Köprü Anasayfa

Kamusal Alanda Din- Siyaset- Toplum İlişkileri

"Yaz 2007" 99. Sayı

  • Hıristiyanlık Çerçevesinde Avrupa Birliği ve Din-Devlet İlişkileri

    European Union and the State-Religion Relations in the Framework of Christianity

    İsmail Taşpınar

    Yrd. Doç. Dr., M.Ü. İlahiyat Fakültesi, Dinler Tarihi Anabilim Dalı Öğr. Üyesi

    Tarihsel Gelişim

    Yahudi tarihçisi Flavius Josephus, miladi 100 yıllarında ilk kez ‘teokrasi’ (theokratia) kavramını, ‘çeşitli milletler monarşi, oligarşi, demokrasi gibi muhtelif şekillerde yönetilirken Yahudilerin idare şeklinin teokrasi’ olduğunu belirtirken kullanır. Hıristiyan Dini Kavramlar Sözlüğü’nde (Vocabulaire du Christianisme) Michel Feuillet ‘teokrasi’ kavramını şu şekilde tanımlar: ‘Yunanca ‘theos’ ‘tanrı’ ve ‘cratos’ ‘hakimiyet’ kelimelerinden türetilen teokrasi, sivil iktidarın dini iktidara boyun eğdiği siyasi bir rejimdir. Ortaçağ’da, imparatorlarla mücadele eden papalık teokrasisi, dünyevi iktidarı temsil edene karşı manevi iktidarın üstünlüğünü savunmuştur. Bu anlamda teokrasi, yürütme anlamında yönetim şeklinin demokrasi veya monarşi olması bakımından değil, devlet otoritesinin nihai kaynağını belirtmesi anlamında belirleyicidir.1 Hatta, teokrasinin çeşitli şekillerde tezahür edeceğini belirten bazı siyaset bilimciler, bunun din adamları tarafından yönetilmesine ‘hiyerokrasi’, Tanrı’nın kendisine dünyevi otoriteyi tevdi ettiği düşünülen kralın yönettiğine ‘kraliyet teokrasisi’, yönetimin ilahi bir hukuka veya vahye dayalı birtakım prensipler veya düzenlemeler ile gerçekleşenine ‘genel teokrasi’ ve Tanrı’nın hakim olacağı ideal bir gelecek hayali üzerinde odaklanana ise ‘eskatolojik teokrasi’ demişlerdir.2

    Avrupa tarihi boyunca Katolik Kilisesi’nin din-devlet ilişkileri çerçevesinde geçirdiği aşamaları ise şu şekilde sıralamak mümkündür: Hıristiyanlığın Devlet dini olduğu dönemden Papa Büyük Gregoire’a kadarki dönem (380-604); Ortaçağ (600-1500), Reform ve Karşı Reform dönemleri (1500-1715), Aydınlanma dönemi (1715-1848) ve modern dönem. (1848’den günümüze kadar olan süreç) Hıristiyanlığın başlangıçtan günümüze kadar geçen bu süreçler içerisinde altın çağını yaşadığı dönem şüphesiz Ortaçağ olmuştur. Özellikle Papa Büyük Gregoire (590-604) ile birlikte Roma piskoposu bir kral gibi davranmış ve ondan 150 yıl sonra kesin olarak ‘papaların dünyevi iktidarı’ dönemi başlamıştır denebilir. Ortaçağ’da papalıkla imparatorluk ilişkileri bağlamında din-devlet ilişkilerinin papalık otoritesinin en üst seviyede olduğu dönem Papa VII. Gregoire’dır (1073-1085). Daha önceleri manevi otoritenin hükümdarlığa bağımlılığı anlamında (cesaro-papiste) var olan anlayış, onun döneminde radikal bir değişim göstermiştir. Öyle ki, VII. Gegoire ile birlikte Papa Kilise’nin hâkim gücü olmakla birlikte manevi gücün temsilcisi olarak maddi güç ve iktidarın da üstünde olduğu kabul edilmiştir. Buna göre papa, istediğinde istediği kralı görevden alabilecektir.

