Köprü Anasayfa

Nübüvvet

"Bahar 2001" 74. Sayı

  • "Üç Muhammed" Üzerine Bir Değerlendirme

    Ömer Faruk Uysal

    Üç Muhammed,
    İki Tasavvur Bir Gerçek,
    Mustafa İslamoğlu,
    Denge Yayınları, İstanbul 2001.

    Üçlü Tasnif ve Denge

    İslamoğlu, yer yer iktibaslar yaptığı Aytunç Altındal’ın “Üç İsa”1 adlı eserinde olduğu gibi, üçlü bir sınıflandırma yaparak hem anlamak hem de anlatmak için çok müsait bir zemin kullanıyor. Zira ifrat ve tefritin, eksi ve artının, indirgeme ve aşırı yüceltmenin kesiştiği noktalar gerek fizik gerekse sosyal alemde çoğunlukla iyiyi, güzeli, doğruyu yansıtmaktadır. Bu, genellikle hatt-ı vasat, itidal, orta yol, muvazene olarak isimlendirilen müstakim hat’tır. Dolayısıyla aşırı yüceltme ve indirgemenin arası, fıtraten doğruya yakındır. Mefhum-u muhalifiyle orta yolun her iki yöndeki uçları da yanlışa çıkar. Gayet tabiidir ki, doğru bir din; ne Hıristiyanların peygamberi (Hz. İsa’yı) aşırı yücelterek Tanrı kabul etmesiyle ne de Yahudilerin peygamberi aşağılaması veya tarihte olduğu gibi öldürmesiyle olur. Bu yüzdendir ki, itidal ve muvazene hadislerle teşvik edilmiş, Kur’an’da ise “vasat ümmet,” (Bakara, 2/143) ümmet-i Muhammedin olumlu bir vasfı olarak zikredilmiştir.2

    İfrat, tefrit ve dengeden müteşekkil bir üçlü tasnif, en pratik hatta en ideal bir sınıflandırmadır denebilir.3 Fakat iki aşırı ucun arasındaki pek çok nokta denge iddiasında olabilir ama bunun en doğrusunu tespit zordur. Mesela, İslam; Hıristiyanlık ve Musevilik arasında dengeli ve doğru bir noktadadır; ama, Ehl-i sünnet de İslam’ın muvazene noktasındadır. Ehl-i Sünnet içindeki birçok mezhep, tarikat ve cemaatten bazıları daha merkezde, bazıları ise sınırdadır. Merkezdeki bir grubun bir mensubu diğer mensuplara göre daha idealdir, bu denklemler sürüp gider…

    Şimdi kitaba dönersek; öncelikle belirtmeliyim ki, oldukça hacimli, emek ürünü, ufuk açıcı bir kitap olmakla birlikte -kanaatime göre- müellif, indirgemeci peygamber tasavvuruna daha yakın duruyor. Denilebilir ki, yazar indirgemeci ve yüceltici anlayışları değil, Kur’an’ın anlayışını savunduğuna göre bu nasıl söylenebilir? Bunun örneklerini aşağıda vereceğiz; fakat, şunu şimdiden belirtelim ki; hem aşırı yücelticiler hem de indirgemeciler de Kur’an’a dayandıklarını söylüyor ve ayetler zikredip bunu somutlaştırmaya çalışıyorlar. Yazarın uzun uzun anlattığı Kur’aniyyun (ehl-i Kur’an) akımı tabi ki, Kur’an’a dayandığı iddiasındadır. Zira “Kur’an sadece Kur’an”, İslamoğlu’na göre onların temel sloganıdır. Unutmamalıdır ki meslekler mezhepler ne kadar batıl da olsalar içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.4 Burada başka bir gerçek de şudur ki, Kur’an’ı anlamada en büyük rehberimiz yine Resulullahtır (s.a.v.).

    Tevhid ve Nübüvvet

    Muhterem yazar, eserinin ilk konusu olan “Aşırı Yüceltmeci Peygamber Tasavvuru” başlığı altında, hac ibadeti sırasında gözlediği şu olayı anlatır:

    “Hz. Peygamber’in hicretinin ilk durağı Sevr Mağarasındayız. Burada bizden önce oraya çıkan Kuzey Afrikalı olduğunu tahmin ettiğim bir grup daha var. Grup başkanı manzum bir şeyler okumakta ve kafileden kimileri de buna yoğun bir duyguyla iştirak etmekte. Hatta gruptan bazıları oradaki taşları kucaklamakta ve teberrüken takkelerini, tespihlerini sürmekte.” (s. 17)

    İslamoğlu haklı olarak bu duruma üzülmüştür ve bununla ilgili tahliller yaparak kitabına başlamıştır. Bu bana şunu hatırlattı; biz de ilk hac ibadetini ifa sırasında, bu ilk heyecan ve sevinçle birlikte müellifin anlattığı türden ve hatta daha da vahim pek çok şeye şahit olup şok olmuştuk! Mesela, Mescid-i Nebevi’de nafile namaz kılan birinin mescidin sabit kıblesi olan güney yerine, doğuya yönelerek Efendimizin (s.a.v.) kabrine doğru namaz kıldığını gördüm. Aynı olaya iki yıl sonra tekrar şahit oldum. Yine Hacerü’l Esved’i öpmek için birbirlerini itip, yumruklayanlara, o kaosa girmekte beis görmeyen bazı hanım hacıların örtülerinin düşmesine, yaka ve bağırlarının açılmalarına tanık oldum. Keza, Hz. Peygamberin (s.a.v.) kabri önündeki pirinç-metal süslemelere takkesini veya havlusunu sürenleri, ikaz edenlere ise, “itikadınız yok ama hacca gelmişsiniz” cevabı verenleri biliyoruz. Doğrusu bu bir itikat, yani inanç ve anlama problemiydi ve de çok ciddi idi. Bu, bende “Tevhid” kavramı üzerinde düşünme ve araştırma şevki uyandırmış idi. Muhtemeldir ki, İslamoğlu da bu ve benzeri gözlemler sonucu böyle bir çalışmanın gereğini duymuş ola.

