Köprü Anasayfa

Hürriyet, Meşruiyet ve Cumhuriyet

"Güz 98" 64. Sayı

  • İslam’da Usul-ü Meşveret ve Hürriyet

    Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi

    Musa Kazım Efendi, Erzurum’da doğdu. Balıkesir’de Selahaddin Ali Şuuri ve Lutfi Efendilerden, İstanbul’da da kazasker Eşref ve Hoca Şakir Efendilerden ders aldı. Müderrisliği döneminde Hukuk Mektebinde, Mektebi Sultani, Dar-ül Fünun ve Dar-ül Muallimin’de hocalık yaptı. 1907’de Bab-ı Fetha Tetkik-i Müellefat Başkatipliğine ve daha sonra da kurul üyeliğine getirildi. İttihat ve Terakki’nin bilim kuruluşunda yer aldı. II. Meşrutiyetin ilanından sonra (1908) İsmail Hakkı Paşa, Mehmet Said Paşa, Said Halim Paşa ve Talat Paşa kabinelerinde dört kez şeyhülislam olarak görev aldı. I. Dünya Savaşından sonra, İttihat ve Terakkinin önde gelen öteki üyeleriyle birlikte tutuklanarak 15 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Sürgüne gönderildiği Edirne’de öldü.

    Musa Kazım Efendi, Sırat-ı Müstakim ve İslam gibi dergilerde yazdı. Başlıca eserleri arasında, Usul-ü Meşveret ve Hürriyet (1908) İslam’da Cihad (1917), Sure-i İhlas ve Alak Tefsirleri (1918), Külliyat-ı Seyhülislam Musa Kazım (1920) sayılabilir. Musa Kazım Efendi, ayrıca Şeyh Bedreddin’in Varidat adlı eserini Türkçe’ye çevirmiştir.

    Burada Musa Kazım Efendi’nin en önemli eserlerinden olan, 1324 (1908) İstanbul baskılı, İslam’da Usul-ü Meşveret adlı eserini yayınlıyoruz.

    Bi’set-i seniyeleri zekay-ı beşerin devri tekamülüne şerefmesadif olan ben-i ahir zaman peygamberi ins-ü can (sav) Efendimiz Hazretleri’nin taraf-ı ilahiden bütün halka tebliğine memur oldukları ahkam-ı ilahiye, evvel emirde iki kısımdır. Ahkam-ı uhreviye, ahkam-ı dünyeviye. Sonra bunlardan her biri dahi iki kısma münkasımdır: Biri asliye diğeri fer’iyedir.

    Ahkam-ı asliye-i uhreviye akaide, ahkam-ı fer’iye-i uhreviye de ibadete mütealliktir. Sonra, ahkamı asliye-i dünyeviye idare-i umur-u memlekete, ahkam-ı fer’iye-i dünyeviye de muamelat ve ukubata dairdir.

    Ahkam-ı asliye-i uhreviye olmaksızın ahkam-ı fer’iye-i uhreviyeyi ifada asla fayda yoktur. Mesela; Cenab-ı Hakkın varlığına, birliğine iman etmeyen bir kimsenin ibadat ve taat ile iştigaline hiçbir fayda terettüb etmeyeceği bedihidir. Bunun gibi ahkam-ı asliye-i dünyeviye icra edilmedikçe, ahkam-ı fer’iye-i dünyeviye icrada dahi hiç bir menfaat mutasavver değildir. Mesela, adl ve hakkaniyete riayet edilmedikçe ashab-ı ceraime icrayı ukubatta (suçluların cezalandırılmasında) fayda tasavvur olunamaz.

    Ahkam-ı asliye-i dünyeviyenin üssülesası: Her işte ümmetle meşveret, her hususta adalet ve hakkaniyete riayet, sırf emanetullah olan tedbir-i umur-u memleketi ve tesviye-i mesalih-i ümmeti ehline tevdi etmektir. Buna delilimiz:

    1

    2

    3

    4

    5

    6

    gibi ayat-ı celile-i Kur’aniye ve bu mealde daha nice ehadis-i şerifdir.

    Bu ayetlerden birinci ayette Cenab-ı Hak, resulüne her işte ümmetle müşavereyi emrediyor. İlm-i usul-ü fıkıhda beyan olunduğu üzere, bir şey ile emr o şeyin zıddının hurmetini (yasaklanmasını) mucib olduğundan, bu ayet-i kerime mantuğ-u münifince mazhar-ı vahy-i ilahi olan o Rasülü’s-segaleyn bile ümmetle terk-i müşaverenin hurmeti katiyen sabit oluyor. Böyle mazhar-ı vahy-i ilahi olan bir Zat-ı Akdes, her işte ümmetle müşavereye mecbur olursa, bütün Müslümanlar ve bilhassa Halife hazretlerinin her işte ümmetiyle müşavereye mecburiyeti evveliyette kalıyor.

