Köprü Anasayfa

Kamusal Alanda Din- Siyaset- Toplum İlişkileri

"Yaz 2007" 99. Sayı

  • KAMUSAL ALAN BİR ÖZGÜRLÜK ALANIDIR

    Public Sphere is a Sphere of Freedom

    Ömer Çaha

    Prof. Dr., Fatih Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Konuşan: Ahmet Dursun

    Kamusal alan nedir?

    Kamusal alanla ilgili Türkiye’de ne yazık ki bir kafa karışıklığı var. Türkiye’de resmi ideolojinin topluma bir şekilde dayatmaya çalıştığı kamusal alan aslında siyaset bilimi, siyaset düşüncesi literatüründe kullanılan, tartışılan kamusal alan kavramından oldukça farklı. Kamusal alan, modernleşmeyle beraber gündeme gelen, modern toplumu büyük ölçüde betimlemek üzere kullanılan bir kavramdır. Kamusal alan, toplumun karşılıklı etkileşim içinde bulunduğu, bir arada yaşadığı, alış veriş yaptığı, karşılıklı mübadelede bulunduğu, bir alanı ifade ediyor. Aslında kamusal alanın başka bir ifadesi toplumsal alandır; yani özel alanın dışındaki tüm alanı biz kamusal alan olarak ifade ediyoruz. Geleneksel topluma baktığınızda, geleneksel toplumda daha çok cemaat eksenli bir yapılanma söz konusudur. Bu modern toplumda cemaatlerin olmadığı anlamına gelmez ama her kominite, her cemaat kendi duvarları arasında hayatını idame ettirebilmektedir. Yani geleneksel toplumun en önemli özelliği budur. Modern topluma geldiğinizde, modern toplumda cemaatlerin etrafındaki o duvarlar çözülmüş ve bütün değişik cemaatlerin ortak alanı dediğimiz ortak bir yaşam alanı doğmuştur. Siyaset onun bir yansımasıdır, ekonomi onun bir yansımasıdır, ulusal değerler, ortak değerler bunun bir yansımasıdır. Kamusal alan kavramına dikkat çeken en önemli düşünürlerden biri Habermas’tır. Habermas’ın kamusal alanla ifade etmeye çalıştığı şey tam da budur. Yani geleneksel toplumun modern topluma dönüşmesinde cemaatlerin etrafındaki duvarların kaldırılıp ortak bir yaşam alanının ortaya çıkmasıdır. Bugün itibariyle kamusal alan dediğimiz şey esas itibariyle özel yaşam alanının dışındaki bütün alanları ifade eden bir kavramdır. Resmi ideoloji bize kamusal alan dendiği zaman sanki devletin hakim bulunduğu alanı işaret ediyor. Aslında kamusal alanda sosyal kesimler de var, dini cemaatler de var, dini olmayan cemaatler de var, siyasi aktörler de var, bütün bunların yanında devlet de var. Dolayısıyla devlet kamusal alandaki aktörlerden sadece bir tanesidir. Yunus Emre’nin şiirinde “cümle kamu bilir ki,” diye bir ifade geçer. Yunus’un ifade ettiği gibi kamu hem bizim dilimizde hem de Latin kökenli dillerde halka işaret eder. Latin kökenli dillerde kamu public ya da publicus olarak geçer; bu da halk, daha güncel bir kavramı kullanacak olursak toplum demektir.

    Fuzuli’nin “kamu bîmârına cânân, devâ-yı dert eder ihsan” mısraında da aynı ifadeye rastlıyoruz.

    Çok güzel, aynen öyle. Burada şu önemli. Resmi ideoloji kamu dediği zaman herkese kapalı alanı işaret ediyor, herkese açık olmayan bir alanı işaret ediyor, sınırlılıkların, yasakların bulunduğu bir alanı işaret ediyor. Halbuki kamusal alan, herkese açık olan bir özgürlük alanıdır. Kamusal alanla birlikte zikredilecek en önemli kavram “aleniyet” yani “açıklık” kavramıdır. Mahrem, kamusal alanın değil, özel alanın bir özelliğidir. Kamusal alan bir mesire alanı gibidir; siz oraya gidersiniz, başkasının hakkına tecavüz etmediğiniz sürece istediğiniz her şeyi yaparsınız. Onun için kamusal alanla birlikte en çok ifade edilebilecek şey açıklıktır, aleniyettir, toplumsallıktır, özgürlüktür. İngilizce’de open society (açık toplum) denen şey tam da budur. Kamusal alan herkese açık olan, değişik fırsatlara, imkanlara, girişimlere, eylemlere, katılıma, siyaset yapmaya açık bir platformdur. Ne yazık ki Türkiye’de resmi ideoloji toplumu, devlete eklemlenmiş, onunla bütünleşmiş ideolojik ve politik bir varlık olarak kabul ettiği için toplumsal yaşam alanındaki bir çok alanı “kamusal alan” söylemiyle toplumun bizzat kendisine kapatmaktadır.

    Modernleşme süreci bizde de yaşandı. Bizde Kamusal alan kavramı niye Batı’dakine benzer bir şekilde ortaya çıkmadı da devletin belli sınırlar koyduğu ideolojik bir alan haline geldi?

