Köprü Anasayfa

Kamusal Alanda Din- Siyaset- Toplum İlişkileri

"Yaz 2007" 99. Sayı

  • Bir Meşrutiyet Aydınının “Kamusal Alan”ı Hatırlatan Hürriyet Anlayışı

    An Idea of Freedom by an Intellectual during the Constitutional Period Reminding “Public Sphere”

    Nazmi Eroğlu

    Araştırmacı-Yazar

    Abdullah Cevdet geçen yüzyılın ilk çeyreğinde çıkardığı İctihad (1904-1932)1 adlı dergiyle düşünce tarihimize önemli katkılar sağlamış bir fikir adamı olarak bilinmektedir. Bununla beraber Türk toplumunun siyasi hayatında derin bir etkisi olan İttihat ve Terakki’nin kurucuları arasında yer almış, hatta bu cemiyetin isim babası sayılmıştır. Mekteb-i Tıbbiye’deki arkadaşıyla bahsi geçen cemiyeti kurarken en büyük ideali, -muhtemelen- ülkede yaşayan insanlar arasında eşitlik ve özgürlük anlayışının yeşermesine yardımcı olmaktı. Bunu azami ölçüde düşünmüş olmalı desek daha doğru olur. Fakat bu cemiyet hükümet tarafından takibata uğrayınca zamanla dağılır veya etkinliği azalır. Daha sonra Rumeli’de askeri ve sivil unsurlar tarafından örgütlenen (önceki cemiyetle ciddi bir organik bağı bulunmayan) yeni bir cemiyet (Osmanlı Hürriyet Cemiyeti), yurt dışında faaliyetlerini sürdüren Jöntürk hareketiyle birleşerek (1907) İttihat ve Terakki adını alır. İşte bu yeni cemiyetin baskıları sonucu Abdülhamid II. Meşrutiyet’i ilân etmek zorunda kalır.2 Ancak kaderin garip bir cilvesi olarak, Jöntürklerin eleştirdiği “istibdat rejimi”nin daha da ağırı Meşrutiyet’in ilk heyecanı geçtikten sonra yavaş yavaş kendini gösterir. Burada en önemli sorun kendilerini “hürriyetperver” olarak nitelendiren bazı aydınların bu politikaları destekleyerek “meşrulaştırması”, baskıları yönlendirmesi, hatta yetkili olan İttihatçıları kışkırtmasıdır.

    Bu noktada Abdullah Cevdet ve çıkardığı İctihad dergisindeki bazı yazılar örnek verilebilir. Dergide, telif ve tercüme birçok önemli metin yayınlanmasına rağmen, İslamiyet’le ilgili; özellikle hayatını İslamî geleneklere göre tanzim eden halkın ekseriyetiyle barışık olmayan, onların özgürlükleri noktasında hayli sorunlu bir zihniyeti sahiplenen düşünceler seslendirilir.3 Nitekim 1912 seçimleri sürecinde A. Cevdet İctihad mecmuasında “Hürriyet-i İrtica Yoktur” başlığı altında kaleme aldığı yazıda, hak ve hürriyetler, halkın iradesi ve sair konulardaki düşüncelerini açıklar. Burada temas ettiği hususların zamanımızda bazı aydın ve elit zümreler arasında da kabul gördüğü bilinmektedir. Bununla beraber bu aydınlar, bazı doğruları kendilerine siper ederek esasa dair meselelerde mütehakkim ve müstebit bir tutum içine girmektedirler. Neticede kendileri gibi düşünmeyen, Batı normlarına göre yaşamayan insanları ve kesimleri ilkel bulmakta, hatta bir suçlu gibi özgürlüklerinin kısıtlanmasını talep edebilmektedirler. Bu uğurda bir takım toplumsal olayları da delil olarak kullanmaktadırlar. Baskıcı ve totaliter yapılanmaların mirası olan tedhiş ve gayrikanunî hareketleri özgürlüklerin bir sonucu gibi anlama eğilimindedirler. Bu ise, işin tersine dönmesidir ki, yüzyılı aşkın bir süredir özgürlüklerin kısıtlanması yönünde benzer gerekçeler sürekli gündeme gelmektedir.

    A. Cevdet, bahsi geçen yazının giriş paragrafında, “Biliyorum, bu makalemi okuyanların belki bir kısmı, Koca eski hürriyetperver! Koca yeni müstebit! diye bağıracaklardır” cümlesine yer vermektedir. Böylece eski düşünceleriyle çeliştiği yönünde akla gelebilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya, en azından çelişkili duruşunu hafifletmeye, meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunun yanında bir yazar olarak bazı kesimlerin hoşuna gitmese de düşüncelerini açıklamaktan geri durmayacağının altını çizmektedir.

