![]()
Ahlâk
"Yaz 2001" 75. Sayı
Dr. Tarık Ş. Nişancı
Siyaset Bilimci
Yaşanan hayatın her diliminde ve her mevkiinde geleneğe, kanuna uygun olduğuhalde, bireysel vicdana uymayan, dolayısıyla, yapılmaması gereken işler vehaller çok fazladır; suç teşkil etmediği, gelenek kötülemediği halde birtakım isteklerden, avantajlardan vazgeçmek sadece bireyin şahsi iradesinekalmaktadır. Ahlakın yüce bir değer olması, kişinin toplumla ve yasayla değil,sadece kendisiyle yüzleşmesinden kaynaklanmaktadır. Ahlak mefhumu sadece birfikirden, özlemden ibaret kaldığında pek bir anlam ifade etmeyeceğine göre,ahlakın pratik değerinin hangi şartlara tabi olduğu, birinci derecede önemarz eder. Çalışma, gayet geniş bir sahayı ilgilendiren ahlak kavramınınçeşitli yönlerine temas etmekle birlikte, bu yönde bir çözüm arayışınamatuf olarak kaleme alınmış bulunmaktadır.
Böyle bir maksat için elverişli bir mukayese ve değerlendirme imkanlarınıararken Kant Ahlakı’nıncazibesine kapılmamak, çok kere insanın elinde olamıyor. Etik meselelerinde,bu konudaki ciddi tartışmalarda kendisine atıf yapılan bir-iki ismin arasındamutlaka Kant geçer. Gördüğü ilgiye bakılırsa, insanın şöyle düşünesigelmekte: Kant, yazılarına, herkesin özel bir ilgiyle izlemesi için farklıbüyüler serpiştirerek herkesi bir şekilde kendisiyle meşgul ettirecek birçekim alanı oluşturmayı istemiş olmalıdır. Neredeyse, bütün Batı düşüncesinidamıtarak büyük bir maharetle iki ana kola ayıran filozof Kant, zekasınıdaha büyük bir istekle, tutarlı bir ahlak sisteminin inşası içinkullanmaya yöneltmiş, geliştirdiği ahlak düşüncesi kısa sürede bütündünyanın ilgisine mazhar olmuştur. Kant ahlakı ne ölçüde yeterlidir? Sözkonusuahlak kavrayışı, yaşadığımız kültürle, bağlı bulunduğumuz inançsistemiyle hangi buluşma noktaları içermektedir? Oldukça soyut ahlak gibibir konuda kısa sayılabilecek bu değerlendirme, yeni bir takım sorular uyandırabilirse,kendimizi maksadımıza ulaşmış kabul edeceğiz.
Hangi sınırlar içinde ahlak meselesini ele alacağımızı bir miktar dahabillurlaştırmamız gerekirse; bu çalışma, yalan söyleme, açık haksızlıkyapma, ahdini yerine getirmeme, namuslu olmama gibi ilk akla gelen ahlaksızlıkkategorileri üzerinde bazı mülahazalar sunma amacını gütmemektedir. Sözkonusuolumsuz fiillerin bazıları kanuni düzenlemeler, diğer bazıları da kınama,toplumdan tecrit gibi manevi müeyyidelere tabidir. Kısaca, bu yazı ahlakprobleminin kaba şekillerini konu almamaktadır. Hedef; çeşitli kılıflar,profesyonel gizlenmeler, abartılar, yanıltmalar, özel avantajlar sağlayantutumlar ilh. şeklinde ortaya çıkan ahlak problemlerini ihmal etmeyecek, mümkünmertebe tutarlı bir “ahlakteorisi”ne ulaşmak olacaktır.
Herkesin ahlak konusunda garip, ipe sapa gelmez özel tasavvurlara sahip olduğugünümüzde, asıl gözden kaçan hususlara mercek tutulması, hatta bundandaha çok, tutarlı bir ahlaki bütünlüğe ulaşılması özellikle bumeseleye kafa yoranların önünde bir mecburiyet gibi duruyor.
