Köprü Anasayfa

İlme, İrfana, Ümrana KÖPRÜ

"Güz 2007" 100. Sayı

  • Esma-i Hüsna’ya Risale-i Nur Penceresinden Yeni Bir Bakış

    A New Appraisal of the Beautiful Names of God from the Perspective of Risale-i Nur

    Mustafa Said İŞERİ

    Kâinatın derinliklerinde çok gizli hazineler saklıdır. İnsan ise bütün bu hazineleri keşfedebilecek en gelişmiş detektörlere sahip özel bir varlık olarak yaratılmıştır. İnsanlar içinde en seçkin biri ise bu özelliğinin farkında olarak istidatlarını yerli yerinde kullanmış ve bütün mevcudatı ilgilendiren çok önemli bu keşfi en mükemmel bir şekilde gerçekleştirmiştir.

    Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve ona rehberlik eden Kur’an-ı Kerim kâşiftir, hatta Bediüzzaman’ın ifadesiyle “keşşaf”tır. Risale-i Nur’un birçok yerinde tekrarla, hem Kur’an hem de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) için kullanılan bu vasıf çok dikkat çekicidir. Bediüzzaman Peygamber Efendimiz için “künuz-u Esma-i İlahiyenin keşşafı”1 ve “Esma-i İlahiye definelerinin keşşafı”2 tabirlerini kullanmıştır. Kur’an’ı tarif ederken ise “zeminde ve gökte gizli Esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı”3 ve “Esma-i Hüsna definelerine keşşaf”4 ifadelerine yer vermiştir. Risale-i Nur’un bir başka yerinde ise hem Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hem de Kur’an-ı Kerim için kullanılan bu ortak vasfı birleştirircesine Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) “esmâ-i İlâhiyedeki cemal ve kemal hazinelerini lisan-ı Kur’ân ile açış”ına5 dikkat çekilmiştir. Risale-i Nur’un kazandırdığı bakış açısına göre Esma-i Hüsna, “künuz-u mahfiye”dir; yani “gizli hazineler”dir. Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ise “keşşaf”tır, tüm gizli hazineleri eksiksiz keşfeden iki kâşiftirler.

    Risale-i Nur’da geçen bu ifadeleri mütalaa edince insanın zihnine “Küntü kenzen mahfiyyen fehalaktü’l halkı liya’rifûni/Ben gizli hazineydim, mahlûkatı yarattım, ta ki kendimi bileyim ve bildireyim.” hadis-i şerifi geliyor. Cenab-ı Hakk’ın Zatıyla beraber tüm Esma-i Hüsna’sının “künuz-u mahfiye”, olması gerçeği insanın merak ve keşfetme duygusunu kamçılıyor. “Niçin Esma gizli hazinedir?” sorusunun izi takip edildiğinde ise ulûhiyetin, rububiyetin, ubudiyetin, kâinatın ve insanın hakikatine dair çok sayıda kıymetli hakikatlere muhatap olunuyor.

    Bu çalışmada Bediüzzaman’ın “Bütün mevcudat Esmasının cilvelerine mazhar olan Zat-ı Vacibü’l Vücudu bulan, her şeyi bulur”6 sözünden hareketle öncelikle kâinatı ve insanın mahiyetini anlamak yolunda Esma-i Hüsna’nın anahtar rolü üzerinde durulacaktır. Daha sonra üstün ahlak sahibi olmak ve marifetullah mertebelerinde terakki etmek için Esma-i Hüsna’yı dikkate alarak hayat sürmenin önemi vurgulanacaktır. Son olarak da Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna bahisleri göz önünde bulundurularak iman hakikatlerinin nasıl ispat edildiği konusuna değinilecektir.

    İmtihan Dünyası, Kâinat ve Esma-i Hüsna

    Risale-i Nur’da sıkça karşılaşılan tasniflerden biri de “dünyanın üç yüzü”7 olması hakikatidir. Bu tabir Mektubat’ta “dünyanın ve eşyanın üç yüzü”ne dönüşür.8 Lem’alar’da ise “üç külli dünya var” ifadesi tercih edilir.9

    Dünyanın bu üç yüzünün birincisinde dünya, Cenab-ı Hakk’ın Esma-ı Hüsna’sına aynadır. Cenab-ı Hakk’ın kendi eşsiz cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesinin sırrını taşımaktadır. İkinci yüz, ahirete bakan ve onun tarlası olan cihettir. Üçüncüsü ise geçici dünya hayatına, fenaya, ademe bakan yüzüdür.

    Cenab-ı Hak, Esmasının bütün tecellilerini göstermesi için insanı yaratmış ve insan için dünyayı imtihan yeri haline getirmiştir. Risale-i Nur’da bu ince sır Yirmi Dokuzuncu Söz’ün “Remizli bir Nükte”sinde çok veciz bir şekilde anlatılmıştır. Bu nüktede; “tecrübe ve imtihan”, “neşv-ü nema”, “istidadların inkişafı”, “kabiliyetlerin tezahürü”, “hakaik-i nisbiyenin zuhuru”, “Esma-i Hüsna’nın nukuş-u tecelliyatını göstermesi” arasındaki silsileye dikkat çekilmiştir.10 Dünyada zıtlar bir arada olduğundan ve hayır ile şer birbirine karıştırıldığından nisbi hakikatler ortaya çıkmıştır ve Esma-i Hüsna bütün tecellilerini göstermiştir. İnsanın meleklere tercih edilişi ve insanın yaşadığı arzın meleklerin mekânı olan semavata denk tutuluşu da bu ince sırdan kaynaklanmıştır.11

    Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında İsra Suresi’nin 44. ayetinin sırlarını açıklayan Bediüzzaman, her şeyin Cenab-ı Hakk’ı tesbih etmesini “Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikati, Esma-i İlahiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok Esmaya istinad eder” şeklinde tefsir etmiştir.12 Şualar isimli eserindeyse maddi/cismani olan şehadet âleminin Esma-i İlahiyeye dayandığından bahsetmiştir ve bu hakikati ilginç bir temsille anlatmıştır. Bediüzzaman cesede ruhun hayat verdiğini ve lafza mananın derinlik kazandırdığını belirttikten sonra şehadet âleminin de bir nevi cesed ve lafız gibi olduğunu söylemiştir. Şehadet âlemine hayat, ruh ve mana kazandıran hakikatin ise Cenab-ı Hakkın Esma-i Hüsna’sı olduğunu vurgulamıştır. Ve maddi âlemde görülen tüm güzelliklerin de aslında Esma-i İlahiye’den kaynaklandığını ve onların bir nevi gölgeleri olduğuna dikkat çekmiştir.13

    Risale-i Nur’da daire-i imkânın, yani kâinatın çerçevesi “dünyanın ibtidasından tut, ta ahiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden Şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkat” olarak çizilmiştir.14 31. Söz’de ise aklı aciz ve hayret içinde bırakan kâinatın tertip ve düzeni şu cümlelerle ifade edilmiştir: “En küçük tabakat-ı mahlûkat olan zerrattan, ta semavata ve semavatın birinci tabakasından, ta Arş-ı Azama kadar birbiri üstünde teşkilat var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlahiye için bir merkez hükmündedir.”15

    Bediüzzaman’a göre kâinat birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemlerden meydana gelmektedir. Kâinatın on sekiz bin âleminin her birinin ışığı ise birer ism-i İlahiyeye dayanmaktadır. Onun ifadesiyle “bin bir ism-i İlahinin, kâinata müteveccih olan o Esma’dan her biri, bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde”dir.16

    Kâinatın her bir âleminde Esma-i Hüsna’dan bir ismin tecelli etmesi hakikati Yirmi Dördüncü Söz’de şöyle ifade edilmiştir: “Kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde, Esma-i Hüsna’dan bir ismin ünvanı tecelli eder. O isim, o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunurlar.”17

    Kâinatın her bir dairesinde ve her bir âleminde bir isim hâkim olmakla birlikte, her ismin kâinatın her âleminde -o âlemde hâkim ismin gölgesinde- bir tecellisi de vardır. Kâinattaki Esma-i Hüsna’nın tecellileri öyle bir bütünlük teşkil eder ki kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası misali, Esma-i İlahiye sayısınca vahdetleri giymiş çok büyük bir insan mahiyetini kazanmıştır.18

    Bediüzzaman, Katre risalesinde kâinatın “elli beş lisan” ile Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini ilan etmesi hakikatini açıklarken Esma-i İlahiyenin tecellileri arasındaki “tesanüd” ve “temazüç” esaslarını en önemli tevhid delilleri arasında saymıştır. Işığın tüm renkleri mezcetmesi gibi, Esma-i İlahiye ve Esma-i İlahiyenin tecellileri arasında da birbirini destekleme ve bütünleşme söz konusudur. Ve bu birliktelik kâinatın bütününden, en küçük parçaları olan zerrelere kadar her yerde geçerli olan bir hakikattir.19

    Esma-i İlahiyenin Arştan kalbe, hatta zerrelere kadar mertebeleri vardır. Risale-i Nur’da bu hakikat güneş analojisiyle anlatılır. Güneşin bir damla sudan, denize ve aya kadar birçok farklı cilveleri vardır. Her biri kabiliyetine göre güneşi yansıtırlar, fakat yansıtma dereceleri birbirinden çok farklıdır. Benzer şekilde Cenab-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’sının kalpteki tecellisiyle Arştaki tecellisi arasında çok büyük farklılıklar söz konusudur.20 Mesela yalnızca Cenab-ı Hakk’ın Halık ismi düşünüldüğünde, insanın mahlukiyetinden Arşın ve tüm kâinatın yaradılışına kadar nihayetsiz mertebeler vardır. Dolayısıyla, hilkat ağacının meyvesi olan insanın Halık ismine ayna olmasıyla, Arş-ı Azamıyla birlikte kâinatın tamamının aynı isme ayinedarlığının aynı şeyler olmadığı gayet açıktır.

