Köprü Anasayfa

Ordu, Devlet ve Demokratikleşme

"Güz 96" 56. Sayı

  • Süleyman Demirel İle Söyleşi

    Çok partili demokratik hayata geçildikten sonraki otuz beş yıl içinde demokrasinin üç defa kesintiye uğramış olmasının sebepleri nelerdir?

    Bir defa kesintiye uğradıktan sonra ikinci, üçüncü defası birincisinin devamıdır. Şimdi bu, bir havuza taş atma hadisesidir. Atıyorsunuz taşı, dalgalar gidiyor, duvara çarpıyor, geliyor, tekrar gidiyor. Bir defa irade üstünlüğü, kitap üstünlüğü aşılırsa, bir ülkenin silahlı kuvvetleri bu ülkeye el koymaya kalkarsa, bunun önünde kim duracaktır? Nasıl duracaktır? Bir ülkenin silahlı kuvvetlerinin o ülkenin idaresine el koymaya kalkması, o silahlı kuvvetlerin güçlülüğünü göstermez. Kalkmaması da güçsüzlüğünü göstermez. Birleşik Amerika Devletlerinin veya İngiltere’nin veya Fransa’nın orduları, silahlı kuvvetleri güçsüz mü ki, o memleketlerde bunca hadise olurken, onlar el koymaya kalkmıyor? Reis-i cumhur vuruluyor, dünyanın rezaleti cereyan ediyor, İngiltere gibi bir memlekette bir hanım geliyor, başbakan oluyor. İngitere’nin silahlı kuvvetleri niye "Biz hanım başbakan istemeyiz" diye bir tavrın içine girmiyor? Veya Hindistan gibi bir memlekette başbakanı vuruyorlar, 1200 kişi ölüyor, oranın silahlı kuvvetleri gelip idareye el koymuyor. Çünkü onu çare saymıyorlar, hiçbir şeyin çaresi saymıyorlar. Bu bir itiyad haline gelmemiş. Çareyi orada aramıyorlar. Esasen Türkiye bu meseleyi tartışabilse, bir zemine oturtabilse, herhalde geleceği bakımından hayırlı bir iş yapmış olur.

    Demokrasi ordunun yeriyle tayin edilir. Eğer bir ülkede silahlı kuvvetler sivil idarenin emrindeyse, o ülkede demokrasinin birinci şartı yerine gelmiştir. Demokrasi dendiği zaman irade üstünlüğü tartışılmayacaktır. Üstün irade milletin iradesidir. Üstün irade, devletin lazım olduğu zaman zor kullanmak için eline silah verdiği güç olmayacaktır. Devletin silahlı gücü, yücelme, zengin olma haline de manidir.

    Türkiye yirmi sene zarfında üç defa müdahaleye maruz kaldı. Bunların içinden tam çıkabilmiş değildir. Bu müdahaleler olmasaydı Türkiye bugün 1000 dolar gelir seviyesinde bir ülke değil, 3000-4000 dolar gelir seviyesinde bir ülke olurdu. Bu müdahaleler çok şey götürmüştür. Birşey getirdiğine kani değilim. Ama götürdüğü kesindir. Bunun faturasını da millet fukaralaşmak, fukara kalmak, ileri memleketlerle mesafesini açmak suretiyle ödüyor.

    Önce, sayın Özal’ın başbakanlığı döneminde söylediği bir söz hakkındaki yorumunuzu almak istiyorum. sayın Özal bir konuşmasında "Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, temelinde askerler var, bu gerçeği gözardı edemeyiz” diyordu. Bu değerlendirme için ne diyorsunuz?

    Cumhuriyetin kuruluşunda TBMM var. Millet iradesinin temsilcilerini seçmiş, getirmiş, TBMM’ye koymuşsunuz. Bunun içinde asker kökenli olanların olması gayet tabii. O günkü şartlar içinde, İstiklal Savaşına katılmış insanların çoğu bu Mecliste yer almış. "TC’nin kuruluşunda askerler vardı" demek, "Türkiye bir asker cumhuriyettir" anlamına mı geliyor? Eğer öyle ise, ne zamana kadar asker cumhuriyet olacak? Sayın Özal, 1983’te askerlere sığınmıştır. Bugünkü sıkıntının kökünde Sayın Özal vardır. Sayın Özal da, yaralı 83 rejiminin ürünüdür.

    Daha önceki bir mülakatta, demokrasiyi tarif ederken, "silahlı kuvvetlerin sivil idarenin emrinde olduğu rejimin adı" tanımını getirmiştiniz. Silahlı kuvvetlerin sivil toplumda giderek daha çok tartışıldığı şu günlerde, sivil idare-silahlı kuvvetler ilişkilerine hakim olması gereken esas ne olmalı? mesela silahlı kuvvetlerin tayin-terfì mekanizması ve yönetim kadrolarının tayini nasıl yapılmalı?

    Bu konularda son söz hükümetindir. Silahlı kuvvetlerin tayin, terfi, sicil, disiplin esasları vardır. Bu esaslara göre bir hazırlık yaparlar.