    Bu önemli bir soru. Bizim modernleşmemizle gelişmiş ülkelerdeki modernleşmeye baktığımız zaman modernleşme aktörleri birbirinden farklı. Avrupa’da modernleşmede aristokrasi, Amerika’da burjuvazi çok önemli bir rol oynamıştır. Hem aristokrasi hem burjuvazi esas olarak sosyal kesimdir. Dolayısıyla modernleşmeyi sağlayan sivil toplumsal kesimler olmuştur. Halbuki Türkiye’de modernleşmeyi sağlayan bürokrasidir. Devlet bürokrasiden ibaret olduğu için modernleşmenin öncülüğünü devlet adına bürokrasi yapmıştır. Modernleşme teorilerinde şöyle bir anlayış vardır: Modernleşmeyi hangi aktör getiriyorsa, modernleşmenin seyrini, değerlerini ve kurumlarını belirleyen de o oluyor. Kendi değerlerini empoze ediyor, dayatıyor, modernleşmenin şeklini belirliyor, yönünü, kurumlarını tayin ediyor. Türkiye’de modernleşme önce devlete ait kurumlarda başlamıştır, kademe kademe topluma yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. O bakımdan bu süreçte devlet kendi rengini, tercihlerini, önceliklerini, beklentilerini hakim olduğu alana yaymaya çalışmıştır. O bakımdan bizde kamusal alandaki kurumlar, modern kurumlar, eğitim kurumları, siyasi partiler, dernekler, sendikalar, kısaca toplum adına ne varsa bunların öncelikli görevi devletin topluma dayattığı toplumun sırtına giydirmeye çalıştığı, kendi kafasındaki modern neyse, ona hizmet etmektir. Tüm bu kurumların öncelikli misyonu budur. Eğitim bunun için vardır, siyaset bunun için vardır, hukuk bunun için vardır. Devlet kamusal kurumlara ve aktörlere bu misyonu ana görev olarak yüklemiştir. Demokratik toplumlarda siyasal partilerin temel misyonu toplumun bir kesiti adına hareket ederek, onları değerleri, programları ve kurumlarıyla birlikte iktidara taşımaktır. Oysa bizde siyasal partilerden öncelikle beklenen şey devletin resmi ideolojisine hizmet etmektir. Görüldüğü gibi siyasal partiler modernleşmenin en önemli aktörleridir. Ama bizde farklı bir şey yapıyor, gelişmiş demokrasilerde de farklı.

    Şöyle bir şey söyleyebiliriz: Toplumsal aktörlerin rol oynadığı bir modernleşme biçimi olduğu gibi devletin rol oynadığı modernleşme biçimi de vardır. Toplumsal aktörlerin rol oynadığı modernleşme doğal olarak zengin bir modernleşmedir, farklılaşmaya açık bir modernleşmedir, doğal evrimi içinde gelişmiş doğal bir sürecin sonucu oluşmuş modernleşmedir. Dolayısıyla bu modernleşme sürecine tekabül eden kamusal alan farklılıkların olduğu bir alandır, plüral, yani çoğulcu bir alandır. Oysa devletin öncülük ettiği modernleşmede devlet toplumu kendi avuçları içine alır, deyim yerindeyse onu kar topu gibi elinde şekillendirir. Türkiye’de modernleşme ile beraber devlet kamusal alanı kendi gölgesi altına almıştır. Modernleşmeyi tek tip bir modernleşme olarak okumuş, modernleşme sürecini tek hakikatli bir paradigma içinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Tek hakikatli dünya görüşünü devlet hem kendi içinde barındırmaya çalışmıştır hem de onu toplumun tümüne bir şekilde yaymaya çalışmıştır. Bizde kamusal alanın bu kadar dar bir kalıp içinde telakki edilmesi bizdeki bürokrasi eksenli modernleşmeden kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

    Peki dayatmalar karşısında aydınlar niye Batı’daki gibi birey tarafında yer almıyorlar da devlet safında yer alıyorlar?