    Bu durum, özellikle 13.yy.’da başlayan ve Gallikanizm olarak bilinen doktrinin ortaya çıkışına kadar devam eder. Gaul bölgesine ait olduğu için Gallikanizm olarak isimlendirilen bu doktrin, Philipe le Bel döneminden Cumhuriyet dönemine kadar süren dönemde Fransız Kilisesi’nin Roma’daki merkez Kilise’ye karşı bağımsızlık isteğini ve Avignon’daki papalık dönemini ifade etmektedir. Bu durum, aynı zamanda papalığın dünyevi iktidar üzerindeki etkisinin ciddi olarak sorgulandığı ve azaldığı bir dönemin başlangıcı kabul edilmektedir.

    16.yy.’da Martin Luther ile birlikte başlayan Reform hareketi, Hıristiyanlık tarihinde sadece Hıristiyanlık dininin algılanmasının değil, aynı zamanda ve belki de en önemlisi din ve devlet ilişkilerinin birbirinden ayrılışının miladı olmuştur. Böylece, yeryüzü krallığı ile semavi krallık birbirinden tamamen ayrılmış, hukuki ve siyasi yetkiler bütünüyle sivil yöneticilere bırakılmıştır. Buna, kralların kendi bölgelerindeki kiliselere müdahale etme yetkisi de dahildir. Bu hareketin en belirgin sonuçlarından biri ise, İngiltere’de Anglikan Kilisesi’nin ortaya çıkışı olmuştur.

    Anglikan Reformu da denen bu reform ile birlikte, sivil yöneticilerin egemenliklerinin kilisenin üzerinde olduğu ilan edilmiş ve kralların hem sivil hem de kilisenin başı olduğu kabul edilmiştir. Fransa’nın protestanları olarak da bilinen Hugeunot’lar ise, hem Katolik Kilisesi’nin hem de Fransız monarkların yetkilerini reddettikleri için 1598’e kadar sürecek olan din savaşlarını başlatmışlardır. Hatta kimi tarihçiler, Katolik Kilisesi’nin baskıcı rejimine karşı ayaklanan Hugeunot’larla Osmanlı yönetiminin ilişkilerinin olduğundan bahsetmektedirler. Bu durum, bir yönüyle Fransa’nın halka dayalı cumhuriyet yönetimine geçişinde Osmanlı etkisini gündeme getirmektedir ki, detayları araştırılarak açıklığa kavuşturulması gereken bir tezdir.

    Katolik Kilisesi’nin yetkilerinin sivil yönetimden uzaklaştırılması aynı zamanda din adına sivillerin hayatlarına olan müdahalelerini ve etkisini de kısıtlamıştır. Özellikle Aydınlanma (1715-1848) döneminde bir bütün olarak dine karşı olan akımların ortaya çıkışı ile birlikte Kilise, Hıristiyanlığa ve tabii ki doktrinlerine karşı yöneltilen eleştirileri cevaplama telaşına düşmüştür. Aslında, din adına yapılan saldırıların hedefinde Katolik Kilisesi vardır. Ortaçağ boyunca Katolik Kilisesi’nin sivil yöneticiler ve halk üzerinde oluşturduğu katı ve baskıcı egemenliği, sonunda Avrupa’da Kilise’nin ve dolayısıyla dinin her türlü dünyevi otoritesini yok sayan bir ‘din karşıtlığı’nın ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır.3

    1789 Fransız ihtilali sadece kralın alaşağı edilmesini değil, aynı zamanda ruhban sınıfının malları ve statülerini de gündeme getirmiştir. 1795’te dini ibadetlerin serbestisi ile birlikte din-devlet ayrımı da kabul edilmiştir. 1798’de kendisine bağlı devletlerin tamamını kaybeden Papalık, 1799’da Vatikan sınırlarına çekilmiş ve bu sınırlar dahilinde varlığını sürdürmeye başlamıştır. Vatikan’ın resmi sınırları bir bakıma Katolik Kilisesi’nin ve dolayısıyla dinin Avrupa’daki yeni anlayış içerisindeki yerinin ne kadar olması gerektiğini de gösteren sembolik bir göstergedir, denebilir. Bu nedenle, Kilise’nin seküler hayata yönelttiği her türlü eleştiri, kimi çevrelerce söz konusu ‘sınırlarını aşıyor’ şeklinde algılanmıştır.4

    Tarihten günümüze kadar geçen bu süreç, bir bakıma Avrupa ülkelerindeki din-devlet ilişkilerini anlama, yorumlama hatta karar almada önemli bir veri olmuştur. Bu temel yaklaşım, Avrupa Birliği’nin aldığı kararlar ve yönelişlerine de ister istemez damgasını vurmuştur.

