somut belgeler hakların belirlenmesinde yeterli ölçüt olamadılar. Şu hâlde, aklı doyuracak bir açıklamaya ihtiyaç vardır. O da şudur: Hak ile adâlet arasında doğrudan doğruya bir ilişki vardır. Şöyle ki, adâlet hak üzerinden işler; hak ise adâlet (temelin)e dayanır. Bir yönüyle hak sahibine hakkını vermek anlamına gelen adâlet, “dengede tutmak” demektir; yani haddi aşmamak, ne aşırı gitmek (ifrat) ne de geri kalmak (tefrit) dengeyi muhafaza etmek demektir. Meselâ, beslenme bir haktır. Şimdi bu hakkın adâleti şöyle olmak lâzımdır: Ne aşırı yemek, A. Camus’un belirttiği gibi, ne gereğinden fazla yemek yiyerek hayata ihanet edip hayatı çekilmez hâle getirmek ne de hiç yemeyip veya çok az yiyip hayat hakkına haksızlık etmek. Yani ifrat ve tefrit, ikisi de haksızlıktır. Hakkın adâleti sağlansın ki, yani hak dengede tutulsun ki, o hakka haksızlık edilmemiş olsun. Demek, meselâ aşırı yemek yemek beslenme hakkına bir haksızlık olduğu gibi bu haksızlık neticesinde vücutta bazı hastalıklar meydana gelirse, vücudu koruma hakkına da haksızlık yapıldığı anlamı çıkmaktadır. Mademki hakkın temelinde adâlet vardır; elbette bu prensibe riâyet etmek aklın bir gereğidir. Şu hâlde, hiç kimsenin hayatı kendisine çekilmez kılacak derecede aşırı yemek yemesine hakkı yoktur. İnsanları bundan men edecek herhangi bir kanun yoktur; fakat mademki kanunlar akla dayanır, o hâlde akla göre hareket etmek lazım gelir. Diğer haklar da buna göre kıyas edilebilir.

    Mademki örtünme bir haktır; çünkü doğal bir ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Hem madem hakkın temelinde adâlet vardır. Hem madem adâlete göre davranmamak, o hakka haksızlık demektir. Hem madem haksızlık zulüm anlamına gelmektedir; zulüm ise cezâyı gerektirir. Hem madem adâlete riâyet, düzenin kurulmasına veya sağlanmasına vesiledir. Elbette örtünme hakkında da adâlete göre hareket etmek, hem aklın lâzımıdır hem de toplumun sosyal hayatı ve düzeni için gereklidir.

    Şu halde soralım: Adâlet kanununa göre örtünme hakkı nasıl olmalıdır, başörtüsü takmak ifrat mıdır veyahut hiç örtünmemek veya çok az örtünmek tefrit midir?

    1-e) Hak, Adâlet ve Özgürlük

    Hakkın temelinde adâlet vardır ve bu adâlet aklın ve hikmetin gereğidir; fakat insanlar özgürdür, akla ve adâlete muhalefet edebilirler. Çünkü insandaki kuvvelere ve duygulara bir had/sınır konulmamıştır. Meselâ, cinsellik, yeme-içme, konuşma ve uykuyu içerisinde barındıran kuvve-i şeheviye (şehvet kuvvesi) insanda bulunan üç temel kuvveden birisidir ki, yaratılış itibariyle ona bir sınır konulmayarak serbest bırakılmıştır. Bu yüzden ifrat ve tefritlerin meydana gelme ihtimali yüksektir(Nursi, İşârât’ül-İcâz: s.19-20). Buradan hareketle şöyle bir fikir ileri sürülebilir: Madem insandaki kuvvelere ve duygulara fıtraten bir sınır konulmamış; o hâlde, bunları fıtratlarına uygun bir şekilde yaşamak herkesin hakkı olsa gerektir.

    Ben de derim ki, evvela insanın yaratılışı ve yüksek cevheri ve geniş mahiyeti göz önünde bulundurulsun, sonra da şuna dikkat edilsin ki: İnsan kâinatın bir, belki de en son meyvesi, neticesi ve küçük bir özeti olduğu, Hz. Ali’nin ifadesiyle kâinat insanda dürüldüğü için kâinatta bulunan özelliklerin, velev küçük de olsa, benzerleri insanda da bulunmaktadır. Kezâ, insan kendinden önce kâinatta var olan canlıların özelliklerini de taşımaktadır. Yani bitkisel ve hayvanî hayat insan yaşamından önce meydana geldiği için insanda hem bitkisel hem de hayvansal eğilimler vardır. İnsanın nefsi bu eğilimlere bakar. Zaten insanın ilk on, on beş yılı ve bazen de, eğer yaşlılığın ileri derecesine ulaşmışsa, ömrünün son yılları hayvan yaşamından pek farklı değildir. İlk yıllarda biz insanlar, hayvanlar gibi yeme-içme, uyuma, boşaltım ve oynama gibi temel fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılarız. Biraz da kendisine cahil/yabancı olduğumuz hayat koşullarını öğrenir ve alışkanlıklar kazanırız. Genel itibariyle bu böyledir; ama tamamen böyle olduğu elbetteki iddia edilemez. Zirâ zihinsel ve bilişsel gelişimin büyük bölümü insan ömrünün ilk yarısında oluşmakta ve şekillenmektedir. Akıl baliğ olduktan, yararlar ve zararlar ayırt edilmeye başlandıktan sonradır ki, insanın insanî özellikleri iradesine bağlı olarak ortaya çıkmaya ve mahiyetinin gerçek yapısı görünmeye başlar. Akıl ve aklın ürünü olan fikirler ile kalp ve kalbin yüksek cevheri, nefis ve arzuların karşısına çıkarlar. Bunlar insanın iç dünyasında çatışmaya başlarlar. Bunlarda hangileri galip gelse, insan hayatı da o mihver üzerinde hareket eder.