    Batı’da bilgi dediğimiz olgu tarih boyunca devletin tekelinde bir olgu olmamıştır. Bilim adamları, aydınlar, mütefekkirler, entelektüeller hep devlet koridorunun dışındadır. Avrupa’da gelmiş geçmiş büyük mütefekkirlere baktığımız zaman ya açlık ve sefalet içinde sürünmüştür ya da bohem hayatı yaşamıştır. Böyle olunca aydınlar devletin önceliklerine hizmet eden bir kesim olmuyor. Bu yönüyle aydınlar hem devleti sorgulayıcı, hem dönüştürücü rol oynamıştır. Batı’da aydınlanmayı, rönesansı, reformu, yeni düşünce biçimini ve felsefeyi aydınlar geliştirmiştir. Bu nedenle İtalyan düşünür Gramsci aydınları devrimin lokomotif gücü olarak görmüştür. Böyle düşünüldüğünde Batı’da aydınların oluşturduğu bir sivil toplum hareketinden bahsedebiliriz. Intelligensia dediğimiz şey esas olarak bunu ifade ediyor, devletin dışında ayrı bir bilgi merkezi, dinamizmi etrafında oluşan sosyal kesime işaret ediyor. Bizde ise o anlamda aydın diye bir şey yok maalesef; bizde devletin bilgiyi kullanan memurları vardır. Osmanlı’ya baktığımız zaman, Osmanlı’da bir sivil bürokrasi var, bir de ilmi bürokrasi. İlim üzerinde ihtisaslaşmış olan ulema devletin bir memuru niteliğindedir ve devlete hizmet eden bir kesimdir. Devletin alanının dışında farklı, otonom bir alan açamadığı gibi bir inisiyatif de geliştirememiştir. Modernleşme sürecinde aydının devletle ilişkisi daha da vahim olmuştur. Çünkü 1820’lerde biz ilk defa Avrupa’ya öğrenci gönderdik. Bu öğrencileri gönderirken de bizim öğrencilerden öncelikli beklentimiz Avrupa’daki bilgiyi, teknolojiyi öğrenip ondan sonra devlet-i aliyeyi kurtarmak olmuştur. Dolayısıyla bir misyonla göndermişiz. Devletin bilgi intikalcisi göreviyle gönderiyoruz, o gidiyor, bilgiyi alıp geliyor, devletin çatısı altında istihdam ediliyor. O yüzden Türkiye’de entelektüel-bürokrat diyoruz, intelligensia demiyoruz. Bu aydın tipi, devlet adına bilgiye hükmeden, ama aynı zamanda bürokrat olan bir kesim. Dolayısıyla bir sınıf değil aslında. Devletin dışına taşan bir kesim değil, onu kurtarmaya çalışan bir memurlar zümresidir. Cumhuriyet döneminde aydınlardan oluşan bazı sosyal hareketler gelişmiştir. Bazı dergiler etrafında örgütlenen aydınlar olmuştur. Ama genel olarak İslam dünyasında durum böyledir. İslam toplumlarındaki modernleşme sürecinde aydınların misyonu farklı olmamıştır. Modernleşme tarihimizde aydınlar devletin birer memuru haline geldiği için ayrı bir inisiyatif geliştirememişlerdir, dolayısıyla sivil toplum hareketi olarak gelişememiştir maalesef.

    Batı’da müzakere, iletişim alanı olarak ortaya çıkan kamusal alan bizde dayatmalar neticesinde bir çatışma alanı olarak tezahür ediyor. Bunun öncülüğünü de ifade ettiğiniz gibi devlet yapıyor. Devletin bu refleksini haklı çıkaracak, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de dile getirildi, rejimi koruma kaygısı gibi bir sebep olabilir mi? Gerçekten böyle midir ya da Türkiye’de bir kesimin savunduğu gibi elit bürokrasinin kendi konumunu, çıkarlarını muhafaza kaygısından mı kaynaklanmaktadır bu çatışma?

    Modernleşmeyi kim yapıyorsa modernleşmenin rengine de o damgasını basar dedik. Bir taraftan da şöyle bir şey var. Modernleşme aynı zamanda bir iktidar kaynağıdır. İslam dünyasındaki modernleşme hareketlerine baktığımız zaman, ya da bağımsızlık hareketlerine baktığımız zaman hem bağımsızlık mücadelesi, hem toplumu değiştirme dönüştürme mücadelesinin kendisi aslında bir iktidar alanı açmıştır. Bunun neticesinde 1920’lerden sonra Osmanlı’nın hakim bulunduğu topraklar üzerinde tek partili sistemler ortaya çıkmıştır. Tek partili sistemler esas itibariyle hem topluma, hem beşeri kaynaklara, hem iktisadi kaynaklara hem siyasi hem kültürel kaynaklara kısaca tümüne hükmetmiştir. Bu, yönetici bir sınıfın oluşması anlamıma geliyor. Şimdi Türkiye’de bu yönüyle baktığımızda aslında çatışma değerler üzerinde bir çatışma değil. Kuşkusuz değerler üzerinde farlılıklar söz konusudur, muhafazakar, seküler değerler vardır; bunları benimseyen kesimler var, benimsemeyen kesimler var; ama çatışma aslında iktidar üzerinde süren bir çatışmadır. Değerler bu çatışmanın arka planında yatan gerçek amacı kamufle etmektedir. Son zamanlarda sosyolojik araştırmalara baktığımızda seküler kesimler ile muhafazakar kesimler arasında sanıldığı kadar uçuruma varan bir farklılığın olmadığını görürüz. Cumhuriyet, laiklik, dünyevileşme, daha iyi şartlarda yaşama, modern eğitim alma, düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü, kamusal alanın farklılaşması gibi alanlarda aslında dinsel muhafazakar kesimlerle, seküler kesimler arasında uçuruma varan bir farklılaşma yok. Aksine bu değerler üzerinde iki kesim arasında giderek bir yakınlaşmanın olduğu görülmektedir. Bu değerler iki kesim tarafından da talep edilen değerler haline geliyor.

    Rejim tehlikesi yok yani.