    Cenab-ı Hakk’ın ezeli sözleri olan Kur’an-ı Kerim’inde kendini kendi ifadeleriyle tanıtması olan “Esmaü’l Hüsna”sı, yani bütün ilahi isimleri çok güzeldir. Güzelin aynası ise güzelleşir. Aynaya güzelden her ne gelirse o da güzeldir.21 Mevcudatta görülen tüm güzellikler Cenab-ı Hakk’ın güzel olan Esma-i Hüsna’sının sonsuz tecellilerinden başka bir şey değildir. Hüsün ve güzelliğin ise birbirinden farklı birçok türleri vardır. Mesela, gözün gördüğü güzellikle ile kulağın işittiği güzellik aynı değildir. Aklın hoşlandığı şey ile dilin zevk aldığı şey de farklıdır. İmanın, hakikatin, şefkatin, adaletin, hikmetin, inayetin, ikramın, merhametin vs. güzellikleri de ayrı ayrıdır. Tüm bu farklı güzelliklerse Esma-i Hüsna’nın güzelliklerinin farklılığından kaynaklanmıştır.22

    Cenab-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’sının sonsuz “enva-i tecelliyatı”, mahlûkatın da tenevvüüne neden olmuştur. Esma-i İlahiyenin kudsi cemalinin bir tek cilvesi büyük bir âlemi yâ da sayısız fertlerden meydana gelen bir nevi güzelleştirir. Yine kâinatta bitmek tükenmek bilmeyen faaliyet ve değişim de aynı sırdan (Esma-i Hüsna’nın enva-i tecelliyatından) kaynaklanmıştır.23 Sınırlı zaman ve mekânda Esma’sının sonsuz tecellilerini ve nakışlarını göstermek isteyen Cenab-ı Hak zerreleri akıl almaz bir faaliyetle tahrik edip halden hale çevirmektedir. Yani zerrelerin tahavvülünün asıl hikmetleri ve gayelerinin merkezinde Esma-i İlahiye yer almaktadır.24

    Bediüzzaman, kâinattaki bu hayranlık uyandıran faaliyeti Cenab-ı Hakk’ın “enva-ı kâinatı konuşturması” olarak yorumlamıştır. Gökyüzünde ve yeryüzünde meydana gelen tüm değişimler ve hareketler, ona göre kâinatın sessizce konuşması ve Cenab-ı Hakkı tesbih etmesinden başka bir şey değildir.25 On Yedinci Söz’ün İkinci Makamı’nda bu hakikati “eşya, tesbihat ile Sani-i Zülcelal’in tecelliyat-ı Esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir”26 cümlesiyle manzum bir dille ifade etmiştir. Harika bir makineyi icat eden bir Ustayı, güzelce çalışmasının ve kendisinden beklenen neticeleri tam anlamıyla göstermesinin lisan-ı haliyle makinenin alkışlaması ve tebrik etmesi misali her mevcudat güzel yaradılışıyla ve kusursuz hayat serüveniyle Cenab-ı Hakk’ı Esma’sıyla tesbih etmektedir.27

    Kâinat hem cismani hem de manevi âlemlerden meydana gelmiştir. Kainat, yüz milyonlarca galaksilerin ötesinde yedi kat semavatla birlikte âlem-i melekût, âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah, âlem-i ahiret gibi sayısız âlemlerle doludur.28 Fakat Esma-i İlahiyenin en cemiyetli aynası cismaniyettedir, yani kâinatın cismani tarafındadır.29 Çünkü nurani ve latif bir şeyin aynası ne derece kesif olursa, o nispette daha net ve kusursuz ayinedarlık eder. Güneşin ışığı havada zayıf bir şekilde görünürken, suda göz kamaştıran parıltısıyla ve timsaliyle gözükür. Toprak aynasında ise, çiçeklerin farklı tonlardaki renkleri sayısınca çeşitlilik arz eder. Cenab-ı Hakk’ın nurani olan Esma-i Hüsnası da en parlak bir şekilde cismani âlemde tecelli etmektedir. Bu sır gereği Hayy-ı Kayyum isimlerinin cilvelerine en azami derecede ayna olan topraktır ve bu nedenle toprak hayat arşıdır. Su rahmet arşı, hava ise emir ve iradenin arşıdırlar. Toprak, su ve hava cismanilikleriyle birlikte camiiyet sırrına mazhar oldukları için Halık-ı Semavat olan Allah’a en yüksek semavattan daha yakın bir yol/miraç olmuşlardır.30

    Ahiret hayatına dair merak uyandıran beş temel sorunun cevaplarının yer aldığı Yirmi Sekizinci Söz’de Cennet hayatında cismaniliğin bulunmasının ve Cennet’te en büyük nimetlerin cismani olmasının sırları izah edilmiştir. En önemli neden olarak ise cismaniyetin “en cami, en muhit ve en zengin bir ayine-i tecelliyat-ı Esma-i İlahiye” oluşuna vurgu yapılmıştır. Ve insanın cismaniliği sayesinde Esma-i İlahiyenin birçok tecellilerini hissedip lezzet aldığı için Cenab-ı Hakk’ı daha mükemmel bir şekilde tanıyabildiği dile getirilmiştir.31 Mesela, melekler ruhani varlıklardır ve rızıktaki zevki hissedebilme gibi cismani yönleri olmadığı için Esma-i İlahiyenin bütün tecelliyatını bilmek noktasında insan gibi cami ve zengin ayinedarlıkları söz konusu olamamaktadır.

    Cenab-ı Hak kâinatın her tarafında cilveleri görünen Esma-i Hüsna’sını, tek bir aynada görmek ve göstermek istemiş ve hayatı yaratmıştır. Cenab-ı Hakk’ın “en hafi ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i sanatı”32 olan hayat, ehadiyetin sırrıyla adeta bir “nokta-i mihrakiye”33 olmuştur. Güneşin ışığı, ısısı, yedi rengi ve aksiyle şeffaf cam parçasında aksetmesi gibi, Cenab-ı Hak da kâinatı kuşatan ekser Esma’sının cilveleriyle hayata tecelli etmektedir. Yani hayat, tek başıyla Hayy-ı Kayyum olan Cenab-ı Hakk’ı bütün Esma’sıyla bildirmektedir. Çünkü bir cisme hayatın girmesiyle yalnızca Hayy ismi tecelli etmez. Belki Hayy ismiyle birlikte ekser isimler o hayatın içinde tecelli etmeye başlarlar.34 Risale-i Nur Külliyatı’nın Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nın Birinci Mebhas’ı bu açıdan başlı başına incelenmeye değer bir bölümdür.

    Hayat Esma’ya cami bir ayna olurken ölüm, firak ve zeval de mevcudatın Cenab-ı Hakk’ın kudsi Esma’sının cilveleri ve nurlarının gölgeleri olduğunu farklı bir açıdan gösterirler. Derenin akmasıyla parlayıp sönen su damlalarının gökteki güneşe işaret etmeleri misali, mevcudat da geçici bir süre Esma-i Hüsna’nın tecellilerine mazhar olmalarıyla Şems-i Ezeli olan Cenab-ı Hakkın varlığını göstermektedirler ve ellerinden kaçırdıkları her şeyin ise aslında O’nun Esmasının gölgeleri olduğunu hâl dilleriyle ders vermektedirler.35

    Hilafetle Mümtaz Kılınmış İnsanın Hakikati ve Esma-i Hüsna

    Kâinatın ve her şeyin hakikati gibi insanın hakikati de Esma-i Hüsna’ya dayanır. İnsanın hakikati ile Esma-i Hüsna’yı beraber anınca ise ilk akla Hz. Âdem’in (a.s.) “talim-i Esma” meselesi gelir. Hz. Âdem’in (a.s.) şahsında âdemoğlunun meleklere tercih edilmesinde ve hilafete liyakatli yüksek bir fıtratta yaradılışının odağında “ilm-i Esma ile mümtaz” kılınması vardır. Melekler Esma’yı hiç bilmiyor değillerdir ve belki Cenab-ı Hakkın Esma-i Hüsna’sının büyük bir kısmının bilincindedirler. Fakat Hz. Âdem’i (a.s.) başta melekler olmak üzere tüm mevcudattan daha imtiyazlı kılan sır Esma-i Hüsna’nın tamamını bilmesidir.36

    Kur’an Arş-ı Azam’dan ve her ismin azamî mertebesinden geldiği içindir ki, her bir meselesinden ve kıssalarından tüm insanlığın çıkaracağı dersler vardır. Kur’an Cenab-ı Hakk’ın insanoğlu ile ezel tarafından konuşması olduğu için, onun meseleleri belirli bir zaman ve mekânla sınırlı hakikatler değildir. Bu sır gereği Hz. Âdem’in (a.s.) talim-i Esma hadisesinde tüm insanlığı ilgilendiren çok önemli sırlar vardır. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla aslında Hz. Âdem’in mu’cizesi umum kemalat ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine işaret etmektedir. Ona göre “talim-i Esma” ünvanı insanlık nevi adına kazanılan bütün “kemalat-ı ilmiye”, “terakkiyat-ı fenniye” ve “havarik-ı sun’iyeyi” kapsamaktadır. İnsan nevinin geniş istidad yelpazesinin yüksek her bir hakikati aslında Cenab-ı Hakk’ın İlahi bir ismine dayanır. Mesela mühendislik Adl ve Mukaddir, tıp Şafi ve genetik Hafîz isimlerinin tecellilerini tüm ihtişamıyla bilmekten ve keşfetmekten başka bir şey değildir. Başka bir ifadeyle her türlü ilim ve fennin hakikatleri Esma-i Hüsna’ya dayanmakla ve o isimlerin doruğuna ulaşma hedefini taşımakla mana ve kıymet kazanmaktadır.37

    Her bir ilim ve fennin, kendi özel diliyle, sürekli Cenab-ı Hakk’ı tanıttığına dikkat çeken Bediüzzaman, bu ilimlerin ve fenlerin “geniş mikyasıyla”, “hususi aynasıyla”, “dürbünlü gözüyle” ve “ibretli nazarıyla” Esma-i İlahiye’yi de bildirdiğini söyler.38 Matematikten fiziğe, biyolojiden kimyaya, astronomiden jeolojiye kadar her bir fennin detaylı araştırmalarıyla ve genel kaideleriyle -kendi pencerelerinden kâinatın Yaratıcısını Esmasıyla tanıttırma adına- şimdiye kadar ilim olarak ortaya çıkardıkları sonuçlar Esma-i İlahiye’nin tecellilerinin çok az bir kısmıdır. Bu da göstermektedir ki, kâinatın maddi boyutunda bile gizli kalmış nice sırlar vardır. Yani şuur sahibi varlıklar tarafından daha keşfedilmeyi bekleyen Cenab-ı Hakk’ın Esma’sının tecellilerinin sayısız gizli defineleri mevcuttur.