    Hükümet bunları kabul etmezse, "Şundan dolayı kabul etmiyorum" diye birşey söylemesi lazımdır. Hükümetler de keyfî olarak birşey yapamazlar. Onların da bir sisteminin olması lazımdır. Bu sisteme hükümetlerin itiraz etme hakları her zaman için vardır. Ancak, neticede son söz hükümetindir. Hükümet bu son sözü kimin adına söyler? Meclisin. Meclis kimin adına vardır? Milletin. Neticede, silahlı kuvvetler milletin emrindedir. Milletin emrinde olması demek, meclisin emrinde olması demektir. Meclisin emrinde olması demek de, hükümetin emrinde olması demektir. Dolayısıyla, hükümetin emrinde olmayan silahlı kuvvetler olmaz.

    Profesyonel ordu için ne düşünüyorsunuz?

    Profesyonel ordu tabirinden ne anlamak lazım; onu bilemiyorum. Ama millî ordudan Türkiye vazgeçemez. Subaylarını milli karakterde yetiştiren, bu vatanın çocuklarını bir tehlike anında vatanlarını korumak için yetiştiren bir ordudan vazgeçemez. Sadece silah kullanmaktan ibaret değil ordu. Onun bir ruhu var. O ruha sahip çıkılmalı. Asker sayısı azaltılabilir. Azaltılmalıdır. O masrafların bir kısmını kullanmaya yöneltmelidir.

    "Anayasa mahkemesi askerin tesiri altında" görüşü için ne diyorsunuz?

    Sanmıyorum. Ama Anayasa Mahkemesinin üyeleri de bu ülkenin aydınlar grubunun insanlarıdır. Onların meselelere bakış tarzı, diğer aydınlardan çok farklı değildir. Aydınların hangi tesirler altında olduğunu çeşitli zamanlarda anlatmaya çalıştım. Aydınların zihninde kaygılar, kuşkular vardır. Peki, bu kaygı ve kuşkularda haklılık var mı? Bizim anlatmaya çalıştığımız şey şu: Din ve vicdan hürriyetinden kaygı ve kuşkuya kapılmayın. Bunun tatbikatında birtakım yanlışlıklar olabilir. Olayları genellemek yerine, teker teker mütalaa etmek lazım. Yanlış ne ise, onun üstünde durulmalı. Yoksa yanlışı herkese teşmil etmemeli. Ama bizim aydın zihinlerimizin önemli bir kısmı bundan kurtulabilmiş değil. Çok iyi anlatmak lazım meseleleri. Nihayet aydınlar da bu ülkenin insanları. Anlatırken inandırıcı olmak lazım. Üniversite zeminlerinde bu meselelerin bir kısmını konuştum ben. Gördüm ki, açık konuşulduğu, ifrata kaçılmadığı zaman, bu ülkedeki sağduyu bu meseleleri anlayabilecek durumda. Maya var. Vicdanlar temiz.

    Türkiye’nin bir başka problemi de silahlı kuvvetlerin kendisini "Atatürk ilke ve inkılaplarının bekçisi" olarak görmesi. "Milli iradenin münakaşasına sunulmayan hiçbir fikir geçerlilik kazanamaz" görüşünüzün ışığında, bu konuda nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

    Bir ülkenin iki tane anayasası olmaz, bir tane olur. Türkiye’nin anayasası meydandadır. Evet, bu anayasada da düzeltilmesi lazım gelen birçok şey vardır. Onları düzeltmek için mücadele verirsiniz; ayrı mesele. Ama anayasa budur. Üstün kitap budur. Bunun üstünde, anayasa geçerliliğinde başka şey olmaz. Atatürk ilke ve inkılapları diye, anayasanın üstünde, anayasayı aşan birtakım dökümanlar olmaz. Atatürk ilke ve inkılapları, zamanında gelmiş, devrini icra etmiştir. Bugün onlardan devam edenleri de zaten bugünkü anayasanın arkasında yazılıdır. Bunların dışında, sanki Türkiye’nin birden fazla anayasası varmış gibi, devleti ikiliğe, hatta çokluğa götürmenin bir anlamı yoktur.

    Şunu da söyleyeyim: Ülkenin silahlı kuvvetlerini rahat bırakmak lazım. Bunlar, işinde gücünde olan silahlı kuvvetlerin tartıştığı şeyler değildir. Evet, silahlı kuvvetler Atatürk’e bağlıdır; ama Atatürk’e bağlılık, sadece silahlı kuvvetlerin değil, Türkiye’de birçok kişinin her gün tekrarladığı bir şeydir. Yani, silahlı kuvvetlerin tekelinde olup da, başkalarına vermedikleri birşey değildir.