    Böyle bir şey yok. Türkiye’de devletin topluma dayatmaya çalıştığı şey aslında bir iktidar mücadelesidir. Bu iktidarı sürdürmek için de muktedirler aslında bir takım sosyal kesimleri kullanıyorlar. Devlet gücünü elinde bulunduran muktedirler, bu yönüyle bakıldığında hakikaten toplumuyla oyun oynuyor. 1960’larda, 1970’lerde, karşı karşıya getirdiği kesimlere baktığınız zaman şimdikinden farklı. On yıl önce bir biriyle problemi olmayan kesimlerin on yıl sonra bir biriyle çatışma durumuna geldiğini görüyorsunuz. Meydana getirilen çatışmadan beklenen şey elde edildikten sonra dönüp baktığınızda aslında çatışmayı gerektiren bir şeyin olmadığını görüyorsunuz. On yıl sonra geriye dönüp baktığınızda çatışmayı gerektirecek bir şeyin olmadığını görüyorsunuz. Hatta on yıl bile çok uzun bir zaman dilimi. 12 Eylül’de toplumsal kesimlerin, aslında çatışmaya değer bir şeyin olmadığını anlamaları on yıl sürmedi. Sağcılarla solcular birbirilerini boğazlamanın birilerinin iktidar oyunu olduğunu bir iki yılda anladılar. Bunu bugünlerde en iyi açıklayan hareket ulusalcılık denen harekettir. Bunun iki ayağı vardır Türkiye’de. Birisi sağ milliyetçilik, birisi sol milliyetçilik. Bu ikisi 1970’lerde Türkiye’yi iç savaşın eşiğine getirdi; ama 1990’larda 2000’lerde bu ikisi birlikte hareket ediyor. Demek ki ikisinin o denli çatışma içinde olmasını gerektirecek bir şey yok. Ama sahnenin arka planında birisi bunları çatıştırıyor. 1970’lerde Türkiye’de Kürtlerle Türkler arasında bir çatışma yoktu. Ne yazık ki 2000’lere geldiğimizde bir iktidar aracı olarak bu iki kesim arasında bir husumet duvarı örülmeye çalışılıyor. Dolayısıyla Türkiye’de çatışmayı körükleyen kesimin kafasının arkasında rejim tehlikesi denen şey yok, iktidarın elden gitmesi düşüncesi, kaygısı söz konusudur. Bir de şunu söylemek istiyorum. Türkiye’de Cumhuriyet rejimi, laik rejim 2000’li yıllarda, özellikle AKP’nin iktidara geldiği dönemde güçlü olduğu kadar, cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bu kadar güçlü olmamıştır.

    Neden böyle düşünüyorsunuz?

    1960’lara, 70’lere baktığımızda Türkiye’de cumhuriyet rejimi ile problemi olan kesimler var. Cumhuriyet rejimini topyekün değiştirmek, dönüştürmek isteyen kesimler var. Sosyalistler, cumhuriyeti sosyalist bir rejime evirmek istiyor. MHP milliyetçiliği o dönemlerde Turancılık düşüncesiyle Türkiye’yi farklı bir mecraya sürüklemek istiyor. Milli görüş eksenli İslami hareket rejimi topyekün İslamileştirme amacı gütmektedir. Bu hareketler o tarihlerde rejimle bir türlü barışık değillerdi. Halbuki 2000’li yıllara geldiğimizde bu kesimlerin rejimin değerleriyle barışmaya başladığını görüyoruz. Türkiye’de bir çok kesim rejimi dönüştürmeyi bıraktı, rejimden taleplerde bulunmaya başladı. Son yirmi, otuz yıl içinde gelişen hak eksenli arayışları bu çerçevede okumak lazım. Rejimi değiştirmek değil, rejimin kendisine bazı hakları bahşetmesini beklemek. Bakın, Atatürk’ün ön gördüğü rejimin, yani cumhuriyetin temel değerleri rasyonalite, akıl, bilim, teknoloji, cumhuriyet, laiklik, sosyal devlet gibi değerlerdir. Tüm bu değerlerin referans aldığı şey ise “muasır medeniyet”tir. Türkiye’de rejimin en temel hedefi muasır medeniyet ailesine girmektir. Bugün muasır medeniyet denen şey Türkiye için Avrupa Birliği’ne girmeyi ifade ediyor. 1970’lerde sağdaki Erbakan’la, soldaki Ecevit altın tepside Türkiye’ye sunulan Avrupa Birliğini “Batı kulübü” diye reddetmişlerdi. Oysa aynı Ecevit 1999 Helsinki Zirvesinde Türkiye’nin önüne konan koşulları kabullenerek AB’ye evet dedi. Erbakan’ın öğrencileri Türkiye’yi Avrupa Birliğiyle müzakere sürecine sokmayı başardı.

    Bu yönüyle bakıldığı zaman rejim için bundan daha sağlam bir dönem olabilir mi? Rejim kendi muhaliflerini kendi içine almış ve dönüştürmüştür. Bu rejim açısından müthiş bir güvencedir. Bir de şunun da altını çizmek istiyorum: Avrupa Birliği Türkiye’deki hem demokratik sistemin, hem de cumhuriyetin bir sigortasıdır. Avrupa Birliği içinde yer alan bir Türkiye kolay kolay başka bir yöne kayamaz. Bunların yanında bir de Türkiye’de demokratik sistemi, cumhuriyeti ve değerlerini üstlenen bir orta sınıfın geliştiğini de ifade etmek gerekiyor. Bugün yüz milyar dolara yakın bir ihracat yapabilen üretici kesim gelişmiştir Türkiye’de. Bu da Türkiye’nin dünya pazarlarıyla geçmişle karşılaştırılamayacak kadar bütünleştiğini gösteren bir şeydir. Dünya ile bütünleşen bir ülke kendi içine kapanıp farklı bir rejim kurmak istese bile yapamaz. Dünyayla kurduğu bağlantılar bunu yapmasına engel oluşturur. Bu yönüyle bakıldığında Türkiye’de cumhuriyet rejiminin en sağlam dönemini yaşadığını söyleyebiliriz, diye düşünüyorum. Dolayısıyla çatışmanın temel nedeni iktidarın el değiştirmesidir. Özellikle KİT’lerin özelleştirilmesine karşı koparılan fırtınanın altında yatan şey budur. KİT’ler üzerinden çocuklarını Amerika’larda, Avrupa’larda okutan, yolsuzluk hanelerini, karnelerini şişiren, istediği bankayı boşaltan, istediği kaynağı çarçur eden muktedirlerin politik ve iktisadi kaynakları kuruyor; muslukları kesiliyor. Bunun mücadelesi veriliyor. Ne yazık ki bu mücadele çok acımasız ve biraz kaba olacak ama kirli bir şekilde veriliyor. Gerekirse Türkiye’deki etnik mücadeleyi kışkırtacak, başka bir ifadeyle Türkiye’yi alevlerin, ateş yalazlarının içine sürükleyecek kadar acımasız.

