Köprü Anasayfa

Kamusal Alanda Din- Siyaset- Toplum İlişkileri

"Yaz 2007" 99. Sayı

  • ESKİ CUMHURİYET, YENİ DEMOKRASİ ve KAMUSALLIK

    The Old Republic, New Democracy and Publicity

    Ali Bulaç

    Türkiye’nin vesayetçi ve elitist -aynı zamanda otoriter ve güvensiz- bir cumhuriyet telakkisinden, katılımcı ve çoğulcu bir demokrasiye geçişini güçleştiren bazı faktörler vardır. Bunlar büyük ölçüde, 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki köklü inkılaplar sonucu içinden çıkılan eski siyasi rejimin tabiatından çok siyasi rejime yüklenen özel anlam ve fonksiyonlardan kaynaklanmaktadır. Şöyle ki:

    Türk Modernleşme Projesi’nin ana problematiği, modernizasyonu hedefleyen bir “devlet tercihi” olması, “Batılılaşma” olarak tanımlanması ve “din-dışı zorunlu bir form” olarak uygulanmasıdır. Bu konsept, bugün çoğu sosyal bilimcinin altını çizmeye çalıştığı gibi, “modernlik durumu”nu göz ardı etti; bütün dünyada “işleyen ve gelişen bir süreç” yerine; emredici politikalar ve zorlayıcı yöntemlerle “Modernizasyon İdeolojisi”ni öne çıkardı.

    “İttihatçı” çizgilerin baskın olduğu bu projenin en önemli -belki de tek- beslenme kaynağı, “Fransız Cumhuriyet Geleneği”dir. “Evrensel akıl” ve 19. yüzyıl pozitivizmi, devlet içinde etki alanları geniş seçkinlere, hem yeni bir toplum inşa etme, hem de -birey bazında- insanı dönüştürme meşruiyetini verdi. Bu nedenle siyasetin ana konularını anlamaya çalıştığımızda bu noktayı göz ardı etmemek gerekir. Aksi halde bugünkü dünyayı anlamak mümkün olmaz. Söz konusu misyonun, kendileri arzu etmese bile, iktidar seçkinlerini hem İslam diniyle hem tarihsel tecrübeyle karşı karşıya getirmesi kaçınılmazdı.

    Dinlerin ve en başta da İslamiyet’in, her zaman, “farklı ve kendi değerleri doğrultusunda” bir dünya tasarımı olmuştur; ama “evrenselci bir iddia” ile insanı, önce “birey” durumuna düşürüp, sonra onu ve içinde yer aldığı sosyal grubu emredici politikalar ve zorlayıcı kurumlar aracılığıyla dönüştürme amaçları olmamıştır. Kim olursa olsun; hatta Hz. Peygamber’in kendisi dahi, insanları “zor ve baskı kullanarak hidayete dâhil etme” yetkisine sahip değildir. Vahyin gelişi ve tebliğin yapılmasından sonra “hak ile batıl” apaçık ortaya çıkınca, “dileyen hidayeti, dileyen sapıklığı” tercih eder. Bu, övülmeye değer bir ‘hak’ değilse de, sonuç itibariyle bir “özgürlük”tür ve Allah, zaten insana özgürlüğünü kullanma irade ve kudretini vermiştir.

    Fransız cumhuriyet geleneği, kendi tarihsel düşmanı kilisenin “evrenselci hidayet iddiası”nı “laik evrensel akıl iddiası” ile sekülerleştirince -ki temel varsayımlarıyla modernitenin kendisinin dini tersyüz edip sekülerleştirme çabası olduğunu söylemek mümkün-, devlet, geçmişte kilise ve mutlakiyetçi yönetimin kendi uhdelerinde tuttukları “kamusal hayat”ın bütününü denetleme, düzenleme ve iktidar alanı olarak kullanma yolunu seçti. Yeni tanıma göre, kamusal alan “nötr”dür ve bu nötr alanı devlet, “laik cumhuriyet”in ana değerlerine göre düzenleyecektir. Dinler, inançlar sadece özel hayatta yaşanabilecek; ancak bunların belirgin sosyal ve kamusal tezahürleri olmayacaktır.