    Bediüzzaman Bakara Suresi’nin 31. ayetinde39 gizli kalmış ince ve derin bir hakikati de keşfetmiş ve şu sözleriyle bu önemli hakikati bizlerle paylaşmıştır: “Siz dahi Hz. Âdem’in (a.s.) evladı ve varis-i istidadısınız; bütün Esma’yı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir.” Onun bu sözünde öncelikle insanın bütün mahlûkata karşı üstünlük cihetinin bütün Esma’yı öğrenmesine bağlı olduğu vurgulanmıştır. İkinci olarak ise bütün Esma’yı taallüm edebilmesi için insana “emanet-i kübra” gibi büyük bir emanetin yüklendiğine dikkat çekilmiştir. Bediüzzaman konu gereği veciz bir şekilde ifade ettiği bu ince hakikati, Ene Risalesi’nde, Cenab-ı Hakk’ın sıfat ve Esma’sının marifetinin niçin eneye ve enaniyete bağlı olduğu noktasından tüm incelikleriyle izah etmiştir.

    Risale-i Nur Külliyatı’nda ısrarla vurgulanan meselelerden biri de insanın Esma’yı en kapsamlı bir şekilde kendi üzerinde gösterebilme istidadıdır. Said Nursi, Onuncu Söz’ün On Birinci hakikatinde insaniyetin hakikatini madde madde sıralarken üçüncü olarak insanın “mazhariyet-i Esma’ya en cami bir ayna”40 mahiyetinde yaratıldığından bahsetmiştir. Hayatın önemli sırlarını anlattığı başka bir risalesinde ise insanın kâinatın tamamında tecelli eden Esma’nın “nokta-i mihrakiye”si41 olduğunu vurgulamıştır.

    Bediüzzaman’ın insan ile Esma-i Hüsna arasındaki ilişkiye dair olağanüstü yorumlarından biri de “İnne’llahe halaka’l insane âlâ sureti’r Rahman/Muhakkak ki Allah, insanı Rahman suretinde yaratmıştır” hadisine binaen yazdıklarıdır. Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) mübarek ağzından çıkan bu veciz hakikati Bediüzzaman, insanın Rahman ismini tamamıyla gösterir bir surette yaradılışı olarak yorumlamıştır. Bin bir ismin şualarının aksiyle kâinatın yüzünde ve yeryüzünde büyük bir ihtişamla gözüken Rahman isminin tecellisinin eksiksiz bir şekilde insanın yüzünde de aksettiğini dile getirmiştir. Bediüzzaman “temerküz-ü Esmai” ile ortaya çıkan “manevi bir sima-i Rahmani”nin ancak “tevhid” sırrıyla ve bakışıyla görülebileceğine dikkat çekmiştir. Aksi halde o manevi simanın kâinat genişliğinde dağılıp gizleneceğini belirtmiştir.42

    Bediüzzaman’ın insanın Esma’ya cami bir şekilde mazhariyetiyle ilgili Otuzuncu Lem’a’da söyledikleri ise çok daha ilgi çekici ve orijinaldir. Bu risalede konu gelir, insanın Kayyum isminin tecellisine azami derecede mazhar olması noktasında odaklanır. Cenab-ı Hak kâinatın birçok hikmetlerini ve gayelerini insana yüklemiştir. Bu nedenle insan kâinata direk olmuştur. Yani özetle Cenab-ı Hak kâinatı insan için yaratmıştır. Çünkü insanda meleklerde bile olmayan bir özellik vardır: “camiiyet-i tamme”. Bu özelliği sayesinde insan Esma-i İlahiye’nin bütününü, eksiksiz anlar ve zevk eder. Oysa rızıktaki zevkle anlaşılabilen pek çok Esma-i Hüsna’yı melekler bile bilmekten aciz kalmaktadırlar.43

    İnsanın cami bir fıtratta olmasının bir sırrı “on sekiz bin âlem”den44 oluşan kâinata fihrist olarak yaradılışından kaynaklanmıştır. Her bir âlemde ayrı bir Esma’nın hâkim olduğu bütün âlemlerden bir örnek insanın fıtratında derc edilmiştir. Mesela, hayal âlem-i misalin, hafıza Levh-i Mahfuzun, akıl âlem-i melekûtun, görme âlem-i mubsıratın vs. insandaki örnekleridir. İnsan kendisine açılan bu pencerelerden o âlemleri seyretmekte ve o âlemlerde tecelli eden Esma’ya ayna olabilmektedir.45

    Bediüzzaman tarafından kâinatın “çekirdeğinin çekirdeği” olarak nitelendirilen kalbin Esma-i Hüsna’nın tüm nurlarına ihtiyacı bulunmaktadır. Cenab-ı Hakk kalbe öyle bir istidad vermiştir ki bir “harita” yâda “fihriste” gibi bütün âlemlerin misallerini barındırmaktadır. Kalbin bütün kâinata ve kâinatın âlemlerine açılan ayrı ayrı duygu pencereleri vardır. Böyle bir kalbi ise -fenaya mahkûm- yaratılmış hiçbir şey gerçek manada tatmin edememektedir. Çünkü dünyaya sığmayan arzu, emel ve ihtiyaçlarının sevkiyle kalp “Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur/Elâ bi zikrillahi tatmeinne’l kulub”46 ayeti sırrınca ezeli, ebedi, baki ve sermedi olan Cenab-ı Hak’tan başka bir şeye razı olmamaktadır.47

    Risale-i Nur’da insanın üç yönden Esma-i İlahiyeye ayna olduğundan bahsedilir. Birincisi, eksiklik ve noksanlıklarıyla Cenab-ı Hakk’ın bir kısım Esma’sına ayna olmasıdır. Acziyle Kadir ismine, fakrıyla Rahman ve Gani isimlerine, kusuruyla Sübhan ismine ayna olması gibi. İkincisi, kendisine verilen cüz’i ilim, işitme, görme özellikleriyle Cenab-ı Hakk’ın Âlim, Semi, Basir isimlerine ayna olmasıdır. Üçüncüsü ise, insanın üstünde nakışları görünen Esma’ya ayna olmasıdır. Güzel yaradılışıyla Sani, Halık, Musavvir, Müzeyyin ve güzel terbiye görmesiyle Rahman, Rezzak, Kerim, Latif gibi isimlere ayna oluşu gibi.48

    Kendisini, yaşadığı âlemi ve Rabb’ini tanımak isteyen insan bu keşif yolculuğuna iç aleminden başlamak zorundadır. Çünkü insanın önünde kapalı duran tüm kapıları açacak anahtar onun nefsine takılmış ve eline verilmiştir. Bu tılsımlı anahtar “ene”den başkası değildir. Enenin mahiyetinin bilinmesiyle hem insan kendini keşfeder, hem tüm âlemleriyle kâinatın şifrelerini çözer, hem de “künuz-u mahfiye” olarak tabir edilen Esma-i İlahiye’nin hazinelerini elde eder.49 Esma-i Hüsna insanın sahip olacağı en değerli hazinelerdir. Çünkü yaratılmış olan bütün mevcudatın hakikati Esma’ya dayanır ve onunla kaimdir. Mesela Cenab-ı Hakkın Gani ismini bilmek dünyanın her türlü malından, mülkünden ve zenginliğinden çok daha değerlidir. Zira Cenab-ı Hakkın Gani ismi gereği tükenmez serveti vardır. Tükenmeye mahkûm –ne olursa olsun- her şeye sahip olmanın ötesinde bir değeri vardır Gani isminin bilincinde olmak. Mesela dünya ve dünyada yaşayan küçük canlılara kendilerinden milyonlarca, trilyonlarca defa daha büyük bir yıldızın milyarlarca seneden beri bitmeyen bir enerjiyle lamba ve soba mahiyetinde hizmet ettirilmesi, bu tükenmez servetin küçük bir misalidir. Bahar dolusu çiçeklerle, meyvelerle ve nimetlerle yeryüzünün donatılması da yine aynı tükenmez servetin bir tecellisidir. Cenab-ı Hakk Gani olarak kaldıkça insanı ahirette de gözünün görmediği ve aklının ucundan geçmeyeceği şekilde nimetlendirecek ve zenginleştirecektir. Diğer taraftan Cenab-ı Hakk’ın Gani ismini bilmek ahiretin/Cennetin ebedi nimetlerinden de daha değerlidir aslında. Çünkü ahiret/Cennet ebedi ve sınırsız nimetlerle dolu da olsa sonuçta varlıktır, yaratılmıştır, Cenab-ı Hakk’ın Esma’sının ihtişamlı bir aynasıdır. Cenab-ı Hakk’ın Esma’sı ise O’nun zamana ve mekâna sığmayan ezeli ve ebedi bir ünvanıdır. Cennet ile Esma-i Hüsna arasında mahlûk ile Halık arasındaki fark kadar mesafe vardır. Cenab-ı Hakkın bütün isimleri bu açıdan değerlendirildiğinde, gerçekte insanın ne büyük bir servete namzet bir sultan/halife olduğu bariz bir şekilde anlaşılmaktadır.

    Kâinatın nevlere ayrılmasına neden olan “tenevvü-ü Esma” insan nevinin de tenevvüüne sebep olmuştur. Her insan diğer mahlûkattan bir nev olabilecek kadar cami bir mahiyete ve istidada sahiptir.50 İnsan bütün Esmayı üzerinde gösterebilmekle birlikte, “tenevvü-ü Esma” hakikati gereği her insanda bir isim hâkim olur. Mesela, Abdülkadir-i Geylani Hazretlerinde Hayy ismi hâkim iken, İmam-ı Rabbani’de Kayyum ismi hükmetmiştir. Hz. İsa’da (a.s.) Kadir, Hz. Musa’da (a.s.) ise Mütekellim isimlerinin tecellileri daha fazla hâkimdir.51 Peygamber Efendimiz’de (a.s.m.) de yine -ilahi hikmet gereği- Esma-i Hüsna içinde gizlenen ve bütün isimlerin nurunu taşıyan tek bir ismin, İsm-i Azam’ın hâkimiyeti söz konusudur. Şeriatların, mezheplerin, tarikatlerin ve hatta dünyevi mesleklerin farklılığı da aynı sırdan kaynaklanmıştır. Tasavvuf mesleğinde gidenlerde Vedud, kelam ilminde süluk edenlerde ise Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir. Mühendislikte Mukaddir, tıpta Şafi, elektrik mühendisliğinde Nur, genetik mühendisliğinde Hafiz isimleri diğer isimlere göre daha fazla hükümlerini icra ederler.