    Bundan sonra, örneğin akıl nefse şöyle diyebilir: Ey nefis, hayvan gibi yeterince yaşadın. Artık, senin dizginlerinin benim elimde olması lâzım gelir. Bundan böyle isteklerin/arzuların doğrultusunda dileğince yaşamaya hakkın yoktur; böyle bir özgürlüğe de sahip değilsin. Zirâ, hem kâinattaki varlıklara hem de toplu hâlde yaşayan insanlara tecavüz etmek ihtimali vardır. Üstelik insanın cevher-i âlisini(yüksek cevherini) inkişaf ettirmek zamanı gelmiştir. Kısacası, artık insan gibi, yani insan olmanın getirdiği vazifeleri yerine getirerek ve insana yüklediği sorumlulukları taşıyarak yaşamak gerektir. I. Kant’ın deyişiyle artık bazı şeyleri vazife bilinciyle, yani sırf insan olduğumuz için yapmamız gerekenleri yapmamız lâzımdır.

    Demek ki, insandaki sınırsız kuvveler nefse ve arzulara/isteklere bakar. İnsanda bulunmalarının en önemli gayesi, insanın mükemmelleşmesine/kemaline vesile olmalarıdır. Akıl, kalp ve fikir ise o kuvvelerin sınırlandırılmasını isterler; belki de gerektirirler. Şu hâlde, sınırsız özgürlük, akıl ve fikir itibariyle insanın mahiyetine aykırıdır. Çünkü hakkın temelinde adâlet olduğu gibi özgürlüğün temelinde de adâlet bulunmaktadır veya bulunmak gerektir. Adâletsiz bir özgürlük, özgürlük değildir. Adâlet ise birey ve toplum arasında bir dengenin muhafazasını gerektirmektedir. Yani ne toplum ve toplumun çıkarları için bireyin hakkı elinden alınmalı ne de bireyin hakkını kullanma özgürlüğü toplumun düzenine ve refahına zarar vermelidir. Fakat toplum düzeni ve/ya da devlet yapısı insan haklarına saygıda kusur etmemelidir.

    Şimdi, hak, adâlet ve özgürlük bağlamında örtünme ve başörtüsü ile ilgili olarak şunları söylemek imkân dâhilindedir: Örtünmek bir hak olduğu gibi başörtüsü takmak da bir haktır. Başörtüsü takmakla ne örtünme “hak”ında ifrat edilmiş, yani aşırı gidilmiş olunur ne de başkasının hakkına ve toplum düzenine tecavüz edilmiş sayılır. Çıplaklık ve yarı çıplaklık ise bir hak olmadığı gibi insanın yüksek cevherinden ve mahiyetinden bir düşüşü de göstermektedir. Çünkü fıtrata aykırıdır. Suni/yapay yollarla nefis ve nefsin arzuları fıtrat hâline gelmişse, o başka meseledir.

    Eğer denilse ki, birey ile toplum ve/veya devlet karşı karşıya gelirse, yani mesela bir bayan başörtüsü takmak hakkını kullanarak başörtüsü kıyafetiyle, resmi ve kamu alanları dâhil, sosyal ortamlarda bulunmak isterse; buna karşın devlet de bazı gerekçeler öne sürerek buna müdahale ederse, o zaman ne yapmak lâzımdır veya meşru dairede nasıl hareket etmek gerektir? Yahut Türkiye örneğinde olduğu gibi başörtüsü yasağından ötürü üniversite okumaktan ve resmi dairelerde çalışmaktan vazgeçmek mi gerekir, yoksa mademki başörtüsü bir hak olarak kabul edilmiyor, öyleyse bu haktan vazgeçip veya mahrûm kalıp okumaya ve çalışmaya devam etmek mi lâzımdır?

    Daha önce ifade edildiği gibi, nasıl ki beslenme hakkından mahrûm kalmak, yaşama hakkını da kaybetmeye sebeptir. Öyle de, hakların çoğu birbirleriyle bağlantılı olduğu için, bir hakkın hak olarak tanınmaması veya kabul edilmemesi başka hakların da kaybedilmesine sebebiyet vermektedir. Örneğimizde olduğu gibi, başörtüsü hakkından mahrûm olan birisi doğrudan doğruya hem okuma (eğitim) hem de çalışma hakkını kaybetmekle karşı karşıya kalmaktadır. Ya başörtüsü hakkından vazgeçip diğer haklarını elde etmeye çalışacaktır, ya da başörtüsü hakkını koruyup diğer haklardan vazgeçecektir. Her iki durumda da zararlı çıkan bireyin kendisidir.

    Başörtüsünü bir hak olarak kabul etmeyenler diyorlar ki, “madem başörtüsü kişinin okuması ve çalışmasına bir engeldir, o hâlde o da başörtüsünü takmasın veya takılmasına izin verilmeyen yerlerde takmasın, diğer yerlerde taksın. Okumak ve çalışmak için gerekirse bazı şeylerden taviz vermek gerektir. Kanunlara karşı gelmemek lâzımdır.”

    Cevaben derim: Birincisi, ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir yerinde başörtüsüyle ilgili kanunî bir yasak vardır. Gerçi başörtüsü bir hak olarak da kanunlarda yer almamaktadır; fakat din ve inanç özgürlüğü açısından başörtüsüne, dini bir simge veya sembol ve inancın pratik bir uygulaması olduğu için, hoşgörüyle bakılmaktadır. 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra Amerika ve Avrupa’da bu hoşgörü anlayışında önemli bir değişme meydana gelmiştir. Yine de dini inançlara karşı saygı kanunlarla güvence altına alınmıştır. Sadece Fransa’da başörtüsü yasağı vardır; o da devlete ait ilköğretim okullarıyla sınırlıdır. Üniversite ve özel okullarda ne Fransa’da, ne diğer Avrupa ülkelerinde ne de Amerika’da başörtüsü yasağı vardır(Vaner, 2004; Dufner, 2004; Albayrak, 2004; Arat, 2004). Aktif bir şekilde başörtüsü yasağı uygulanan tek ülke, dışarıda Müslüman bir ülke olarak bilinen Türkiye’dir.