Geniş bir açıdan bakınca her yaşta, her cinste, her meslek ve her mevki(statü)de ahlaki bir problem görmek mümkündür; çoğunluğun düşündüğününaksine, statü yükseldikçe ahlaki sorun ortadan kalkmaz. Her nedense, günümüzde,açıktan kirli-karanlık işlere bulaşmamışsa; bir mühendisin, birdoktorun, bir öğretim elemanının hatta bir bakanın, başbakanın -hele birde “halim selim tabiata sahip”se- ahlaki tutumunun zayıfolabileceği çoğunlukla düşünülmemektedir. Hatta onların ahlaklılıklarıyüzünden o makamları doldurduğu sanılmaktadır. Böyle bir anlayışınyaygın olduğu bir yerde; ünvanını tercüme bir kitapla kazanan ve ömrününsonuna kadar bir telif eser veremeyen bir profesörün; özel muayenesine gelsindiye hastasına gülücükler dağıtan bir doktorun; bütün kadrolarıliyakatli-liyakatsiz hemşehrileriyle kapatan bir bakanın; yakın bir seçim öncesiasfalt yapıyorum diye yollara katran bulaştıran bir başbakanın derin birahlaki sorun içinde olduğuna hükmetmeniz “felsefeyapmak” olarak algılanacaktır. Felsefe yapmak, yaniilgisizliklerin peşinde koşmak… Bu damgayı üstünüzde taşıdığınız içinhuzurunuz kaçmasa bile, artık gündelik hayatın her köşesine sinmiş ahlakiproblemlere dikkat çekmeniz alaka uyandırmaz.
Ve hayat devam eder. Her yerde “yüzdeyüz”den mamul yaftalı ürünler çoğalırken, kalitesürekli olarak düşer. Ekonomik darlığın etkilemediği sektör patronlarıbirer ikişer işçilerine yol verir. Çok satan bir kitabın korsan baskılarıişportada sürüm bulur ya da telif ücreti ödememek için yayıncı kuruluşağır bir nostaljiye tutulmuş gibi sürekli aynı baskıyı yapar. Çatı katınataşınması güç gelen kitaplar, yandaki fakir babanın “zeki”oğluna “hediye”edilir. Kısa süre içinde zenginleşen bir tanıdığa,birden bire, geçikmiş hal hatır sormaların kefareti ödenir.
Kısacası, ahlak problemi bazen, ağır defolu bir malın herkesçe görüleceğikadar apaçık; bazen de sonu 99’larlaetiketlenmiş bir malı, fiyatı küsuratsız olan mala tercih ettirecek kadarprofesyonel yöntemler arkasında gizlenmiş bir şekilde ortaya çıkar.
Akıl-Ahlak İlişkisi: Bir Gereklilik mi, Bir Arayış mı?
Her kültür, her toplum formu, şimdi veya tarihi geçmişte ahlakikarakterli bir takım inanışlarla derinden belirlenmiştir. Büyük dinler, bütündünya görüşleri, hukuk düzenleri insanların neyi yapması gerektiği veyayapmak zorunda oldukları ve neyi yapmaya izinli oldukları konusunda bir takıminanışlarla doludur. Emredici ve yasaklayıcı kurallar manzumesi incelendiğinde,bunlardaki yapılıp yapılmama ölçüsünün sadece işe yarama (yararlılık)kaynağı ile sınırlı olmadığı kolayca görülebilir. Herkes, çok özelbir gayret sarf etmesine gerek olmadan eylemlerinde rasyonellikten (sonuçverici) daha başka bir özellik taşımasına az-çok önem verir ki, bu,herkesin yekdiğerinden beklediği samimiyet, güven, dürüstlük, nesafet gibideğerlerin kendisinden fışkırdığı ahlak duygusudur. Bütünüyleyitirilmemiş ise, vicdanın sesi denilen ruhta özel tarzda olup biten o şeyinyardımıyla, çatışan istekler dünyasında yolumuzu bulmaya çalışırız.