    Demek ki, asıl problem Tevhid problemidir. Rabbinin nasıl bir ilah olduğunu kavrayamayan birisi, onun elçisini de yanlış anlayabilir. Rabbinin bazı vasıflarını Peygamberine de atfedebilir. Yazar, yer yer değinmekle birlikte ayrı bir başlık altında, tevhid ve şirk sorunu üzerinde durmamıştır. Böyle kapsamlı bir çalışma içinde bu konunun eksikliği hissediliyor.

    Sadece Kelime-i Tevhid bile, hem tevhid hem de Nübüvvet hakikatini İslam’ın en yüce kelimesi ve ilkesi olarak ortaya koymaktadır. Evet, “Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed onun kulu ve resulüdür.” Yani ilah olan sadece Allah’tır ve Peygamber de dahil omak üzere hiçbir şeyin ilahlık ile yakından, uzaktan bir ilgisi yoktur. Muhammed (s.a.v.) ise onun öncelikle bir kuludur. Tıpkı diğer kulları gibi bir insandır ve yaratılmıştır. Fakat o kullarından ve mahlukatından biri olan Muhammed’i (s.a.v.) elçisi olarak tayin ve takdir etmiştir. O da bize Rabbimizin emirlerini bildirmekte ve kendisini örnek almamızı söylemektedir.

    Bediüzzaman, bu konuyu izah sadedinde şu çarpıcı ifadeleri kullanıyor:

    “Ey insan! Kur’an’ın desatirindendir ki, Cenab-ı Hakk’ın masivasından hiç bir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.”5

    Hz. Muhamed’in (s.a.v.) Değeri

    O, her ne kadar mabudiyetten uzaklık ve mahluk olma itibariyle hiçbir şeyden ileri değilse de, yaratılmış olanların, insanların (eşref-i mahlukatın) en şereflisi, evrenin gururu (fahr-i kainat), alemlerin rahmeti (Rahmeten’lil alemin), Allah’ın en sevdiği kişi ve habibidir (Habibullahtır). Ve bunda hiç bir çelişki de yoktur. Çünkü diğer varlıklarla eşit olduğu alan ile onlardan kat kat üstün olduğu alan farklı kategorilerdir.

    Tam bu noktada yazar dehşetli şeyler söylemektedir: “Bir gün peygamberimize hitaben ‘Ya hayra’l-beriyye (Ey yeryüzünün en hayırlısı!)’ diye çağıran kimseye; ‘O dediğin İbrahimdir!’ buyurmuştur.

    “Bu durumda piyasada bolca dolaşan ve Hz. Peygamberin yasakladığı ‘aşırı yüceltmeciliğin’ sloganı gibi her önüne gelenin ‘hadis-i kutsi’ diyerek kullandığı ‘Levlake levlak, lema halaktü’l-eflak (Eğer sen olmasaydın, olmasaydın sen, bu alemi yaratmazdım)’ sözünün hadis olmadığını, sahihiyle zayıfıyla hiçbir hadis külliyatında yer olmadığını söylemeye herhalde gerek yoktur. (s. 66)

    “Keşfu’l-hafa’yı açıp bakarsanız ‘San’ani uydurmadır dedi’ notunu görürsünüz. Anlarsınız ki; bu söz Hz. Peygamberden hem de asırlarca sonra uydurulmuş ve hadis-i kutsi denilerek hem Allah hem de Hz. Peygamber adına yalan söylenmiştir.” (s. 205) Yazarın burada indirgemeci yaklaşımı kendini göstermektedir.

    Abdülkadir Badıllı’nın, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları6 adlı ciddi ve önemli eserinde mezkur hadis-i kudsinin sıhhati sadedinde pek çok mehazları da içeren üç sayfalık bir değerlendirmesi vardır.

    Buna göre; hadisin kuvvetli bir senedi olmadığı doğrudur, fakat bunun bir hadisi uydurma (mevzu) yapmadığı da ilm-i hadis çerçevesinde izahtan varestedir. Hiçbir muhaddis (İbn-u Cevzi ve San’ani gibi bazı müteşedditler hariç) bu hadisin doğruluğuna ve hak olan manasına bir şey diyememiş, ilişememişlerdir. Ümmetin telakkisine göre manasının doğruluğu kesin olduğu gibi, Cumhur-u muhaddisince de manasının doğruluğu tespit edilmiştir. Bu hadis seneden zayıf da olsa, onunla aynı mealde vürud eden sair hadislerle senedindeki zaafiyet zail olmuştur. Hiçbir senedi olmasa da aynı manaya işaret eden pek çok hadis ile yine kuvvet bulur.