    Ama bu ülkenin silahlı kuvvetlerinin, bu devletin içindeki yeri nedir? Silahlı kuvvetler millet iradesinin üstünde değil, millet iradesinin emrindedir. Türkiye’nin müesseseleri yerlerini, görevlerini, yetkilerini çok iyi anlamış olsalar, hiçbir problemimiz olmaz. Ama kurumlar kendiliklerinden kendilerine yer, görev, yetki farz ederlerse, o zaman curcuna başlar. O zaman o, devlet değil, kargaşa olur. Bizim devletteki sıkıntılar da oradan geliyor. “Efendim, İç Hizmet Kanununun 35. maddesine göre…” İyi, ama o kanunun bir de 43. maddesi var. 35. madde "Cumhuriyeti korumak ve kollamak" derken, 43. madde "Siyasetle uğraşmayın" diyor. Aynı kanunda, 35. maddenin öyle anlaşılmayacağı yazılı.

    Ama Türkiye bunları alkışladığı için, bu müdahaleler oluyor. Sonra da zararını çekiyor. Bunlar açık açık tartışılamıyor da. Neticede faturaları, kalmaması lazım gelen insanların üzerinde kalıyor. Benim çırpınmam odur. Gelin, hiçbir kötü niyete kapılmaksızın; kimseyi kötülemeksizin, bunları tartışalım. Silahlı kuvvetleri küçük düşürmek kimsenin aklından geçmez. "Yeri şu olsun; görevi bu olsun" demek, kimseyi incitmez. Silahlı kuvvetlerin yeri, görevi, yetkisi çok iyi tayin edilmeli. Bakınız, bugün Silahlı kuvvetlerin kime bağlı olduğu dahi muallaktadır. Anayasa "Başbakana karşı sorumludur" der, "Bağlıdır" demez. Bu anayasada "Bağlıdır" lafı yok. İşte bu da bizim devletin büyük meselelerinden biridir.

    Peki, bu "inkılap bekçiliği" için ne diyorsunuz?

    Öyle görenler var tabiî. İşte burada yine geliyoruz: açık rejim, işleyen devlet. Demin dedim ki, herkes kendisine yetki, yer, görev tayin etmeye kalkarsa curcuna olur. Burada mesele şudur: Topyekün rejim nasıl korunacak? Onun bekçisi kim? Onun bekçisi, anayasanın başlangıcında yazılı: "Türk vatandaşının uyanık vicdanına tevdi edilmiştir:" O zaman, rejimin bekçisi millettir. Anlatılmak istenen de odur. Ama müdahaleler oluyor, arkasından bu çeşit meseleler böyle konuşuluyor. Herşey karmakarışık oluyor. Sonra genel kavramlar yıkılıyor. Bunlar hep genel kavram yıkıntılarının içinden çıkan şeylerdir.

    Sizce, imam-hatip okulu mezunları harp okullarına niçin alınmıyor?

    Bu konu da kamuoyu önünde açıkça tartışılmalı. Cumhuriyetin okullarıdır bunlar. Açıkça tartışılmalı ve herkes gerekçesini ortaya koymalı. Hükümet söylemeli: Niye alınmıyor? Alınması lazım geldiği, gerekçeleriyle ortaya konmalı. Bu konular, ancak tartışarak bir neticeye vardırılır. Korka korka neticeye varmak ise mümkün değildir.

    Namaz kılan dindar öğrencilerin askeri okullardan, dindar subayların da ordudan ihraç edilmesi, kamuoyunu rahatsız eden bir uygulama olarak sürüp gidiyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

    Bir defa, bunların gerekçesi ortaya konmalı. Gerekçe olarak, "Bunlar Müslüman, namaz kılıyor, onun için bunları ordudan ihraç ettik" demezler herhalde. Eğer "irtica" deniyorsa, böyle bir suç yok kanunlarımızda.

    İşin garibi, askeri yüksek idare mahkemesi kanununun 1981’de değiştirilen 21. maddesi, askeri şuranın tasarruflarını yargı denetiminin dışında tutuyor.

    Yargı yolunun kapalı olması çok kötü. Devletin bütün faaliyetlerinde yargı yolu açık da, burada niye kapalı? Hem diyoruz ki, demokratik devlette yargı yolu açıktır. Parlamentonun üstünde bile yargı denetimi var. Anayasaya uygun kanun yapıyor mu, yapmıyor mu, diye denetliyorsunuz. Burada niye yargı denetimi yok? Böyle şey olmaz. Yargı denetimi şarttır. Yargı yolu mutlaka açık olmalı.

    12 Eylül müdahalesinden sonra siyasi edebiyatımıza yerleşen ve dillerden düşmeyen bir tabir var: "12 eylül öncesi." Neydi 12 Eylül öncesi?

    12 Eylül öncesi, 12 Eylül sonrası gibi tabirler kullanılıyor. 12 Eylül, bir takvim başlangıcı değildir. Türkiye 12 Eylül öncesinde de vardı, sonrasında da var. Var olmaya da devam edecek. Türkiye 12 Eylül’de başlamıyor. Devlette devamlılık asıldır. Ama bazı hevesli yöneticiler kendilerini kendi icraatlarıyla ibra edecekleri yerde, kendilerini kendi icraatlarıyla değerlendirecekleri yerde, geçmiş devri veya devirleri kötüleyerek kendilerini parlatma gibi bir hevesin içine girebilirler.