Ahlak, tercih yapma kabiliyetinde ve mecburiyetinde olan insanlar içindir.Akıllı bir varlık olan insan için tercih yapmak kaçınılmazdır. Bu bakımdan,melekler ve hayvanlar için bir ahlak problemi yoktur. Biyolojik açıdanhayvanlar ve bitkilerle, ruh ve irade sahibi olmak cihetiyle de meleklerle ortaközellikler taşıyan insan, akıl gibi ilginç bir hasse sahibidir. Çünkü,ne hayvanların ne de meleklerin tercih yapma kabiliyetleri/hürriyetleri vardır;hayvanlar kaba içgüdülere sahip olmalarına rağmen bunu fark edecek birakla, melekler ise ruha sahip olmalarına rağmen, üzerinde tercihyapabilecekleri meyillere sahip değillerdir.
Demek oluyor ki, pek çok alternatif arasından şunu ya da bunu seçmek;bazen de yapmamak (yasak) fikri üzerine düşünen, ölçüler arayan ve tayineden yegane yaratılmış, insandır. Akıl insanın önüne çeşitlialternatifler sunmaktadır; seçim yapma (özgürlük bilinci) sadece insandavardır. Akıllı varlıklar, hayvanlar gibi dış etkilere karşı edilgenkalsalardı, ahlakça kötü olan eylemlerin sonuçları kendilerine ait olmazdı.Özgürlük, eylemin sorumluluğunu yüklenmek içindir; değilse, “kayıtsızşartsız bir özgürlük” istemek,“akılsız hayvan”olmayı istemek demektir.
Ahlak, Arapça “hulk” (yaratma)fiilinin çoğul halidir. Yaratılışı gereği, insan veahlak arasında bir yabancılık yoktur. Çoğunlukla yanlış mana verildiğigibi ahlak (yaratılışa uygunluk), gücü ve arzuları ölçüsünde bir yaşamıdeğil, tam tersine, arzu ve bir fiil gücüne rağmen bilinçli bir şekildebir şeyi yapmamak iradesini anlatan bir kavramdır. Başkasıyla -insandanfiziki çevreye kadar- ilişkide verilen mücadele ve kavgada ya yenik düşmeninacısıyla ya galip gelmenin kısa süren sarhoşluğu ile ya da çok daha farklıbir nedenle, insan kendi sınırlarını anlama noktasına ulaşır; giderek kişilerdenbağımsız nitelikteki kurallara bağlanma ihtiyacı doğar ki, bu, çeşitliahlak ve hukukun telakkilerinin menşeini teşkil eder.
