Köprü Anasayfa

Ordu, Devlet ve Demokratikleşme

"Güz 96" 56. Sayı

  • Ordu, Siyaset ve Demokrasi

    Vedat Bilgin

    Doç. Dr. Gazi Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi

    Demokrasi kavramı nasıl tanımlanırsa tanımlansın, eğer bu tanımlarda parametrelerimizden en az birisi devlet karşısında, devlete rağmen; toplumdan, bireye kadar uzanan zatiyetlerin haklarını kuşatmıyorsa, bu tanımlar bize demokrasiyi yeterince anlatmayacaktır.

    Devlet ve toplum karşıtlığının, siyasal bilinç düzeyinde algılanmadığı toplumlarda demokrasi ciddi bir sorun olarak yaşıyor demektir. Bu karşıtlığın bilinç düzeyinde algılanması demokratik zihniyetin varoluş şartını teşkil eder, eğer böyle bir karşıtlığın varolup olmadığı tartışılıyor ise, böyle bir toplumda demokrasinin kurallarını, demokrasinin şekli unsurlarını hatta demokratik teammüleri tartışmak çok anlamlı olmayacaktır.

    Türkiye’de demokrasi tartışanların bizim üzerinde durduğumuz en önemli eksikliği bu yönüdür. Bu eksikliğin tesadüfî bir eksiklik değil, bir toplumsal zihniyet biçiminin menfolojisinden kaynaklandığının altını tekrar çizmek gerekiyor.

    Türkiye’de “devletçiliğin” ideolojik karakterini başka bir yerde değil bu zihniyet probleminde yakaladığımız takdirde, demokratlığın zorluğunu, demokrasiyi inşa etmenin güçlüğünü de, daha kolay kavrayabiliriz.

    Bu problematik içerisinde “ordu” nerede durmaktadır veya ordunun yapısal sorun içindeki yeri neresidir diye sorulduğunda, daha üretken bir noktaya ulaşılabilir.

    Asker ve devlet

    Şüphesiz Askerler devletten önce vardılar, hatta devletin basit şekli, savaşçı göçebe topluluklardaki askerî hiyerarşinin kurumlaşmasıyla oluşmuştur denebilir.

    Burada konuya tarihsel gelişmeden öteye “devlet ve asker” arasındaki ilişkilerin demokrasi bağlamındaki konumunu tanımlayabilmek açısından bakınca, ilk tesbit etmemiz gereken nokta şudur. Modern devletlerde askerlik veya bir kurum olarak ordu, devletin uzmanlaşmış ve görev alanı sınırlandırılmış bir kurumudur. Genel olarak bir siyasal yapıda ordunun iki fonksiyonundan bahsedilebilir. Bunlardan birincisi devletin hükümranlık hakkının fiziki garantisi veya teminatı, ikincisi ise devletin siyasal karakterinin, verdiği meşruiyet anlayışla, devletin yapısının fizikî garantörlüğünü temin etmektir. Dikkat edilirse burada üzerinde durulan iki noktadan birincisi dışarıya karşı, yani devletlerarası ilişkiler düzeyinde hükümranlık alanını söz konusunu kapsarken, ikinci nokta toplumla devlet arasındaki ilişkilerde varolan meşruiyet anlayışla devlete karşı “toplumdan gelen”, devletin biçimini değiştirmeye yönelik hareketlere karşı bir fizikî güç kullanma hakkını ihtiva etmektedir.

    Bütün sorun burada “meşruiyet anlayışı” veya siyaset yapmanın “meşruiyet”inde toplanmaktadır. Bu sorundan iki çıkış yolu bulunmaktadır. Birincisi, otoriter devletlerde başlayıp totaliter devletlere kadar uzanan anti demokratik devlet biçimlerinin bulduğu çıkış yolu veya siyaset anlayışıdır. İkinci yol ise, demokratik devletin bulduğu çıkış yoludur. Birinci tipteki devletlerde devlet kendi ideolojik yapısını ve otoritesini elinde bulunduran veya siyaset yapma hakkını tekelinde tutanları, değişme isteyen, toplumsal muhalefete karşı orduyu bir baskı aracı olarak kullanmayı meşru görürken demokratik yaklaşımda durum tamamen farklıdır. Siyaset etme hakkı bir siyasal hak olarak bütün topluma ait olduğu için, böyle bir toplumsal talebin, yani muhalefetin bastırılması zaten düşünülemez. Çünkü muhalefet etme hakkı bizzatihi demokrasinin yapısal bir öğesidir. Diğer taraftan modern demokratik devlet ideolojik bir dogmayı esas almayan aksine toplumsal çoğulculuk temelinde bir meşruiyet anlayışına sahip olduğu için ordu bu anlamda baskı aracı olarak herhangi bir fonksiyona sahip değildir.