    12 Eylül öncesinde Türkiye’de seçilmiş bir meclis vardı, siyasi partiler vardı, bir anayasa vardı, bir sistem vardı, bir rejim vardı. 1978 senesinin Mart’ıyla beraber artan bir anarşi ve terör hareketiyle Türkiye karşı karşıya kaldı. 26 Aralık 1978 tarihinde Kahramanmaraş olayları göz önünde tutularak -ki bu olaylar 19 Aralık’ta başlamıştır- 13 ilde birden sıkıyönetim ilan edildi. O sıkıyönetim yedi-sekiz sene sürdü. 19 Temmuz 1987 tarihine kadar. Sonra yerini süper yetkili süper vali aldı. Yani normale dönülmedi.

    Sıkıyönetim ilanıyla beraber olaylar da arttı. Azalacağına çoğaldı. Anarşi ve terör olaylarının % 30-35’i İstanbul’da, % 20’si Ankara’da, % 20’si Adana’da ve bir o kadarı Güneydoğuda, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Siirt illerinde olmaktaydı. Hemen hemen diğer illerimizde pek fazla anarşi hareketi yoktu. Daha sonra birkaç ilimizde daha anarşi patlaması oldu. İzmir’de bir miktar oldu. 12 ilde ilan edilen sıkıyönetim 20 ile kadar çıktı. Daha sonra 18 ile kadar indi. Fakat sıkıyönetim anarşi ve teröre çare olmadı. Bizim ülkeyi devraldığımız 1979 Kasım’ında Türkiye yanıyordu. Aşağı yukarı 4000’e yakın can kayıp olmuştu. Ülke kan denizi halindeydi.

    Bıraktığımız Türkiye’de bu çeşit meseleler yoktu. Yoktu ki, sıkıyönetim yoktu: Yoktu ki, bizim bıraktığımızdan hemen hemen bir sene sonra ilan edildi. Biz bıraktık 1977 senesinin sonunda. Sıkıyönetim 1978 senesinin sonunda ilan edildi. Ama aldığımız Türkiye’de, 1979 Kasım’ında Türkiye alevler içindeydi. Canla başla çalıştık. Bu yangını söndürelim, memleket bu beladan kurtulsun diye. Anarşiyi yalnız başına hükûmetler bastıramaz. Anarşiyi önlemek devlet işidir. Hukukun içinde kalarak anarşiyi önlemek, kan dökülmesini önlemek, Kanun ve nizam hakimiyetini sağlamak, devletin güvenlik güçleriyle, mahkemeleriyle, idaresiyle, tümünün birden gayretiyle olabilecek işlerdir.

    İfade ettiğim gibi, nerede sıkıyönetim olduysa, orada arttı anarşi. Türkiye’nin 67 vilayetinden hemen hemen 50’ye yakınında anarşi yoktu. 584 ilçesi vardı Türkiye’nin o zaman. Bunların 560’ında bir anarşi meselesi yoktu. Türkiye’nin 36.000 köyünde de bir anarşi meselesi yoktu. Binaenaleyh, "Türkiye’de anarşi vardır, terör vardır" denildiği zaman, bu husus göz önünde tutulmalıdır. Saydığım illerde çeşitli sebeplerle anarşi vardı. Bizim bıraktığımız yerde henüz varsayılmazdı, aldığımız yerde vardı.

    16 Ağustos 1979 tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu bir tebliğ çıkarmıştı. O tebliğde Türkiye toz pembe görünüyor. Anarşi meselesinin hemen hemen kökünün kazınmakta olduğu söyleniyor. Halbuki Türkiye, Güneydoğu Anadolu dahil, İstanbul ve Ankara dahil, büyük sıkıntılar içinde kıvranıyor. Bizim o zaman AP Başkanlık Divani olarak, o Milli Güvenlik Kurulu tebliğine karşı 17 Ağustos 1979 tarihinde çıkardığımız gayet ağır bir tebliğ vardır. Biz o zaman Güvenlik Kurulunu itham etmiştik.

    Sonra araya 14 Ekim seçimleri girdi. Seçimlerde AP 24 ilde 50 senatörden 33 tanesini aldı. % 47’ye yakın oy aldı. Günün hükûmeti 16 Ekim 1979’da istifa etti. İstifa ederken de "Millet AP’ye teveccüh etmiştir, hükûmeti onlar kurmalıdır" dedi. Halbuki bizim Millet Meclisinde bir hükûmet kuracak gücümüz yoktu. Hükûmet için 226 milletvekili lazımdı. Bizim 184 milletvekilimiz vardı. MHP, MSP de "Hükûmeti AP kurmalıdır, biz hükûmete girmeyeceğiz, şartsız destek vereceğiz" dediler. Mesele bizim üstümüzde kaldı. Biz bundan kaçamazdık. Eğer Türkiye’ye lazımsak bugüne lazımdık. Rejim, hükûmet çıkaramaz bir duruma düşmemeliydi. Seçim öncesinde ülkenin çeşitli yerlerini gezmiş, halka "Bu sıkıntılann içinden Türkiye’yi bunlar çıkaramaz, biz çıkarırız" demiştik. "Hadi, buyurun çıkarın" manasına gelen bir hareketin karşısında çekimser kalamazdık. Hükümeti kurduk.