    Bediüzzaman Cenab-ı Hakkın Esma-i Hüsna’sının tecellilerine insanın mazhariyeti noktasında ayrıca dört noktaya da dikkat çekmiştir. Bunlar: cüz’i ihtiyari, ihtiyaç, kabiliyet ve hâkimiyet-i Esma’dır.52 İnsanların apayrı tercihlere, ihtiyaçlara ve yeteneklere sahip olmaları, onlar üzerinde tecelli etmekte olan Esma-i Hüsna’nın da sürekli değişmesine neden olmaktadır. Açlık hissedildiğinde Rezzak isminin, hasta olunduğunda Şafi isminin, tefekküre dalındığında ise Hakîm isminin feyizlerinden daha fazla istifade edilmektedir.

    Kur’an’ın bu asırdaki manevi bir mu’cizesi olan Risale-i Nur’un harikulade taraflarından biri de belagati ve cezaletidir. Belagatiyle her yaştan ve bilgi seviyesinden insana hitap edebilirken cezaletiyle de güçlü bir mantık örgüsüne sahiptir, Risale-i Nur. Buna dair en bariz bölümlerden biri olarak Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Meyvesini misal olarak gösterebiliriz. Bu risalede insanın külliyet kazanması kelime ve cümlelerle nakış nakış dokunarak çok güzel ve etkili bir şekilde izah edilmiştir. Bediüzzaman İkinci Meyve’de ilk önce insanın iştihalı bir mide ile geniş bir sofradan istifade etmesine dikkat çekmiştir. Daha sonra ise hayatın da bir mide olduğunu ve göz, kulak gibi duyguların ise eller hükmünde olduğunu nazara vermiş ve yeryüzü genişliğinde bir sofranın onların önüne serildiğinden bahsetmiştir. Hayat cüz’iyetten külliyete geçişin ilk basamağını oluşturmaktadır. Bir sonraki külliyet basamağı insaniyettir ki, Bediüzzaman’a göre “hakiki külliyet”tir. Cenab-ı Hak insaniyeti bir mide ve aklı el yaparak mülk âlemiyle birlikte melekût âlemini de onun önüne sermiştir. İnsaniyetin bir üst basamağı ise “insaniyet-i kübra” olan İslamiyet ve imandır ki, Bediüzzaman’ın tabiriyle “ulvi ve nurani bir külliyet” mertebesidir. Bu mertebede insanın istifade alanı Esma-i Hüsna dairesine kadar genişlemektedir. En son ve en geniş külliyet mertebesi ise “muhit bir nur” olarak vasıflandırılan marifetullah ve muhabbetullah dairesidir.53

    Marifetullah, Muhabbetullah Mertebeleri ve Esma-i Hüsna

    Cenab-ı Hakk insanı kendisini tanıması (marifetullah) ve kendisini sevmesi (muhabbetullah) için yaratmıştır. Bu nedenle insanın Cenab-ı Hak katında en yüksek mertebesi ve makamı marifetullahtır. Ve insanın elde edebileceği en yüksek saadet ve nimet de yine marifetullah içindeki muhabbetullahtır.54 Fakat imtihan sırrı gereği Cenab-ı Hakk kendisini yetmiş bin perde arkasında gizlemiştir. Dolayısıyla insandan beklenen bu perdeleri aralayarak yaratıcısını tanıma yolculuğuna çıkmasıdır. Cenab-ı Hak Hakîm isminin tecellisi olarak kâinatı bir kitap gibi yaratmıştır ve bu kitabını kudret ayetleri mahiyetinde sayısız çeşitlilikteki mevcudat kelimeleriyle yazmıştır. Bir kitabın her bir harfi yazarını on kelimeyle yâ da on cümleyle tarif etmesi gibi, kâinat kitabının bir harfi olan her bir mevcut, hatta noktası hükmündeki küçük bir çekirdek yâ da zerre de Cenab-ı Hakk’ı bir kütüphane kadar anlatmakta ve Esma’sıyla tanıtmaktadır.

    Cenab-ı Hak her şeye her şeyden daha yakın olmakla birlikte, her şey O’ndan nihayetsiz uzaktır. Bu nihayetsiz uzaklık “yetmiş bin perde” tabiriyle ifade edilmiştir. Cenab-ı Hakk’ı tanıyarak O’na manen yaklaşma olan marifetullah mertebeleri üzerinde konuşabilmek için “yetmiş bin perde” tabiri önemli bir anahtar kavram olmaktadır. Bediüzzaman “yetmiş bin perde” ifadesini “berzah-ı Esma ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı mevcudat”55 olarak yorumlamıştır. Ona göre bu perdeler yalnız maddi perdeler değil belki “zulmanî ve nuranî, yani maddi ve ekvanî ve Esmaî ve sıfatî” mertebelerdir. Mesela, Cenab-ı Hakk’ı yalnız Halık ismiyle tanımak isteyen biri önce kendi Halıkından tüm insanların Halıkına, sonra -melek, cin, hayvan ve bitki gibi- tüm zihayatın Halıkına ve daha sonra –canlı, cansız, maddi, manevi- bütün mevcudatın Halıkına kadar birçok farklı halıkîyet tecellilerinin ve mertebelerinin bilincine varması gerekmektedir. Bunu başaramadığı takdirde Halık isminin cüz’i bir tecellisinde yâda gölgesinde kalmaktan kurtulamayacaktır.56 Bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla, mahlukiyetin kapısından Halık isminin sonuna ulaşıldıktan sonra da yetmiş bin perdenin sonuna ulaşılamayacaktır; belki sıfat dairesinin daha yüksek mertebelerinde devam etmekte olan marifetullah yolculuğunun yeni basamaklarına ilk adım atılmış olacaktır.

    Her biri birer ilahi sanat eseri olan mevcudattan Cenab-ı Hakk’ın zatına doğru olan marifetullah yolculuğunun istikametini belirleyen -başta Sözler olmak üzere- Risale-i Nur’un birçok bölümünde çokça dile getirilen bir silsile vardır. Bu silsile eser, fiil, isim, sıfat, şe’n, zat silsilesidir. Yani bir eser varsa bu bir fiili, fiil ismi, isim sıfatı, sıfat şe’ni ve şe’n ise zatı göstermektedir. Mesela, güzel, sanatlı ve mükemmel bir eser görüldüğünde öncelikle mükemmel ve güzel bir işin yâda fiilin varlığına hükmedilir. Fiil ve işin mükemmelliği ise güzel ve mükemmel bir ünvanı ve ismi gösterir. İsmin güzelliği ve mükemmelliği sıfatların güzelliği ve mükemmelliğine, o da istidadın ve zatın güzelliği ve mükemmelliğine delil olur. Bu sır Cenab-ı Hakk’ın zatı ile sanat eserleri olan mevcudat arasında da geçerlidir. Cenab-ı Hakk’ın zatının cemali ve kemali şuunatının, sıfâtının, esmasının ve ef’alinin perdelerinden geçtikten sonra bütün kâinatı güzelleştirmiş ve mükemmelleştirmiştir. Kâinat üzerinde tanık olunan tüm güzellik ve mükemmellikler Cenab-ı Hakkın fiillerinin, isimlerinin, sıfatlarının, şe’nlerinin ve zatının sonsuz güzellik ve mükemmelliğinin zayıf bir gölgesi olmaktan öte bir şey değildir.57

    Cenab-ı Hakkı gerçek anlamda muhatap olmak için O’nu bütün Esma’sıyla tanımak ve her bir isminin farklı tecellilerinin bilincinde olmak gerekmektedir. Bir kısım Esma’nın tecellilerinin anlaşılmaması yâ da yanlış anlaşılması insanı dalalete ve inkâra sürükleyebilmektedir. Mesela Cenab-ı Hakk’ın Ferd, Vahid ve Ehad gibi isimlerinin güneş gibi külli tecellilerini bilmemek şirki; Hayy-ı Kayyum, Kadir, Halık ve Fatır gibi isimlerinin tecellilerinin farkında olmamak haşrin inkârını; Âlim, Mukaddir, Hafiz gibi isimlerinin cilvelerinden habersiz olmak ise kaderi inkâra sebep olabilmektedir. Risale-i Nur’un Yirmi Dördüncü Söz’ünde bu hakikate dair şu ifadeler yer almaktadır: “Cenab-ı Hakk’ı bir isim, bir ünvan ile bir rububiyetle ve hakeza, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki her bir ismin cilvesinden sair Esma’ya intikal etmezse, zarar eder. Mesela, Kadir ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir.”58

    Cenab-ı Hakkın Esma-i Hüsna’sının marifeti ise “ene”ye bağlıdır. “Ene”siz bir marifetullah eksik kalmaya mahkûmdur. En büyük bir emanet olan ene sayesinde insan Cenab-ı Hakk’ı hakkıyla tanımanın doruk noktasına ulaşabilmekte ve en yüksek bir mertebede yaratıcısına muhatap olabilmektedir. Ene sayesinde insan mahlukiyetin en son sınırlarını zorlamakta ve “mevhum rububiyetiyle” Cenab-ı Hakkın Rububiyet ve Ulûhiyet dairelerini anlamaya teşebbüs cesaretini taşıyabilmektedir. Bütün mahlûkatın ene gibi çok ağır bir emanet yükünü yüklenmekten çekinmelerinin en önemli nedenlerinden biri de bu olsa gerektir: Gizli şirk. Sonsuz bir beyazı anlamak mümkün değildir, fakat o beyazın içinde siyah bir çizgiyle küçük bir daire çizilip, o dairenin içindeki beyazdan hareketle sonsuz beyaz hakkında yorum yapılabilir. Ene de Rububiyet ve Ulûhiyetin nihayetsiz dairelerinin içinde çizilen “farazi ve vehmi” çizgi(ler)dir. İnsan kendisine emanet olarak verilen bütün cihaz ve duygularını -en büyük emanet olan- enenin rengiyle boyayarak Esma-i Hüsna’yı, Rububiyeti ve Ulûhiyeti hiçbir varlığın bilmediği ve bilemeyeceği bir şekilde anlayabilmektedir.59

    Gerçek anlamda güzellik sahibi ve her şeyden daha fazla muhabbete layık manasında Mahbub-u Hakiki ve Cemil-i Mutlak olan Cenab-ı Hak, bütün güzel Esma’sıyla kendini insana sevdirmektedir ve insanların da kendisini sevmelerini istemektedir.60 Esma-i Hüsna Cenab-ı Hakkın cemalinin şuaları mesabesindedir.61 Cenab-ı Hakk’a muhabbet etmenin ve Esma’sını sevmenin ise tabakaları vardır. İnsan bazen Cenab-ı Hakk’ın sanat eserlerine muhabbet etmek suretiyle Esma’yı sever. Bazen ise sınırsız ihtiyaçları noktasında bu ihtiyaçlarının ezeli ve ebedi menbaı yönüyle Esma’yı aşkla sever. Bazen de Esma’nın Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin ünvanları olduğunu düşünür ve o pencereden muhabbet besler.62