    Bir makalenizde Türkiye’de “mahrem kamusal alan” dediğiniz bir oluşumdan söz ediyorsunuz? Bunun siyasal kültürümüz ve değerlerimiz açısından anlamı ve sonuçları nelerdir?

    Mahrem kamusal alan dediğimiz şey aslında toplumun oluşturduğu bir kamusal alan değildir. Devletin oluşturduğu bir alandır. Devlet, kamusal alanı, kendisinin özel alanı gibi kurgulayarak, onu mahrem bir alan gibi algılayarak toplumun bazı kesimlerine ve değerlerine karşı kapatmaya çalışıyor. Sanki kendi evinizi birilerine karşı kapatıyorsunuz. Oysa yukarıda ifade ettiğim gibi kamusal alan, aleniyet demektir ve herkesin oraya girmesi hem modernleşmenin, hem de demokratikleşmenin gereğidir. Bu vesileyle şunu belirtmek isterim. Bugün Türkiye’de toplum modernleşme itibariyle devletin önünde seyretmektedir. Yirminci yüzyılın başında modernleşmeyi sağlayan, modernleşmenin öncüsü, lokomotif gücü devletti. Bugün o gücü toplum eline geçirmiş durumdadır. Bugün modernleşme serüveninin lokomotifi toplumdur, bürokrasi de onu takip ediyor. Toplum, demokrasi, özgürlük, hak talep ediyor; bürokrasi sıkışınca vermek zorunda kalıyor. Toplum AB ile bütünleşmek istiyor, bu konuda devlete baskı yapıyor, bürokrasi çaresiz kalınca kabul ediyor. Toplum aleni bir kamusal alan geliştirmeye çalışıyor, devlet, bürokrasi onu kapatmaya çalışıyor. Kısaca bürokrasi, devlet eliti bugün toplumun çok gerisindedir. Mesela devletin bir zamanlar kilit noktalarında görev alan emekli general, emekli subay gibi aktörlere bakıyorsunuz İşçi Partisiyle flört ediyorlar. İşçi Partisi ise Türkiye’yi 1960’ların Maocu, 1930’ların Stalinci sosyalist rejimlerine geri götürmeye çalışıyor.

    Bu yönüyle baktığınızda toplumun açık toplumla, demokrasiyle bir problemi yok. Toplum bu değerleri benimsemiş durumda. Ama toplum içinde değişik kesitler var. Toplum dediğimiz şey farklı unsurlardan oluşan genel bir yapıdır. Bunun içinde dini, ladini, etnik, mezhepsel vb. bir sürü farklı unsur vardır. Doğal olarak toplum kendi içindeki farklılıkları bulunduğu alana taşıyor. O yönüyle toplumun mahrem kamusal alanı diye bir şey olamaz. Mahrem kamusal alan toplumun doğasına aykırı bir şeydir. Benim “mahrem kamusal alan” dediğim şey, Türkiye’de toplumu da, bürokrasiyi de, kamusal hayatı da tek tip olarak görmek isteyen devletçi elitin yaratmaya çalıştığı kamusal alandır. Devletçi elit, devletin tek bir hakikatle hükümran bulunduğu bir kamusal alan görmek istiyor, bunu kamusal alan içerisinde bütün topluma yaymaya çalışıyor. Dünyanın hiçbir yerinde eğitim kurumları kamusal alan müessesi değildir, eğitim kurumları politik bir müessese olarak algılanmaz. O bir mesleki kurumdur, gidersiniz meslek öğrenirsiniz. Bir sağlık kuruluşu ideolojik kaygılarla hareket eden kamusal bir otorite, kamusal bir kurum gibi düşünülmez. Matematik, biyoloji, kimya, sosyoloji, psikoloji gibi bir mesleğin politik ve idoeolojik boyutu olamaz. Bizde böyle telakki ediliyor. Bunun nedeni belirttiğim gibi Cumhuriyet dönemiyle başlayan tek hakikatli modernleşme anlayışıdır. Tek doğru, tek hakikat, tek bakış açısı, tek refleks, tek hedef, tek yaşam biçimi. Ve devlet bunun taşıyıcı unsurudur. Devlet bunu ısrarla topluma giydirmeye çalışmıştır. Ama başaramamıştır. Toplum, içindeki bütün farklılıkları zamanı geldiğinde kamusal alanda ortaya koymuştur. Osmanlı’nın son yirmi yılı Osmanlı tarihinin bu bakımdan en zengin dönemidir. Cumhuriyet döneminde devlet onların hepsini bastırmaya çalışmıştır; ama bunların kimisi 1950’lerden, kimisi 1970’lerde, kimisi de 1980’lerden sonra kamusal alanda ortaya çıkmıştır. Ben buna “sivil çiçekler” diyorum. Tüm baskılara rağmen zamanı geldiğinde bu sivil çiçekler kamusal alanda neşvü nema bulmuştur; kendisini aleni hale getirmiştir, alenileşmiştir. Mahrem kamusal alan projesi Türkiye’de devletin bir projesidir ama bu tutmamıştır, tutmayacaktır diye düşünüyorum.