    Bu ünlü “İctihadcı”ya göre, yazarla okuyucu arasında babanın evladıyla olan ilişkisine benzer bir ilişki vardır. Bu sebeple yazarın okuyucuya (veya halka) şirin gözükmek, onların rızasını almak veya kendi gelecekleriyle ilgili düşüncelerine itibar etmek gibi bir zorunluluğu yoktur. Zira baba, çocuklarının iyiliği yönünde her şeyi daha önceden düşündüğünden, çocuk hem aile içinde hem de eğitim kurumlarında sıkıcı da olsa söylenen ve planlanan hususlara tâbi olmakla yükümlüdür. Bu örnekten hareketle muharririn, kendisine veya kendi görüşündeki aydınlara yakıştırdığı baba rolünden ve bu rolün halkla ilişkiler noktasından -yaygın olarak kullanılan tabirle- tepeden inmeci ve elitist bir yaklaşımı benimsediği anlaşılmaktadır.

    Hâlbuki yazarla okuyucu arasında bundan daha farklı bir ilişki söz konusu olmalıdır. Yazar düşüncelerini okuyucularıyla paylaşan, paylaştıkça hem okuyucuları, hem kendisi bu ortamdan ve zeminden yararlanan, öğrettikçe öğrenen ve düşüncelerini yenileyerek tekrar okuyucusuna yönelen bir konumda bulunmalıdır. Nitekim yazar ile okuyucu arasında bu tarz ilişkileri geliştiren veya bu ölçüler içinde hareket eden kalem erbabının halkın sorunlarına daha derinden çözüm bulma şansı olduğu açıktır. Aynı şekilde gerek ailede ve gerek eğitim kurumlarındaki eğilimlerin, demokratik ve daha şeffaf bir anlayışa temayülü gerektiği pedagojinin işaret ettiği bir husustur.

    Ancak, bir “misyoner” aydın tipi izlenimini veren Abdullah Cevdet, halkın önemli bir kısmının görüşlerini dile getiren aydınların veya zümrelerin düşüncelerini, muhtemelen Batı menşeli olmadığı için tartışmaya değer bulmamakta ve belki de bir şekilde sindirilmesini talep etmektedir. Bundan dolayıdır ki irtica kavramını bir ayrıştırma ve yabancılaştırma aracı olarak kullandığı anlaşılmaktadır. Bu tutumuna dayanak teşkil etmesi açısından ileriye sürdüğü bazı düşünceler hemen her aklıselim sahibi insanın kabul edebileceği türdendir. Bu da bazı gerçeklerin yanlış bir neticeye evrilmesi veya saptırılması açısından ilginçtir.

    Metinde ifade edilen “Hürriyet-i irtica yoktur”4 tabiri düz bir mantıkla doğru görülse de bir düşünce ve eylemin veya kendilerinden olmadığı varsayılan kesimlerin özgürlüklerinin kısıtlanmasını teklif eden bir manâyı da ihtiva etmektedir. Seçilen böyle bir başlıkla kategorize edilen insanlar belli bir konuda suçlu gibi telakki edilmenin ötesinde zararlı, toplumun geleceği açısından tehlikeli olarak tanımlanmaktadır. Ancak yazar, bu şekil yasakçı bir anlayışı gönül rahatlığıyla savunmanın sıkıntısını da çekmektedir. Zira “eski hürriyetperver”, “yeni müstebit” oldu ithamıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır. Dolayısıyla “toplumsal açıdan” önemli bir gerekçeyle özgürlüklerin ortadan kaldırılması halinde fazla bir sorun yaşanmadan(?), daha doğrusu entelektüel haysiyet ve fikir namusu yara almadan(?) maksadın hâsıl olabileceğini düşündürmektedir. Günümüzün şartlarında da telaffuz edilen bazı gerekçelerle özgürlüklerin askıya alınmasına, çoğu zaman halkın da ses çıkaramadığı bilinmektedir. Nitekim “özgürlüklerin ortadan kaldırılmasının talep edilemeyeceği” argümanıyla “irticacılık” ithamı her zaman beraber telaffuz edilmiştir ve buna dayanarak hükümetlerin askeri darbelerle devrildiğine Türk toplumu şahit olmuştur.