    Bediüzzaman’ın eserlerinde üzerinde önemle durduğu ve ısrarla vurguladığı bir nokta vardır ki, o da dünyayı ahirete ve Esma-i İlahiyeye bakan iki yüzüyle sevmekte hiçbir hata ve kusur olmaması gerçeğidir. Hatta bu iki yüzüne muhabbet etmekte ne kadar ileri gidilse, ibadet ve marifetullahta aynı oranda terakki edileceği düşüncesindedir, Bediüzzaman.63 Bunun delili olarak ise sahabelerin hayatlarını örnek göstermiştir. Sahabelerin ahiretin tarlası olarak dünyaya baktıkları için onu terk etmediklerini ve mevcudatı Esma-i İlahiyenin aynası kabul ettikleri için de dünyayı severek yaşadıklarını belirtmiştir.64

    Bediüzzaman’a göre kelamcıların da tasavvuf ehlinin de marifetullah yolları uzundur ve “huzur-u etemm”i kazandırmak noktasında eksiktir. Çünkü her iki yolda da kâinatın ayet ayet okunması gereken kudret kitabı olduğu hakikati unutulduğundan ve yaradılış hikmetinin sırrı ihmal edildiğinden hakiki kıymeti takdir edilememektedirler. Kelamcılar muhataplarını kâinatın en nihayetine kadar uzun bir yolculuğa çıkarmaktadırlar. Tasavvuf ehli ise kâinatı ya mutlak anlamda unutmayı yâda inkâr etmeyi tercih etmektedirler. Kur’an ise kâinatı başıbozukluktan çıkarıp Cenab-ı Hakk’ın Esma’sı adına istihdam etmeyi ve her mevcuda birer “mir’at-ı marifet” olarak bakmayı ders vermektedir.65 Risale-i Nur’un yolu ve mesleği de Kur’an bin dört yüz yıl önce açtığı kâinatın genişliğindeki bu cadde-i kübradır. Yani, her şeyde Esma-i Hüsna’yı keşfederek Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmak ve mutlak gafletten kurtulup “huzur-u daimi”yi kazanmaktır.66

    Fıtratı gereği tanıdığını daha fazla seven insanoğlunun Cenab-ı Hakk’a muhabbeti O’nu tanımasıyla doğru orantılıdır. Başka bir ifadeyle marifetullah mertebelerinde terakki edildikçe muhabbetullahta da mesafe alınır. Muhabbetullah ise Allah’ın muhabbetini celp eder. Her bir isminde manevi, sınırsız hazineler olan Cenab-ı Hakk’ın bir zerre muhabbeti ise kâinata bedeldir. Bu açıdan Cenab-ı Hakk’a muhabbet etmek kadar O’nun muhabbetini kazanmaya çalışmak da insanın hayat hedefi olmalıdır. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetini kazanmak ise Âl-i İmran suresinin 31. ayetinde “Kul inküntüm tuhibbunellahe fettebiûnî yuhbibkümûllah/De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin” denilerek açık bir şekilde belirtildiği gibi Sünnet-i Seniyye’ye ittibadan geçmektedir. Bu açıdan Sünnet-i Seniyye’nin en küçük edebini yaşamak, zerre kadar muhabbeti kâinata bedel Cenab-ı Hakk’ın muhabbetini kazandıracaksa –ki ihlâs korunduğu takdirde kazandırır- insanın hayatında her zaman için en önemli meseledir.67

    Sünnet-i Seniyye’deki Edep ve Esma-i Hüsna

    Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde "ezbere bilindiği ve onunla dua edildiği takdirde, duanın kabulüne ve Cennete girmeye vesile olan doksan dokuz Esma"yı saymıştır. Bu hadisin müjdesi ışığında Cennete kavuşmak, Cehennemden kurtulmak ve dünyevi/uhrevi isteklere ulaşmak için doksan dokuz Esma asırlardır dualarda şefaatçi kılınır. Nur Talebelerinin her namazın akabinde “İsm-i Azam” yâda “Tercüman-ı İsm-i Azam”da yer alan isimlerle Cenab-ı Hakka dua etmelerinin nedeni de aynı sırdan kaynaklanır. Fakat Esma-i Hüsna’nın dinde ve Sünnet’teki yeri yalnızca bu bakış açısıyla sınırlı değildir. Bediüzzaman Said Nursi, Yirmi Dördüncü Söz’de Esma-i Hüsna’ya muhatabiyette farklı bir noktaya şu veciz sözleriyle dikkat çeker ve önemli bir ikazda bulunur: “Şeriat ve Sünnet-i Seniyye’nin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden Esma-i Hüsna’nın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı cami olmaya çalış.”68

    Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı ilk ve son iki peygamber arasında -şimdiye kadar bu kadar veciz bir tarzda dillendirilmemiş- çok önemli bir bağ kurulmasını sağlar. Hz. Âdem (a.s.) Esma-i Hüsna’yı icmali bir şekilde öğrenmesiyle bir başlangıç teşkil ettiği gibi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) de Esma-i Hüsna’nın tüm tecellilerine tafsilli ve en yüksek mertebelerde mazhar olması noktasında tektir, eşsiz ve benzersizdir. Kur’an’ın “talim-i Esma” dersine ittibaen bütün Esma-i Hüsna’yı öğrenip, başta melekler olmak üzere bütün mahlûkatın önünde “emanet-i kübra” görevine ve “hilafet-i kübra” rütbesine liyakatini ispat etmesi beklenen insanoğlu, bunu en mükemmel bir şekilde Sünnet-i Seniyye’yi rehber edinerek gerçekleştirebilir. Çünkü Sünnet’e ittiba edildikçe “acaba böyle hareket etmek hak mıdır?” yâda “Esma-i Hüsna’nın tecellisine muvafık mıdır?” vb. endişelere ve tereddütlere mahal kalmaz. Bu anlamda Sünnet-i Seniyye’nin her bir prensibi her şeyin hakikati olan Esma-i Hüsna’ya uygun bir hayat sürmek için bir pusula mahiyetinde yön göstericidir. Yine benzer bir ifadeyle hayatın her ânında Esma’yı hâkim kılmanın en kısa, tereddütsüz ve güvenli yolu Sünnet-i Seniyye’dir diyebiliriz.

    Sünnet-i Seniyye Risalesi olan On Birinci Lem’a’da Sünnet, edep, Esma bağlantısını mükemmel bir şekilde ifade eden bir cümle geçer. Bu cümlede denir ki: “Sünnet-i Seniyye’deki edeb, o Sani-i Zülcelal’in Esmalarının hudutları içinde mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.”69 Bu veciz ifadeden anlaşılan şudur ki, Sünnet-i Seniyye’deki edeb “mahz-ı edeb”dir ve onda en ufak bir edeb dışılık söz konusu değildir. Ayrıca Cenab-ı Hak, edebin her türlü güzelliklerini Peygamber Efendimiz’de (a.s.m.) toplamıştır. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) Sünnet-i Seniyye’sinin dışında edeb aramak beyhudedir. Diğer taraftan Sünnet-i Seniyye’nin aksini yapmak, edebi de terk etmek anlamını taşımaktadır. Cenab-ı Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanmak ve O’nun Esma-i Hüsna’sına en güzel bir şekilde ayna olmak için Sünnet-i Seniyye’nin sınırların içinde kalmak mecburiyeti vardır.

    Risale-i Nur Penceresinden Kur’an-ı Kerim’de Esma-i Hüsna

    Risale-i Nur’un getirmiş olduğu bakış açısına göre Kur’an-ı Hakîmin kâinattan ve mevcudattan bahsetmesi, Cenab-ı Hakkın zat, sıfat ve esması içindir. Kur’an, mevcudata kendileri için değil, yaratıcılarına delil olmaları yönünden değer vermiştir.70 Kâinatı ve mevcudatı değerli kılan ise Cenab-ı Hakk’ın Esma’sının tecellileri olmasıdır. Kur’an’ın temel gayelerinden biri de kâinat sadefinde saklı Esma-i Hüsna definelerini açığa çıkarmak ve keşfetmektir. Risale-i Nur’da Kur’an-ı Kerim’i tarif eden en özlü cümlelerden biri olarak “Zeminde ve gökte gizli Esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı” ifadesinin yer alışı bu açıdan çok anlamlı bir tercihtir.

    Bediüzzaman Kur’an’ın hak ve hakikat olduğuna dair en sadık üç delile dikkat çekmiştir. Bunlardan birincisi Kur’an’da tevhidin tüm mertebelerin bulunması ve bu hakikatin Kur’an’ın her tarafına hâkim olmasıdır. Diğeri Rububiyet ile Ulûhiyet hakikatleri arasındaki mükemmel dengenin Kur’an’da muhafaza edilmesidir. Üçüncüsü ise Kur’an’da geçen tüm ilahi hakikatlerin Esma-i Hüsna’nın tenasübü üzerine bina edilmesidir.71

    Risale-i Nur’da Kur’an’ın i’cazı sadedinde öne çıkarılan yönlerden biri ayetlerin Esma ile sona erdirilmesidir. Yirmi Beşinci Söz’de yirmi sayfalık bir bölümde “Meziyet-i Cezalet” yâda “Nükte-i Belagat” alt başlıklarıyla Kur’an’daki bir kısım ayetlerin Esma-i Hüsna ile hatime verilmesi hakikati tefsir edilmiştir. Bediüzzaman ayetlerin Esma ile hatimesinde on farklı durumun olduğuna dikkat çekmiştir. Birincisi, Cenab-ı Hakk’ın çok geniş zaman diliminde cereyan eden fiillerini ve eserlerini insanın nazarına bast edip sermesi ve o icraatından Esma-i İlahiye’yi istihraç etmesidir.72 İkincisi, mensucat misali sanat eserlerini aklın nazarına açıp göstermesi ve sonra o mensucatın tezgâhı ve menbaı olarak Esma-i Hüsna’ya nazarları yönlendirmesidir.73 Üçüncüsü, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsilli bir şekilde anlatarak ikna yolu açıldıktan sonra Esma’sını zikredip hakikatin özünü, icmal ile ezberletmesidir.74 Dördüncüsü, kudret ayetleri olan mahlûkattan Kur’an öyle bahseder ve onlara öyle bir şeffafiyet kazandırır ki, onların arkasında tecelli eden Esma-i İlahiye’yi gösterir.75 Beşincisi, bazen küçük bir olaydan bahseder, fakat onun içinde tüm insanlığı ilgilendiren külli kaideyi ve hakikati göstermek için külli Esma ile bağlayıp tefekküre ve ibrete teşvik eder.76 Altıncısı, kesretin en geniş dairelerinden bahsettikten sonra Esma ile hatime vererek vahdet bağını kurar, birleştirir.77 Yedincisi, sebepler ile sonuçlar arasındaki mesafeyi gökle yer kadar ayırır ve o uzak mesafede Esma-i Hüsna’nın güneş gibi doğuşunu seyrettirir.78 Sekizincisi, Cenab-ı Hakk’ın ahiretteki harika fiillerini ve Esma’sının tecellilerini akla kabul ettirmek için dünyada onlara benzer acayip icraatından bahseder yâ da ahiretteki tecellilerini öyle bir tarzda anlatır ki, dünyadaki pek çok benzerlerini hatırlatmakla kanaat verir, ikna eder.79 Dokuzuncusu, en cüz’i hadiselerde Esma-i İlahiyenin tecellisine ve ilahi tasarrufa dikkat çekerek kâinatta hiçbir şeyin Cenab-ı Hakk’ın kontrolü ve iradesi dışında kalmayacağını ders verir.80 Onuncusu ise, insanın isyankarane amellerini zikreder ve şiddetli tehdit eder; fakat ümitsizliğe düşürmemek için rahmeti hatırlatan Esma-i Hüsna ile hatime verir.81