    İkinci ayette Cenab-ı Hakim-i Mutlak, Müslümanların işi beynlerinde (aralarında) müşaveretten ibaret olduğunu gösteriyor. Bununla da emr-i müşaverenin erkân-ı İslamiyenin rükn-ü azamı olduğu suret-i katiyede tahakkuk eyliyor. Şu halde bu emr-i ilahi bu ferman-ı Sübhaniyeye müslüman ünvan-ı celili altında bulunan bütün halkın inkıyat etmeleri (boyun eğmeleri) taht-ı mecburiyette bulunuyor.

    Üçüncü ayette, Cenab-ı Bari beynennas (insanlar arasında) adalet ve hakkaniyetle hükmetmemizi ferman buyuruyor. Ve bununla da her hususda icray-ı adaletin bir emr-i dini olduğu görülür.

    Dördüncü ayette de, “adalet edin ki, takvaya en yakın olan adalettir.” buyurulur.

    Keza beşinci ayette, “Siz her sözünüzde velev ki en yakın akrabanız hakkında olsun adaletten ayrılmayınız.” buyuruluyor.

    Altıncı ayette,”Emaneti ehline tevdi etmenizi Allah emrediyor.” buyurulur. Emir maddesi vücube mevzu olduğundan şu ayet-i kerime mantığınca emanetin en büyüğü, en mühimi vezaif-i milleti, umur-u hükümeti ehil ve erbabına tevdi etmek, ululemrin vecibe-i zimmeti olduğu suret-i katiyede anlaşılıyor.

    Bu emanet-i mukaddeseye ehil olanları da Cenab-ı Kibriya,

    7

    ayet-i kerimesi ile tayin buyuruyor. Bu ayet-i celile-i ilahiyeden anlaşılıyor ki vezaif-i milleti deruhte edecek zevatın haiz olacağı en birinci meziyet, takvadır. Haseb ve nebebin asalet ve necabetin bu babda asla tesiri yoktur. Takva ki, Allah’ın hukukuna, kulların hukukuna tecavüzden mücanebettir (kaçınmaktır). Şüphesizdir ki, bu o hukuku bilmeğe vabestedir. Şu halde vezaif-i milletten bir vazifeyi deruhte edecek kimsenin o vazifeye ait malumatı haiz, istikamet ve reviyetle müştehir, erbab-ı iktidar ve liyakattan olması lazımedendir.

    İşte bunun içindir ki, Hoca-i Kainat aliyü’l-ekmelü’t-tahiyat Efendimiz Hazret-leri, bizzat kendileri umuma ait olan her hususta daima ümmeti ile meşvereti iltizam buyururlardı. Müddet-i hayatlarında vezaif-i hükümeti ehil ve erbabına tevdi ediyorlardı. Bu hususta hısım, akraba, dost, ahbab cihetini asla nazar-ı itibara almıyorlardı. Bütün teveccühat-ı Peygamberiye ehliyet cihetine matuf idi. Her işte adalet ve hakkaniyetten zerre kadar inhiraf buyurmadılar.

    İstikamet, ehliyet, adalet… işte Hazret-i Resulün istediği evsaf! İşte Cenab-ı Peygamberin aradığı meziyet! Dünyada iken, dünyadan gidiyorken, daima, daima in’itafkah (mütemayil) amali bunlardı. İstikamet, ehliyet, adalet.

    Meşhurdur, alem-i ahirete teşriflerinden üç gün evvel, minberi saadete çıkıp:

    Ey ümmet ve ashabım! Her kimin malını aldım ise işte malım, gelsin alsın, her kimin arkasına vurdum ise işte arkam gelsin vursun!..

    Kelam-ı ulviyeti ittisamlarıyla Zat-ı Risaletpenahileri’nin bir adalet-i müces-seme olduğunu son nefesinde bile bütün ashab ve ümmetine gösterdiler. Bu gibi haslet-i bergüzideleriyle (seçkin hasletleri) Zat-ı Risaletpenahileri’ne ilelebed kulub-ü ümmette nakabul zeval bir muhabbet, saf samimi her türlü riyadan ari bir muhabbet bıraktılar. Kendilerinden sonra o makamı mukaddesle şerefyab-ı saadet olan Hulefa-i Raşidin hazeratı da şu eseri Ali Rasul-ü Kibriya’ya harfiyen iktifa ettiler. Bu suretle zulam-ı cehalet içinde puyan olan (koşan), zincir-i esaret altında inleyen bütün akvama insaniyet, medeniyet, hürriyet, müsavat, adalet, refah ve saadetin ne demek olduğunu irae buyurdular (gösterdiler).