Çoğunlukla her insanın, ilk defa olarak kişiliğin oluştuğu gençlik yıllarındabirden bire duraklayıp kendi kendisine şöyle sorması hiç de şaşırtıcıdeğildir: Bütün bu olanların hepsi aslında nedir? Kendisine iyi denilen şey,iyi olmayı neden hak etmektedir ve bizden hangi hakka dayanılarak kendisineuymamız istenilmektedir; aynı şekilde biz, hem kendimizden hem de başkalarındanbir şeyin yapılmasını hangi gerekçeyle ve hakla talep etmekteyiz ve deedebiliriz? Böyle düşünüp duran bir kimse (etik felsefesine) ilk adımıatmış demektir. Yalnız, bazılarının ileri sürdüğü gibi, ahlakı ilkbulanlar filozoflar değildir. Çünkü daha felsefe yokken ahlak vardı. İnsanoğludünyaya gönderilişinden beri haklı ve haksız olanın ne olduğunu,yasaklamaların hangi hakka dayandığı fikrini içinde taşımıştır. “Etik”(ahlak felsefesi) ahlak üzerinde düşünmek demektir ki, bu teemmül çoksonralarıdır.1
Tarih boyunca insan, “olan”la yetinmemiş; doğru-yanlış, iyi-kötügibi “olması gereken”değer yargılarını daima içinde taşımıştır. Oinsan ki, hayvanlarda olmayan, derinden derine içinde yankılanan vicdanınınsesine büsbütün kayıtsız kalamamıştır. Kim ve hangi makamda olursa olsunherkes yaptığı hareketlerin -hiç olmazsa kendi ölçüleri içinde- haklıbir sebebe dayandığını bir yandan kendi içinde yaşamak ister; diğeryandan, dış dünyada haklı olduğu fikrini uyandırmaya çalışır. Hemenher insan kendi “ben”inin iktidarınıolabildiğince genişletme davasında huzursuz bir şekilde didinirken, haklılık,nesafet, adalet gibi ahlaki değerlere dayanma gayretkeşliğinden de geridurmaz. Bu anlamda insan hiç bir zaman tarafsız değildir. Dolayısıyla o, yahakikaten veya sahte olarak ahlaklıdır.
Tarihin her döneminde çeşitli şekillerde hareket edilmiştir. Fakat herzaman, adalet, eşitlik, doğruluk, hürriyet göze çarpar bir şekilde sözkonusu edilmiştir. Bilgelerle, kahramanlar tarafından samimiyetle ve hakikatadına; siyasiler ve demagoglar tarafından riyakarlıkla ve menfaat adına. “Çartahtında cellat”olarak adlandırılan Korkunç İvan bile, haksız yere ölümemahkum ettiği dört yüz asilzadeyi idam ettirmeden önce bu kararının haklıolduğunu teyid ettirmeye çalışmıştı. Şahsi veya demagojik nedenlerleyapmış olabilir, fakat neticede ahlak mahkemesinden kaçamamıştır. Sahteahlak olarak riyakarlık, hakiki ahlakın kıymetinden bahseder, tıpkı sahteparanın, muvakkaten de olsa, değerini hakiki paranın mevcudiyetine borçluolduğu gibi. İki yüzlülük, herkesin herkesten ahlaki bir davranış beklediğineen ilginç bir delildir.2
Dünden Bugüne Muhtasar Batı Ahlak Tarihi
Ahlak kavramı çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Ahlak tarihi boyuncapek çok ahlak anlayışı bir biriyle çarpışmıştır. Çağlar boyu geliştirilenfelsefi ahlak düşüncesini ana hatlarıyla ortaya koymak üzere, geleneğeuyarak başlangıç noktasını ilkçağdan başlatmak gerekirse, ilk çağahlakının -Sokrates, Stoacılar vs.- bu çerçevede ana sorusu; “bendenistenilen nedir?” değil de, “mutluolmam için ne yapmalıyım?”dır.3
Bütün antik çağ ahlakı eudaimonist (insan eylemlerinin son amacınımutluluk gören anlayış)tır. Bunu Demokritos’akadar götürmek mümkündür. 18. yüzyıl aydınlanmasındada aynı karakteri bulmak mümkündür. Stoa felsefesinde mutluluk erdemle özdeştir.Demokritos, sadece eylemlerimizin değil, taleplerimizin de eğriliklerden sıyrılmışolmasını ister. Ona göre, insan, zorlanarak değil kendi düşünüşü iledoğruyu yapmalıdır. İnsan başkalarından çok kendinden utanmalıdır.Sadece doğruluk bilinci ruh dinginliğini sağlar. Bunun için de Demokritosüç yol gösterir: Doğru düşünme, doğru konuşma, doğru eyleme. Bütünyanılmaların sebebi bilgisizliktir, daha iyinin bilinmemesidir. Ruhu huzurakavuşturan ancak bilgeliktir. Sofistlerin bilgi anlayışı her bakımdanbireyi göreceliliğe götürmüştü.