    İkincisi, bir haktan vazgeçmektense bir hakkı elde etmek için mücadele etmek daha değerli ve daha onur vericidir. Çünkü “hakkın hâtırı alidir, hiçbir hâtıra fedâ edilmemek gerektir.”(Nursi, Mektûbat, s. 350). İnsana yakışan hak uğrunda mücadeledir. Maddî çıkarlar ve geçici kazançlar için haklar fedâ edilmemelidir; edilirse haklara haksızlık edilmiş olunur. Haklara haksızlık ise bir zulümdür. Zulme karşı mücadele etmek ise her insanın üzerine düşen bir haktır.

    Denilse ki, madem Türkiye gibi ülkelerde başörtüsü ile ilgili hukukî bir dayanak bulunmamaktadır; hem madem anayasanın 10. maddesine göre herkes kanun önünde eşittir; hem madem anayasanın 24. maddesine göre herkes vicdan, dini inanç ve kanaat özgürlüğüne sahiptir. Öyleyse nasıl oluyor da başörtüsü yasağı kanunlara aykırı bir şekilde uygulanmaktadır?

    Bu sorunun cevabında söz hakkı hukukçulara aittir. Delil getirmek için onlara başvurmak gerektir. Ne var ki, hukukçular arasında da bir görüş birliği mevcut değildir. Onun için net bir şey söylemek mümkün görünmemektedir. Zirâ, meselenin siyasî ve ideolojik boyutları da vardır. Bunun yanında, üniversite rektörlerinin kişisel ve keyfi uygulamaları da bilinmektedir.

    Hakların belirli koşullar altında sınırlandırılması, hemen hemen bütün anayasalarda yer almaktadır. Örneğin savaş, terör, sıkıyönetim, devletin varlığı tehlikede olması gibi olağanüstü hâllerde, temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması gündeme gelebilir. Ancak, bu sınırlamalar kanunlara bağlanmaktadır. Konuyla ilgili Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 13. maddesi şöyledir: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyet’in gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”(Gözler, 2006)

    Madde ile ilgili derin tetkikatı bir kenara bırakırsak, bu durumda başörtüsü yasağı ile ilgili ileri sürülen bazı gerekçeler şunlardır: 1- Devletin varlığı için bir tehdit olarak algılanması; 2- Şeriat temeline dayalı bir rejim kurulmak istenilmesi; 3- İnsanları psikolojik baskı altında bırakarak, onları fikir değiştirmeye zorlamak ve dine yönlendirmek; 4- Küçük yaştakiler için olumsuz bir örnek teşkil etmek.

    Birinci şık, başörtüsü yasağı uygulayanların ve yasağa taraftar olanların bir kuruntusundan ibarettir. Çünkü hukuk eyleme bakar, niyete bakmaz. Hatta niyet bilinse bile, eylem/fiil gerçekleşmediği sürece hukuk müdahale etmez, sadece önlemini alır. Hâlbuki bu şıkka dair ne bir eylem var ne de apaçık bilinen bir niyet söz konusudur.

    İkinci şık, bu da birinci şık ile aynı konumdadır. Buna dair de somut bir delil yoktur.

    Üçüncü şık, özgürlük ve tercihte bulunmak farklı seçeneklerin bir arada bulunmasını gerektirir. Aksi taktirde cebir/baskı ya da zorlama söz konusu olur. Meselâ, insanda sadece iyilik yapma ve doğru yolda gitme kabiliyeti olsa idi ve bunların zıtları bulunmasa idi, o zaman insan mecburen tek bir tarafa yönelmiş olacaktı. Zirâ, o zaman tercihte bulunmak için insanda irade sıfatının bulunmaması lâzım gelecektir. Oysa istidatların ortaya çıkması ve bu sayede insanın kemale doğru ilerlemesi, ancak zıt şeylerin bir arada bulunmasıyla mümkün olur. Demek ki, farklı seçeneklerin bulunması değil, bulunmaması zorbalıktır; insanı tek bir seçeneğe mahkûm etmek demektir. Bir çocuk veya bir yetişkin, çevresinde sadece başı açık bayanları görse, zorunlu olarak o da onlar gibi giyinecek ve ayrıca doğru davranışın da bu olduğu sonucuna varacaktır. Oysaki başı örtülü ve açık olanların aynı ortamda beraberce bulunmaları, insanları tercihte bulunmaya, belki düşünmeye, belki de araştırma yapmaya sevk edecektir. Ayrıca başı örtülü bayanların çevrelerini psikolojik baskı altında bıraktıkları doğru ise, bunun tersinin de doğru olması lâzım gelir. Çünkü teorik olarak ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Kaldı ki, psikolojik baskının varlığından söz etmek de doğru değildir. Çünkü iki tarafın arkadaşlıkları, hatta birisinin diğerine taraftar çıkması bu iddiayı çürütmektedir.

    Dördüncü şık, Türkiye’de ilköğretim okullarında görev yapan öğretmelerin yarıdan fazlası bayandır. Eğer başörtüsü takmak olumsuz, biraz da ideolojik bakılırsa, kötü bir davranış ise o zaman şunu kabul etmek gerektir ki, başörtüsü takmamak iyi ve doğru bir davranıştır. Böylece iyi ve doğru davranışın ne olduğu öğrencilere empoze edilmiş olunmaktadır. Öğretmenlerin ilköğretimdeki öğrenciler üzerinde etkili oldukları ve öğrencilerin öğretmenlerini taklit ettikleri veya onlara benzemeye çalıştıkları doğrudur. Ancak, bu durum öğrencileri tek tip insan gibi yetiştirmeyi ve eğitmeyi gerektirmez. Ayrıca, başörtüsü takmak bazı öğrenciler için olumlu bir davranış olabileceği gibi takmamak da bazı öğrenciler için olumsuz bir davranış olabilir. Bunun geçerliliğini ölçecek olan öğrencilerdir. fiu hâlde, bunun doğruluğunu ölçmek için öğrencilerin görüşlerine başvurmak gerekmektedir. Yoksa insanların peşin hükümleri ve ideolojik görüşleri ölçüt olamaz.