    Bu, iki yüzyıl boyunca Avrupa kültürünün belli bir bölgesinde kabul görmüş olsa dahi, demokrasilerin içine girdiği yeni gelişme sürecinde, bir toplumda var olan farklı kimliklerin ortadan kalkmayan varlığı dolayısıyla, artık kabul edilemez hale gelmiş bulunmaktadır. Buna yol açan bir gelişme, Avrupa’nın, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, çeşitli dinlere ve etnisitelere mensup milyonlarca göçmenle yüz yüze gelmiş olmasıdır. Şimdiki durumda, farklı dinler ve etnisitelere mensup olan Avrupa’nın bu yeni sakinleri, hem “kamusal hayatın” bütününde görünür olma haklarını talep ediyorlar, hem de kendilerine özgü “sembolleriyle” kamusal görevlerde yer almak istiyorlar. Başörtüsü bunun için – gündemden inmeyen, en canlı ve somut belirtisi olarak- Avrupa’nın geleneksel zihnini meşgul edip durmaktadır. Benzer bir sorun, Türk Modernleşme Projesi’nin, kendini yeni demokrasi ve yeni kamusallık kavramlarına uydurması konusunda da göstermektedir.

    Hiç abartmadan şunu söylemek mümkün: Başörtüsü ve İslami görünür kimliğin sosyal ve kamusal talepleri, “Batılı demokrasi”nin yepyeni ve daha insan yüzlü bir evreye adım atmasını sağlamakta, bizzat siyaset bilimi ve siyaset felsefesinin temel varsayımlarında dönüşümlere yol açmaktadır. Birçok bilim adamı ve aydının da altını çizdiği gibi, başta Fransa olmak üzere, neredeyse Batı’nın bütünü, “İslam ve başörtüsü” üzerinden aslında kendi kendisiyle yüzleşmekte, bir tür “yeni kimlik tanımı” yapmaktadır. Bu açıdan söz konusu kamusal alan tartışması bizi yakından ilgilendirmektedir.

    Kamusal Alan

    Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in “başörtüsünün kamusal alanda takılamayacağı”na ilişkin düşünceleri “kamuoyu”na yabancı bir kavramın gündeme gelmesine sebep oldu: “Kamusal alan.” Siyaset bilimi, sosyoloji ve İslami ilimler ile uğraşanlar kamusal alan konusunda belli belirsiz bir fikre sahiptirler. Ancak bu kavramın, ne Batı’da ne de bizde, üzerinde mutabakata varılmış bir tanımı söz konusudur. Habermas ve diğerlerinin çalışmaları da kamusal alanın nerede başlayıp nerede bittiği konusuna tatmin edici bir açıklık getirmiyor. Durum böyleyken, devletin başı ve en üst düzeydeki temsilcisi durumunda olan Cumhurbaşkanı’nın, “Kamusal alanda başörtüsü takılamaz” diye meseleyi kestirip atması, mevcut sorunun çözümüne herhangi bir katkı sağlamıyor, aksine sorunu daha da karmaşık hale getiriyor.

    Türkiye’de otoriter devlet fikrinden yana olanlar, devletin kamu yetkisini kullandığı her alanı veya devletin egemenlik yetkisini kullandığı her durum ve ortamı, kamusal alan içinde mütalaa etme eğilimindedirler. Eğer bu tanımı kabul edecek olursak, iki ana noktadan, din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere çok sayıda hak ve özgürlüğün kullanımı zora girer:

    İlki, Batı’da modern devletin demokratik taleplerin karşılanması, sivil inisiyatiflerin kaale alınması, özerk alanların genişletilmesi karşısında daha az yetki kullanımına sahip olması yönünde ciddi çabalar sürdürülmekte, bu alanda çok sayıda idari ve hukuki reform yapılmaktadır. Geleneksel kamu düzeni, kamu sağlığı, kamu yararı ve kamu güvenliği gibi devlete ait olduğu düşünülen -ve bir kısmı elbette devlete ait olması gereken- görev ve fonksiyonlar yeniden gözden geçirilmek istenmektedir.