    Günümüzde Avrupa Birliği ve Din İlişkileri:

    Katolik Kilisesi Örneği Avrupa Birliği çerçevesinde din-devlet ilişkileri konusunu ele alan Avrupalı düşünürler, ister istemez geçmiş olan bu tarihi tecrübenin etkisi altındadırlar. Bu nedenle, Hıristiyanlık ve özellikle Katolik Kilisesi onlarda bu tecrübeleri çağrıştırmakta ve ‘laiklik’ tanımlamalarına etki etmektedir. Avrupa demokrasilerinin temel ilkesi olan ve her ne kadar teoride basit bir tanımla ‘Devlet’in dinlerin içişlerine karışmaması ve dinlerin de Devlet organizasyonunun içişlerine karışmaması’ olan laikliğin, pratikte hiç de o kadar basit bir uygulaması olmamıştır. Öyle ki, aynı Avrupa Birliği içerisinde birbirinden farklı laiklik uygulamaları ve anlayışlarına rastlamak mümkündür. Bu nedenle, bir Fransız laikliğinden veya bir İngiliz laikliğinden söz edilebilmektedir. Dine karşı farklı tutumlara sahip insanlardan oluşan bu ülkelerde laiklik, çoğunluğun kabul ettiği din, buna bağlı ahlaki ilkeler ve yaşam tarzının azınlıktaki başka dinlere mensup olanlar ile hiçbir dine mensup olmayan vatandaşlara empoze etmesine engel olan bir ilkedir. Ancak, bu ilkenin yorumu ve pratiğe aktarımı her ülkenin kendi tarihi ve sosyo-politik algılamalarına göre farklılık arz etmektedir.

    Biraz önce de işaret edildiği üzere, her ne kadar din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olan laiklik ilkesinde anlaşma olsa da, en önemli farklılık Avrupa Birliği üyesi ülkeleri arasında söz konusu ilkelerin uygulamaya geçirilmesinde farklı algılayışların olmasıdır. Öyle ki, Ignace Berten’e göre her Avrupa ülkesinde farklı algılanan bu ilkenin her bir ülkeye göre ayrı birer tarihi serüveni de vardır.5

    Avrupa Birliği’ni oluşturan üye ülkelerin laiklik anlayışlarının dayandığı bazı temel kabullerin neler olduğunu ana hatları ile tespit etmek mümkündür. Buna göre, hem devlet hem de dinin ilgilendiği farklı alanlar vardır. Bunlardan her biri kendi sahalarında otonomi sahibidirler ve birbirlerinin içişlerine karışmazlar. Mesela, hiçbir din kendi inançlarından hareketle ve ona dayanarak herhangi bir pratiğin devlet tarafından kabul edilerek uygulanmasını isteyemez. Bu noktada, dini inançlarına göre bir kimsenin cezalandırılmasını istemek mümkün değildir. Yapılan suçun cezası ve bu cezanın nasıl ve ne biçimde uygulanacağı devlet tarafından tespit edilir. Daha basit bir örnekleme ile, insan öldürmek devlet tarafından bir suç olarak kabul edildiği için, insan kurban etmeyi uygulayan veya kendi kendini öldürmeyi ibadet sayan bir din böyle bir pratiği yerine getiremez.

    Dinin temel inançlarından hareketle devlet işlerine müdahale etmemesi gerektiği o kadar temel bir anlayış olmuştur ki, mesela Şili’de ve Brezilya’da Katolik Kilisesi’nin devlet tarafından yapılan işkencelerin kabul edilemez olduğunu söylemesi bile dinin devlet işlerine karışması ve Kilise’nin politikaya müdahalesi şeklinde yorumlanmıştır. Aslında, bu örnek din ile devlet işlerinin birbirine müdahale etmemesinin her zaman mümkün olmadığını açıkça göstermektedir. Her ne kadar Avrupa’nın yakın tarihinde aksi örnekler olsa da, prensip itibariyle Hıristiyanlar ve özellikle Katolik Kilisesi totaliter bir rejimi desteklememeleri gerekmektedir. Ancak, buna rağmen hala bazı totaliter rejimlerle ilişkiler ve ittifaklar yapılmaya devam edilmektedir. Aynı şekilde prensipte devlet, hukuk devletini zedeleyecek bir dini oluşumun meydana gelmesine izin vermemelidir. Oysa, gerçeklere bakıldığında, bazı devletler yaptıkları hukuksuzluğu dini gerekçe göstererek meşrulaştırmışlar ve bu durum hala da devam etmektedirler.