    Son olarak şuna da değinmek gerektir: Deniliyor ki, başörtüsünün altında neler gizli? Bir siyasî parti başkanının ifade ettiği şekliyle “Başörtüsü başları örter, ayıpları örtmeye yetmez.” Kişinin ayıpları kendisini bağlar. Başörtülü olsun olmasın, dindar olsun olmasın, ister bilgili isterse cahil olsun hiç kimsenin ayıbı veya kusuru başkasını alâkadar etmez. Üstelik başkasının ayıpları bizi iyi ve erdemli insan yapmaz. İnsanın başkasının ayıplarıyla uğraşmaya hakkı yoktur; varsa kendi faziletlerinden bahsetmeye hakkı vardır. Ayrıca, daha önce zikredildiği gibi, niyetler sorgulanmaz ve yargılanmaz. Hukuk veya İslamiyet için söylersek şeriat zahire bakar; fakat ameller niyetlere göredir. Dolayısıyla, başörtüsü ne niyetle takılırsa takılsın, o bizi bağlamaz ve hukuku alâkadar etmez. Üstelik her hakkın tahribine çalışanların bulunduğu da bilinen bir gerçektir. Birkaç olumsuz ve nahoş davranıştan dolayı genel hakkında hüküm vermemek gerektir.

    BÖLÜM II: İSLAMİYET’İN BİR EMRİ OLARAK BAŞÖRTÜSÜ

    Her şeyden önce meselenin izahına yardımcı olacak dört noktayı belirtmek faydalı olacaktır:

    Birinci Nokta: İslamiyet’in iki temel kaynağı vardır: Birincisi, İslamiyet’in teorisi ve kâinatın bir tercümanı hükmünde olan Kur’an-ı Kerîm’dir; ikincisi ise bu teoriyi kendi hayatıyla uygulama sahasına geçiren Hz. Muhammed’dir. Bu ikisi bir bütünün parçaları değil, kendisidir. Yani ne Hz. Muhammed olmadan Kur’an bir anlam taşır ve yorumlanabilir ne de Kur’an’sız bir Hz. Muhammed düşünülebilir/tasavvur edilebilir. Zirâ, Kur’an önce Hz. Muhammed’in şahsına nazil olmuş/inmiş; sonra Hz. Muhammed’in lisanıyla bütün insanlara duyurulmuş/iletilmiştir. Adeta, tabiri caiz ise, Kur’an Hz Muhammed’in şahsında cisimleşip somut bir hâl almıştır; Hz. Muhammed ise yürüyen ve konuşan Kur’an olmuştur. Dolayısıyla, Kur’an ayetleri yorumlanırken, her bir ayet için evvela, Hz. Muhammed tarafından nasıl anlaşılmış olduğuna ve, eğer uygulama alanına geçirilmişse, bunun ne şekilde pratize edildiğine bakmak gerektir- zamanın ve ortamın koşullarını göz önünde bulundurarak; fakat o zamana ve döneme hapsetmeyerek.

    İslam tarihi ise, İslamiyet’in temel kaynaklarından biri değildir. Bu yüzden İslamiyet’i incelemek ve tahlil etmek için doğrudan doğruya başvurulacak bir kaynak değildir. Ancak, yardımcı bir kaynak olarak, ikinci dereceden İslam tarihine bakılabilir. Çünkü İslam tarihi İslam (İslamiyet) ile özdeş değildir. İslam tarihi neticedir, meyvedir; öz ve asıl değildir. Dolayısıyla, İslam tarihinde İslam ile bağdaşmayan, İslam’ın özüne ve ruhuna aykırı olan uygulamalar ve hadiseler İslam’a mal edilemez.

    İkinci Nokta: Kur’an-ı Kerîm hakkında birçok tefsir yazılmıştır; fakat her tefsir Kur’an ile eşdeğer olmadığı gibi tefsirlerde bulunan her şeyin de Kur’an’dan olması lâzım gelmez. Kur’an tefsir edilirken/yorumlanırken uyulması ve dikkat edilmesi gereken bazı ilkeler vardır. Evvela, Kur’an evrenselliği hasebiyle, bütün milletlere/toplumlara, her toplumdaki insan tabakasına ve her insanın anlayış seviyesine hitap ettiği için Kur’an’ı yorumlayan şahsın(müfessirin) yüksek bir deha ve parlak bir zekâya sahip olması lâzımdır. Bu yetmediği için ikinci olarak, Kur’an kâinattan ve kâinatın içindeki varlıklardan ve olaylardan bahsettiği için müfessir zat Arapça’nın yanı sıra, birçok bilim dalında uzman (mütehassıs) olmalıdır. Bir kişi, hele bilimlerin birçok alt uzmanlık dallarına ayrıldığı günümüzde, tek başına birçok bilim dalında uzman olamadığı için, Kur’an’ı sadece kendi fikriyle yorumlarsa, bu yorum çok noksan olur ve tesirsiz kalır. Bir şahsın eksikliği görüldüğü için üçüncü olarak, Kur’an’ın tefsiri için bir heyet/ekibe ihtiyaç vardır. Bu heyetin de, her birisi en az birkaç bilim dalında veya bir bilimin alt dallarında uzman, şahsi ihtiraslardan ve taassuptan uzak ve hak uğruna samimiyetle çalışan şahıslardan oluşması gerekmektedir. Fakat böyle bir heyetin meydana gelmesi de çok zordur. Bundan dolayıdır ki, tefsirlerin çoğu şahsi bir çabanın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu demek değildir ki, bu tefsirlere başvurmak hatalıdır ve onları kaynak göstermek yanlıştır. Aksine, her bilim dalında söz hakkı o bilimlerde uzman olan şahıslara ait olduğu gibi tefsirde de söz hakkı müfessirlerindir. Kur’an ayetleri yorumlanırken onlara başvurmak gerektir. Yoksa her Arapça bilen veya yalnızca Kur’an meali okuyan birisinin Kur’an’ı yorumlamaya hakkı yoktur. Kur’an’ın yorumlamasında, ayrıca bilimsel keşiflerin ve icatların ve toplumların sosyo-ekonomik ve tarihsel yapılarının bilinmesi de zaruridir. (Nursî, 2002, İşârât’ül-İcâz: 5-6, 20-22).