    İkincisi, Türkiye’ye özgü olmak üzere devlet, zaten toplumun ve toplumsal hayatın bütününü kontrol eden, toplumu değiştirme ve dönüştürme amacında olan merkezi ve gizli merkeziyetçi bir aygıttır. Başka bir ifadeyle, ülkenin her cm karesi devletin kamusal alanı ve egemenliğini kullandığı bir alan hükmündedir. Sorun, tam da bu katı, merkezi ve gizli merkeziyetçi zihniyet ve uygulamalardan kaynaklanmaktadır. Kamuya ilişkin düzenin, güvenliğin, yararın ve sağlığın devlete ait ve devlet düzenlemeleriyle belirlendiği bir ülkede; bireye, sivil topluma, özerk cemaat ve farklı sosyal gruplara ait tek bir hayat alanı kalabilir mi? “Düzen ve güvenlik” kuşkusuz devlete ait olmalıdır; asayişi o korumalı, iç ve dış güvenliği üstlenmeli, yargıyı işler halde tutmalı ve ortak hizmetler için vergi toplamalıdır. Ama “toplumsal sağlık ve toplumsal yarar” neden devletin düzenleme alanı içinde olsun? Devlet belki sadece “denetleyici rol” üstlenebilir; bu da istismarların ve hukuk ihlallerinin önüne geçmek için gereklidir; ama devletin kendisi düzenleyici misyon üstlenmeye başladığında, bunun açık veya gizli bir totalitarizme gitmesinin önüne geçmek zorlaşmaktadır. Topluma ait alanlar Türkiye’nin geleneksel sistemi çerçevesinde “kamusal alan” içinde mütalaa edilmektedir. Söz konusu kamusal alan, demokrasi için uygun değildir ve hiçbir şekilde referans olarak ele alınamaz.

    Başka bir konu, modern toplumun bünyesinde “özel alan” ve “kamusal alan” dışında “üçüncü bir alan”ın teşekkül etmiş olmasıdır ki, bu da “sivil alan”dır. Sivil alan ile kamusal alan arasındaki çizgi çok incedir, çoğu zaman belirsizdir; fakat her durumda sivil alan, devletin belirgin kontrol ve düzenleme alanının aleyhinde olmak üzere genişlemektedir. Eğer devlet, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde moda olan otoriter ve sıkı markaj rejimlerden kalma zihniyet alışkanlıklarıyla sivil alanı görmezlikten gelir, burada insanların hayat şekillerine, kılık kıyafetlerine, kültürlerine, kendilerine özgü tutumlarına, çocuk sayılarına müdahale etmeye devam edecekse, bundan sadece otoriter ve totaliter bir rejim çıkar.

    Demokrasi, sivil alanı içeren ve onu mümkün olduğunca devletin yetki ve denetimi dışına çıkarmaya çalışan bir yönde gelişmek zorundadır. Türkiye’de ise devlet bireyin ve toplumun her tutum ve davranışını denetim altında tutmayı rejimin misyonuyla ilişkilendirmekte, bu yüzden çok sayıda hak ve özgürlük kolayca askıya alınabilmektedir.

    Bunun zor olduğunu söylemek mümkün değildir. 1990’ların başından itibaren, zihnî meşguliyetimizin merkezinde yer alan bir konu, zaman içinde, toplumsal pratiğimizin bir kesitinde açıklığa ve hatta çözüme kavuşmuş oldu. Konu şu: “Modernlikle beraber devletin sıkı denetimi altına girmiş bulunan kamusal alan, kimler tarafından ve nasıl düzenlenecek?” Düzenleyici aktör resmi/politik toplum mu olmalı, yoksa sivil aktörler mi?