    İman Hakikatlerinin İspatı ve Esma-i Hüsna

    İman ve Kur’an hakikatlerinin ispatında Risale-i Nur’un etkili ve ikna edici olmasının en önemli nedenlerinden biri Esma-i Hüsna’ya dayanmasıdır. İman hakikatlerinin Esma-i Hüsna’ya istinad edilerek ispatına dair ilk akla gelen ve en fazla dikkat çeken risale Onuncu Söz’dür.

    Onuncu Söz’ün On İki hakikat kapısından on altı Esma’nın82 keşfine çıkılır ve bu Esma’ya istinad edilerek ahirete iman hakikati ispat edilir. Fakat ahiretin delilleri yalnızca on iki hakikatle ve on altı Esma’nın tecellileriyle sınırlı değildir. Aksine, Allah’ın bütün isimleri aslında ahirete iman hakikatini gerektirmektedir.

    Risale-i Nur’un ilk telif edilen eseri olan Onuncu Söz’ün her bir hakikatinde Bediüzzaman, üç şeyi birden ispat etmiştir. Kendi ifadesiyle her hakikat “hem Vâcibü’l-Vücudun vücudunu, hem esmâ ve sıfâtını; sonra haşri onlara bina edip, ispat”83 etmiştir. Yani, aslında Onuncu Söz haşir risalesi olduğu kadar tevhid ve Esma/ism-i azam risalesidir de. Çünkü haşr-i azamın anlaşılması ism-i azamın ve her isimdeki azami mertebelerin tecellilerinin bilincine varılması gerekmektedir. Onuncu Söz’de bu anlamda bir bilinci kazandırmaya odaklı -Bediüzzaman’a özel- bir metot takip edilmiştir. Bu öylesine etkileyici ve ikna edici bir metottur ki, en inatçı bir inkârcıdan en ihlâslı bir mü’mine kadar her kesimden insanı iman hakikatlerine muhatap kılabilmekte ve dersini dinletebilmektedir.

    Onuncu Söz’ün hakikatlerinde nazarlar öncelikle kâinata ve mevcudata çevrilir. En geniş dairelerden en dar dairelere kadar kâinat üzerindeki farklı güzellik ve mükemmelliklerin fark edilmesi sağlanır. Buradan “muntazam ef’al”e dikkat çekilir. Bir eser varsa, mutlaka bu bir(çok) fiilin sonucudur. Hayat varsa ihya, kerem varsa ikram; güzellik ve süslü oluş varsa, güzelleştirme ve süsleme fiilleri vardır. Fiilin ise failsiz olması mümkün değildir. Her fiil kendi failini ismiyle yâda ünvanıyla tarif eder. İhya Hayy ve Muhyi isimlerini, ikram Kerîm ünvanını, güzelleştirme ve süsleme fiilleri ise Cemîl ve Müzeyyin isimlerinin sahibi olan Zat’a işaret etmektedir.

    Tüm peygamberlere peygamber dediren özellikler Resul-i Ekrem’de (a.s.m.) en mükemmel hâliyle mevcuttur. Bu nedenle Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) peygamberliği ispat edildiğinde aslında peygamberlik hakikati de tasdik ve ispat edilmiş olur. Peygamberlere iman rüknünün Peygamber Efendimiz (a.s.m.) misalinde Esma-i Hüsna’ya istinad edilerek ispat edildiği -en dikkat çekici- Risale İsm-i Azam risalesi olan Otuzuncu Lem’a’dır. İsm-i Azamın altı nurunun izah edildiği Risalenin birçok Nükte’sinin son bölümlerinde mesele Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) risaletine getirilmiş ve bu isimlerin O’nun (a.s.m.) risaletini iktiza etmesi hakikati üzerinde yoğunlaşılmıştır. Mesela, Hakem İsm-i Azamının konu edildiği Üçüncü Nükte’nin Beşinci Nokta’sında “İsm-i Hakem ve Hakîmin cilve-i azamı ile azami derecede risalet-i Ahmediyeyi, iktiza” ettiğinden bahsedildikten sonra bu isimler gibi “Esma-i Hüsna’da Allah, Rahman, Rahim, Vedud, Mün’im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin her biri, kâinatta görünen bir cilve-i azamla, azami derecede ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler”84 denilmiştir. Hayy isminin imanın altı esasını ispat edişinin anlatıldığı Beşinci Nükte’nin Dördüncü Remiz’inde ise, Risale-i Nur’un iman hakikatlerini ispatında Esma-i Hüsna’yı esas alması hakikatinin doruk noktasına ulaşılmıştır denilebilir.

    Benzer şekilde Risale-i Nur’un farklı yerlerinde meleklere, kitaplara ve kadere iman hakikatlerinin ispatı konusunda da Esma-i Hüsna’yı merkeze alan yaklaşımlara çokça rastlamak mümkündür. Burada fazla detaylarına girilmeden ve kitaplara imana dair kısmını “Risale-i Nur penceresinden Kur’an-ı Kerim’de Esma-i Hüsna” başlığına havale ederek iki misal vermekle yetinilecektir.

    Mesela, Esma-i Hüsna’nın meleklerin varlığını gerektirmesine dair şöyle bir yaklaşım geliştirir, Bediüzzaman. Herhangi bir ağacın yüzlerce kalın dalları, her dalda yüzlerce ince dalları, her ince dalda yüzlerce çiçeği ve her çiçekte yüzlerce ince püskülleri vardır. Bu ağaç dalları, çiçekleri ve püskülleri sayısınca farklı dillerle Cenab-ı Hakkın Esması’nı şuur sahiplerine okutturmaktadır. Bediüzzaman’a göre cansız bir ağaca bu kadar vazifeleri yükleyen Cenab-ı Hakkın “ağacın manasını bilen, ifade eden, kâinata ilan eden, dergâh-ı İlahiyeye takdim eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmemesi”85 mümkün değildir.

    Kadere imanla ilgili çok önemli bir hakikat olan kader ile cüz-i iradenin nasıl bağdaştığı meselesini yedi açıdan değerlendiren Bediüzzaman’ın, bu Kur’anî hakikati ilk olarak Esma-i İlahiyeye dayandırarak ispat etmeyi tercih etmesi dikkate değerdir. Kâinatın “intizam ve mizan lisanı”yla hikmet ve adalet hakikatini haykırdığını belirten Bediüzzaman, bu iki hakikatin ise Âdil-i Hakîm olan Cenab-ı Hakk’ın Esma’sından kaynaklandığına vurgu yapmıştır. Bu iki Esma’ya sahip bir Yaratıcının ise cüz-i irade ile kaderi bağdaştırmayıp imtihan dünyasını manasız, hikmetsiz kılması ve insana hak etmediği bir şekilde ücret yâda cezayı vermesi düşünülemez. Belki bu isimler insanın yaradılış hikmetine uygun bir şekilde imtihan olmasını ve âdil bir şekilde hesaba çekilmesini gerektirmektedirler.

    Sonuç

    Bediüzzaman’ın Esma-i Hüsna yaklaşımı incelendiğinde onun gelenekçi İslam âlimlerinden çok bariz bir şekilde farklı olduğu görülmektedir. Onun eserlerinde “Esma-i Hüsna tevkifi mi, değil mi?” yâ da “isim ile müsemma aynı mı, değil mi?” gibi tartışmalara girilmemiştir. Ayrıca, Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna’yı şerh ve izah sadedinde didaktik yaklaşım da tercih edilmemiştir. Muhteva olarak didaktik yaklaşımı kaldıracak Otuzuncu Lem’a’da bile böyle bir üslubun izine rastlanmaz. Çünkü Kur’an’ın bu asırdaki manevi mu’cizesi olan Risale-i Nur’un Esma-i Hüsna’ya yaklaşımında rehberi yalnızca Kur’an-ı Hakîm’dir. Nitekim Bediüzzaman Kur’an’ın Esma-i Hüsna’dan bahsinden süzülen on farklı cezaletli ve belagatli beyanın mizanlarını kendi eserine de yansıtmış gibidir.86 Bediüzzaman -Kur’an’dan aldığı dersle- eserlerinde her şeyin hakikatini Esma-i Hüsna’ya dayandırmış ve Esma-i Hüsna’yı tefekkürünün hem istinad noktası hem de semeresi, özü, özeti kılmıştır.

    Risale-i Nur’un kazandırdığı bakış açısına göre Esma-i Hüsna, “künuz-u mahfiye”dir, keşfedilmesi gereken gizli hazinelerdir. Kur’an-ı Hakîm ve Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ise “keşşaf”tır, Esma’nın tüm gizli hazinelerini eksiksiz keşfeden iki kâşiftirler. Kur’an’ın ve Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) rehberliği ise Esma-i Hüsna’yı ezberlemekle yetinmenin ötesinde, insandan kâinata her şeyin melekûtunda gizlenen bu en değerli mücevheratı keşif yolculuğuna çıkmayı ve bu hakikati hayatın merkezine yerleştirmeyi hedef haline getirmektedir.