    Kütüb-ü Sitte’den Tirmizi’de de geçen, “Ben Peygamber iken Adem (a.s.) henüz ruh ve cesed arasında idi” hadisi; pek çok kaynakta yer alan, “En evvel Cenab-ı Hak benim nurumu yarattı” veya “Ey Cabir! Cenab-ı Allah her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu kendi nurundan halketti” hadisi; keza kudsi bir nur halinde sulbden sulbe ve alından alına intikal eden Nur-u Muhammedi hakkındaki hadis veya hadisler; “Sen olmasaydın cenneti halketmezdim.”; yine “Sen olmasaydın cehennemi yaratmazdım” hadisi; “Ya Muhammed sen olmasaydın, ben dünyayı halketmezdim” hadisi aynı manaya kuvvet vermektedir.

    Mezkur hadislerin kaynakları Badıllı’nın Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları adlı çalışmasında detayıyla gösterilmektedir.

    Keza, konumuz olan “Levlake” hadisi sadece Acluni’nin Keşf-ül Hafa’sında değil, Aliyyu’l Kari’nin, Suyuti’nin, Şevkani’nin kitaplarında, Mevlana Halid’in Divan’ında, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ında yer almaktadır.

    Hal böyle iken hadisin zayıflığını bile kabul etmeyerek uydurma olduğunu, hele hele Allah ve Peygamber adına yalan söylendiğini beyan etmek, insaf ve izan ile bağdaşmasa gerektir.

    Bu Hadis-i Kudsi, Risale-i Nur’un pek çok yerinde geçmektedir.7 Mesela, Emirdağ Lahikası’nda şöyle der:

    “Hem mesela, (Sen olmasaydın, sen olmasaydın kainatı yaratmazdım) beyanında ‘Bu hitap zahiren Hazreti Peygamber Aleyhissalatü Vesselama müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata (canlılara) racidir (bakar).’ fıkrası tadile muhtaçtır. Çünkü, külli hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın hayatı, hem İsm-i Azamın teceli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kainatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkat ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.”8

    Yani, Hz. Peygamber (a.s.m) kainat denen ağacın asli bir çekirdeği, yaradılış gayesi ve kemale ermiş bir meyvesidir. Nasıl ki, hayat kainattan süzülmüş; bitki ve hayvanlar hayattan süzülmüş; peygamberler insanlardan süzülmüş; Habibullah (a.s.m) da peygamberlerden süzülmüş son ve mükemmel bir hülasa (Mustafa), bir meyvedir. Bir elma ağacına baksak görürüz ki, o bir elma çekirdeğinden büyümeye başlamış, kökleri, gövdesi, dalları ve yapraklarıyla elma meyvesine yönelmiştir. Bütün işleyişi, hizmeti ve maksadı elmaya doğru olup o meyveyi verir. İşte Efendimiz (a.s.m) de kainat ağacının hem çekirdeği hem de ekmel bir meyvesidir ve bütün astronomi, fizik, kimya, biyoloji, tarih, sosyoloji gibi bilimler bize bu hakikati zımnen veya zahiren söyler. Çünkü kainat hayata, hayat insana, insan ise en önemli ve güzel insana (a.s.m) bakar ve hep birlikte Allah’a (cc) yönelirler.

    Allah varlığı, yokluktan; organik maddeleri, inorganik maddelerden; bitkileri, organik maddelerden; hayvanları, bitkilerden; insanları, hayvanlardan; peygamberleri, diğer insanlardan; ulu’lazm olanları diğer peygamberlerden; Muhammed Mustafa’yı, (s.a.v.) diğer ulu’lazm peygamberlerden üstün tutmuştur. Böyle bir derecelendirme sadece manevi değil, fizik alemde de (Kimya, Biyoloji, Tarih, Psikoloji, Sosyoloji) görülmektedir. Fıtri Şeriat da, kelami Şeriat da böyledir.

    Şimdi, Cenab-ı Hak Rafi (yücelten, izzet ve şeref veren), Müzil (alçaltan, zillet veren) isimleriyle böyle bir derecelendirme yapıp, zirvesine de Habibullah’ı koymuş ise, yaradılışın gayesi ve neticesi o olmaz mı? Mahlukatını böyle derecelendirip en tepesine Habibini koyduğunda mabudiyetten uzaklık ve mahlukiyette eşitlik formülü değişir mi? Değişmez, çünkü derecelendiren, alçaltan ve yükselten odur.

    Bu hadis-i kutsi, Risale-i Nur’da lafzen yer almakla birlikte, pek çok yerde de şerh ve izah sadedinde mana olarak geçmektedir.9

    Elhasıl; Hz. Peygamberin (s.a.v) peygamberliği kainatın his, şuur ve aklından süzülmüş en safi bir hülasadır. (Sözler, s. 103) O, ekmel-i külldür, (Muhakemat, s. 35) ekmelü-r resuldür. (İşarat’ü’l İcaz, s. 53) Hayattan ve kainatın ruhundan süzülmüş hülasatü’l hülasadır. (Sözler, s. 103)

    Binaenaleyh burada, levlake sırrında, aşırı bir yüceltme yoktur, Kur’an, Sünnet ve hayatla zaten yüceltilmiş olanın yüceliğini teyit, tespit ve kabul vardır, o kadar.