    Yazar hürriyet gerekçesiyle kullandığı bazı tabirlerin pek de alışılmış bir şey olmadığının farkındadır. Bu bakımdan hürriyetle ilgili bilinen hususları veciz ifadelerle dile getirerek asıl söylemek istediği noktaya gelmektedir:

    Buna göre, “hürriyetin sınırı”, meşru eğilimler ve kanunlarla belirlenmelidir. Zira, “her ferdin hürriyeti, başkasının hürriyetiyle sınırlıdır (…). Ben ilave etmek lüzumunu hissediyorum: Her ferdin hürriyeti kendisinin mensup olduğu memleket ve milletin hayır ve menfaatiyle muhduddur. İşte meselenin can damarına temas etmek üzereyiz.” Özgürlük hakkı adına icra edilecek her hareketin o hareketi icra edene ve bu hareketin ortaya çıktığı sosyal çevreye faydalı olması ve her halde zararlı olmama mecburiyeti vardır. Dolayısıyla, özgürlük, hangi cins ve şekilde olursa olsun, fayda ve zararını, hayır ve şerri ayıramayan kimselerde var olma hakkı yoktur. Özgürlük hakkına sahip olmadan -ki irtica hürriyeti bu cümledendir,- özgürlüğün olamayacağını, “olmamak lazım geldiğini, yüksek, pek yüksek sesle söylüyorum.”

    Yazar tezlerini desteklemek için meşrutiyet döneminin en feci olaylarından birini delil olarak kullanmaktadır. Ona göre, 31 Mart Vak’ası irticaya özgürlük tanınmasından kaynaklanmıştır.5 Dolayısıyla intihar özgürlüğü varsa, irtica özgürlüğü de olsun, fakat intihar eden adam, yalnız kendi canını telef etme şeklindeki korkakça fiiliyle itham edilen değildir, o aynı zamanda toplumun bir ferdini, bir uzvunu da katletmiş olmakla canidir ve mülevvestir. Bu sebeple intihara teşebbüs edenler, esasında başkasının hayatına kastedenler gibi kanuni takibata alınmalıdır. Zira “bir ferd kendi tali’ ve hayatının, hakikat-ı halde keyfemayeşa maliki ve hatta mutasarrıfı değildir.”

    Abdullah Cevdet, bu ilginç ve bir yönüyle kabul edilebilir düşüncelerden sonra insanlığın en meşhur adamlarından biri olarak gördüğü Ernest Renan’dan nakil yapmaktadır. Renan ise özetle şöyle diyor: Toplu bir şekilde yaşamanın yardımıyla bütün insanları şeref ve haysiyet sahibi ve hür kılmak, hükümetin öncelikli görevidir. Bu olmadıkça yapılan her şey faydasızdır. Sınırsız hürriyet, toplanma hakkı ve katılımdan bahis olunuyor; eğer zekâlar doğal haliyle bulunsaydı bunlardan daha iyi bir şey olmazdı. Fakat zekâlar doğal durumuna varıncaya kadar bunlardan daha ziyade boş/faydasız bir şey bulunmayacaktır. “Ahmaklar yahut cahiller, istedikleri kadar ictima etsinler, onların ictimalarından hiç iyi bir şey çıkmayacaktır.” Bir düşünce veya siyasi bir partiye mensup olan adamlar fikirlerinin açığa çıkmasına baskıların engel olduğunu haksız yere düşünür ve bu baskılara karşı bir kızgınlık ve kırgınlık içinde bulunurlar, fakat aldanırlar. Onların fikirlerini söndüren hükümetlerin niyetlerinin kötülüğü değildir; sebep, fikirlerinin kemale ermemiş bulunmasındadır. Nitekim milletleri esaret altında tutan hükümetlerin zorlaması ve kuvveti değil, halkın aşağılanmasıdır. “Hürriyetle yaşamak istidadı kemale erdiği vakit, derhal akvamın bu hürriyeti istihsal etmemelerine ihtimal verilebilir mi?”

    Yazının devamında şu düşünceler yer almaktadır; olgunlaşamamış, doğruyu yanlışı birbirinden ayırma istidadı bulunmayan yetişkinlerin -çocuklarda olduğu gibi- hürriyeti yerine diğer bir hürriyeti ikame etmek gerekir. “Fakat muhakkaktır ki ahalinin terbiyesinden evvel hürriyetlerin kaffesi tehlikelidir.” Ve kontrol altında bulundurulmaları gereklidir. Diğer bir husus, düşündüğünü söylemek özgürlüğüyle ilgili meselelerde de söyleyenin hakkı yanında dinleyenin de hakkı dikkate alınmalıdır. Dinleyenler her zaman doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğine sahip olmadığından “adeta hükümetin vesayeti altına mevzu’dur.” Dolayısıyla, söyleyen açısından değil dinleyen açısından sınırlamalar caiz ve meşrudur, her şeyi söyleme hürriyeti, herkes doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğine ve olgunluğuna sahip olursa ancak mümkün olabilir.