    Kamusal alan tartışmalarının daha çok inanç özgürlükleri açısından ortaya çıktığını görüyoruz. Osmanlı’nın Batı’ya gönderdiği öğrencilerden söz ettiniz. Buraya giden öğrenciler Batı’nın aydınlanma ile ortaya koyduğu, “dini bir tarafa bırakarak ilerleme” düşüncesinden etkilenerek döndüklerinde bu düşünceyi Osmanlı’da yaydılar. Osmanlı’daki bazı aydınlarda dini terk ederek ilerleme, modernleşme düşüncesi hakim oldu ve bu Cumhuriyet elitinin temel görüşü, devletin de bir politikası haline geldi. Bugün aynı pozisyon devam ediyor, din kamusal alanın dışına, tamamıyla özel bir alana sıkıştırılmaya çalışılıyor. Dinin yaşanabilirliği açısından “Özel-sivil-kamusal-siyasal” gibi birçok farklı perspektifin içinde belirleyici ve koruyucu faktör ne olmalıdır?

    Batı’nın modernleşme serüveninde din faktörü benim şahsi kanaatimce Türkiye’de çok yanlış biliniyor. Bu konuda da resmi düşüncenin bize empoze ettiği dezenformasyon, yanlış bilgilendirme söz konusu. Sanki modernleşme denen şey dinle karşıt olan bir şeydir. Batı esasıyla sanki dine hükmederek, ona tahakküm ederek, onu kamusal alanın, siyasal hayatın dışına iterek modernleşmiştir, gibi bir anlayış var. Bu doğru değil, tam tersine Batı’da modernleşme dediğimiz şey dini unsurlarla beraber, el ele gelişmiştir. Tabi burada iki geleneğe işaret etmek lazımdır. Biri Fransız geleneğidir ve bizi daha çok etkileyen odur. Burada modernleşme kilise ile problemli olmuştur. Çünkü Fransız ihtilalini yapanlar; kilise, kral (siyasi aristokrasi) ve toprak aristokrasisini bir bünye olarak telakki etmiştir. Dolayısıyla üçüyle de mücadele halinde olmuşlardır. Bunlar kralın kellesini götürmüşlerdir, kiliseleri yağmalayıp yakmıştır, aristokratları topa tutmuşlar, giyotinle temizleme yoluna gitmişlerdir. Bizi daha çok etkileyen bu tarz bir modernleşme olmuştur. Halbuki Fransa dışında, Almanya’da İngiltere’de özellikle Amerika’da modernleşme hatta sekülerleşme dini kesimlerle birlikte gelişmiştir. Mesela 18-19. yüzyılda İngiltere’de kurulan Secular Socieety’ler var. Yani Seküler Cemiyetler. Bunların öncüleri büyük ölçüde din adamları, papazlardır. Onların temel amacı ulusal bir kilise oluşturmak, dinsel yaşayışı İngiltere sathında örgütleyebilmek, Vatikan Katolik kilisesinden bağımsızlık kazanabilmekti. İngiltere’de dini gruplar devletle, siyasi değerlerle barışık bir şekilde yaşamış ve modernleşmeyi birlikte gerçekleştirmişlerdir. Hatta buradaki deneyimden hareketle modernleşmenin, dinin Protestan yorumunun bir sonucu olduğunu ileri süren, Max Weber gibi sosyologlar olmuştur. Dinin devletle çatışması Anglo Sakson gelenekte söz konusu değildir. Hele Amerikan örneğinde hiç söz konusu değildir. Bugün Amerikan kamusal alanı için kullanılan tabir, “religious publicus” yani dinsel kamusal alandır. Din Amerikan modernleşme süreci içinde o kadar belirgin bir etkiye sahiptir ki kamusal alandaki baskın rengi oluşturmuştur. Türkiye’de modernleşme büyük ölçüde Fransız paradigması içinde gerçekleştiği için Fransa’daki din devlet, devlet kilise arasındaki gerilim Türkiye’ye de yansımıştır. Bu yalnız Türkiye’de değil aynı modernleşme paradigmasını takip eden Tunus, Cezayir, Fas gibi diğer İslam ülkelerinde de görülür. Ama Fransa bunu aştı. Fransa bunu 1945’te çıkardığı Loi De Separasion, yani ayrılık yasası denilen bir yasa ile aştı. Bugün Fransa’da inanç özgürlüğü ile ilgili ciddi bir sorun yoktur. Başörtüsü ile ilgili sıkıntılar var ama şunun altını çizmek lazım ki, Fransa’da başörtüsü yasağı ergenlik çağına gelmemiş kız çocukları için ve sadece devlet okullarında geçerlidir. Özel okullarda böyle bir yasak söz konusu değildir. Üniversitelerde böyle bir şey hiç yok. Hem seküler hem dinsel özgürlükler açısından Fransa o problemi aşmış durumdadır. Türkiye onu aşamıyor. Bunu aşamamasının temel nedenlerinden biri- benim şahsi kanaatim- iktidar mücadelesidir. Türkiye’de toplanan vergilerin çok büyük bir kısmı kamu kurumlarına gidiyor, güvenlik kurumlarına, savunmaya gidiyor. Türkiye’de özelleştirme yapılsın, devletin elinde bir üretim mekanizması kalmasın, üretimin yüzde seksenini doksanını toplum yapsın, o zaman göreceksiniz her hangi bir çatışmanın kalacağını ben şahsen sanmıyorum.