Bunların aksine Sokrates, herkes için geçerli olabilecek olan hakikatiaramaya koyulmuştur. Sokrates, erdem ile bilginin eşit olduğu görüşündedir.Ancak kendisini bilgili sanmak da kuruntudan başka bir şey değildir. Sokrates’egöre her erdem bir bilgidir. İyi ile doğrunun ne olduğunubilen kimse erdemlidir, adildir, şecaatlidir. Sokrates’egöre iyinin ve kötünün son yargıcı olarak bir “özne”kavramının ortaya çıkmasının felsefi kaynağıolarak görülebilir. Düşünür, kendi içinde adeta ilahi kaynaklı bir sesinvarlığına inanmış ve her zaman emirlerine uyduğu bu sese daimonion(vicdan) adını vermiştir. Ona göre, Ahlaki hayat, maliyeti ne kadar yüksekolursa olsun bu sesin peşinde gitmekle mümkün olabilir.4
Sokrates’le aynıdönemde Roma’da güçlü bir ahlakises yükselmiştir. Köleliğin en köklü kurumlardan birini oluşturduğuonlara her türlü hakaretin yapıldığı bir dönemde insan eşitliğine önemveren bir ses yükselmiştir. Bu ses: “Kendinden üstün olan sana nasıldavranmasını istiyorsan sen de kölelere öyle davran”,“evet bazıları köledirler ama hepimiz de kaderinelinde zavallı köleler değil miyiz”diyen Senaca’ dan başkasına ait değildi. O, insan değeri konusundaenteresan bir kriter bulduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Ben köle-efendi ayırımıyapmaksızın her bir insanın değerini, görevine değil ahlakına görevereceğim.5 Çünkü insan kendi ahlakını kendisi oluşturur; ama göreviniona rastlantılar yükler. Köledir diye insanları hor göremeyiz, baksanıza,kendisini özgür sananlara, kimi tamahın, kimi şöhretin, her kes umudun, herkes korkunun kölesidir.
Ahlak vurgusunun kesin bir şekilde ortaya atılması Hıristiyanlıklaberaberdir. Çağlar sonra, batıda faydacılık akımı yeşererek Hıristiyanlığındüşkünlerden yana olunması akidesine son darbeyi vurmuştur. Bu akımın öndegelen temsilcilerinden biri olan Benthama göre, tüm canlılar hazza yönelir.Haz elde etmek için çabalarlar. Doğaları gereği acıdan kaçınır hazisterler. İnsan eylemleri de bunun dışında değildir. Bu dünyanın hazlarındanyüz çeviren insanlar bile öbür dünyada mutluluğa erişmek istediklerinden,onlarda nihai olarak hazzı aramaktadırlar. Bentham çok az insanın çileci(asket) tip olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Ama her haz, arkasından acıgetirmez. Bu olgu bir ahlak bilimini zorunlu ve yararlı kılar. Akıllı insanancak daha büyük bir haz için daha küçük hazlardan vazgeçer. Yani haz ileondan veya ona bağlı olarak doğabilecek elemleri karşılaştırarak hareketetmek durumundadır insan. Ancak bunun muhasebesini yapan insan, yani bu konudabile rasyonel bir karşılaştırma yapan insan erdemli (ahlaklı)dır.6 Bu ölçüinsanı ve onun davranışlarını yargılamak bakımından da bir ölçüolacaktır. Şu halde kötü insanlar yoktur, kötü hesap eden insanlar vardır.Bu insanlarda mutluluğu isterler ama yanlış hesap yaparlar.
Bundan şu sonuç çıkar; toplam/nihai olarak haz veren şey erdemli bireylemdir, bunu yapan da erdemlidir. İnsan bir toplum içinde yaşadığına göreonun her eylemi, “olabildiğinceçok sayıda insanın olabildiğince mutlu edecek bir eylem”olmalıdır. Kısaca ahlaklı insan, kendi iyiliğiisteyecektir, ama bunu “çok sayıdainsanın çok sayıda mutluluğunu”istemeden gerçekleştiremeyeceğini bilecektir.