    Abdullah Cevdet “üstadı” Renan’ın bu düşüncelerine sadık kalarak kendi toplumunda yaşayan ve ülke sorunlarını beraber omuzlayan büyük bir kesimin fikri bir olgunluğa ulaşamadığı ve dolayısıyla doğruyu yanlıştan tefrik edemeyeceğine inandığı için özgürlüklerinin kısıtlanmasından yanadır. Batı yanlısı düşüncelere öncülük eden yazarın ifadelerinden ve yapılan gözlemlerden anlaşıldığına göre, aydınların önemli bir kısmı, halkın kendi düşünceleri doğrultusunda mesafe alması ölçüsünde özgürlüklerinin tanınmasına rıza göstermektedirler. Daha doğrusu Batı’nın değerlerine perestiş edenlerin talep ettikleri özgürlük, intisap ettikleri guruplarla sınırlı kalmaktadır. Örneğin, kendilerinin iltifat etmediği bir siyasi kuruma halkın ekseriyetinin destek vermesi halinde özgürlüklerin askıya alınmasına onay vermekte tereddüt etmemektedirler.

    Bu anlayış Abdullah Cevdet’te de fazlasıyla görülmektedir. Nitekim yazısının sonuna doğru konuyu seçimlere getirerek şu hususlara yer vermektedir: “Fakat yakinen ve bazı elem dereceleri, ruhi acılar ile yoğrularak bildiğim bir cihet vardır” ki o da hükümetin isteyerek halkın özgür kalmasında mutlak surette seyirci kaldığı halde, Meclis’in büyük çoğunluğu itibariyle “büyücüler, türbedarlar, riyakâr sofiler, meczuplardan müteşekkil olacağıdır.” Bunun yanında cahillere karşı yapılan propagandaları da içine sindiremediğinden “irticaya” özgürlük tanınmaması gerektiğini daima savunacağını belirtmektedir.

    Sonuç olarak, Meşrutiyet’in fikir atmosferi içinde totaliter ve yandaş hürriyet anlayışları -hemen her dönemde olduğu gibi- farklı kesimlerde kendini göstermiştir. O dönemde siyasetle uğraşan, gerek ittihatçıların safında ve gerek başka bir cemiyette yer alan birçok yazar, düşüncelerinin adeta resmi ideoloji olarak kabul edilip uygulanmasını talep ettikleri izlenimi vermektedirler. Hâlbuki düşünce ve ifade özgürlüğünün -bir hak olduğu (bir lütuf olmadığının)- başkaları söz konusu olduğu zaman görmezden gelinmesi ilkelliktir; fikir haysiyet ve namusuyla bağdaşmayan bir husustur. Esef vericidir ki Meşrutiyet’ten günümüze kadar değişmeli de olsa hemen her düşünce suç sayılmış ve müntesipleri de suçlu muamelesi görmüş veya kale alınmamıştır. Adalet ve hakkaniyet ölçüleri bir felsefi kanaat olarak değişik metinleri süslese de konu, sürekli başkaları olarak düşünülenlerin özgürlüklerinin kısıtlanması noktasına getirilmiştir. Bu da serbestiyetin veya özgürlüklerin kötülük doğuracağı kanaatini pekiştirmiştir.

    Özet

    Meşrutiyet’in fikir atmosferi içinde totaliter ve yandaş hürriyet anlayışları, hemen her dönemde olduğu gibi, farklı kesimlerde kendini göstermiştir. O dönemde siyasetle uğraşan, gerek ittihatçıların safında ve gerek başka bir cemiyette yer alan birçok yazar, düşüncelerinin adeta resmi ideoloji olarak kabul edilip uygulanmasını talep ettikleri izlenimi vermektedirler. Bu dönemdeki fikir adamlarından biri de Abdullah Cevdet’tir. Bu yazıda Abdullah Cevdet’in kendi çıkardığı İctihad dergisinde “Hürriyet-i İrtica Yoktur” başlığı ile kaleme aldığı makalesinden yola çıkılarak onun hak ve hürriyetler, halkın iradesi vb. konulardaki görüşlerine yer verilmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Abdullah Cevdet, Meşrutiyet, İctihad Mecmuası, irtica, hürriyet

    Abstract

    Many different understandings of freedom as totalitarian or partisan freedom emerged within the intellectual atmosphere of the Constitutional period among various sectors of society. Many authors dealing with politics either unionists or as a member of other societies give an impression as their ideas need to be accepted as official ideology and to be executed. One of the intellectuals within this period was Abdullah Cevdet. This text discusses his ideas on rights and freedoms, the will of society etc. in the light of his article entitled ‘No Freedom for Backwardness’ printed in his journal of İctihad.