    Başlangıçta piyasa üretimi ve iletişim imkânları aracılığıyla, bir kamu alanı meydana getiren burjuvazi, mutlakiyetçi idareleri tasfiye ettikten sonra, bu alanı devletin belirleme ve düzenleme yetkilerini pekiştiren hegemonyası altına soktu. Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi ve Ulus Devlet’in ortaya çıkışından sonra, özellikle 19. yüzyılda, önce “toplum” inşa edildi, ardından toplumun siyasi ve hukuki formasyonu olan “ulus (millet?)” türetildi. Bu aşamada devlet, kamusallıkla kendini özdeşleştirerek hem sivil alanı, hem kamusal alanı denetimi altına geçirmek istedi. Türkiye’de yıllardan beri süregelen “başörtüsü tartışması”nın gerisinde, “kamusal alan” sorunu yatmaktadır. Geçmiş yıllarda, Müslüman kızların başörtüleriyle okullara gidişini yasaklayan Fransa Milli Eğitim Bakanı Francis Bayrou -2007 seçimlerinde cumhurbaşkanı adayı da olmuştu-, meseleyi şöyle ortaya koymuştu: “Hıristiyanlar haçları, Yahudiler kippaları ve Müslümanlar sakalları veya başörtüleriyle gezebilirler; ama kamusal alana bu simgelerle giremezler. Çünkü kamusal alan nötr’dür ve bu alanı cumhuriyetin temel değerlerine göre devlet düzenler; herkes devletin düzenleyici kurallarına göre hareket etmek zorundadır.”

    Yanlış analojilere mesnet teşkil etmemesi için, şu hususun altını çizmekte yarar var: Fransa’da bu düzenleme, 18 yaşından küçük ve orta öğrenime giden kız öğrenciler için söz konusuydu; üniversitelerde başörtüsü yasak değildi. Ama öyle de olsa, kamusal alanın gerçekten nötr olup olmadığı ve niçin cumhuriyetin temel değerlerine göre hareket eden devletin en üst değeri temsil ettiği tartışma konusudur. Bunun yanında, devletin temel politikalarının demokratik süreç ve katılımla tespit edilmesini gerekli gören “demokrasi” ile bu tezin ne ölçüde bağdaştığı da ayrı bir soru. Türkiye’de 1998 yılının başlarında İÜ Rektörlüğü’nün yayınladığı “Başörtüsü, Sakal ve Uzun Saç Genelgesi” üzerine baş gösteren gösteriler ve bu gösterilerin her siyasi görüşten (sağ, sol ve İslam) öğrenci tarafından desteklenmesi, aslında klasik cumhuriyetçi devlet anlayışının, kamusal mekânlar ve alanlarla ilgili yarattığı sorunun nasıl çözümleneceğine de ışık tutmuş oldu. Devlet ve özellikle kendilerine özgü referans çerçevesi olmayan aydınlar çoğu zaman sorun yaratıyorlar, eski bir deyişle “parmakla çözülecek bir düğümü dişlerle çözülemeyecek hale getiriyorlar.”

    Üzerinde mutabakata varılması gereken ilk prensip şu ki, “Kamusal alan”, bütünüyle devletle veya siyasi toplumla özdeş değil; devlet klasik ve tabii fonksiyonları (hükumranlığın temsili, iç güvenlik, yargı, dış savunma vs.) bağlamında ve sadece bunlarla sınırlı olarak, kamusal alanı düzenler. Asıl kamusal alanın büyük bir bölümü, “sivil alan”ın bir devamı ve hareket zeminidir. Öyle ise, bu alanı da sivil toplum ortaklaşa ve bir konsensus (yazılı veya fiili sözleşme) temelinde düzenler. Kamusal alan, sadece devletin düzenlemesine terk edilemez; bir ülkede var olan bütün toplumsal grup ve aktörler, kendi aralarında anlaşarak bu alanın içini ve çevresini doldurur ve şekillendirir. Devlete düşen, toplumun kendi içinde vardığı mutabakatı tanıması ve tescil etmesidir. İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciler, “saçlı, sakallı ve başörtülü” her öğrencinin öğrenim hakkını yüksek sesle dile getirmiş ve bir “kamusal mekân” olarak üniversitenin, geçen yüzyıldan kalma yasaklarla ayırımcılık yapamayacağını savunmuşlardır. Bu, bir konsensus sonucunda deklare edilen “fiili sözleşme”dir. Gerçek ve sağlıklı bir demokrasinin kurulmasına işaret eden bu deklarasyona, siyasetçiler ve bürokratik elitler kulak vermeli ve bunun kamusallığın diğer bütün alanları için de “model” teşkil edebileceğini görebilmeliydi. Çünkü pratiğin içinden üretilmiş bir modeldi bu. Devletin yarattığı sorunları sivil toplumun çözme kapasitesi, her zaman devletin kapasitesinden daha yüksektir.