19. yüzyıldan günümüze kadar ise Batıda ahlakın ölçüsünün ne olduğukonusunda, rasyonalist, deneyci, sosyolojist ahlak anlayışları olarak üçyaygın kategori belirlenebilir. Rasyonalist ahlakçı filozoflara nazaran ahlakbilgiye eşittir. “İyilik”bilgisine sahip olan bir kimsenin zorunlu olarak sahibini doğruhareket etmeye sevk edeceğini ileri süren Sokrates’inve ansiklopedist aydınların izinden giden rasyonalistahlakçılar, selefleri gibi insanı ahlaklı kılmak için doğrunun öğrenilmesinikafi görüyorlardı. Deneyci ahlakçılar ise ahlaki olgunun deneyle ortaya çıkarılabileceğidüşüncesine sahiptirler. Emile Durkheim’labaşlayan “sosyolojizm” (birey, toplumda ortaya çıkandavranış kurallarıyla kaynaşmalı, toplum içinde kendisini eritmeli) akımınınahlaki yaklaşımı ise, bir tür dayanışma ahlakıdır. F. Ruhl’unkurduğu “namusluadam” ahlakı da sosyolojist ahlakın, akılcıistikamette geliştirilmesinden ibarettir. “Namusluadam vazifesinin gereği üzerinde düşünüp taşınmadanönce, harekete geçer ve işini yapar.”7Türk düşünürlerinden Z. Gökalp’in “gözlerimi kaparım,vazifemi yaparım” sözü böyle birdüşüncenin etkisi altında geliştirilmiştir.
Eleştirel bakışı da eski çağlardan bu yana tarihsel çizgi içinde yürütecekolursak, Sokates’in iki bin yıldan daha çok bir zamanönce “bilme”ye yaptığıvurgu, tek başına büyük bir hadisedir; ama bilgi ile doğru fiil arasındabirebir ilişki kurması doğrusu hiç de gerçekçi değildir. Böyle olsaydı,bütün kötülükler sadece bilgisizlerin işi olabilirdi, bilgeler yaptıklarındanhiç bir zaman pişmanlık duymazlardı. Bilme ve amel arasında bir mesafeolgusu az çok herkesin kendi iç dünyasında yaşadığı bir tenakuzlakolayca anlaşılabilir.
Benthamcı “yararcılık”ında sağlam bir ahlak sistemine kaynaklık edemeyeceği ortadadır. Herkesinkendi hazzı peşinde koşması, bunda da haklı sayılabileceği bir durum, şiddetive zulmü meşrulaştırmaz mı? Rekabetin yenik tarafı olmamak kaygısı ebedidüşmanlıkları körüklemez mi? Hazzı esas alan ahlak görüşünü gerçekteninsanlar benimseyecek olsa, yaşamak için yaşatmamak hayatın en soğuk ama enbüyük düsturu haline gelmez mi? Bir medeniyet olarak Batı’yıve Doğu’yu ayıranen önemli fark, tam da bu sorularla belirlenebilir. Hayatı zevk ve eğlenceninaracına dönüştürme; zorunlu olarak acımasız bir mücadele fikrinevarmaktadır: Yunan destanları baştan başa birer cinayet salnamesidir. Asırlarsonra Batı’nınkıvrak zekalarından Goethe bile “yaörs olacaksın ya çekiç”demekte bir beis görmeyecektir. Doğu, Sadi’denSaid’e kadar aksi bir kanaati dile getirmektedir: “Dünyanınbütün insanları için bile tek bir insanın hakkı ihlal edilemez.”