    Efdaliyet Düşüncesi ve Hz. Peygamber’in Tavrı

    İslamoğlu bu başlık altında (s. 66) kendisine “Ya Hayra’l Beriyye”! (Ey yeryüzünün en hayırlısı!) diye çağıran kimseyi, Hz. Peygamber’in (a.s.m) “O dediğin İbrahim’dir!” dediğini naklettikten sonra yukarıdaki “levlake” ile ilgili teşhisini koyar ve uydurmadır der. Yani “İbrahim yeryüzünün en hayırlısı diyen nasıl olur da kendisinin alemlerin en hayırlısı olduğunu kabul edebilir” demek ister.

    Keza “Görev yerini terk eden Hz. Yunus’a karşı gönüllerde oluşabilecek olumsuzluğu önlemek için ‘Kimseye, ben Yunus b. Metta’dan daha hayırlıyım demek yaraşmaz!’ uyarısında bulunmaktadır.”

    Yine “Beni Musa’dan üstün tutmayan insanlar kıyamet günü bayılacaklar, ben de onlarla birlikte bayılacağım. Ayıldığımda Musa’yı arşa sıkı sıkıya tutunmuş vaziyette göreceğim. Bilmiyorum o bayılıp benden önce mi ayılacak yoksa Allah onu bundan istisna mı tutacak.” devamla;

    “Resulullah, burada Hz. Musa’ya karşı gösterdiği alçakgönüllüğü Hz. İbrahim’e karşı da gösterecek, Kur’an da (2/206) aktarılan yaratılış konusundaki merakından dolayı müminlerin gönlünden bir tereddüt oluşmasın diye “Ben şüphe etmeye İbrahim’den daha müstehakım diyecektir…”

    “Hz. Peygamber’in alçakgönüllülüğü sadece geçmiş peygamberler için sözkonusu değildir. Tevazuu hayat tarzı edinmiş olduğunu, geldiği bir mecliste kimsenin kalkıp kendisine yer vermesine fırsat bırakmadan boş bulduğu yere oturduğundan çıkarıyoruz.”

    Yazar aynı başlık altında; “Bakara 253’ün tefsirinde Kurtubi bu ayetin “Hz. Peygamber diğer peygamberlerden üstündür demeye dahi cevaz vermediği görüşündedir.” Bu konuyu tartışan Kurtubi “peygamberlik açısından üstünlük iddiasının ayetin açık anlamına aykırı olduğu” sonucuna varır.”

    Şimdi; bu bahsi üstünkörü okuyan birisi düşünebilir ki, Resul-i Ekrem (a.s.m) diğer peygamberlerden üstün değildir, hatta Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. Yunus’un daha üstün olduklarını bile zannedebilir. Dahası kimsenin kalkıp kendisine yer vermesine fırsat vermediğine göre, sahabelerinden de pek farkı olmadığı sonucuna varmak da çok şaşırtıcı olmayabilir.

    Elhasıl, değil alemlerin onun için yaratılması; Hz. Yunus’un ondan üstün olması (metine göre; hayırlı olması), en azından eşit olmaları sonucuna varılabilir. Aksi bir anlayış sadece mezkur hadislerle değil Kur’ani bir hükmün (Bakara 253) “açık anlamına aykırı olduğu” sonucuna varılır.

    Durum gerçekten de böyle midir? Böyle olup olmadığı kesin bir biçimde şu metni verilmeyen (Kurtubi’nin tefsirinden alıntılanan) ayetin mealinden anlaşılacaktır.

    Bakara 253; “O işaret olunan resuller yok mu, biz onların bazısını bazısından üstün kıldık, içlerinden kimi var ki Allah, kendisiyle konuştu, bazısını da derecelerle daha yükseklere çıkardı (Hz. Muhammed). Biz Meryem oğlu İsa’ya da o delilleri verdik ve kendisini Ruhu’l Kudüs (Cebrail) ile kuvvetlendirdik.10

    İsra, 55; “Andolsun ki biz peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık.”11

    Bu Ayet-i kerimelerin lafzından anlaşılanı ne ise; mesela, İbni Kesir ve Elmalılı tefsirleri ve pek çok tefsire göre manasından ve ruhundan anlaşılan da odur.

    Ayetlerin lafızları ve lafızların tefsiri böyle iken, meal dahi vermeden Kurtubi’nin taraftar bulmamış indi görüşünü öne çıkarmak, objektif ve bilimsel bir yaklaşımdan çok subjektif bir yönlendirmeyi hatıra getirmektedir.

    Daha da olmadı; müellifin siyer otoritesi olarak vasıflandırdığı (s. 18) M. Asım Köksal’ın “Peygamberler Tarihi”ne bakılırsa;12 Toplam 124 bin peygamber içinde en üstünlerinin (Ulu’l azmlarının) Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed Aleyhisselam olduğu gibi (Ahkaf, 35) “Muhammed Aleyhisselam ise bu beş’in seyyididir. Öncekilerin ve sonrakilerin en değerlisi o olduğu için Kıyamet günü hamd sancağı ona verilecek. O gün Peygamberlerin imamı, hatibi ve şefaat sahibi o olacak. Bütün peygamberler onun sancağı altında toplanacaktır.” diyen merhum M. Asım Köksal bu tespitleri Ayet ve Sahih hadislere ve Kütüb-ü Sitteye dayandırır.

    Peygamberimizi (s.a.v) Nasıl ve Ne Kadar Sevmeliyiz?