    Hukuk devleti olmanın bu bağlamda rolü nedir?

    Hukuk devleti, demokrasi ve bunların alt ayaklarının oturması bu açıdan çok önemlidir. Hukuk devletinin oluşması için demokrasi ve demokratik değerlerin, demokrasinin oluşması için de hukuk devletinin oluşması kaçınılmazdır. Hukuk devleti için kimi ne yapacaksınız? Türkiye’de maalesef, bizde hukuk adamını devlet yetiştirmiştir, devlet refleksleriyle yetişmiştir. Batı’da hukuk adamının bakış açısına göre özgürlükler esas, kısıtlamalar istisnaidir; temel felsefe budur. Amerikan yüksek mahkemesinin olaylara bakışı bu felsefenin altındadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin çıkış noktası budur. Türkiye’de tam tersi bir durum söz konusu. Kısıtlama esastır, özgürlük ise istisna. Bu hukuk bakış açısıyla Türkiye’nin hukuk devletini yakalaması gerçekten zordur. Onun için hukuk fakültelerinin yaygınlaşması lazım. Şu anda hukuk fakülteleri üzerinde bir çatışma var. Devletçi zihniyetle eğitim verecek hukuk fakültelerine müsaade edilirken özel üniversitelerin hukuk fakültesi açmasına çok da izin verilmiyor. Devlet bilgiyi tekelinde tuttuğu gibi hukuku da tekelinde tutmak istiyor. Oysa hem demokrasi, hem de hukuk devleti için bilginin, kültürün ve hukukun devlet tekelinin dışına çıkması lazım. Bu olmadığı sürece Türkiye’de bilgi, kültür ve hukuk üzerinde farklılaşmış demokratik bir sivil toplum oluşturamayız.

    Bu çatışma devam mı eder?

    Ne kadar devam eder? Aslında devlet çatışmayı körüklemesine rağmen bu tutmuyor. Çok ciddi bir şekilde devlet, devletin içinde iktidarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan bir kesim değişik alanlardan topluma çatışma kıvılcımları pompalıyor. Ne var ki bu tutmuyor. Son bir iki sene içersinde Türkiye’de çok ciddi gerilimler ortaya çıkartıldı ama o gerilim bakıyorsunuz çok da fazla tutmuyor. Bu konuda toplumun çok geniş bir ferasetinin olduğu kanaatindeyim. Deneme yanılma yoluyla 1960, 1970, 1980’lerden çok şey öğrendi. Deyim yerindeyse bu konuda toplum, biraz kaba bir ifade olacak ama, devleti takmıyor.

    Ama neticede olan yine hukuka, adalet duygusuna oluyor, incinen yine toplumun kendisi oluyor. Devlet toplum ilişkisi Batı’ya göre bizde çok daha fazla zedelenmiş durumda değil mi?

    Kuşkusuz öyle ama, kazanan her defasında toplum oluyor. Bakınız 1960’larda, 70’lerde demokratım demek çok büyük cesaret isteyen bir şeydi. O bakımdan o tarihlerde Demirel demokrasinin sembolü haline gelmiştir. Çok partili demokrasiyi, parlamenter demokrasiyi savunmuştur. Bu çok önemlidir. Bugün geldiğimiz noktada herkes demokrattır. 1960’larda, 1970’lerde “cici demokrasi” diye demokrasiyle dalga geçenler bugün demokrasinin ne kadar önemli bir şey olduğunu kavramış durumdalar ve demokrasiyi savunuyorlar. Aynı şekilde o tarihlerde demokrasi bir küfür rejimi olarak kabul edenler bugün demokrasinin erdemlerinden söz ediyorlar. Dolayısıyla bizde devletçi elit deyim yerindeyse biraz rüzgara karşı gidiyor ama her defasında çok güçlü bir rüzgar kendi yüzüne bir şekilde üfürüyor. Bakın 1995’te Refah Partisi iktidara geldi. Devlet eliti harekete geçerek bu partiyi kapattı. Ama ne oldu? 2002’de AKP tek başına iktidara geldi. Devlet içindeki bütün didişmelere rağmen bu seçimlerde de bu partinin iktidara gelebileceğini söylemek mümkün. Dolayısıyla devlet, toplumu her defasında biraz oyalıyor ama toplum genel bir hedefe kitlenmiş olarak yoluna devam ediyor. Toplumsal farklılaşmaya açık, kendi doğası içinde değişim ve dönüşüm dediğimiz çok hakikatliliği kendi içinde yaşayarak modernleşmesini sürdürmektedir. Bakın size şunu söyleyeyim: Toplumların karşısında hiçbir şey duramaz. Toplum, konumuz itibariyle söyleyeyim kamu, gür akan bir ırmağa benzer. Bu ırmağın yatağını, yönünü değiştiremezsiniz. Devlet olarak onu biçimlendirmeye, yönlendirmeye çalıştığınızda aslında yaptığınız şey bu ırmağın üzerine bir çarşaf germekten ibaret bir şey kalıyor. Suyun üstündeki çarşafa bakıp akan gür ırmağı durağan, eğip bükeceğiniz, şekillendirebileceğiniz bir şey sanıyorsunuz. Bu, topluma karşı geliştirilen vehimden başka bir şey değildir. Serdiğiniz çarşafa güvenerek suyun üstüne çıktığınızda o sizi içine çeker. Toplumlar, halklar, kamular böyledir. Gerçek yaşamı onlar yaşar ve aslında bir çok şeyin seyrini tayin eden de onlardır. Sosyalizm onlara karşı kaybetmiştir, faşizm onlara karşı kaybetmiştir, jakobenizm de onlara karşı kaybetmek zorundadır diye düşünüyorum.