    Cumhuriyet, eşitlik ve kamusallık

    Cumhuriyet, eşitlik/kamusallık ve özgürlük birbirleriyle ilişkili anahtar terimlerdir. Şunun altını çizmek gerekir. Demokrasiyle beraber yürüyen monarşilerin genelde İslam dünyasında “devletin şekli olarak Cumhuriyet”e önemli bir itiraz yok. 28 Ekim 2005’te Türkiye’de 80 bin camide imamlar, “ayet ve hadisler desteğinde cumhuriyetin erdemleri”ni anlatan bir hutbe okudular. Milyonlarca bağlısı olan Said Nursi 20. yüzyılın başlarında: “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim.” demişti. İslami politik akım ve partilerin ezici çoğunluğu, yönetimde halkın rızasını ön şart koşuyorlar. Yine hayatta iken milyonlarca Şii-Müslüman’ın görüş ve içtihatlarına uyduğu Ayetullah Humeyni, 2.500 yıllık monarşiyi İslam Cumhuriyeti’yle değiştirdi. İslam Devrimi “dini monarşi” getirmedi. Bu somut örnekler şunu anlatıyor: Müslüman dünya, cumhuriyeti kendi referans çerçevesiyle bağdaştırabilmektedir.

    Genel İslami telakkiye göre, Allah’ın iradesi bir kurumda veya devlette, halifede veya sultanda değil, ümmette tecelli eder. Sünni doktrine göre, ümmetin örfü “icma”dır. Şu halde yönetimi tayin etme yetkisi halka aittir. Belli bir sükûnet zemininde düşündüğümüzde “laiklik” için de yakın şeyler söyleyebiliriz. Dinin hiyerarşik bir kurumda temsil edilmesi; din adına konuşan yanılmaz (masum) bir otoritenin olması ve siyasi otorite ya da devlet üzerinde üstünlük ve hak iddiasında bulunan bir din adamları sınıfının (Ruhban) bulunması siyaseti mümkün kılmaz. Teokrasiye karşı gelişen laiklik, tarihsel bir devrim yaparak siyaseti mümkün kıldı.

    Elbette elde edilen başarı sadece bundan ibaret değildir. Özellikle Batı açısından, din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alınması, kendi adına düşünen ve karar veren bir şahsiyet olarak insanın din seçmede özgür bırakılması ve bir din içinde birden fazla farklı yorum ve yaşama pratiklerini mümkün kılıp mezhep savaşlarını sona erdirmesiyle laiklik Batı’nın kazanç hanesine kaydedebileceğimiz diğer başarılarıdır.

    Bunlar, herhangi bir Müslüman için garip şeyler değildir. İslam dininin referans çerçevesi, üç aşağı beş yukarı İslam’ın tarihi tecrübesi bundan farklı gelişmemiştir. 18. yüzyılda Voltaire, Osmanlı’daki uygulamanın bunun dışında olmadığına işaret ediyordu.

    Bunun yanında laiklikle; özgür düşünce ve bilgi üretme önündeki dogmatik engellerin ortadan kaldırılması ve masum insan arzularının haksız ve yersiz olarak din tarafından engellenmesine son verilmesi de önemli kazanımlardır. Bunların da tarihsel İslam’ın mirasıyla esastan bir çatışma halinde oldukları söylenemez.