    Öte yandan, din ve devletin karışıp karışmayacağı belli olmayan flu alanlar da vardır. Mesela, devletin insanların hayatlarının ‘varlığına bir anlam verme’ gibi bir görevi yoktur. Bu durum, özellikle Avrupa Birliği’nin Anayasa taslağının hazırlanmasında gündeme gelmiş ve Birliğin dayandığı kültürel temellerin tespitinde ilginç tartışmalara neden olmuştur. Birliğin Hıristiyan kültür temeline dayandığının teklif edilmesi bu açıdan yoğun eleştirilere neden olmuştur. Gerçekten, Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkeler ve o ülkelerin vatandaşları çok farklı din ve kültüre mensup iken Birliğin Anayasasına böyle bir maddenin eklenmesi, temelde bir devlet organizasyonu olan Birliğin belli bir dini empoze etmesi şeklinde algılanmıştır ve haklı olarak karşı çıkılmıştır. Zira, sadece Hıristiyanlığın zikredilmesinin dahi ‘hangi Hıristiyanlık?’ sorularını beraberinde getireceği gündeme gelmiştir. Bu konuda Birliğin yapabileceği şeyin, ortak değerlere vurgu olacağı kabul edilmiştir. Zira, devlet bir anlamda kendisini oluşturan vatandaşların mensup oldukları farklı dini inançların ortak kabulleri üzerine bina edilmiş bir müessese olduğu için, ortak değerlere vurgu yapmasının daha doğru olacağı ileri sürülmüştür. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin Temel haklar antlaşması, anayasa metninin Giriş kısmı ve Anayasa projesinin I. başlığında bu ortak ve bütün vatandaşlarca benimsenen değerlere atıflar yapılmaktadır.

    İlke olarak laikliğin tanımında ahlaki ilkelere karşı tutum, bunların tamamen bireysel kabuller oldukları yönündedir. Bu nedenle, en genel anlamıyla bir şeyin ahlaki olup olmadığını tespit etmek devletin görevleri arasında yer almamaktadır. Bu nedenle, fakirlere yardımın iyi olduğunu veya düşkünlere yardım etmenin güzel bir davranış olduğunu belirlemek devletin görevleri dışındadır. Mesela, yukarıda da işaret edildiği üzere, her ne kadar dinen ‘insan öldürmek’ doğru kabul edilmese de, insan öldürmenin ceza gerektirdiği devletin yasaları ile belirlenmektedir. Yani, devlet bu yasayı Yahudi ve Hıristiyanlığın kabul ettiği bir ahlaki ilke olan ‘Öldürmeyeceksin!’ esasından hareketle koymaz. Ancak, Avrupalı siyaset bilimcilere göre, devletin bunu yasak kabul etmesinin temelinde bu ortak kabulün olmadığı da söylenemez. Bu nedenle, bu yasanın sadece ‘toplum düzenini’ koruma ilkesine dayandığını söylemek zordur. Bununla beraber, bu konuda din ile devlet arasında bir uyum söz konusudur, denebilir.

    Ancak, Avrupa’da her konuda din ve devletin sosyal projelerinin birbiriyle uyuştuğu söylenemez. Nitekim, yakın zamanda çeşitli konularda hem Avrupa Birliği’ni oluşturan devletler hem de Birliğin yasama organları tarafından alınan kararlar, Katolik Kilisesi ile Birliği oluşturan bazı devletleri karşı karşıya getirmiştir. Bunlar içerisinde doğum kontrolü, kürtaj, homoseksüellerin evliliği, homoseksüellerin yetimhanelerden bakmak üzere çocuk almaları ve boşanma gibi konular Katolik Kilisesi ile Avrupa Birliği ülkelerini karşılıklı itham etme noktasına getirmiştir. Bu konuların tamamına Hıristiyan dindarlar açıkça karşı çıkmışlar ve söz konusu yasaların çıkmaması için büyük gayret sarfetmişlerdir. Ancak, her defasında dinin devlete müdahale etmesi şeklinde yorumlanmış ve genellikle ‘özgürlükler’ yönünde kararlar çıkmıştır.6