    Bu hükümet enteresan bir hükümetti. Sui-generis, nev-i şahsına münhasır, kendine has bir hükümetti. Bir görev hükümetiydi. Bu hükümetin iki önemli vazifesi vardı. Birisi anarşiyi durdurmak, ikincisi de rayından çıkmış ekonomiyi rayına oturtmaktı. Memleket bir taraftan anarşi, bir taraftan yokluk içinde kıvranıyordu. Anarşi kurbanları her geçen gün artarken, enflasyon üç rakamlı sınırlara dayanmıştı.

    21 Kasım 1979 tarihinde Milli Güvenlik Kurulunu topladık. Hükûmet daha güvenoyu almamıştı. 12 Kasım 1979’da hükümet kurulmuş, 19 Kasım’da Mecliste ve Senatoda program okunmuştu. 21 Kasım’da toplanan Milli Güvenlik Kurulunun tebliğine dikkatinizi çekerim. Bu tebliğde -16 Ağustos 1979 tebliğinin aksine- Cumhuriyet tarihinde rastlanmamış olayların Türkiye’de cereyan ettiği, anarşi ve terörün Türkiye’nin bir milli meselesi olduğu, siyasi bir yönü bulunmadığı, anarşi ve terör yangınının söndürülmesi için canla başla, kararlılıkla çalışılacağı, devletin bunu aşacak güçte olduğu ve bir milli beraberlik gerektiği ifade olunmuştur.

    Biz böyle girdik işin içine. Kan dökülmesini kim ister? Kan dökülmesinin önlenmesini, asayişin sağlanmasını ihale edemezsiniz ki. Devletin güvenlik kuvvetleri yapacak o işi. Ve devletin güvenlik kuvvetlerini, sıkıyönetim komutanlarını topladık. Güvenoyu aldığımız 25 Kasım’dan dokuz gün sonra, 4 Aralık’ta. "Bu durmalıdır" dedik.

    "Durdurun bunu, devletin bunu sizden başka durduracak gücü yok. Ne isterseniz verelim. Yetki isteyin, yetki verelim; para isteyin, para verelim; asker isteyin, asker verelim; malzeme isteyin, malzeme verelim. Ne isterseniz verelim. Yalnız, gayr-i insani şekilde kullanılabilecek yetkileri bizden istemeyin. Ne gibi? Dersim Kanunu gibi, Sürgün Kanunu gibi, İstiklal Mahkemeleri gibi, Takrir-i Sükun Kanunu gibi. Hukuku tatil eden bir yetki istemeyin. Bu, zulme kaçar. Anarşi ve terörü önlüyorum diye devletin bizatihi kendisi terör vasıtası haline gelirse, öyle sağlanmış bir sulhün ne değeri vardır? İnsan haklarını tahrip etmeden sulhü sükûnu sağlayın. Sulh ve sükûnu sağlamak, insan haklarını teminat altına almaktır. İnsan haklarını tahrip ederek sulh ve sükûnu sağlamanın anlamı yoktur." Bunları söyledik. Biz hukukun adamayız, meşruiyetçiyiz. Sulhü sükûnu sağlayalım diye haksızlıklar yapılmasına, büyük acılar ve yaralar açılmasına hiçbir zaman taraftar olmadık.

    Nitekim daha önce aşağı yukarı bir seneye yakın uyumuş olan kanunlar çıkardık. İstenen herşeyi verdik. Sonradan, yeniden yetki talepleriyle geldiler. Gördük ki, sıkıyönetim dahi kan dökülmesini önlemek için çare değildir. Çare olmaktan çıkmıştır. "Bari seçime gidelim de, memleket parlamentosunu yenilesin, yeni bir kuvvet alalım" dedik. Cumhurbaşkanı da seçilemiyor. Çünkü anayasanın o maddesiyle cumhurbaşkanı seçmek mümkün değil. O zamanki parlamentoyu suçluyorsunuz. Parlamento ne yapacak? Reis-i cumhur gizli oyla seçilir, grup kararı alınamaz. Ayrıca, birinci ve ikinci turda 2/3 çoğunluk aranır. Ondan sonra salt çoğunluk. Salt çoğunluk bulunmazsa ne yapacaksınız? Turlara devam edeceksiniz. Efendim, anlaşın, seçim yapın. Herşey anlaşma ile olabilse, bu kaideleri koymaya hacet yok. Nitekim daha sonra 1982 Anayasasında bu madde değiştirilmiştir. O zaman diğer partilere yalvarıyoruz: "Gelin, seçime gidelim." Gelmezler. "Gelin, cumhurbaşkanı seçiminin kaidesini değiştirelim." Değiştirmezler. Olmadı, devlet işlemedi. Hatta seçimin anayasaya aykırı olduğu dahi iddia olundu. Ve bu tartışmalar içinde 12 Eylül müdahalesi geldi çattı.