    Buraya kadar ele aldığımız problemlerin can damarının sevgi (muhabbet) anlayışı olduğu söylenebilir. Biz Habibullah’ı (s.a.v.) ne kadar sevmeliyiz? Nasıl sevmeliyiz? Müellif; “Aşırı yüceltme yanlıları yücelttikleri değeri elbette sevmektedirler. Fakat bu sevgi gerçekte üretici değil, tüketici bir sevgidir. Sevginin tüketici olanına aslında “sevgi” değil “tutku” denir. Tutku tutuklar, sevgi azad eder, özgür bırakır…

    “Bu kitabın sayfaları arasında ilerledikçe bu samimi fakat samimiyeti ve iyiniyeti yaptığı yanlışı mazur göstermeyecek olan sevginin, ne tür vahim sonuçlar doğurduğu görülecektir. Sevgisi üretici değil de tüketici olanlar, sadece sevmenin yeterli olduğunu sananlardır. Onlar sevmenin bir akı bir de karası olduğunu düşünmeden sevmişlerdir.” deyip kara sevda yerine ak sevda önermiştir. (s. 34)

    Yine “levlake” sırrı ile ilgili olarak; “Anlarsınız ki bu söz, Hz. Peygamber’den hem de asırlarca sonra uydurulmuş ve hadis-i kudsi denilerek hem Allah hem de Hz. Peygamber adına yalan söylenmiştir” dedikten sonra, şöyle devam ediyor; “Eğer, ‘olsun, bu söz kötü niyetli bir söz değil ki!’ deniyorsa, aslında Resulullah hakkında uydurma hadislerin, yüzde doksan dokuzu da kötü bir şey demiyorlar. Bu mantıkla, hadis uydurarak dini ifsad edenlere rahmet okumamak işten değildir.

    “Bu yaklaşımı Resulullah’a duyulan sevginin büyüklüğüyle açıklamak da mümkün değildir. Onu en çok sevdiğini bildiğimiz seçkin sahabenin tavrı ortadadır. Eğer aşırı yüceltme sevginin ifadesi olsaydı, Hz. İsa’ya Tanrı ya da Tanrı’nın oğlu olarak inananları mazur görmek gerekirdi. Bu tür bir inancı kökten reddeden Kur’an’ın mesajını da ‘Hz. İsa’yı sevmeye karşı çıkıyor’ şeklinde anlamak gerekirdi.” (s. 205, 206)

    “Sevgi-tutku”, “üretici sevgi-tüketici sevgi”, “ak sevda-kara sevda” ibareleri çerçevesinde yapılan izahların, “ne kadar ve nasıl seveceğiz” sorusuna tatminkar bir cevap vermediği ve sevgi sorununun çözümsüz kaldığı anlaşılmaktadır. Çünkü Peygamber Efendimizi (s.a.v.) sevmesek veya az sevsek bu ümmet olma bilinci ve edebine sığmaz, eğer çok seversek veya aşırı seversek bu da kul olma şuur ve edebine uygun düşmeyebilir.

    Sanırım bu meselenin halli; Risale-i Nur’un pek çok yerinde geçen “mana-yı harfi” “mana-yı ismi” terminolojisiyle mümkün olacaktır.

    Harf, kendinden başkasını anlatmak için kullanılan işaret ve alet olduğundan, herhangi bir şeyin harfi manası, o şeyin başka bir şeye delalet etmesi veya delalet ettiği şeyi anlamak için ona bakılması demektir.

    Bu mananın mukabili olan mana-yı ismi ise; isim, müsemmasını anlattığından, bir şeye yalnız kendisini anlamak için bakmaktır.

    Cenab-ı Hakk’ın masivasına (kainata) mana-yı harfiyle ve onun hesabına bakmak lazımdır. Mana-yı ismiyle ve esbap hesabına bakmak hatadır. Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sevmeliyiz, mana-yı ismiyle değil. Yani “ne kadar güzel yapılmış” deyip “ne kadar güzeldir” dememeliyiz.13

    Biz de Resul-i Ekrem’i (s.a.v.) Allah (c.c) adına ve hesabına, Allah’ın sevdiği (Habibullah) olarak sevmeliyiz. Peki ne kadar sevmeliyiz? Allah adı ve hesabına (mana-yı harfi olarak) sevebildiğimiz kadar çok. Eğer Allah adına değil kendisi adına (mana-yı ismi olarak) seversek Hıristiyanların Hz. İsa’yı (Tanrı İsa), Rafızilerin Hz. Ali’yi sevdiği gibi (hulul inancı) severiz ki; o sevgi makbul değildir. Çünkü şirke yol açabilir.14

    Burada mühim olan sevginin niceliği ve sayısal büyüklüğü (kemiyeti) değil, niteliği, mahiyetidir (keyfiyeti).15

    Mirac’da Ne Oldu?