    Tabii, bu durum bazı sorgulamaları da beraberinde getirmiştir. Mesela, iki kişinin düello yaparak birbirini öldürmesini yasaklayan yasalar, nasıl oluyor da kürtaja cevaz verebilmekte? Oysa, bu da bir canın diğer bir can tarafından yok edilmesinden başka bir şey değildir. Kürtajın hamileliğin 9. ayından önce yapılmasıyla sonra yapılması arasında ne gibi bir meşruiyet farkı var? diye eleştirilerini yönelten Katolik Kilisesi, aslında birçok Avrupa Birliği ülkelerinde açıkça yasak olan kendi kendini sakatlama ve kendi vücuduna zarar vermenin de bireysel tercih olarak kabul edilmesi gerektiğini ve bu noktada bir çifte standardın olduğunu ileri sürmektedir.

    Diğer yandan, Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin kolektif bir ahlak problemi olarak göç ve sığınmacılara ilişkin geliştireceği tutumu sadece din-devlet ilişkilerinin ayrı tutulmasından hareketle belirleyemez. Avrupa Birliği’nin ahlaki sorunları ve sorumlulukları üzerine düşünen Ignace Berten’e göre Birlik, şu ya da bu şekilde bu konularda bir karar almalıdır.

    Avrupa Birliği’ndeki din ve devlet ilişkilerinin buluştuğu ortak noktalardan bir diğeri, insan klonlamanın yasaklanmasıdır. Her ne kadar böyle bir şeyi bireyler kabul etse bile, bunun pratiğe geçirilmesini devletler yasa ile yasaklamaktadırlar.

    Ignace Berten’e göre bireysel dini tercih ile devlet yasalarının yapılmasında diğer önemli bir konu ise, çok kültürlü bir toplumda yaşayan insanların farklı dini uygulamalarına karşı geliştirilecek olan tavırlardır. Zira, çok eşlilik ve kadınların sünnet olması uygulaması Avrupa kültürüne mensup insanların çoğunluğunu oluşturduğu Avrupa Birliği ülkelerinde yine aynı çoğunluğun kabul ettiği İnsan hakları adına yasalarla yasaklanmaktadır. Hatta kimileri, yine aynı yasaya dayanarak erkeklerin sünnet olmasını da yasaklamak istemektedir. Bu ise Yahudiler tarafından bir skandal olarak kabul edilmektedir. Ignace Berten’e göre, aynı şekilde, Avrupa Birliği ülkelerinde azınlıkta olan bir grubun kültürel veya dini tercihleri nedeniyle benimsedikleri giyim kuşamlarla ilgili düzenlemeler yine aynı tartışmaların gündemini oluşturmaktadır. Berten’e göre bu durum, bir yönüyle entegrasyon programları, bir yönüyle vatandaşlar arasında uyum içinde bir arada yaşama politikasını bir yönüyle de cinsiyetler arası eşitlik ilkesini ilgilendirmektedir ve Avrupa Birliği ülkelerinde alınacak olan kararlar bütün bu boyutları dikkate almalıdır.

    Yukarıdan itibaren işaret edilen sorunlar, Avrupa Birliği’nin din – devlet ilişkilerinde gündeme gelen sorunlardır ve Hıristiyan düşünürler, politikacılar ile Katolik Kilisesi’nin dikkatlerini ve eleştirilerini yönelttikleri hususlardır.

    Bu noktada; genelde Hıristiyanlar özelde ise Katolik Kilisesi, dinin kabul ettiği etik değerler ile Avrupa Birliği ve bu Birliğe üye ülkelerin yasamalarının bu dinin kabul ettiği yönde yasa yapmalarını sağlamak için neler yapılabileceği üzerinde de düşünmektedir. Birliğe Hıristiyan inançları ve etik değerleri yönünde demokratik karar aldırmak nasıl olabilir? Burada akılda tutulması gereken esas, Birliği oluşturan bireylerin belli bir anlam dünyasına mensup olduklarıdır. Bu yaklaşım, atılacak olan adımlarda ilerleme kaydedilmesinde önemlidir. Çok kültürlü ve çok-dinli bir toplumda ülkeler alacakları kararlarda toplumu oluşturan bireylerin inançlarının da dikkate alındığı güvencesini vermek için, karar almadan önce bir komisyon kurmaktadırlar. Böylece, alınacak olan kararların en azından bir etik komisyonuna danışılarak alındığı gerekçesi oluşturulmaktadır.