    Demokratik devletlerde ordunun ancak demokrasi dışı, yani temel hak ve özgürlükleri yok etmeye yönelik hareketlere, militer hareketlere karşı veya siyasi iktidarın demokrasi dışı bir yöntemle değiştirmeye kalkan militar güçlere karşı bir savunma aracı olarak hareket etme görevi vardır. Dolayısıyla ordunun siyasal bir işlevi değil, demokratik otoritenin siyasal işlevlerini veya bütünlüğüyle siyaset kurumunun işleyişi için demokratik otoritenin yani “seçilmişlerin denetiminde” fiziki bir güvenlik unsurudur.

    Kısaca ordunun siyaset yapma, siyasete katılma yada siyasal süreci etkileme gibi siyasetin belirlenmesine yönelik bir fonksiyonu olmadığı gibi demokratik meşruiyet anlayışında orduya “siyasal bir alan” tayin edilmemiştir.

    Buraya kadar söylediklerimizden şu neticeleri çıkarmak mümkün görünmektedir.

    1- Ordu kurum olarak devlet içinde fiziki güç sahibi olan bir kurum olmasına rağmen bu fiziki gücün kime karşı hangi şekillerde kullanılacağı siyasal rejimin karakteri tarafından belirlenecek bir sorundur.

    2- Ordunun siyasete katılması veya siyaset dışı tutulması veya zaman zaman siyaseti belirleyecek düzeyde siyasete katılması, devlet-toplum ilişkilerinin, devletten topluma doğru belinlendiği bir siyasal gelenekle ilgili bir olgudur. Bu tarz toplumlarda devlet-toplum karşıtlığı bir siyasal bilinç haline dönüşüp, toplum tarafından belinlenen “devlet” yapısı şekillendirilemedikçe, toplumun siyaset etme hakkına, devlet içindeki kurum ve gruplar el koyacak veya tasarruf edeceklerdir.

    3-Devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin belirlendiği bir önemli boyut da ideolojik alandır. Siyasal meşruiyet anlayışı devlet ve toplum bilinci, siyasal kültür gibi çeşitli faktörlerin etkileşiminden oluşan bir alandır. Eğer siyasetin meşruiyeti bir “devlet ideolojisi” tarafından belirleniyorsa, burada devletin içindeki kurumlar bu ideolojinin işlevsel olması açısından siyasete katılmaktan geri kalmazlar. Bu durumda siyasal meşruiyet bir “demokratik meşruiyet krizi” içinde bulunuyor demektir.

    Türkiye’de siyasetin sahası

    Yukarıda çizmeye çalıştığımız teorik çerçevenin Türkiye’de ordu ve siyaset ilişkilerini olduğu kadar demokratikleşme sorununu anlamak bakımından da yardımcı olacağı düşünülmektedir.

    Türkiye toplumu “tarihsel bir imparatorluğun” siyasal yapısından yeni bir yapıya geçerken, karşılaştığı sorunlar, imparatorluktan devralınan “siyasal kültürün” temelleri üzerinde varlık kazanmışlardır. Unutulmamalıdır ki cumhuriyetin kurucu kadroları bütünüyle imparatorluğun askerî ve sivil bürokrasisinden gelmedir. Bu durum onların bir siyasal rejimi değiştirme çabalarıyla çelişmez. Çünkü onlar devralınan “siyasal kültürün davranış modellerini” benimsemiş veya bu gelenek içinde yetişmişlerdir. Bu davranış modelinin esas dikkat çeken hususiyeti devletle bütünleşmiş bir başka ifadeyle toplum devlet karşıtlığının bilinç düzeyinde oluşmadığı bir zihniyet yapısıdır. “Devlet toplumun kendisi ve cisimleşmiş halidir” anlayışı “kutsal devlet” ideolojisinin temel fikrini teşkil eder.