Aynı şekilde, empirist ve sosyolojist ahlak görüşlerigüçlü bir takım tenkitlerin altında ezilecek kadar zayıf yanlar içermektedir.Birincilerinde, ahlakın bir deney gerçeği değil, bir değer gerçeği olduğunu,ikincilerinde ise insanların iyilikte olduğu kadar kötülükte de dayanışmayapabileceği unutulmuş gözükmektedir. “Vazifeahlakı” insanırobotlaştırabilir, duygusuz, değer yargıları yitmiş bir “görevcanavarı”na dönüştürebilir.Gerçekten mesleğiniz cellatlık ise, göreviniz bütün yabancıları fişlemek,çeşitli adlar takılarak önünüze dizilen unsurları kurşuna dizmek ise böylebir adanmışlıkla ahlaklı kalmanız zor değil, imkansızdır.
Bireyin dünya görüşü içinde ele alınan etik değerlendirme, rasyonelve bilinçli şekilde gerçekleşmesi arzulanan “olmasıgereken” davranışıifade eder. Bu davranış, bireyin içindeki bir makam tarafından konulmuş birkurala dayandığından, şartsız ve kategoriktir. Dilimizdeki “çiftestandart” terkibi ile anlatılan tutumlar, bu anlamdakidavranışın tam negatif kutbunda yer alır.8 “Olmasıgereken”in buyruk mahiyeti, bunukoyan ve uygulayan failleri ilgilendirir. Ahlaksal olan, yaşama geçirilmedikçebir spekülasyon ve fantezi olarak kalır. İsteyerek yapılan her hareketteahlakilik damgası vardır. Doğrusu, ahlaklılık, özde iyi olan şeyiyapmakla başlar, bu anlamda denilebilir ki, “hareket” iyiliktir. Demek ki,insanın istemesi, hem hareketi hem de düşünceyi tayinettiği için irade (isteme), ruhsal ve ahlaksal hayatın ortak kaynağı olarakkabul edilebilir.
Kant Ahlakının Teorik Temelleri
Kant’ınahlak anlayışı, her yerde ve her zaman neyi yapmamız gerektiğini değil,neyi istememiz gerektiğini içerir. Bilinçsiz bir “yapma”nınkarşısında, “isteme” bir bilinçve irade işidir. Kendisi dışındaki tüm varlıkların adeta otomatiğe dayalıdavranışları karşısında, potansiyel olarak onu değil de bunu yapabilmekabiliyeti, yani özgürlüğü, insanı diğer varlıklardan üstün kılanyegane bir özelliktir. Buna göre ahlak, özgürlüğün zorunlu birfonksiyonudur;9 yani davranışın ahlaksal olarak eşsiz kıymeti, eğilimdendolayı değil, iradi bir iyilik yapıldığında ortaya çıkar.10 Özgürlükprensibi, insanın her türlü dış etki ve güçten bağımsız olarak kendikendine empoze ettiği bir yasayı ifade eder. Yani, ahlak yasası bakımındaninsan, hem yasa koyucu, hem yasa yapıcı hem de teba durumunda olduğu için,kendisinden başka bir varlığa itaat etmemiş olur. Bu sonuca ancak, “mükellefiyetahlakı” ilevarılır.11 Mükellefiyetten dolayı yapılan bir eylem,ahlaksal değerini, onunla ulaşılacak amaçta değil, onu yapmaya zorlayan düsturda(maksim) bulur.12 Diğer bir deyişle, eylemi anlamlı kılan, onun temelindeyatan “isteme”nin, herhangi bir içeriktarafından değil, ahlak yasası tarafından belirlenmişolmasıdır. Bir eylemin değeri, özünde iyi olan niyete bağlıdır.