    Fransız Devrimi, üç önemli ideali yeni politik sistemin temeli haline getirdi ki, bunlara da kimsenin itirazı olamazdı: “Kardeşlik, eşitlik ve özgürlük.” Haksız imtiyazlara mesnet teşkil eden maddi/sosyal üstünlük teorilerinin dışında, kim Âdem ve Havva’nın çocukları olarak eşit olmadığımızı iddia edebilir? Bir annenin ve babanın çocukları isek, ontolojik bakımdan eş ve kardeşiz. Bunu 7. yüzyılda Mısır Valisi Malik bin Eşter’e gönderdiği mektupta lV. Halife Hz. Ali açıkça dile getirmişti: “Bizim idaremiz altında yaşayanlar iki sınıftır: Biri yaratılışta eşlerimiz ve eşitlerimiz olan gayr-ı Müslimler diğeri dinde kardeşlerimiz olan Müslümanlar. Her iki insan grubunun korunmuş hakları vardır. Senin görevin bu hakları ayakta tutmaktır.”

    Burada cevabı aranması gereken sual şudur: Fransız ihtilalinin üzerinden 217 sene geçti. Hala Fransızların üçte birinin ırkçı olduğunu beyan etmesini (Zaman, 22 Mart 2006); Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili Alain Lamassaoure’un: “Türkiye AB’ye tam üye olursa Fransa AB’den çıkar” demesini nasıl açıklayacağız? Belki bu sorunun, kamusal hayatın düzenlenmesinde rol oynayacağı umulan ideallerin kültürel olarak içselleştirilmemesiyle ilgili olduğu düşünülebilir, Bu, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bir iki örnek verelim:

    “Eşitlik” hala kışkırtıcı bir kavram ve ulaşılması gereken bir ideal, ama modernizm zamanında olduğu gibi “küreselleşme” zamanında da bazı insanlar diğerlerinden “daha eşit”. “Adalet” ve “farklılıklara saygı”yla desteklenmeyen eşitliğin yarattığı “eşit yurttaşlar”ın, nasıl kendilerine özgü biricik beşeri özelliklerini kaybettiklerini ve tek tip bireyler olarak devlet fabrikasında üretilip, determine edildiklerini trajik bir biçimde müşahede ediyoruz.

    “Özgürlük” ile ilgili söylenebilecek tek şey, bütün “Aydınlanma Projesi”nin insanı özgürleştirme vaadini öngörmesiydi. Cumhuriyetin koruyucu kanatları altında yurttaş olan insan eğitim ve okulla özgürleşecekti. Tek yol göstericiye itibar edilecekti, o da “akıl”dı. Nihayetinde Kant, “Aydınlanma’nın, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan aklını kullanarak kurtuluşu”, “ilerlemenin de, insanın doğasının köktenci amacı ve belirlenim ilkelerinden biri olduğu”nu söylüyordu.

    Bu sözlerin üzerinden iki yüz yıldan fazla zaman geçti: Şimdi “düştüğümüz bu yerden sahiden kurtulup kurtulamadığımıza” bakmamız lazım: İnsanın aklını kullanması onu diğer canlılardan ayıran önemli özelliğidir; ama akıl pozitivizmin temel varsayımlarını aklileştiren, kabul edilebilir formlara sokan bir rasyonalizasyon ameliyesinden öteye gidemedi. Türk laikliği aklın yerine “bilim”i, hatta bilimciliği ikame edip, hiç değilse Popper gibi, bilimin yanlışlanabileceğini dahi ihtimal dâhiline almadı; bundan da totaliter bir rejim modeli doğdu. İnsanın özgürleşmesi için Fransız aydınlanması, insanın “ne Tanrı’ya ne efendi”ye ihtiyacı olmadığını söylüyordu ki, bu sayede laiklikle teokrasiye, demokrasiyle de mutlakiyetçi idarelere son verildi. Ama teokrasiyle birlikte din ve Tanrı’ya karşı da bir tür tavır alındı. Oysa Kilise’nin dini ve Tanrı’sı, laiklerin de dini ve Tanrı’sı değil miydi? “Tanrı’nın öldürüldüğü” veya varlık dünyasının işlek alanlarından kovulduğu bir beşeri hayat ya da kalıcı ve insan yüzlü bir uygarlık mümkün mü? Dinin küçük, özel, marjinal ve izafi bir alana sürülmesiyle ortaya çıkan sonuca baktığımızda, tablonun hiç de iç açıcı olmadığını görüyoruz.