    İslamoğlu’na göre mirac cismani ve bedeni değildir ve rüyetullah (Allah’ı görme) söz konusu değildir. (s. 115 vd) Bu tez, ümmetin ve alimlerin, bilhassa kelamcıların yaygın görüşüne uygun değildir. Çünkü, mütekellim uleması miracın, uyanıkken hem ruh hem de bedenle gerçekleştiğini kabul ederler.16

    Mirac Kur’an’da detaylarıyla yer almaz fakat çok sayıdaki hadisle ayrıntılı bir biçimde anlatılır. Bediüzzaman da selefi kelamcılar gibi düşünür ve “Sözler” adlı eserinde oldukça mukni delillerle hem ruhi hem de bedeni (cismani) mirac ve rüyetullahı ispat eder.17

    Yazarımız, fani olan Baki olanı göremez ve uyanık ve bedeni mirac olamaz görüşünü şöyle noktalar; “Kimsenin kendisine itibar kazandırmasına ihtiyaç olmayan Hz. Peygember’e itibar kazandırma adına “tevhid” inancının temellerini sarsacak, ya da en azından flulaşmasına yol açacak böyle bir tartışma son tahlilde imana güç mü verir, onu zaafa mı uğratır?” (s. 116) Başka bir yerde ise “Her olağanüstüleştirme çabası, gerçekte bir ‘insanüstüleştirme’ çabasıdır.” (s. 33) der.

    Burada gözden kaçan miracın, rüyetullahın, mucizelerin, gerçekte peygamberlere ait olmayıp, onların fiili olmayıp, Cenab-ı Hakk’ın eseri olması gerçeğidir. Bir fiil veya olay ne kadar olağanüstü de olsa Cenab-ı Hakk’a izafe edildiğinde mümkinattandır, vukuattandır. Biz “tevhidi” koruma veya peygamberi “insanüstüleştirme”den beri olma adına bunları münhasıran kendi akıl süzgecimiz ve tedbirimizle anlamaya çalışırsak boyumuzu aşan bir işe kalkışmış oluruz.

    Efendimiz (a.s.m) ve bütün peygamberler elbette bizler gibi birer insandırlar, fakat nübüvvet cihetiyle olağanüstüdürler. Çünkü peygamberliğin mahiyeti böyledir. Düşünürsek, 1400 yıldan beri tek bir peygamber gelmediği gibi, on milyon insandan sadece bir tane peygamber çıkmışsa bu olağan ve sıradan kabul edilemez. Allah sadece beş Resulünü ululazm tayin etmişse, bunlardan da bir tanesini hepsinin seyyidi yapmışsa, burada olağanlıktan bahsedilebilir mi?

    Bütün insanlık tarihi boyunca sadece bir kişi babasız olarak doğmuşsa, sadece bir kişi, kayadan deve çıkarmışsa, sadece bir kişi ayı ikiye bölmüşse, sadece bir kişi ateşte yanmamışsa, sadece bir kişi denizde yol açmışsa, bunları nasıl herhangi bir olay olarak kabul edebiliriz. Üstelik bu ve bunun gibi pek çok mucizeyi bize yine olağanüstü bir kitap olan Kur’an-ı Kerim bildiriyorsa tavrımız ne olmalıdır?

    Hz. İsa’nın babasız doğması dinen sabittir, fakat bu onu kul olmaktan çıkarıp “Tanrı” veya “Tanrı oğlu” yapmaz. Zira o zaman bir bebekti ve peygamberlik de verilmiş değildi. Fakat Hıristiyanlar öyle bir yanlışa saptı diye ve de başkaları sapmasın diye biz bu mucizeyi inkar edemeyiz, tevil de edemeyiz. Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişi elbette ki, Allah’tandır; yoksa İsa (a.s.) uluhiyet vasfı taşıyıp kendiliğinden de doğmuş değildir.

    Aslında din ontolojik yapısı gereği gayba imandır, metafiziktir, olağanüstülüğü kabuldür, olağanüstülükleri yaratana teslim olmaktır. Melekleri göremiyor veya hissedemiyorsak inkâr mı edeceğiz? Haşri izah edemiyorsak red mi edeceğiz? Kur’an’la veya hadisle sabit mucizelere ne diyeceğiz? Sıradan, olağan, olağanüstü olmayan mucize olur mu?

    Din bir imtihandır. İmtihan icabı olarak vuku bulan bir mucizeyi (olağanüstüyü) birisi gördüğü halde inkâr eder, büyü veya sihirbazlık der, bir diğeri inkâr etmez, fakat bunu yapan beşer olamaz diye peygambere uluhiyet isnat eder. Bir mümin de Allah’a ve Resulüne iman eder.

    Haber ve Kader

    Yazar; “Suyuti’nin el-Hasaisu’l Kübrasına bakılırsa Hz. Peygamber; Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin öldürüleceklerini haber vermiştir. İlk bakışta masum gibi duran, ‘bunda garip olan ne var?’ diye soracağımız bu olayda, biraz derinlere indiğimizde bambaşka amaçlarla karşılaşmamız işten değil. Şöyle ki, bu tür haberlerin üretilmesi genellikle siyasi ve mezhebi amaçlara dayanıyordu. Hatta kimi zaman ‘iyi niyetle’ üretiliyordu. Çünkü, eğer Hz. Peygamber önceden haber vermişse, Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin katli ‘kader’ idi ve kaçınılmazdı. O zaman kimseyi suçlamaya gerek yoktu. Kavganın önünü kesmek için bu gerekiyordu.” demektedir. (s. 68-69)

    Hemen fark edileceği gibi burada “kader” ve “sorumluluk” ile ilgili vahim bir yanlış yapılmaktadır. Zira kader, Cenab-ı Hakk’ın zaman ve mekanla sınırlı olmayan sonsuz bilgisine tekabül eder, onun her şeyi önceden bilmesi ve bildiği dışında bir şey olmaması demektir. Yani kader ilim nev’indendir, ilim maluma (bilinene) tabidir. Yani nasıl olacaksa öyle tahakkuk ediyor. Yoksa, malum ilme tabi değildir. Yani kural olarak olaylar (kaderde yazılanlar) Allah öyle biliyor diye öyle olmuyor, bilakis olayların öyle olacağını, zamanla kayıtlı olmayan Rabbimiz önceden biliyor, olanlar da öyle oluyor.18