    Avrupa Birliği de çıkardığı yasalarda aynı esası uygulamaktadır. Zaten bu nedenle ve aynı maksatla Avrupa Komisyonu’nda bir ‘etik komitesi’ yer almaktadır. Böylece, alınacak olan kararlar söz konusu komitede gündeme getirilen farklı görüşlerin ortak noktası bulunarak alınır. Bu nedenle, söz konusu komitede her din mensubu alınacak kararlarda kendi değerlerinin dikkate alınmasını ciddi olarak savunmalı ve bunu gerekçelendirecek argümanlar ileri sürmelidir. Böylece, alınacak kararlarda her görüş bir şekilde dikkate alınmış olmakta ve ‘mümkün olduğu kadar herkesin kabul edebileceği’ bir karar alınabilmektedir. Bu karar her ne kadar tam olarak herkesin kabul ettiği bir sonuç olmasa da, en azından tarafların görüşlerinin alınması ve ‘azami katılım’ (participation) sağlanmış olmaktadır.

    Mesela, Avrupa Birliği ülkelerinde kürtajın kabul edilmesi için kurulan etik komisyonlarında kürtajla ilgili her ne kadar danışma yöntemine başvurulmuş ve farklı din mensuplarının görüşleri dikkate alınmış olsa dahi, sonuç itibariyle kürtajın serbestiyeti lehinde düzenlenen kanunlar hiçbir zaman Katolik Kilisesi tarafından kabul edilmemiştir. Buna rağmen, bu kanun Kilise’nin hiç kabul etmediği bir yönde çıkmıştır, çünkü böyle bir düzenleme Kilise tarafından doğrudan insan hayatına kıymak olarak telakki edilmektedir. Ancak, bu politik karar genel olarak karar almada etik kurallara uymuştur. Zira, şu veya bu şekilde iyi veya kötü bir kanun yapılmış ve kanunsuz bir durumun oluşmasına engel olunmuştur. Ayrıca, bireylere saygı, farklı inançların dikkate alınması ve kamu yararı gözetilmiştir. İşte bütün bu nedenler, alınan kararın ve çıkarılan yasanın etik bir süreçte gerçekleştiğini gösterir.

    Burada unutulmaması gereken nokta, alınan her kararın birgün ‘değişebileceği’dir. Zira, zamanın değişmesi ve düşüncelerin gelişmesiyle yeni yaklaşımlar ve yeni hassasiyetler her an söz konusu bu kararın yeniden gündeme getirilmesini gerekli kılabilir ve yeni bir değişikliğe gidilmesine imkan sağlayabilir. Nitekim, alınan karara karşı olanlar, karşılıklı pazarlıklar ve görüşmeler sonucu alındığı için karara saygılı olduklarını belirtmekle birlikte kendileri açısından kararın eksik ve yanlış yönlerini her zaman dile getirebilirler ve bu yönde zihinlerin ve fikirlerin oluşmasında çaba sarfedebilirler.

    Avrupa Birliği içerisinde gelişen bu süreçler, karar almada esas olanın ‘katılımcılığın’ (participative) sağlanmış olmasıdır. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin geleceği üzerine düşünenler, Birliği oluşturan unsurların her birinin karar alma süreçlerinde azami derecede yer almaları gerektiği üzerinde hemfikirdirler. Bu, gerçekleştirilmesi düşünülen ideal Birliğin inşasında önemli bir unsur kabul edilmektedir. Çok kültürlü ve çok farklı inançlara sahip bir Birliğin sağlam temellere dayanmasının her şeyden önce geniş katılımlı bir karar alma mekanizmasına dayandığı herkesçe kabul edilmektedir.