    Din ve Tanrı sahadan çıkarıldı, ama bir bakıma hiçbir ortak kabul etmeyen modern devlet, kendini güç temerküzünün mihveri haline getirdi. Devlet ve siyaset laikleşip özgürleşti, ama bu iki beşeri etkinliğin üstünde dini-ahlaki kıstas kalmayınca, sahayı başarı fetişizmi, salt pragmatizm, lobilerin ve şirketlerin çıkarları ile demagoji istila etti. İnsan “birey” olup özgürleşirken, çatışan çıkarlar sona mı erdi? Hobbes, çıkarları uzlaştırmak üzere, bireyin bazı şeyleri merkezi otoriteye devretmesi gerektiğini söyledi; böylelikle devlet, özgürleştirme vaadiyle hukuku, eğitimi ve ekonomiyi denetimine geçirdi ki, bu tarihte ilk defa görülen bir durumdu.

    Cumhuriyet egemenliği halka devretti; ama kendine geniş kamusal alanlar icat ederek özel ve sivil alanları daralttı, “nötr” diye ilan ettiği kamusal alanları cumhuriyetin değerleriyle düzenlemeye tabi tuttu. Kamusal alanın devletin düzenlemesine verilmesi, dolaylı olarak özel ve sivil alanın aleyhine olmak üzere, devlete, bireysel ve toplumsal hayatın bütününü ele geçirmesine imkân vermektedir. Eğitim ve hukuk gibi, temel ekonomik kararlar ile bilimsel ve teknolojik gelişmeler devletin tercih ve kararlarından bağımsız değilse, böyle bir devlette nasıl totalitarizm olmaz? Modern demokrasiler, otoriter olmayan fakat totaliter devletlerin rejimi haline gelmişlerdir.

    Bütün bu anlatılanlar eşliğinde şu soru da önemlidir: Kamusal alanların tümünü nasıl olur da tek bir akıl düzenleyebilir? Diğer akılların doğrularından arındırılmış bir kamu, doğası gereği, “renksiz, dilsiz, dinsiz” (yani tekdüze, baskıcı ve sıkıcı) olacak; bu da bir toplumda tabii halleriyle var olan hakiki renklerin ve çizgilerin baskı altına alınması sonucunu doğuracaktır. Hukuk tarafından tanınmış ve korunmuş bir kültürel ve toplumsal çoğulculuk, yoksa siyasal çoğulculuk, yani birden fazla siyasi partinin iktidar için yarışıyor olması demokrasiyi mümkün kılmaz.

    Özet

    Türkiye’de otoriter devlet fikrinden yana olanlar, devletin kamu yetkisini kullandığı her alanı veya devletin egemenlik yetkisini kullandığı her durum ve ortamı, kamusal alan içinde mütalaa etme eğilimindedirler. Eğer bu tanımı kabul edecek olursak birçok yönüyle din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere çok sayıda hak ve özgürlüğün kullanımı zora girer. Bu çalışmada “kamusal alan” kavramı; cumhuriyet, eşitlik, kamusallık, sivil alan kavramlarıyla birlikte değerlendirilerek demokrasinin sivil alanı içeren ve onu mümkün olduğunca devletin yetki ve denetimi dışına çıkarmaya çalışan bir yönde gelişmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Kamusal alan, sivil alan, özel alan, devlet, cumhuriyet, eşitlik, kamusallık, demokrasi, özgürlük

    Abstract

    Those who are for the idea of an authoritarian state in Turkey tend to consider every sphere in which the state uses his public authority or every situation and context where the state shows its sovereignty within the public sphere. If we would accept this definition, then the application of many rights and freedoms such as freedom of religion and conscience would be very difficult. In this study, the concept of “public sphere” will be discussed together with concepts such as republic, equality, publicity, civil sphere. Thus, the emphasis will be put on the necessity of the development of democracy towards a direction in which it will embrace civil sphere and try to make civil sphere out of the authority and inspection of state.

    Keywords: Public sphere, civil sphere, privat sphere, state, republic, equality, publicity, democracy, freedom