    Keywords: Abdullah Cevdet, Constitutional Period, Journal of İctihad, backwardness, freedom

    Dipnotlar:

    1. İctihad mecmuası 28 yıl içinde 358 sayı yayınlanmıştır. Bu mecmua kurucusu ve yayıncısı olan Abdullah Cevdet’in vefatıyla son bulmuştur. (29 Kasım 1932) 358 numaralı sayısında “Abdullah Cevdet’e ve İçtihad’a Fatiha” başlığı altında şu ifadelere yer verilmiştir: “Bu mecmuayı 28 seneden beri neşreden Abdullah Cevdet 29 Teşrinisani 932’de dünyaya gözlerini kapadı ve bu acı hadise onun hazırladığı, tab ettirmek üzere olduğu nüshanın geri kalmasına sebep oldu. Mecmuanın çıkacağı Perşembe günü Abdullah Cevdet topraklara tevdi edilmiştir. (…) ‘İçtihad’ için ve onu Avrupa’dan buraya kadar taşıyarak 28 seneden beri neşreden hakim Abdullah Cevdet için bu nüsha bir fatihadır.”

    2. Nazmi Eroğlu, Fırtınalı Günlerin Ünlü Maliye Nazırı Cavid Bey, İstanbul: Birharf Yayınları, 2006, s. 26.

    3. Bakınız, Nazmi Eroğlu, “‘Garpçı’ Bir Mecmuadan (İctihad) Tesettüre Bakışlar”, 1908’den günümüze Milli İradenin Kuşatılması, İstanbul: Birharf Yayınları, 2004, s. 197-224.

    4. Abdullah Cevdet, “Hürriyet-i irtica yoktur”, İctihad, no: 34, 15 Mayıs 1328 (28 Mayıs 1912), s. 1098-1100.

    5. Burada verilen örnek asayişin teminiyle ilgilidir ve esasında meseleye başka açıdan bakıldığında özgürlüklerin bir zümrenin menfaatleri doğrultusunda sınırlandırılmasından meydana gelen toplumsal bir sarsıntının ortaya çıkmasıdır. Bu tür olayların kaynağında insanların kendini özgürce ifade edememesi veya başkalarının tahakküm, istibdat ve baskısı altında kalma korkusudur. Daha kötüsü, bu korkuların körüklenerek güçlü olanın istibdadının pekiştirilmesidir. Hâlbuki toplumdaki hastalıkların tedavisi ve yenilerinin ortaya çıkmaması hukukun kuralları içinde yönetilen bir toplumun oluşturulmasıyla mümkündür. Siyasi ve hatta sosyal meşruiyeti hukuktan almayan toplumların veya zümrelerin önüne daima asayiş, özgürlüklerin kısıtlanması, nihayet fert ve toplumun kendini ifade edememesi ve geliştirememesi gibi bir sonuç çıkarır. 31 Mart Vak’ası irticaî bir kalkışmadan ziyade birçok toplumsal sorunun tetiklenmesiyle meydana gelen bir olaydır. Bunun ortaya çıkmasında ordu içindeki hiyerarşinin bozulması, ideolojik yaklaşımlar ve terfilerdeki adaletsizliklerin büyük etkisi vardır. Nihayet ordu içindeki çatışmaların ortaya çıkması, İttihatçıların bir baskı unsuru olarak kullandıkları Nigehban-ı Hürriyet (Hürriyetin Bekçileri) denilen gurubun itaatsizliği ve isyanı, buna değişik sivil unsurların, özellikle cahil kesimlerin katılması böyle bir feci duruma yol açmıştır (Bakınız, Nazmi Eroğlu, “31 Mart Vak’ası’nın Oluşumunda İttihatçıların Etkisi ve Bazı Yanılgılar”, 1908’den günümüze Milli İradenin Kuşatılması, İstanbul: Birharf Yayınları, 2004, s. 19-56). Abdullah Cevdet ise -aksine- bu olayın özgürlüğü hak etmeyenlere tanınan serbestiyetten kaynaklandığını düşünmektedir.