    Risale-i Nur’da -Kur’an’ın dersiyle- kâinata ve mevcudata Cenab-ı Hakkın Esma-i Hüsna’sının en güzel aynaları gözüyle bakıldığından onlara gerçek değerleri de verilmiştir. Bu anlamda Risale-i Nur, klasik kelam ekollerinden ve tasavvuf yollarından da farklıdır. Çünkü Nur Risalelerinde kâinata, tasavvuf ehlinin yaklaşımıyla unutulması yâda inkâr edilmesi gereken bir şey ya da kelamcıların yaklaşımıyla aşılması gereken büyük bir engel ve kat edilmesi gereken uzun bir yol nazarıyla bakılmamıştır. Aksine, nurani bir şeyin aynası ne kadar kesif olursa o kadar daha iyi yansıtıcı olması hakikatince, Cenab-ı Hakk’ın nurani olan Esma-i Hüsna’sının cismani âlemde daha kapsamlı bir şekilde tecelli etmekte olduğu vurgulanmıştır.

    Bediüzzaman’ın önemle üzerinde durduğu hakikatlerden biri de cismani âlemin Esma-i Hüsna’yla hayat, ruh ve mana kazanmasıdır. Cismani âlemde görülen bütün güzelliklerin ve hakikatlerin Esma-i İlahiye’nin gölgelerinden başka bir şey olmadığının gözler önüne serilmesidir.

    Ayrıca bin bir perdelere sarılı bir gül goncası misali, kâinatın Esma-i İlahiye sayısınca vahdetleri giymiş çok büyük bir insan mahiyetini kazanmasıyla, mükemmel bir birlik ve bütünlüğüne sahip olmasının da Esma-i Hüsna’nın vahdetinden kaynaklandığı anlatılır Nur Risalelerinde.

    Risale-i Nur’daki dikkat çekici yaklaşımlardan bir başkası kâinattaki sonsuz çeşitliliğin ve hayranlık uyandıran faaliyetin Esma-i Hüsna’nın nihayetsiz “enva-i tecelliyat”ına dayandırılmasıdır. Yine ayrı ayrı şeriatlar, mezhepler, tarikatlar ve hatta dünyevi mesleklerdeki farklılıklar da aynı nedene bağlanmıştır.

    Risale-i Nur’da “talim-i Esma” hakikati bağlamında ifade edilenler de ezber bozan ve yeni bakış açıları kazandıran ehemmiyetli hakikatlerdir. Bediüzzaman, insanlığın şeref defterine yazılan her türlü yararlı ilim, fen ve teknolojinin esaslarının da aslında Cenab-ı Hakkın İlahi bir ismine dayandığını ve makbul bir dua sonucu insanlığa ikram edildiğini belirtmiştir. Yine aynı yaklaşımının devamı mahiyetinde her bir fennin kendi bakış açısıyla Cenab-ı Hakkı Esmasıyla tanıttırdığına dikkat çekmiştir. Din ilimleri ile fen bilimlerini bir bütünün iki parçası olarak değerlendirdiği için, her ikisinin de marifetullah noktasında insana kemalat kazandıracağına inanmıştır.

    Nur Risalelerinde insanın kâinatın tamamında tecelli eden bütün Esma-i Hüsna’yı kendi aynasında yansıtabilecek bir mahiyette yaradılışına da dikkat çekilmiştir. Ayrıca, insanın Esma-i Hüsna’ya cami, tam ve eksiksiz ayna olması noktasında meleklerde bile olmayan özelliklere sahip olduğu dile getirilmiştir. Ene ve rızıktaki zevk gibi artı özellikleriyle meleklerin bilmediği birçok Esma’yı insanın bildiği ve ideal manada Cenab-ı Hakk’a hakiki muhatap olabildiği zikredilmiştir.

    Bediüzzaman’ın Cenab-ı Hakk ile mevcudat arasındaki yetmiş bin perdeye dair yorumları da oldukça ilgi çekicidir. Nur Külliyatında bu perdeler, eserden fiil, isim, sıfat, şe’n istikametinde Cenab-ı Hakkın zamandan ve mekândan münezzeh Zatına kadar olan mertebeler olarak tefsir edilmiştir. Bu tefekkür metoduyla aklını ve duygularını yerli yerinde kullanan herkes için kâinat genişliğinde ve çeşitliliğinde -gayp âlemlerine- marifetullah ve muhabbetullah pencereleri açılmıştır.

    Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna’nın hayata yansıması noktasında Sünnet-i Seniyye’nin önemine de ayrıca vurgu yapılmıştır. Nur Risalelerinde Sünnet-i Seniyye’nin her bir prensibinin Esma-i Hüsna’ya uygun bir hayat sürmek için pusula mahiyetinde olduğu dile getirilmiştir. Ve hayatın her ânında Esmayı hâkim kılmanın en kısa, tereddütsüz ve güvenli yolunun Sünnet-i Seniyye’den geçtiği ders verilmiştir.

    Risale-i Nur’un aklı, kalbi, ruhu vs. tüm duyguları ikna edip tatmin eden bir eser olmasında iman hakikatlerini Esma-i Hüsna’ya dayandırmasının kuşkusuz büyük bir etkisi vardır. Çünkü insana verilen her bir duygu ayrı bir âlemin anahtarı mahiyetindedir. Her bir âlem ise Allah’ın bir ismine dayanmaktadır. Esma-i Hüsna bütün âlemlerini nurlandırdığı gibi, kâinatın bütün âlemlerine açılan pencereleri olan insanı da aydınlatmaktadır ve onun bütün duygularını beslemektedir.

    Esma-i İlahiye denince ilk akla Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) bir hadislerinde saydığı 99 Esma-i Hüsna gelir. Cennet’e girmek ve Cehennem’den kurtulmak için bu isimlerin dua olarak okunmasının ve ezberlenmesinin önemi anlaşılır. Esma-i Hüsna’yı okumak ve ezberlemek çok önemli olmakla birlikte -Cenab-ı Hakk’ın insanı yaratmasındaki sırlar düşünüldüğünde- aslında yeterli değildir. Esma-i Hüsna konusunda benzer sınırlı yaklaşım -Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) duada da eşsiz olduğunun ispatı olan- 1001 Esma’nın yer aldığı Cevşen-i Kebir için de söz konusudur. Fakat Risale-i Nur muhatabını bu yaygın anlayışın sınırlarından kurtarır. Çünkü Nur Risalelerini okuyan biri her şeyin, kâinatın, insanın, Kur’an’ın, Sünnet-i Seniyye’nin vs. hakikatlerinin Esma-i Hüsna’dan kaynaklandığı bilincine tüm incelikleriyle sahip olur. Hayatının merkezine Esma-i Hüsna’yı yerleştirerek her şeye o gözle bakmaya çalışır. Ve yaşadığı ve tanık olduğu her olaya bu nazarla anlam verir. Manevi küfür ve dalalet karanlıklarının yaşandığı dehşetli bir asırda, Kur’an’dan aldığı Esma-i Hüsna şualarıyla ve renkleriyle milyonlarca kişinin mana âlemlerini seksen yıldır aydınlatan ve rengârenk boyayan Risale-i Nur, bu anlamda tarihte eşine pek az rastlanan çok önemli bir misyona sahiptir.

    Bazen anahtar hazineden çok daha fazla değer kazanır. Gizli ve kapalı bir hazinenin anahtarını elde etmek ise ayrı bir öneme sahiptir. Kâinatın melekûtunda gizlenen Esma-i Hüsna hazinelerinin paha biçilmez anahtarlarını en kısa ve kolay bir yoldan muhatabının eline veren Risale-i Nur bu anlamda önemli ve kıymetli bir eser olarak muhataplarını beklemektedir.

    Öz

    Bediüzzaman’ın Esma-i Hüsna yaklaşımı incelendiğinde onun gelenekçi İslam âlimlerinden çok bariz bir şekilde farklı olduğu görülmektedir.

    Risale-i Nur’un kazandırdığı bakış açısına göre Esma-i Hüsna, keşfedilmesi gereken gizli hazinelerdir. Kur’an-ı Hakîm ve Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ise Esma’nın tüm gizli hazinelerini eksiksiz keşfeden iki kâşiftirler. Kur’an’ın ve Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) rehberliği, Esma-i Hüsna’yı ezberlemekle yetinmenin ötesinde, insandan kâinata her şeyin melekûtunda gizlenen bu en değerli mücevheratı keşif yolculuğuna çıkmayı ve bu hakikati hayatın merkezine yerleştirmeyi hedef haline getirmektedir.

    Bu çalışmada Bediüzzaman’ın eserlerinden hareketle öncelikle kâinatı ve insanın mahiyetini anlamak yolunda Esma-i Hüsna’nın anahtar rolü üzerinde durulacaktır. Daha sonra üstün ahlak sahibi olmak ve marifetullah mertebelerinde terakki etmek için Esma-i Hüsna’yı dikkate alarak hayat sürmenin önemi vurgulanacaktır. Son olarak da Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna istinad edilerek iman hakikatlerinin nasıl ispat edildiği konusuna değinilecektir.

    Anahtar Kelimeler: Esma-i Hüsna, kainat, insan, marifetullah, muhabbetullah, Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Seniyye, iman hakikatleri

    Abstracts

    Bediüzzaman’s approach on the Beautiful Names of God has clear distinctions from the approaches by the traditional Islamic scholars.

    According to the Risale-i Nur, Beautiful Names are hidden treasures to be discovered. The Qur’an and our Prophet (pbuh) are two explorers who discovered these treasures without any failures. The guidance of the Qur’an and our Prophet (pbuh) tries to bring two things as the mere aim of the world to the center of the life: beyond the memorization of Beautiful Names, to begin to an exploration voyage of these most valuable jewels that are hidden in the properties from the human being to the cosmos.

    This article emphasizes the key role of the Beautiful Names in the recognition of the essence of human being and the world based on Bediüzzaman’s works. Furthermore, it stresses the need for Beautiful Names in order to progress on the ranks in a high moral conduct and in the God’s knowledge. Last but not least, this article will also explain the approval of the belief truths that are based on the Belief Truths in Risale-i Nur.

    Keywords: Beautiful Names, cosmos, human being, God’s knowledge, God’s love, Qur’an, Tradition of the Prophet, the essentials of faith

    Dipnotlar

    1. Sözler, s. 220; Mektubat, s. 196.

    2. Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar, s. 24.

    3. Sözler, s. 220, 330; İşaratü’l İ’caz, s. 15.

    4. Mesnevi-i Nuriye, 14. Reşha, s. 194.

    5. Mektubat, s. 294.

    6. Sözler, 26. Söz, Zeyl, s. 440.

    7. Sözler, s. 311, 571; Mesnevi-i Nuriye, s. 69.

    8. Mektubat, 24. Mektub, 5. Remiz, s. 280.

    9. Lem’alar, 26. Lem’a, 8. Rica, s. 291.

    10. Sözler, 29. Söz, 2. Maksad, 4. Esas, 3. Mesele, s. 491.

    11. Sözler, 15. Söz, 3. Basamak, s. 163–164.

    12. Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, s. 573.