    Üçüncü Nokta: Kur’an’ın müteşebihatı olduğu gibi hadislerin de müteşebihatı vardır. Yani yüksek ve derin hakikatler, genel tarafından anlaşılması için, benzetmeler ve mecazî ifadeler yoluyla anlatılmıştır. Ayetlerin ve hadislerin bir kısmı bu türdendir. Ayrıca her bir kelamda/sözde dört makam vardır: 1-Kim söylemiş, yani kelamın sahibi kim; 2-kime karşı söylenmiş (muhatap kim); 3-ne için ve ne maksatla söylenmiş (gaye); 4-nasıl ve ne tarzda söylenmiş (üslup). Kur’an; Allah kelamıdır; muhatabı insanlar, genel olarak halk tabakası, yani avamdır; gayesi insanları saadet-i ebediyeye ulaştırmaktır; üslubu i’caz (mucize oluşu) ve belagat sanatıdır (Nursî, 2002, s. 95).

    Dördüncü Nokta: İslamiyet’te başörtüsü başlı başına ayrı bir konu değil, örtünmenin bir parçasıdır. İslamiyet’e göre toplum içinde farklı cinslerin bir arada bulunduğu ortamlarda, bayanlar için, baş ile birlikte bütün vücudun örtünmesi gerekir; vücudun bazı yerlerini örtmek, bir kısım yerlerini açıkta bırakmak uygun değildir. Bununla berâber, örtünme her ortamda aynı şekilde değildir. Aile içindeki yakın ve mahrem akrabaların yanındaki örtünme ile hemcinsleriyle bir arada bulunurken giyinilen örtünme şekli, sokaktaki örtünme biçiminden farklıdır. Bu konu fıkıh ve tefsir kitaplarında detaylı olarak ele alınmıştır.

    2-a) İslamiyet’te Örtünmenin Mantığı

    İslamiyet’e göre örtünme (tesettür), ahlâklı ve edepli/terbiyeli olmanın bir gereğidir. Yani ahlâk ve hayâ örtünmeyi zorunlu kılmaktadır. Bir hadiste şöyle denilmiştir: “Allah beni terbiye edip eğitmiştir…” Ashabı/arkadaşları tarafından Kur’an ahlâkıyla vasıflanan ve Kur’an’da âlemlere ancak rahmet olarak gönderildiği bildirilen (21/Enbiyâ: 107) Hz. Muhammed bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur: “Her dinin bir ahlâkı vardır; İslam’ın ahlâkı hayâdır”(Beyhaki’den akt. Rahman, 1996, cilt II: 101). Hz. Muhammed’in sözlerinden, davranışlarından ve hallerinden meydana gelen ve Sünnet-i Seniye olarak tabir edilen Hz. Muhammed’in sünneti hayâ/edep manasındadır. Edebin bir türü de örtünmedir. Evet, utanma sebebi olan birçok şey (durumlar ve fiiller) ancak örtünme ile giderilebilir. (Bedîüzzaman, Lem’alar: 55-56)

    Ahlâk, sorumlu davranış ve insan olmanın gereklerini yerine getirmek demektir. Belki de, I. Kant’ın deyişiyle, “insan olma”dan gelen vazife bilinciyle davranışta bulunmak demektir. Bu bilinçle davranışta bulunduğu için insanın, ne vazifesini yaptığı için gururlanmaya hakkı vardır ne de vazifesini yapmak için nazlanmaya. Örtünme olgusu da insan olmanın gerekleri ile ilgili olduğu için bu bağlamda değerlendirilmelidir. Edep ise utanma/ar duygusuna sahip olmak demektir ki, insan olan herkeste bu duygu vardır. Meselâ, hiç kimse açık bir alanda hacetini gidermek istemez; aksine kapalı bir mekâna ihtiyaç duyar. Bu da bir nevi bir hicaptır. Diğer birçok insanî durum da buna kıyas edilebilir. Bu açıdan bakıldığında, ilk nazil olan ayet ve sûrelerin, tevhid (Allah’ın varlığı ve birliği) ile birlikte, genellikle ahlâk ve terbiye ile alâkalı olması, oldukça dikkat çekicidir. Demek ki, İslam evvela insan olmanın gereklerini insanlara öğretmiştir.

    2-b) İslamiyet’e Göre Örtünmenin Gerekçeleri

    İslam’a göre, Bedîüzzaman’ın ifade ettiği şekliyle, örtünmenin gerekçeleri şunlardır: (Nursî, Lem’alar, s. 205-210)

    Birincisi: Örtünme/tesettür, bayanlar için fıtridir. Yani bayan/kadınların yaratılış icabı taşıdığı özellikleri, onlar için örtünmeyi zorunlu hâle getirmektedir. Çünkü, kadınlar hem zayıf ve nazik bir biçimde dünyaya gelmektedirler hem de kendileri ve çocukları için himaye ve yardıma muhtaçtırlar. Bundan dolayı, kadınların, bilhassa anne olanların, kendilerini eşlerine, çocuklarına ve akrabalarına sevdirmek; bunların nefretlerini üzerine çekmemek ve başkaları tarafından rahatsız edilmemek için örtünmeye doğal bir eğilimleri vardır.

    İkincisi: Güzel olan, güzelliğini başkalarına göstermek ister. Ancak, kadınların çoğu ya yaşlıdır, ya çirkindir ya da yabancı erkeklerin bakışlarından rahatsız olmaktadır. Yaşlılık ve çirkinlik örtünmeyi gerekli kılmaktadır. Zirâ insan, kusurlu yönlerinin başkaları tarafından bilinmesini istemez. Yaşlı bayanların, velev Müslüman olmasın, örtünmek istemeleri bunu açıkça göstermektedir. Diğer taraftan on bayandan ancak iki üç tanesi vardır ki, hem genç, hem güzel olsun hem de kendini göstermekten ve/veya sergilemekten sıkılmasın. Güzel ve genç bir bayan, kendisine bakan bakışlardan bir iki tanesinden hoşlansa da çoğundan rahatsız olmaktadır. Çünkü insan sevmediği ve rahatsız olduğu bakışlardan sıkılır; onları kendi üzerine çekmek istemez. Dolayısıyla, bir bayan, isterse genç ve güzel olsun, kendisini pis nazarlardan ve kötü niyetlerden korumak için örtünmeye ihtiyaç duymaktadır.