    12 Eylül, ülkeye ne getirdi?

    12 Eylül günü okunan beyanname ve daha sonra yapılan beyanlar ile bugünün mukayesesi yapıldığı zaman, birtakım şaşırtıcı neticelerle karşı karşıya kalınır. 12 Eylül günü yapılan beyanda dört önemli konu var. Bunlardan bir tanesi, partiler kapatılmamış, sadece faaliyetleri askıya alınmış. Ama 13 ay sonra, 15 Ekim 1981’de partiler kapatılmıştır. İkinci olarak, 12 Eylül siyasetçileri suçlamıyor, kötülemiyor; siyasetçiler için bir takip de yapılmayacağı söyleniyor. Ama bir süre sonra, Sayın Evren’in Konya nutkuyla beraber, 16 Ocak 1982’de parlamentoya ve siyasetçilere karşı husumet takibine başlanıyor.

    Üçüncü önemli tasarrufları devletin yüksek idarecileri üzerinde olmuştur. O beyannamede devletin yüksek idarecileri üzerinde bir tasarrufta bulunmayacakları yazılıdır. Ama üç-beş ay sonra bu idarecilerin hiçbirini yerinde bırakmamışlardır. Hepsini görevlerinden uzaklaştırmışlardır. Böylece, bu üç tasarrufla Türkiye siyasî kadrolarını, idarî ve teknik kadrolarını tahrip etmiştir. Bunu yapanlar "Siyaset mi? Kim olsa yapar. Analar neler doğurmuştur? Eskilerde bir keramet olsaydı bitpazarına nur yağardı" gibi bir zihniyetle, Türkiye’ye yararı dokunabilecek kadrolara ve netice itibarıyla da Türkiye’ye zarar vermişlerdir.

    Dördüncü tasarrufları ise -beyanlan ile tasarruflarını karşılaştırarak söylüyorum-"Anayasa ve seçim kanunları yeniden yapılacak, partiler kanunu düzeltilecek, kanunlar artık Türkiye’de anarşi sözünün edilmesini mümkün kılmayacak şekilde tanzim edilecek ve yeniden seçime gidilecek, iktidar da seçimi kazanan sivil idareye devredilecektir" şeklindeki beyanları ile tatbikatları arasındaki irtibatsızlıktır. Evet, anayasa ve birtakım kanunlar yapılmış, ama ondan sonra Türkiye’de güdümlü siyaset aranmış, müdahaleyi yapanlar anayasaya hükümler koymak suretiyle devletin başına yerleşmişlerdir. Böylece, "Türkiye’yi anarşiden kurtarıverelim" diye yapılan bir müdahale sonunda, müdahaleyi yapanlar devleti teslim almışlardır.

    Olan budur. Buna demokrasi demek mümkün olmadığı için, böyle bir rejimde hayatiyet bulmak da mümkün değildir. Çünkü rejim güdümlü rejimdir. Netice itibarıyla millet fukaralaşmış, sıkıntılar içinde bunalmıştır. Derdi çeken halktı, halkın çalacağı çok fazla kapı da yoktur. Halk bütün bunları da alkışlamak mecburiyetinde kalmıştır. Bir korkusuz, hür ve serbest Türkiye’de değiliz ki. Esasen bizim mücadelemiz de, korkusuz, hür ve serbest Türkiye mücadelesidir. Demokrat Türkiye mücadelesidir. Eninde sonunda Türkiye’nin varacağı yer de burasıdır.

    12 Eylül yönetiminin bu çelişkilerini nasıl açıklıyorsunuz?

    Yukarıda bunları ana hatlarıyla söyledim. Basit bir karşılaştırma daha birçok çelişkileri ortaya koyar. Esasen bütün askerî müdahaleler söylediklerinin aksini yaparak bir hüviyet ortaya koyarlar. Dünya tatbikatlarında da bu böyle. Onun için, "Genellikle bu müdahaleler hipokrattır, yani ikiyüzlüdür" deniyor. O gün halkı hoşnut etmek için öyle der, ertesi gün başka şeyleri yapar. Veya inandığı şeyleri söyler, yapamaz, aksi şeyleri yapar. Bir defa gücü eline geçirdikten sonra bu müdahaleyi yapanların etrafında çeşitli halkalar, çeşitli insanlar türer. Jurnal ve demagoji çok büyük iş görür. Zaten kapalı rejimlerde dört şey işler. Bunlardan bir tanesi jurnaldir. Kapalı rejime girildiği zaman bir kısım insanlar jurnallerle hasımlarını ezdirirler. Kapalı rejim yöneticileri fevkalade hassastır, işkillidir, şüphecidir. Bu jurnallere çok çabuk kapılırlar. Anlaşılan, 12 Eylül sonrasında politikacılar hakkında da birçok ihbarlar vaki oldu. "Size şöyle diyorlar, hakkınızda böyle düşünüyorlar, şunu yapıyorlar" gibi. Ve böyle zamanlarda yalan ve demagoji hakimdir. Fırsatçılık ve yakın menfaatçilik hakimdir. Kapalı rejimlerin dört aletidir bunlar. Batı lisanlarındaki adlarıyla: jurnalizm, demagoji, oportünizm, aferizm.