    Böyle olduğu için de insanın sorumluluğu kalkmıyor. Yani Raşid Halifelerin katilleri onları kaderleri öyle olduğu için katletmediler. Katledeceklerdi ve bunu Allah biliyordu ve Efendimize de (a.s.m.) haberini verdi. Nasıl davranacağımızı Cenab-ı Hakk’ın bilmesi bizim sorumluluğumuzu kaldırmaz ve Cenab-ı Hakk’ın ilmi olmuş ve olacak her şeyi kuşatır. Aksi halde “Allah hadiseleri önceden bilemez” demek icab eder ki, bu ona noksanlık izafe etmektir ve muhaldir. Aynı şekilde, “Allah önceden biliyorsa katillerin suçu yok” demek de muhaldir. Eğer öyle olmasa İslam Ceza Hukuku (ukubat) ve tatbikatı hiçbir zaman olamazdı. Binaenaleyh Ashab-ı Güzin’in muhale kanması, onunla amel etmesi veya hadis uydurarak tedbir alması beklenemez.19

    İslamoğlu; Efendimizin (s.a.v.) fetih müjdeleyen haberleriyle ilgili olarak, “… yine mevzu olanın zayıfa, zayıfın sahihe karıştığı bir paket tasarlanır. Bu paket içinde, Hire’nin fethinden Şam ve Irak’ın fethine, Kudüs’ün fethinden Mısır’ın ve hatta Kirman’ın fethine varana dek haberler yer alır.” (s. 69) demektedir.

    Burada da yazarın mezkur kader anlayışına göre; İslam ordularının büyük gayret ve fedakarlıklarla savaşmalarına gerek kalmayacaktır. Zira haber verilen, yani kaderde olan zaten ister istemez olacaktır!

    Ayrıca müellif yukarıdaki söylemiyle; sadece mevzu değil zayıf hatta sahih hadislerin rivayetinden de pek hazzetmediği gibi bir zehaba sebebiyet veriyor. Efendimize katiller ve fetihlerle ilgili bilgi verilmesi, bunların rivayet edilip aynen çıkmasında ne gibi bir beis olabilir?

    Bunun, “Hz. Peygamberin yüceliğini yeterli bulmayıp ona bir parça daha karizma kazandırmak isteyen yüceltmeci gelenek” ile (s. 68) ne ilgisi var? Bunlar uydurma değil, zayıf, hatta sahih hadisler olduğunda da mı göz ardı edelim, mevzubahis etmeyelim?

    Aşırı Yüceltme mi Yoksa İndirgeme mi Daha Vahim?

    Şüphe yok ki, indirgemeci peygamber tasavvuru da aşırı yüceltmeci peygamber tasavvuru da haksızlıktır, abestir. En doğrusu, Hz. Peygamberi (s.a.v) Kur’an’ın ve kendi Sünnetinin (hadis-i şeriflerin) şaşmaz kıstasıyla tanımak ve anlamaktır. Fakat insan ve toplum çoğu zaman ideal noktada ve dengede durmuyor, bir kısmı ifrat, bir kısmı tefrit ediyor. Bu insanlık ve İslam tarihinde hep sürüp gidiyor. Fakat dengeden uzaklaşma hangi yöne doğru olursa daha tehlikeli ve zararlıdır? Aciz kanaatimize göre aşırı yüceltmeci anlayış tevhid ve iman noktasından daha tehlikeli ve zararlıdır. Zira aşırı yüceltme bazan Hıristiyanlık ve Rafızilikte olduğu gibi tevhidî bir zaaf ve şirk teşkil edebilir. Bu ise en büyük bir zulüm (Lokman, 31/13) ve affedilmeyecek bir günahtır. (Nisa, 4/6) Yaradılış programı ve gayesinin ihlalidir, Hukukullahı çiğnemektir. Nitekim “Muhammediye adıyla anılan bu fırka mensupları ‘Muhammed Aleyhisselam Allah’ın ta kendisidir’ iddiasındadırlar.” (s. 25)

    İndirgeme de felaket ve helaket sebebi olmakla birlikte Resulullah’a (a.s.m) saygısızlıktır. Ama indirgemeci anlayışlar kitapta da incelendiği gibi, çoğunlukla Nübüvveti hatta Risaleti inkar etmeyip, sadece gerekli saygı ve sevgi de kusur ediyorlar. Nübüvveti kabul edip, nübüvvetin misyonunda ve misyonun değer ve öneminde hata ediyorlar. Bu durumda bir insanın Muhammed (a.s) Allah’ın ta kendisidir yerine, o sadece bir habercidir demesi halinde ilk hüküm daha şiddetli bir zulümdür. Muhtemeldir ki, İslamoğlu’da böyle bir anlayışla indirgemeci tasavvura daha yakın duruyor.