    Bu nedenle, Avrupa Birliği’ne mensup ülkeler ve o ülkelerdeki Hıristiyanlar ve Katolik Kilisesi, Avrupa Birliği’nin işleyişini yakından takip etmek ve karar alma süreçlerine doğrudan katılmak ve görüşlerini dile getirmek üzere kendi içlerinde bir bakıma bir ‘gölge Birlik’ (COMECE) oluşturmuşlardır. Buna göre, Birliği oluşturan kurumlara tekabül eden benzer bir masa Katolik Kilisesi’nin bu organizasyonunda mevcuttur. Burada yer alan her bir masa sorumlu olduğu birimi yakından takip etmektedir. Birlik tarafından alınacak kararlar, daha komisyon aşamasında iken, Katolik Kilisesi’nin görüşlerini içeren dosyalar söz konusu masalar tarafından hazırlanır ve komisyona sunulur. Böylece, Avrupa Birliği kararlarının mümkün olduğu kadar Kilise’nin değerlerini dikkate alarak çıkması sağlanmaktadır. Bunun yanında, Katolik Kilisesi’nin söz konusu ofisinde çalışan bazı din adamları, Avrupa Birliği Komisyonları’nda görüşülen bazı kararların Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan sadece Hıristiyanları değil aynı zamanda Müslümanları da ilgilendirdiğine dikkat çekerek, Birliğin alacağı kararlarda Müslümanları da temsil edenlerin görüşlerini dile getirmeleri ve böylece kararların daha çok katılımla çıkması gerektiğini belirtmektedirler.

    Seçilmiş Bibliyografya:

    1. J. Thomas, ‘État’, Catholicisme Hier, Aujourdh’ui, Demain, Paris 1956, c. 4, s. 525-533.

    2. Ignace Berten, ‘Laïcité, religion et éthique dans l’Union européenne’, Colloque Laïcité et religions 07-08.12.2004,http://biblio.domuni.org/articleshum/europe/laicite.htm.

    3. Ömer Faruk Harman, ‘Katolik Kilisesi ve Teokrasi’, Bilgi ve Hikmet, İstanbul 1995, sayı: 11, s.14-19.

    4. Michel Feuillet, Vocabulaire du Christianisme, Paris 2000, s.119.

    5. AB Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi Sempozyumu, 9-10 Aralık 2006, İstanbul 2006.

    Özet

    Bu makalede Hıristiyanlık çerçevesinde Avrupa Birliği ve din-devlet İlişkileri ele alınmaktadır. Bunun için öncelikle, Avrupa tarihi boyunca Katolik Kilisesi’nin din-devlet ilişkileri çerçevesinde geçirdiği aşamalar ele alınmakta, reform hareketlerinin kilise- devlet ilişkilerinde yol açtığı değişimlere yer verilmektedir. Devamında günümüzde Avrupa Birliği ve Din ilişkileri Katolik kilisesi örneğiyle birlikte irdelenmektedir. Tarihten günümüze kadar geçen bu sürecin bir bakıma Avrupa ülkelerindeki din-devlet ilişkilerini anlama, yorumlama hatta karar almada önemli bir veri olduğu düşünülebilir.

    Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Din, devlet, Hıristiyanlık, Katolik Kilisesi

    Abstract

    This study examines the Europan Union and the relations between the state and religion in the framework of Christianity. To fulfill this task, first the phases are considered that the Catholic Church has been evolved in the framework of state-religion relations throughout the European history. The changes of the reform movements on the church-state relations are expressed, too. Furthermore, the contemporary relations between the European Union and the religion are investigated in the example of Catholic Church. This process from the past to the recent times can be considered as a very important fact in the understanding, interpreting and decision of the state-religion relations in the European countries.

    Keywords: European Union, religion, state, Christianity, Catholic Church

    Dipnotlar:

    1. Michel Feuillet, Vocabulaire du Christianisme, Paris 2000, s.119.

    2. Ömer Faruk Harman, ‘Katolik Kilisesi ve Teokrasi’, Bilgi ve Hikmet, İstanbul 1995, sayı: 11, s.14-16.

    3. Nitekim, meşhur Alman filozofu Nietzsche’nin ‘Tanrı öldü!’ sözü bu çerçevede Katolik Kilisesi ile yapılan böyle bir mücadelenin sonunda söylenmiş bir ifade olarak hafızalarda yer etmiştir.

    4. Katolik Kilisesi’nin devlete ilişkin görüşleri ve tarihi seyri için ayrıca bkz.: J. Thomas, ‘État’, Catholicisme Hier, Aujourdh’ui, Demain, Paris 1956, c. 4, s. 525-533.

    5. Ignace Berten, ‘Laïcité, religion et éthique dans l’Union européenne’, Colloque Laïcité et religions 07-08.12.2004.

    6. Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin her birindeki din-devlet ilişkilerine dair geniş açıklamalar içeren sempozyum metinleri için bkz.: AB Ülkelerinde Din-Devlet İlişkisi Sempozyumu, 9-10 Aralık 2006, İstanbul 2006.