    Hiçbir müdahale memlekete yarar getirmemiştir. Müdahalelerin ülke meselelerini çözdüğünü, hallettiğini savunan varsa, "Türkiye’de birincisi olduktan sonra ikincisi neden oldu?" diye sorulur. Böyle güdümlü rejimler, askeri rejimler demokrasiden daha iyi ise, Türkiye’de itişip kakışıp durmaya lüzum yok. Ama bunun daha iyi olduğunu gösteren hiçbir delil de yok. Aksine, olmadığını gösteren deliller var. Eğer böyle olsa, ileri memleketler de öyle idare edilir. Askeri rejimlerin veya bu çeşit ara rejimlerin veya güdümlü rejimlerin demokrasiden üstünlüğü iddia edilebiliyorsa, bu bir nafile iştir, havanda su dövmektir, dalalettir, kendi kendini aldatmadır. Ama doğruyu öğreninceye kadar zaman geçer, bunun da faturasını millet öder. Daima öyle olmuştur.

    Bu müdahaleler ne adına yapılıyor?

    Millet adına yapılıyor. Size Abdülaziz’in hal’inden sonra Yusuf Kâmil Paşa ile Mütercim Rüştü Paşa arasında geçen bir muhavereyi nakledeyim. Abdülaziz’i hal’etmişler. Eski sadrazamlardan Yusuf Kâmil Paşa Dolmabahçe Sarayına gelmiş. Rüştü Paşa yeni sadrazam. Yusuf Kâmil Paşa ona gayet ağır kelimelerle, elfaz-ı galiza sayılacak kelimelerle hakaret etmiş. "Bir fitne-i meş’umu yeniden yeşerttiniz" demiş. Rüştü Paşa cevaben "Millet böyle istiyor" diye karşılık vermiş. Kâmil Paşa’nın cevabı: "Kime sordunuz da millet böyle istiyor diyorsunuz?

    Zaten bu çeşit işler hep millet adına yapılır. Halbuki millet kendi hür iradesiyle seçip getirdiği kişileri yine kendi hür iradesiyle o görevden uzaklaştırma imkânına sahip iken, zor kullanan birisine "Sen bunu zorla uzaklaştırıver" demez. Ama bir kere hak, hukuk, adalet çiğnenmeye görsün; bir kere zora müracaat edilmeye görsün; "millet adına" neler yapılmaz? Niye Cenab-ı Allah’ın kelamı içinde en çok tekrarlanan sözlerden biri adalettir? Cenab-ı Allah’ın emirleri içerisinde Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette tekrarlanan, emredilen şey adalettir. Devletin esası adalettir. Ve aslında zor karşısında hakkın, adaletin mağlûp olduğu hiç görülmemiştir. Eninde sonunda hak yerini bulur. Hakkı mağlûp etmek mümkün değildir. Çünkü zor ve güç bir süre için varolabilir, ama solacaktır, bir süre sonra kaybolacaktır. Haktaki güç kaybolmaz ki.

    "Müdahalelerin temelinde Çankaya kavgası yatar" diyordunuz.

    Evet, bütün bu kavgaların temelinde Çankaya kavgası yatar, hükümet kavgası yatar, iktidar kavgası yatar. Hangi memleket iktidarının el değiştirmesini kaideye bağlayabilmiş; kana, hileye, entrikaya, zora, zorbalığa başvurmadan iktidarının el değiştirmesini sağlayabilmiş ise, demokraside en önemli bir merhaleyi gerçekleştirmiştir. İlerlemenin yolunu tutmuştur. Manevi ve maddi bakımdan yücelmenin yolunu bulmuştur. Milletine, insanlarına, halkına zorbalığı hak gibi, hakkı haksızlık gibi göstermek suretiyle dalalete düşmelerini önlemiştir. Böylece Lokman Sûresinin 17. ayetindeki "Emr-i bilmaruf, nehy-i anilmünker; doğruyu yap, kötüden uzak dur, ama bunu yapınca başına bir iş gelebilir, başına birşey gelince de ona katlan" manasını gerçekleştirmiştir. Ve ilerleme yolundaki bütün engelleri aşmıştır.

    Millete ait ordu "millet adına" Çankaya emelleri için kullanılıyor.

    Biz onunla mücadele ettik. Biliyorsunuz, 1973’te onun önünü kestik. Başarılı da olduk. Ama daha sonrakileri karşılayamadık. Şöyle karşılayamadık: şartlar meseleyi enine boyuna anlatmamıza el vermedi. Bir şuur teşekkül ettiremedik. Nemelazımcılık, "Varsın, böyle oluversin," kişiler üzerindeki birtakım alınganlıklar, prensipleri gerçekleştirme-mize mani oldu. "Efendim, Demirel göçsün." Sen de altında kalırsın onun. Altında kalmaya razı oldu. Yeter ki, Demirel göçsün. Böyle birtakım kişiler birtakım kanaatlere sahip oldular. Hayır, Demirel göçecekse millet göçürür. Ama devlete zarar vererek bu yola girmek olmaz. Onları ben geçmişte çok söyledim. "Gelin, bizi deviriyorsunuz diye rejimi deviriyorsunuz. Hepiniz pişman olursunuz. Bu delikten girecek su hepinizin altına girecek." Bugün de yalvarıyor ve yakarıyoruz ki, demokrasiye hep birlikte sahip çıkalım. Demokraside birleşelim. Bir çağrıyı yapmaya devam ediyoruz. Bu bir gayrişahsi meseledir. Demokrasi kimseye lazım değil de sadece bize mi lazım?