    Her ne kadar doğru bir iman ve tevhid nokta-i nazarından aşırı yüceltme daha vahimse de, konjonktürel açıdan indirgeme daha tehlikeli görünüyor. Çünkü, günümüzde Hadis ve Sünnetsiz bir İslam anlayışı Peygambersiz bir din anlayışı, Türkçe ibadet ve Kur’aniyyun yaklaşımı planlı olarak empoze edilip din ifsad ediliyor. (s. 207, Türk İslamı) Bu bağlamda “Türk Müslümanlığı” anlayışı bir toplum mühendisliği projesi olarak egemenlerce tasvip görüyor.20 Halbuki aşırı yüceltmeci anlayışlar planlı olarak dışarıdan değil, bir eğilim olarak içeriden neşet ediyor ve fıkıh, şeriat ve hatta modernite tarafından sürekli törpülendiğinden itidale yaklaşıyor. En azından ülkemizdeki yüceltmeci anlayış çoğunlukla şirkten uzak durduğu için, Müslümanların Peygamberine (s.a.v.) olan hüsn-ü zanlarını kırmak yerine indirgemeci projeye karşı durmak daha fazla hassasiyet gerektiriyor. Bir başka ifadeyle, ülkemizde Resulullaha karşı duyulan sevginin indirgenmesini gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Dahası, indirgemeci yaklaşım, bir takım çevrelerin dini ve mukaddesatı yaşanılır olmaktan çıkartma gayretlerine yardımcı olmak, kişiyi, toplumu ve dini sekülerleştirme teşebbüslerine katkıda bulunmak anlamına gelmektedir.

    Sonuç olarak; muhabbetin şe’ni ifrattır, sevdiğini makamından fazla görmek istiyor ve öyle de görüyor.21 Ama bazen bir şeye şiddetli muhabbet, o şeyin inkarına sebep olur.22 Her şeyin ifrat ve tefriti iyi değildir, istikamet ise hadd-i vasattır.23

    Netice

    Başta da belirttiğim gibi kitap, ismi ve muhtevası açısından ilgimi çeken, hatta manen beklediğim bir çalışmaydı. Okurken de beklentimin genel olarak karşılandığını gördüm. Fakat doğal olarak katılmadığım hatta şaşırdığım şeyler oldu ve bunları not aldım, ama şöyle düşündüm; muhtemeldir ki, katılmadığım ve şaşırdığım konularda ben yanılıyorumdur, önyargım söz konusudur. Hatta okurken katılmadığım konular da anlayışımı yazarın anlayışı yönünde değiştirmeye hazırdım. Zira İslamoğlu’nun baştan beri izlediği mantıksal kurgu ve bunu destekleyen malzeme ve anekdotlar zihnimi buna hazırlıyordu. Fakat not aldığım ve yukarıda sizlerle paylaştığım konularda, başka kaynaklara da bakıp düşündüğümde yazarın bu konularda isabetli olmadığı sonucuna vardım. Diğer kaynakları inceleyip -ki bunlar da kısmen belirtilmiştir- anlamak için cehd ettiğimde, müellifin indirgemeciliğe daha yakın tasavvur konusunda seçici davrandığını, ona yöneldiğini ve yönlendirdiğini fark ettim.

    Dikkat edilirse üç bölümden oluşan kitabın, indirgemeci peygamber tasavvuru ve Kur’an peygamberi bölümleri ile ilgili olarak bir eleştirimiz olmadı. Fakat peygamberin efdaliyeti bölümündeki malumatlar Hz. Peygamberi anlamaya yardımcı olmak yerine, zihin karıştırıcı bir işlev görmektedir.

    Dipnotlar

    1. Three Faces of Jesus (İsa’nın üç çehresi), Çev. Sibel Özbudun, Anahtar Kitaplar, İstanbul 1993.

    2. Vasat ümmet için bkz. Şamil İslam Ans., İst. 1994, C. 6, s. 312.

    3. Bilge Kral Ali İzzetbegoviç, “Doğu ve Batı Arasında İslam” (Nehir Yay., İstanbul 1993) adlı meşhur ve temel eserinde (s. 23 vd) bu üçlü tasnifi şema halinde onlarca konuya tatbik edip önemli sonuçlara varıyor.

    4. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 354.

    5. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 118.

    6. Abdülkadir Badıllı, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları, Envar Neşriyat, İstanbul 1992, s. 306 vd.

    7. A.g.e. s. 306.

    8. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 153.

    9. Lem’alar, s. 516 vd.

    10. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 2, s. 147 vd.

    11. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, C.3. s. 988 vd; İbni Kesir, Çağrı, İstanbul 1988.

    12. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1993, s. 11 vd.

    13. İslami Prensipler Ansiklopedisi, İttihad Yay., İstanbul 1994, C. 3, s. 1103 vd.

    14. Lem’alar, s. 30; Sözler, s. 587.

    15. Muhabbet’in mahiyet, çeşit ve sonuçları için bkz: Sözler, s. 581-593.

    16. Şamil İslam Ansiklopedisi, C. 4, s. 197.

    17. Sözler, s. 914 vd; 31. Söz’de Miracın sırr-ı lüzumu, Hakikat-i Mirac, Hikmet-i mirac, Miracın semerat ve faydaları çarpıcı bir surette incelenmiştir.

    18. A.g.e, s. 430.

    19. Kaderle ilgili olarak bkz: A.g.e., s. 425 vd.

    20. “Türk Müslümanlığı” kavramı ve projesi için bkz: Köprü Dergisi, Bahar/1999, Sayı: 66.

    21. Lem’alar, s. 29.

    22. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Aysa Neşriyat, İstanbul 1997, s. 88.

    23. Lem’alar, s. 31.