    Muhafazakar Demokrasiyi savunan AKP’nin kamusal alan etrafındaki engelleri, duvarları aşacağına inanıyor musunuz?

    Türkiye’de bir kesim değişiyor, diğer bir kesim yerinde sayıyor diye düşünmemek lazım. Türkiye topyekün bir değişimden geçiyor. En çok değişen de İslami kesimdir. Bugün modernleşmeye doğru hızla yol alan bu kesimdir. 1960’larda muhafazakar bir baba kız çocuğunu erkeklerin bulunduğu bir okula göndermekte tereddüt ederdi. 1970’lerde İHL’nin dışında çocukları okula gönderme konusunda ciddi tereddütler vardı. Bugün o tereddütler ortadan kalktı. Bugün İslami kesimin kendine daha fazla özgüveni gelmiş durumda, kendi okullarını açıyor, bu okullarda modern eğitim veriyor, farklı okulları İmam Hatiplere tercih ediyor, kız çocuğunu sadece ülke içinde değil, ülke dışına da eğitim için gönderiyor. Bu aslında tam anlamıyla değerler üzerinden devam eden bir sessiz devrimdir. Türkiye’de asker de, siyaset de, sendikal hareketler de ekonomi de değişiyor. Bu değişimin yönü demokratikleşmeye dönüktür. Çok geniş katmanlı bir değişim dönüşüm yaşıyor Türkiye. Bunda bazı sancıların olması kaçınılmazdır. Bu AKP’nin tek başına bir sorunu değil. Demokrasiye, modern değerlere, insan haklarına, muasır medeniyet değerlerine inanan herkesin işidir bu. AKP şu hatayı yaptı: Kendi çoğunluğuna güvenmekle Türkiye’deki diğer kurumlarla arasına mesafe koydu. AKP’nin düşünme mekanizmalarına Milli Görüş’ten gelme bazı genler hakim oldu sanki. Bu seçime giderken Başbakan’ın kadrolardaki yenileme hareketi merkeze açılması yolunda önemli bir işaret olarak algılanabilir. Bunu önemsiyorum. AKP bugün için karşısındaki diğer aktörleri bir ittifak havasına sokmuştur. Bunun tartışılacak çok değişik boyutları var kuşkusuz. Ama şunu unutmamak lazımdır ki AKP’nin, toplumun ve siyasetin diğer aktörleriyle diyaloga girmeye ihtiyacı var.

    İdeal anlamda devlet kamusal alanın neresinde olmalı?

    Devlet kamusal alanın içindeki aktörlerden biridir. Kamusal alan eşittir devlet alanı değildir. Kamusal alan eşittir devlet alanı, ideolojik bir kamusal alandır. Bu, sosyalist, faşist bir kamusal alan anlayışıdır. Sosyalist kamusal alan anlayışı ailenin dışındaki her alanı devletin tabii bir alanı olarak kabul eder ve devletin gölgesi altına alır. Hatta aileye bile müdahil olmuştur. Demokratik bir kamusal alan ise tam tersine devletin kamusal alandaki gölgesini küçültmeye çalışır. Olabildiğince kamusal alandaki unsurları sivilleştirerek devlet alanını küçültmek suretiyle orayı daha renkli, daha yaşanabilir, daha geniş, daha açık, daha bol çeşnili bir alan haline getirmeye çalışır. İdeal anlamda kamusal alan budur. Açık kamusal alan, farklılaşmış bir kamusal alan, sivil çiçeklerin boy gösterdiği bir kamusal alan… Devletin burada rolü nedir? Devletin rolü güvenlik ve adalettir. Bu iki değer üzerinden haklarımızı, hukukumuz ve güvenliğimizi korumaktır devletin görevi. Geriye kalan tüm alanları topluma, toplumsal kesimlere ve aktörlere bırakması lazım. Aksi takdirde, yani toplumu devletin nüfuz alanı içine çekersek o zaman demokrasinin kamusal alanı daralır, endoktrine olur, tektipleşir, bu da demokrasiyi güdük ve zayıf bırakır. Unutmayalım ki demokrasinin en büyük erdemi muhalefettir. Muhalefetin oluşma zemini farklılaşmış bir kamusal alandır. Kamusal alanı boğarsanız demokrasiyi boğarsınız.