    Müdahaleleri tahrik eden "sivil cuntacı"lardan söz ediyordunuz.

    Zaten bu işleri sadece askerin başında muayyen kişiler yapmıyor. Onlar teşvik ve tahrik ediliyor. Demokraside bir yararı olmayanlar var Türkiye’de. Çeşitli çevreler var. Aslında demokrasi herkesin menfaatinedir, ama bu ispatlanıncaya kadar epeyce zaman geçecek. Faturası ödenmeyen bir demokrasisi var Türkiye’nin. Biz diyoruz ki, bir miktar faturası ödenmiştir, ama çok daha ağır bir fatura ödenmeden şu işi yapabilsek. Almanya’da Hitler Alman milletine parlak bir devir yaşatmıştır; neticesi ne oldu? Onu generaller, profesörler, herkes alkışladı; netice ne oldu? Mussolini İtalyanlara parlak bir devir yaşattı, ama neticesi ne oldu? Hep gene dönüp dolaşıp geliyorsunuz, bir demokrasi şuuruna. Çırpınmaksızın sebebi bu. "Gelin, daha çok zaman kaybetmeyelim, daha çok kan kaybetmeyelim. Şu ülkede idare şeklini yerleştirelim, sistemi kökleştirelim. Sistem hem adamını çıkarır, hem reçetesini ve çözümünü çıkarır.

    Vakıa şu ki, Türkiye’de demokrasiden rahatsız olanlar vardır. Bakınız, demokrasiyi en çok kucaklayanlar köylüler, işçiler, fakir fukaradır. En çok demokrasiden faydalananlar onlardır. Demokrasi olmadığı zaman en çok zarar görenler de onlardır. Sadece maddi bakımdan demiyorum. Zaten Türkiye’de bugün manevi ve moral büyük değerler emtia haline, alınır satılır hale getirilmek isteniyor. Çok kötü bir noktaya gidiyor Türkiye. Ve aslında demokrasi en çok Türkiye’nin entellektüeline lazım. Ama o istenildiği kadar sahip çıkamadı demokrasiye. Hatta tahribinde bir kısım entellektüelin rolü de oldu. Ne zaman asker müdahalesi oldu; arkasında bir kısım entellektüelleri, üniversitelerin bir kısmını, profesörleri, okumuş yazmış insanları, yazarları gördük. Ben geçen sene Taksim’de yaptığım konuşmada da söyledim. Bana sordular: "Ne zaman bu müdahaleler durur?" Dedim: "Ne zaman Türk entellektüeli müdahaleyi alkışlamaktan vazgeçerse." Esasen içeride ve dışarıda müdahalenin alkışlanmayacağına dair kesin bir kanaat olsa müdahale yapamazlar. Dışarısı alkışlıyor. Çünkü dışarısı Türkiye’nin büyümesini, gelişmesini zaman zaman istemez. Kendi menfaati öyle gerektirir. Ama içeridekine ne oluyor?

    Medeni âlem niye alkışlıyor?

    Medeni âlem double-standard kullanıyor. Medeni âlemin hükûmetlerine söylüyorum. Medeni âlem çok katlı bir bina gibidir. En üst katında oturanlar çifte standart kullanıyorlar. Zaten o memleketlerin çoğu müstemlekecilikten geldiği için, rahatça çifte standart kullanıyor. İnsan hakları sadece kendi insanlarına lazım. Bize gelince; "Siz düşünün onu" diyor. Bizim burada mücadelesini, kavgasını yaptığımız hadise budur. Bu haklar bizim insanlarımıza da lazım. Neye yanarım, biliyor musunuz? "Bu haklar bizim insanlarımıza lazım" dediğimiz vatandaş, "Hayır, bana lazım değil" derse, işte odur bizi sıkıntıya sokacak olan hadise. O zaman Batının "Sizin insanlarınıza lazım değil bunlar" dediği noktaya geliriz. Orada herşey bitmez. Ama yeniden bir başka mücadele başlar.

    Demokrasi tarihimizde yaşanan üç askerî müdahalenin faturası ne olmuştur?

    Her on senede bir müdahalenin faturası çok ağır olmuştur. Evvela rejim inançsızlığı meydana gelmiştir. Halkın kendi haklarına sahip olamadığı gibi bir kanaat meydana gelmiştir. Birçok değerler aşınmış, devlet aşınmıştır, parlamento aşınmıştır. Hür ve serbest seçim zaman zaman anlamını kaybetmiştir. Fatura büyüktür.