    Üçüncüsü: Kadın ve erkek arasındaki ilişki ve sevgi sadece bu dünyayla sınırlı ve cinsellikle ilgili değildir. Evlilik yoluyla bir kadın anne, bir erkek de baba olmaktadır; ayrıca her ikisi de birbirine eş olur. Bu dünyada birbirlerine eş olanlar, öbür dünyada da birbirlerine eş olmak isterler. Meğerki birbirlerinden nefret etmiş olalar. Dolayısıyla, iki eş arasındaki ilişki hayat boyu sevgi ve samimiyet üzerine devam eden bir ilişkidir. Ebedî hayat arkadaşını kaybetmek istemeyen bir hanımın, kendi güzelliğini eşinden başkasına göstermemesi, eşini darıltmama ve kıskandırmaması, birlikte huzurlu bir hayat yaşamak için elzemdir. Ancak, eş olan bir bayan gençliğine ve güzelliğine kapılıp kendini insanlara sergilemekten çekinmeyerek eşinin kıskançlığına ve nefretine sebep olursa, bunun neticesinde hem eşler arasındaki sevgi bağı ve samimiyet ortadan kalkacak hem de evlilikleri bir yıkımla karşı karşıya kalacaktır. Çünkü gençliğe ve dış güzelliğe olan sevgi geçicidir; geçliğin ve güzelliğin gitmesiyle o sevgi de ortadan kalkar. Bu yüzdendir ki, gençliklerinde güzelliklerine bağlı olarak övgüler alanlar, yaşlılıkta kötü sözlere ve tiksindirici bakışlara maruz kalmaktadırlar. Oysa evliliğin bir gayesi de yaşlılık zamanında birbirine destek olmak ve hayatın getirdiği yükümlülükleri ve sıkıntıları birlikte paylaşmaktır. Dolayısıyla, İslamiyet’e göre evlilik bağı gençlik ve dış güzellik gibi geçici şeyler üzerine değil, ahlâk güzelliği ve sadakat gibi devamlı özellikler üzerine kurulmalıdır.

    Dördüncüsü: Toplum hayatının en küçük birimi/çekirdeği ailedir. Aile hayatının saadeti ve geleceği ise aile fertleri arasındaki ilişkiye bağlıdır. Aile içinde her bir ferdin farklı konumları ve diğer aile fertleriyle farklı ilişkileri vardır. Meselâ, bir baba, konum olarak hem bir eştir, hem bir oğuldur, hem bir ağabeydir, hem bir amcadır, vb. daha birçok konumda bulunabilir. Bu konumlara göre o babanın diğer aile fertleri ve yakın akrabalarıyla farklı ilişkiler içerisinde bulunması lâzım gelir. Örneğin kız çocuğu ve erkek çocuğuyla olan ilişkisi birbirinden farklıdır. Ahlâkî bozulmanın çok ileri düzeyde olduğu günümüz dünyasında, aile içinde açık saçık giyim tarzıyla, özellikle mahrem ve namahrem farkını hissettirmeyen uzuvların açık bulunmasıyla, hayâ perdesi yırtılırsa insanın tüylerini ürperten ve insanı onları yazmaktan alıkoyan bazı durumlar vuku bulabilir. Ki günümüzde örnekleri az değildir. Bu yüzden iffetli ve namuslu bir aile hayatı için İslam, tesettürü zorunlu kılmıştır.

    Beşincisi: “Madem her güzel, güzelliğini sever, elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez. Ve madem güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse manen ziyadeleşir. Şükredilmezse değişir, çirkinleşir. Elbette güzelin aklı varsa, hüsn-i cemalini (güzelliğini) günahları kazanmak ve kazandırmaktan ve çirkin ve zehirli yapmaktan ve o nimeti küfrân ile medâr-azab (azap sebebi) bir sûrete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak. Ve fâni, beş on senelik cemali bakileştirmek için, meşru bir tarzda istimal ile (kullanmakla) o nimete şükredecek. Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale maruz kalıp (soğuk muamele görüp), meyûsâne(ümitsizce) ağlayacak… (Nursî, Lem’alar, s. 210).

    2-c) Örtünme ile İlgili Ayetler

    Kur’an-ı Kerîm’de örtünme ile ilgili doğrudan ilişkili olan iki ayet bulunmaktadır. Ancak bu, başka ayetlerin bulunmadığı anlamına gelmez. Konuyu fazla uzatmamak için burada sadece ilgili iki ayet üzerinde durulacaktır. Bahsedilen ayetlerin inzalinden sonra Hz. Muhammed’in uygulamaları da hadis kitaplarında nakledilmiştir. Rivayetlerde şekil bakımından farklılık olsa da anlam açısında bir tutarlılık ve bütünlük vardır. Ayrıca ayetlerin hükmünün Hz. Muhammed tarafından uygulanmış olduğu hadislerden anlaşılmaktadır. Tefsir kitaplarında ilgili ayetler yorumlanırken hadislere başvurulduğu için burada uzun uzadıya hadisleri nakletmeye lüzum yoktur. İlgili ayetler şunlardır:

    “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar; (el, yüz gibi) görünen kısımları müstesnâ, ziynetlerini göstermesinler ve başörtülerini yakalarının üzerine kadar salsınlar!

    “Ziynetlerini, kocaları veya babaları veya kocalarının babaları ve oğulları veya kocalarının oğulları veya erkek kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kendi kadınları (Müslüman kadınlar) veya sahip oldukları cariyeleri veya (pek yaşlı olmakla) kadınlara karşı şehvetleri olmayan erkek hizmetçiler veya kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler!

    “Gizlemekte oldukları ziynetleri bilinsin diye ayaklarını (yere) vurmasınlar! Ey mü’minler! Hep birlikte Allah’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz” (24/Nûr: 31).

    “Ey peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, (başlarını ve yüzlerini kapatacak şekilde) dış örtülerinden üzerlerini örtsünler! Bu, onların tanınıp da rahatsız edilmemeleri için daha yakındır (elverişlidir). Allah ise Ğafûr (çok bağışlayan) dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir” (33/Ahzâp: 59).