    Bu durum devleti kutsayan güçlü ideolojik bir aygıt yaratır. Bu, geçiş sürecinde, ideolojik aygıtın alanını genişletmiş, siyasal meşruiyet anlayışının -bir liberal anayasacılık hareketinin veya siyasal özgürlükler hareketinin bilincine sahip olmayan siyasal kültürümüzde- sınırlarını belirleyecek bir etkinlik kazanmasına sebeb olmuştur. Kısaca devlet meşruiyetini toplumsal bir sözleşmeyle toplumdan almadığı için, siyasal meşruiyeti de dayandığı ideolojik unsurlarla belirleyecek bir yapıda teşekkül etmiştir. Buradaki siyasal aktörlerin, sivil orjin yerine, bürokratik orjinli olmalarının önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır.

    Sanırım bu çerçevede ele alınınca, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar uzanan ordunun aktif siyaseti belirleme girişimi olan darbeleri tanımlamak ve anlamlandırmak daha anlaşılır olacaktır. 27 Mayıs halkın oylarıyla seçilmiş ilk başbakanı idama götürürken, aslında devlet kendi meşruiyet alanı içerisinde kendine göre doğru olanı yapmıştır; yani “ideolojik meşruiyet alanına” saldırı anlamına gelen “demokratik bir talebi” reddetmek üzere harekete geçmiştir. O halde burada ordu, devletin ideolojik meşruiyet alanının savunma aracıdır. Ve bu meşruiyet alanı içerisinde böyle bir rol oynamıştır.

    27 Mayıs’çıların yaptıklarını 10 yıl sonra 12 Mart’çılar ve 20 yıl sonra 12 Eylül’cüler daha açık bir gerekçeyle tekrar etmişlerdir.

    Türk toplumunda siyasetin belirlenmesinde askerin oynadığı rol veya ordunun belirleyici müdahaleleri veya ordunun müdahale dışı yöntemlerle siyasete etkileri devletin meşruiyet anlayışı ve devletin ideolojik boyutunda düğümlenen sorunlar olarak anlaşılabilir. Bu ideoloji, “devletin topluma karşı korunması”, bir başka ifade ile devletin demokratikleşmesine karşı, ideolojik bir tutumdur veya ideolojik tortudur ve bugüne kadar yapılan müdahaleler de gücünü bu yapıdan almaktadır.

    Netice olarak şu tespitleri yapabiliriz.

    1– Türkiye’de ordu-devlet ilişkileri devletin ideolojik meşruiyeti kavramı içerisinde ele alınması gereken bir sorundur. Bu ideolojik misyon ordudan kaynaklanmamaktadır. Anti demokratik siyaset geleneğinden güç almaktadır. Zaten askeri müdahalelerde bu çerçevede kendi gerekçelerini ifade etmişlerdir. O halde Türkiye’de demokratik devlet projesi, bu noktadan başlamalıdır.

    2– Türkiye’deki anti demokratik ideolojinin beslediği siyasal kültürün bugün üretildiği yer medyatik ortam ve aydın-bürakratik komüniteleridir. Kısaca ordunun siyasetle ilişkisinin üretildiği “ideolojik yapı” ordu dışı alanlarda geliştirilmektedir. Sivil toplumun gelişmesine karşı böyle bir ideoloji vasatısıyla devletle ittifak arayışından başka bir şey olmayan “sol Kemalistler”, 27 Mayıs’çılar, 12 Mart’çılar ile 12 Eylül’cü “sağ Kemalistler” aslında milli mücadelede kurulan meclisin “sivil yöntem”ini reddetmekten başka birşey yapmamışlardır. Bu durumda demokratik devlet projesinin üretileceği alan, devlet değil, devlet dışındaki sivil unsurların gelişmesiyle, bu alandaki tortulara karşı sivil insiyatifin güçlenmesiyle oluşacak ortamda genişleyecektir.

    3– Türkiye’de askerin siyasetin dışında kalması meselesi, devletin sivil meşruiyet anlayışında, yeni bir zihniyet yapısında yapılanmasını gerektirmektedir. Çünkü sorun bu anlayışı değiştirmeden çözülemeyecektir. Cumhuriyet tarihinde ordunun bütün siyasete katılma, etkileme ve belirleme gibi girişimleri yeni bir meşruiyet anlayışı ile toplumsal sözleşmeye duyulan ihtiyaca cevap vermemekten kaynaklanmaktadır. Demokratik Türkiye, devlet-toplum karşıtlığının bilinciyle böyle bir değişim kapsayacak düzeyde ortaya konulduğu zaman güçlenecek, ordu ve siyaset ilişkileri de çağdaş demokrasilerden farklı olmayacaktır.