    İşte, Hazret-i Peygamber Efendimiz’in vaz ettiği şu metin esaslarla ruy-i zeminde misli görülmemiş bir hükümet-i fazıla tesis etti. Bu şemsi taban-ı hakikat (parlak hakikat), Hulefa-i Raşidin’in mesai-i ciddiye ve ikdamat-ı mütevaliyeleriyle (belli bir sıra dahilinde takip ettikleri gayretleriyle) bütün aktar-ı cihana şa’şaa’paş-ı adalet (adaletin parıltısı) oldu. Az zaman zarfında yüz milyonu mütecaviz mütehassır-ı hürriyet (hürriyetin hasretini çeken), müştak-ı adalet, meftun-u müsavat, biçareleri müstağrak-ı envar-ı saadet eyledi.

    Öyle bir hükümet-i fazıla ki, zir-i himayesine (himayesi altına), zir-i cenah-ı re’fetine iltica eden bütün akvam, Müslim, gayr-i Müslim, İsevi, Musevi… Bütün efrad-ı beşer hukukta müsavi idi. Nazar-ı şer’i de bir İsevinin, yahut bir Musevinin hakkı Halifenin haiz olduğu hukuk kadar mübeccel, muhterem idi. O ne adalet, o ne hürriyet, o ne musavat idi!.. Bir Musevi gelir bir Halife ile muhakeme oluyor. Biri oturursa diğeri ayak üzere durmaz. Biri ismi ile yad olunursa, diğeri künyesiyle, ünvanıyla çağrılamaz.

    Bunlar hep müsellem hakaik. İşte tarih, tarih-i insaniyet!.. İşte asar, asar-ı İslamiyet!.. Tetebbu ediniz, tetkik eyleyiniz, zerre kadar bir müsavatsızlık, zerre kadar bir adaletsizlik, zerre kadar bir istibdad nişanesi görmek mümkün mü? İslamın cins ve mezhep, din ve millet tefrik etmeyerek herkesi bir tuttuğuna herkesin hürriyet-i şahsiyesini ve bütün hukuk-u meşruasını tamamıyla bahş eylediğine delil mi istersiniz?

    İşte size bir muhakeme-i meşhure! Öyle bir muhakeme ki, Hz Ali, müdde-i aleyh, bir Musevi müddei. Kadı Şerih huzurunda ikisi de muhakeme oluyor. Hz. Hasan babasının lehine şehadete geliyor. Hakim reddediyor. Hz. Ali kabul eder, hiçbir eser-i ağraz göstermez. Hakim Musevi’yi ismiyle çağırır, Hz. Aliyi, “Ya Ebul Hasan!..” diye künyesiyle yad eder. Hz. Halife işte buna hiddet eder. Bunda bir şemme-i adem-i müsavat hisseder. Böyle idi o hükümet-i fazıla!.. Böyle idi o hükümetin erkanı!.. Böyle idi o hükümet efradının mazhar olduğu adalet, müsavat, hürriyet!.. Bu öyle mütehakkık bir hakikattir ki, bugün küre-i arzın her tarafında bulunan bütün akvam-ı mütemeddine bunu teslim ve itiraf etmek mecburiyetindedir.

    İşte görülüyor ki, usul-ü meşveret, müsavat, hürriyet, adalet gibi insaniyet ve medeniyetin üss’ü-l esasını teşkil eden erkan bundan bin üç yüz sene evvel taraf-ı ilahiyeden Müslümanlara ve bütün insanlara bahş olunmuş bir hakk-ı meşrudur. Bu hakkı bize mücerred Cenab-ı Hakim-i Müteal vermiştir. Hiç kimsenin bu hakkı vermiş olmak iddiasında bulunmağa selahiyeti yoktur. Fakat, vaesafa ki Hulefa-i Raşidin’den sonra ahkam-ı siyasiye-i diniye başka kalıplara döküldü. Makam-ı hilafete gelen zevatlar şahsi menfaatlerini düşündüler. Ağraz-ı nefsaniyelerine ram oldular. Bu maksatlarını temin uğrunda Cenab-ı Hakim-i Mutlak’ın çizdiği yoldan ayrıldılar.

    Not: Usul-ü meşveret, müsavat ve hürriyetin diyanet-i İslamiye nokta-i nazarından tetkik ve muhakematına ve ayat-ı Kur’aniye ile isbatına dair, ulemay-ı kiramdan ve fuzelay-ı zevi’l ihtiramdan fazıl-ı şehir Musa Kazım Efendi Hazretlerine vuku bulan talep ve müracaat üzerine, lutfen taraf-ı fazılanelerinden kaleme alınan makale-i alimane ve beliğanedir.

    Dipnotlar

    1. Al-i İmran/159.

    2. Şûra/38.

    3. Nisa/58.

    4. Maide/8.

    5. En’am/152.

    6. Nisa/58.

    7. Hucurat/13.