    Bu ayetlerle ilgili izahlara geçmeden önce bir hususu belirtmek gerekir: İslam, hüküm koyma/getirme konusunda iki yol izlemiştir: Birincisi, önceden var olan hükümleri(emir ve yasakları) düzeltip belirli bir düzene sokmuştur. Meselâ, çok eşle evliliği sekizden, dokuzdan dörde indirmiş; bunu da emretmemiş, yalnızca buna izin vermiştir. Kölelik ve cariyelik kurumları da bu meseledendir. İkincisi, İslam yeni hükümler getirmiştir. Bu hükümlerin kurucusu sıfatına sahiptir. Bu hükümleri toplumsal hayatta uygulayarak yeni bir sosyal düzen kurma yoluna gitmiştir. Örtünme bu tür hükümlerden biridir. Fakat bu, eski toplumlarda örtünme olgusu olmadığı anlamına gelmemektedir. İslamiyet’ten önceki tek ilâhlı dinlerde(Musevilik ve Hıristiyanlık) örtünme olduğu gibi İslamiyet’in oraya çıktığı Arap Yarımadası’nda da az çok örtünme şekilleri vardı. Ancak, bu örtünme şekilleri fıtrata uygun olmadığı için İslamiyet onları kaldırıp, yerlerine yeni bir örtünme şekli getirmiştir. O da ayetlerde açıklandığı gibidir.

    Yukarıda geçen ayetlerdeki ifadelerin bir emir mi, yoksa tavsiye niteliğinde mi olduğu müfessirlerce tartışılmıştır. Hemen hemen bütün müfessirler, Nûr sûresindeki ayette geçen “Hımar” kelimesini (ayette çoğul geçmiştir) başörtüsü; Ahzâp sûresindeki ayette geçen “Cilbab” kelimesini (ayette çoğul geçmiştir) ise dış örtü veya sokak giysisi anlamında kullanıp, ayetlerde geçen ifadelerin tavsiye niteliğinde olmayıp bir emir olduğunu belirtmişlerdir. (Bkz. Ateş, 1988, cilt 6: 177-186; cilt 7: 200-202; İbn Kesîr, 1986, cilt 11: 5862-5882; cilt 12: 6602-6604; Yazır, tarihsiz, cilt 6: 15; 336-338; Yıldırım, 1986, cilt 8: 4197-4209; cilt 9: 4895-4897)

    Dolayısıyla, İslamiyet’in bu hükmünü bu şekilde, yani bir emir olarak kabul etmek gerektir. Yoksa, günümüzde olduğu gibi, bazı siyasî nedenlerden dolayı başörtüsü yasağını meşru göstermek için var olan hükmü beğenmeyerek veya onu tavsiye niteliğine indirgeyerek yeni yorumlara gitmek ve tevil yollarına başvurmak hem Kur’an’a bir haksızlık hem de müfessirlere karşı bir saygısızlıktır. Bu anlayış geçmişe takılıp kalmak ve yeni yorumlara kapalı olmak anlamına gelmemektedir. İlmî derinlik bunu gerektirmektedir. Var olan yorumların ötesine gidebilmek için onları aşan bir ilme ve ihlâsa sahip olmak gerektir.

    İslamiyet’i benimseyip benimsememek başka bir meselidir; İslamiyet’teki hükümleri hadiselere göre ele alıp değerlendirmek başka bir mevzudur. İslam’dan haberi olmayanlar ve İslam’ın hükümlerini kabul etmek istemeyenler Kur’an ayetlerini yorumlama hakkına ve yetkisine sahip değillerdir. Tabiri diğer ile, meselâ başörtüsü yasağını haklı göstermek için Kur’an ayetlerine başvuramazlar. Yahut başvurup da yeni bir hüküm çıkaramazlar. Yani şimdiye kadar müfessirlerin çözümleyip de ortaya çıkaramadığı bir hükmü bunlar meydana getiremezler. Bir kere bunların bu sahada söz söyleme hakları yoktur. Nerede kaldı ki, onların beyânatları İslami hükümlere bir delil olsun. Dolayısıyla, Kur’an ve İslam konusunda uzman olmayanların fikir beyanda bulunmaları ne bilimsel bakışa uygundur ne de etik anlayışla bağdaşır. Hele hele İslam’da değiştirilmesi mümkün olmayan hükümlerde (nasslarda) hiç kimsenin bunlara aykırı söz söylemeye hakkı yoktur. Başörtüsü de bu tür nasslardandır. Zaten tartışma da bunun bir emir olup olmaması konusunda değil, daha çok bu örtünün nasıl olduğu konusu üzerinde yapılmıştır. Örneğin ayette geçen “Ziynet”in ne olduğu tartışma konusu olmuştur; dolayısıyla bu meselede müfessirler arasında ihtilaf meydana gelmiştir. Fakat başörtüsünün bir emir olduğu konusunda kayda değer bir ihtilaf söz konusu değildir. Bir iki aykırı ses vardır.

    Meselâ, Muhammed Esed gibi müfessirler ayette geçen örtünün (Cilbab) geleneksel bir kıyafet olduğu konusunda ısrar etmişlerdir. Bununla akla şu mesaj verilmek istenmektedir: Kur’an, o zamanki toplumda bir örtünme biçimi olan Cilbab’ı emretmiştir; fakat zaman ve şartların değişmesiyle kıyafetler de, giyim tarzları da değişti. Dolayısıyla Kur’an’ın emrinin de değişmesi icap eder. Zirâ ortada ne Cilbab var ne de Hımar.