    13. Şualar, 4. Şua, 6. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, s. 71.

    14. Sözler, 13. Söz, s. 129.

    15. Sözler, 31. Söz, 2. Esas, s. 519.

    16. Mektubat, 29. Dokuzuncu Mektup, 5. Risale, s. 399.

    17. Sözler, 24. Söz, 1. Dal, s. 301.

    18. Şualar, 2. Şua, 3. Makam, s. 31.

    19. Mesnevi-i Nuriye, Katre, s. 52.

    20. Mektubat, s. 431; Lem’alar, s. 184; Mesnevi, s. 146.

    21. Lem’alar, 25. Lem’a, 19. Deva, s. 275.

    22. Şualar, 4. Şua, 6. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, s. 72.

    23. Mektubat, s. 87, 279; Şualar, s. 73.

    24. Sözler, 30. Söz, 2. Maksad, s. 508.

    25. Mektubat, 24. Mektub, 3. Remiz, s. 278.

    26. Sözler, 17. Söz, s. 205.

    27. Sözler, 25. Söz, s. 426.

    28. Sözler, 31. Söz, 2. Esas, s. 523, 524.

    29. Şualar, 11. Şua, s. 205.

    30. Mesnevi-i Nuriye, Şule, s. 203.

    31. Sözler, 28. Söz, s. 459.

    32. Sözler, 29. Söz, 1. Maksad, 1. Esas, s. 467.

    33. Sözler, 22. Söz, 2. Makam, 4. Lem’a, s. 268.

    34. Sözler, s. 617; Lem’alar, s. 518.

    35. Mektubat, 20. Mektup, 2. Makam, 1. Kelime, s. 224.

    36. İşaratü’l İ’caz, s. 258, 260.

    37. Sözler, 20. Söz, 2. Makam, s. 238.

    38. Sözler, s. 14; Şualar, s. 189.

    39. Alleme’l Âdeme’l Esmâe Külleha/Âdem’e bütün Esmayı öğretti.

    40. Sözler, s. 83; Mektubat, s. 351.

    41. Sözler, s. 119.

    42. Sözler, s. 19; Şualar, s. 15.

    43. Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, s. 533.

    44. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette geçen “Rabbü’l Âlemin”, yani Âlemlerin Rabbi tabiri bir kısım tefsirlerde “on sekiz bin âlemin Rabbi” olarak yorumlanmıştır. Oysa Kur’an’da geçen ayetler tek bir mana ile sınırlandırılamaz. Kur’an değişik zamanlarda ve mekânlarda yaşayan tüm insanlığa hitap ettiği için birçok manayı barındırır. Bu açıdan, bir kısım tefsirlerde geçen “on sekiz bin âlem” ifadesini, o müfessirlerin kendi keşiflerine, delillerine ve meşreplerine dayanarak âlemlerin çokluğunu ifade etmek amacıyla tercih ettikleri bir mana olarak kabul etmek gerekmektedir.

    Âlemler on sekiz bin ile sınırlı değildir. Allah’ın âlemleri çoktur. Arapçada yedi, yetmiş, yedi yüz ve yedi bin tabirleri gibi on sekiz bin gibi tabirler kesretten kinayedir, çokluğu ifade etmek içindir.

    Gökyüzünde yüz milyarlarca galaksi vardır. Her bir galakside yüz milyarlarca yıldız bulunduğu tahmin edilmektedir. Her bir galaksi, belki her bir yıldız aslında birer âlemdir. Galaksiler açısından bakıldığında yüz milyarlarca, yıldızların sayıları açısından değerlendirildiğinde ise kentilyonlarca âlem olduğu söylenebilir.

    Yeryüzündeki her bir bitki ve hayvan türü de birer âlemdir. 1995 yılında 1.500 bilim adamının Birleşmiş Milletler Çevre Programı çerçevesinde yaptığı tahminlere göre dünyada 14 milyon tür bulunmaktadır ve bunların sadece 1,7 milyonu bilimsel olarak tanımlanarak isimlendirilmiştir. Henüz tanımlanamayan türlerin çoğunun ise mikroorganizmalar ve mantarlar olduğu düşünülmektedir. Bilim Teknik dergisinin 1988 yılındaki bir sayısında ise bilim adamları tarafından toplam 1.762.000 türün tanımlanmış olduğu bilgisine yer verilmiştir. Ancak bu rakamlara tropik ormanlarda 30 milyon türü olduğu tahmin edilen böceklerin dâhil edilmediği notu da eklenmiştir. Bu bilgileri dikkate aldığımızda milyonlarca bitki ve hayvan türü sayısınca farklı âlemlerin varlığı ilmen kabul görmektedir.

    Bir başka açıdan, her bir insan küçük bir âlemdir. Dolayısıyla altı milyar farklı âlemden bahsetmek mümkündür.

    Ayrıca, âlem-i mana, âlem-i misal, âlem-i gayp, âlem-i ahiret, âlem-i melekût, âlem-i sahve, âlem-i ruhanî gibi sayısını bilemediğimiz birçok manevi âlemler de vardır.

    Bu perspektiften bakıldığında âlemlerin on sekiz bin rakamıyla sınırlı olmadığı görülür. Cenab-ı Hak yalnız on sekiz bin âlemin değil, belki bildiğimiz yâda bilmediğimiz katrilyonlarca, kentilyonlarca farklı âlemlerin Rabbidir, İlahıdır diyebiliriz.

    45. İşaratü’l İ’caz, s. 23.

    46. Ra’d Suresi, 13:28.

    47. Mesnevi-i Nuriye, s. 100.

    48. Sözler, 33. Söz, 31. Pencere, s. 628; Lem’alar, s. 534.

    49. Sözler, 30. Söz, 1. Maksad, s. 494–495.

    50. Said Nursi, insanın bir nev kıymetinde olması hakikatini Mesnevi-i Nuriye isimli eserinin 179. sayfasında şöyle izah etmiştir: “İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren camiiyetinin meziyetlerinden biri, zevilhayatın Vahibü’l Hayata olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani insan kendi kelamını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatın da, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek her şey sağır adam gibi yalnız kendi kelamını anlar. İnsan ise bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri Esma-i Hüsna’nın delillerini fehmeder. Binaenaleyh her şeyin kıymeti kendisine göre cüz’idir. İnsanın kıymet ise küllidir. Demek bir insan bir fert iken, bir nev gibi olur.”

    51. Sözler, s. 24. Söz, 1. Dal, s. 302.

    52. Mesnevi-i Nuriye, Zerre, s. 153.

    53. Sözler, s. 324; Mesnevi-i Nuriye, s. 177.

    54. Mektubat, 20. Mektub, s. 218.

    55. Sözler, 31. Söz, s. 522.

    56. Sözler, 16. Söz, s. 182.

    57. Sözler, s. 275, 567; Şualar, s. 70; Mesnevi-i Nuriye, s. 20.

    58. Sözler, 24. Söz, 1. Dal, s. 301.

    59. Ene, marifetullah ve Esma-i Hüsna arasındaki ilişkiye dair yazılabilecek çok şeyler olmasına rağmen burada kısa tutulmuştur. Burada dikkat çekilen eksende, Otuzuncu Söz’ün ene bahsinin tahlili ayrı bir makale konusu olabilir.

    60. Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, s. 535.

    61. Mektubat, 24. Mektub, 2. Nükte, s. 294.

    62. Sözler, 32. Söz, s. 585.

    63. Dünyanın birinci yüzü olan “Esma-i Hüsna’nın aynası” olması ile “marifetullah” arasında ve ikinci yüz olan “ahiretin tarlası” olması ile de “ibadet” arasında paralel bir ilişki kurmak mümkündür. Cenab-ı Hakkı gerçek anlamda tanımanın yolu O’nu bütün Esma-i Hüsna’sıyla ve bu isimlerin mevcudat üzerindeki tecellileriyle bilmekten geçmektedir. Yani marifetullahta terakki için Esma-i Hüsna’da, dünyanın birinci yüzüne muhatabiyette terakki etmek gerekmektedir. İbadette terakki için ise dünyayı ahirete bakan ikinci yüzüyle görmek lazımdır. Dünyayı tarla ve istidatlarını çekirdekler olarak gören bir insan bütün duygu ve cihazlarını kendine mahsus ibadetlerde kullanarak değerlendirmeye ve ebedileştirmeye çalışacaktır.

    64. Sözler, 27. Söz’ün Zeyli, s. 456.

    65. Mektubat, 26. Mektup, 4. Mebhas, 2. Mesele, s. 317–318.

    66. Sözler, 26. Söz’ün Zeyli, Hatime, s. 441.

    67. Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve, s. 323.

    68. Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 3. Meyve, s. 326.

    69. Lem’alar, 11. Lem’a, 7. Nükte, s. 106.

    70. Sözler, s. 221.

    71. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü’l Habbe, s. 116.

    72. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 1. Meziyet-i Cezalet, s. 379–380.

    73. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 2. Nükte-i Belagat, s. 380–381.

    74. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 3. Meziyet-i Cezalet, s. 382–383.

    75. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 4. Nükte-i Belagat, s. 383–384.

    76. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 5. Meziyet-i Cezalet, s. 384–385.

    77. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 6. Nükte-i Belagat, s. 385–387.

    78. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 7. Nükte-i Belagat, s. 387–389.

    79. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 8. Meziyet-i Cezalet, s. 389–391.

    80. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 9. Nükte-i Belagat, s. 391–393.

    81. Sözler, 25. Söz, 2. Şule, 2. Nur, 10. Nükte-i Belagat, s. 393–395.

    82. Rab, Kerîm, Rahîm, Hakîm, Âdil, Cevad, Cemîl, Mucîb, Celîl, Bakî, Hafîz, Rakîb, Hayy-ı Kayyum, Muhyi, Mümit, Hakk.

    83. Barla Lahikası, s. 160–161.

    84. Lem’alar, s. 499.

    85. Sözler, 29. Söz, 4. Esas, s. 474.

    86. Bu iddia yâda hüsn-ü zan, Risale-i Nur’dan misallerle ispatlanıp desteklenirse, Risale-i Nur’daki Esma-i Hüsna hakikatine farklı bir perspektiften yeni bir yorum daha getirilebilir.