    Buna karşı şu şekilde cevap verilebilir: Birincisi, Kur’an gökten bir örtü veya bir kıyafet indirip insanları onunla örtemezdi. Bu Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Bunun yerine toplumda var olan örtü şekillerini kullanmıştır. Zaten Kur’an bu tarzda gitmiştir. Örneğin dönemin insanlarını düşünmeye sevk etmek için şöyle bir misal getirilmiş: “Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış?” (88/Gaşiye: 17). İkincisi, Kur’an’ın maksadı örtünmedir; yoksa şu veya bu örtüyü kullanmak değildir. O zamanki toplumda Cilbab ve Hımar kullanılıyordu. Kur’an da onları zikretmiştir. Malumdur ki maksatlar/amaçlar sabittir; fakat vasıtalar ve araçlar değişebilir. Dolayısıyla, kıyafetlerin değişmesiyle örtünmedeki asıl gaye ortadan kalkmaz. Belki maksat, yeni vasıtaları gerekli kılar. Üçüncüsü, asırların geçmesi ve zamanların değişmesiyle fikirler değiştiği gibi hayat tarzları, giyim biçimleri ve barınma şekilleri de değişikliğe uğrar. Bu önlenemez doğal bir süreçtir. Hali hazırdaki medeniyet eski asırlardakinden farklı olduğu gibi. Bununla birlikte, giyim ve barınma biçimlerinde sadece şekilsel bir değişiklik meydana gelmiş, boyutlar değişmiş; asıl gaye yine aynı kalmıştır. Başka bir deyişle, meselâ barınma ihtiyacını bugün gökdelenler ve lüks daireler karşılamakta; eski dönemlerde ise bir çadır veya kerpiçten yapılmış tek odalı evler bu ihtiyacı görüyordu. Örtünme için de aynı şeyler geçerlidir. Demek ki, zamanların ve şartların değişmesi, örtünme gibi İslami hükümleri geçersiz kılmaz.

    Eğer denilse ki, toplumda başı örtülü kapalı bayanların bulunması bizi rahatsız ediyor; onların varlığına tahammül edemiyoruz. Cevaben şöyle denilebilir: Örtünmeyen bir bayan için örtünmek nasıl garip geliyorsa, örtülü bir bayan için de örtünmemek o kadar gariptir. Mademki insanız, aynı toplumda yaşıyoruz ve aynı sosyal çevreyi paylaşıyoruz. Elbette birbirinin haklarına saygılı olmak, en kötü ihtimal ile birbirine tahammül etmek insan olmanın bir gereğidir. Zaten birlikte yaşayabilmek için bazı insanî değerlere sahip olmak gerektir: 1-İnsanlık sevgisi, 2- farklılığa saygı, 3- kendini başkasının yerine koymak, 4- tahammül etmek.

    KAYNAKÇA

    ALBAYRAK, Nebahat. (2004), “Batı Toplumlarında Müslüman Kadın” konferansındaki konuşması,http://www.tesev.org.tr/basortusu_kitap_tanitim_konusmalar.php

    ARAT, Zehra F. Kabasakal. (2004), “Batı Toplumlarında Müslüman Kadın” konferansındaki konuşması,http://www.tesev.org.tr/basortusu_kitap_tanitim_konusmalar.php

    ATEŞ, Süleyman. (1988), Yüce Kur’an’nın Çağdaş Tefsiri, İstanbul: Yeni Ufuklar Neşr.

    BEDÎÜZZAMAN, S. Nursî. (2002), Muhakemat, İstanbul: Zehra Yayıncılık.

    ————— İşârâtü’l-İcâz, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

    ————— Lem’alar, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

    ————— Mektûbat, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

    ————— Sözler, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

    ————— Tılsımlar, (Künyesiz Osmanlıca Baskı).

    ÇAPAN, Ergün. (2005), “Suicide Attacks and İslam”,http://www.muslimway.org.tr

    ÇİFTÇİ, Sabri. (2006), “On European Court of Human Rights, Democracy and Western Muslims”,http://www.liberal.org.tr/index.php?lang=en

    DUFNER, Ulrike. (2004), “Batı Toplumlarında Müslüman Kadın” konferansındaki konuşması,http://www.tesev.org.tr/basortusu_kitap_tanitim_konusmalar.php

    GÖZLER, Kemal. (2006), Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, http://www.anayasa.gen.tr (2004), Anayasa Hukukuna Giriş,http://www.anayasa.gen.tr

    İBN KESÎR. (1986), Hadislerle Kur’an-ı Kerîm tefsiri, (Çev. B. Karlığa, B. Çetiner), İstanbul: Çağrı Yayınmları.

    KUR’ÂN-I KERÎM VE MUHTASAR MEÂLİ, (2001), (Haz. Hayrat Neşriyat Meâl Heyeti), İstanbul: Hayrat Neşriyat.

    RAHMAN, Afzalur. (1996), Hz. Muhammed- Siret Ansiklopedisi, Gen. Yay. Yön. H. Güneş, (Ter. Kur. Y. Balcı, H. Bayrak, B. Biberci, K. Dönmez, T. Özkök, S. fiener, S. Top), İstanbul: İnkılâb Basım Yayım.

    VANER, Semih. (2004), “Batı Toplumlarında Müslüman Kadın” konferansındaki konuşması,http://www.tesev.org.tr/basortusu_kitap_tanitim_konusmalar.php

    YAZIR, E. M. Hamdi. (Tarihsiz), Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Azim Dağıtım.

    YILDIRIM, Celal. (1986), İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, İstanbul: Anadolu Yayınları

    Özet

    Bu incelemede, bugün Türkiye’de hak ve özgürlükler açısından çokça tartışılan başörtüsü meselesi ele alınmaktadır. Bunun için ilk bölümde öncelikle “Hak” kavramı üzerinde durulmakta, hak-adalet ilişkisi irdelenmekte, kazanılmış ve verilmiş haklardan yola çıkılarak başörtüsünün önemli bir hak olduğu sonucuna varılmaktadır. 2. bölümde başörtüsü İslamiyet’in bir emri olarak ele alınmakta ve bununla ilgili deliller gözler önüne serilmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Başörtüsü, hak, adalet, özgürlük, İslamiyet, insani değerler

    Abstract

    This article considers the head scarf issue discussed in contemporary Turkey excessively from the point of view of rights and freedoms. The first part takes up the concept of “Right” and discusses the relation right-justice, and starting from the law vested rights and given rights reaches a conclusion that the headscarve should be an important right. The 2nd part of this text considers headscarve as an order of Islam and expresses relevant proves on this theme.

    Keywords: Head scarf, right, justice, freedom, Islam