Kant’ınsisteminde, ahlaki (noumenel) alan ve olgusal (phoenomel) alan ikiliği önemlibir yer tutar. O, evreni ikiye ayırdığı gibi aklı da aynı şekilde, “nomenelakıl” ve“fenomenel akıl”olarak iki şubeye ayırarak anlamaya çalışmıştır. Ahlaki alan, asli olmasıdolayısıyla fenomenel alandan daha üstündür. Her iki alan aklın iki ayrışubesi tarafından anlaşılabilir. Buna göre, aklın bir şubesi olanfenomenel akıl, ancak tecrübe eder ve bu alemin kanunlarını keşfeder. Bu akılla,gözlemlenebilir alemin ötesini, yani metafizik alemi kavramak mümkün değildir.O halde aklın bu şubesi, insana sadece fizik aleminin açıklanmasında, diğerbir ifade ile bilimsel konularda ölçüleri keşfederek rehberlik edebilir. Hertürlü bilimsel/teknolojik gelişme aklın bu şubesinin çabasıyla mümkünolabilmiştir. Aklın bu şubesi görünen kevni alemin bütün kanunlarınıbulabilme potansiyeline sahiptir. Ancak, ahlak yasalarının açıklanmasındabu akıl (fenomenel akıl) ve onun ölçüleri çok aldatıcı bir ölçüdür.Zira, eğer ahlak yasası tecrübi unsurdan ibaret olsaydı, o zaman ahlakındeneyselliğe tabi olması sözkonusu olurdu ki, bu; ahlakın, maddenin üstündeolduğu düşüncesini geçersiz kılardı.13
Dış dünyayı inceleyerek ve gözlem yaparak elde edilen sonuçların,ahlak kurallar için bir emsal teşkil etmesi düşünülemez. Zamanına kadar,genellikle bir duygu sorunu olarak ele alınmış bulunan ahlak görüşlerinireddederek, ahlakı, aklın (hem de bilimsel keşifler yapan akıldan daha üsttekibir akıl) bir çabasına dahil eden Kant, bununla en başta mutlulukçu anlayışlarınıtemelinden sarsarak, ahlakta yeni bir dönem başlatmıştır. Kant’ınahlak anlayışı şu tarz telakkilerin daima karşısındadır: Alçak gönüllüolmalıyız, zira ancak bu şekilde dostlarımız olabilir. Dostlarımız olmalı,zira sadık dost insan için en büyük yarardır. Toplum işlerine karışmalıyız,zira bütünün iyiliği tek tek bireylere de iyilik getirir. Yalan söylememeliyiz;zira, bize kimse güvenmediği için, işimizi ve ticari kredimizi kaybederiz.Kant bu şekilde yararcı ahlaka karşı mücadele bayrağı açar. Ona görebir davranış kalıbı sadece ve sadece özünde iyi olduğu, insana yaraştığıiçin yapılmalı ya da yapılmamalıdır; tam bir tutarlılık için ilkelerehiç bir şekilde istisna tanınmamalıdır. Öyle ki, bir adam telaşla önündekiilk eve sığınsa, ardından silahlı başka bir adam ev sahibine bu adamı görüpgörmediğini sorsa, ahlaklılığın bir gereği olarak kendisinden bir cevapbeklenen adam, arananın kendi evine sığındığını söylemelidir.
Kant, aklımızın bir yönünü çalıştırarak maddi alemdeki evrenselkanunları bulabileceğimizi, diğer yandan da deney ya da gözlem yapmadan (aprirorik olarak)*, tümüyle aklımızı işleterek manevi hayatımız için tıpkımaddi alemin kanunları (adetullah) gibi kesin ve evrensel kanunlar keşfedipbunları manevi hayatımız için düstur yapmamızı istemektedir. Suyun yukarıdanaşağı doğru akması, bırakılan bir cismin düşmesi, gece ve gündüzünpeş peşe gelmesi evrenseldir; insandan gayri canlı varlıkların davranışşekilleri de önceden belirlenmiştir. Onlar, seçim sahibi değildirler;mecburdurlar. Kant’a göre hürinsan, aklıyla, doğru hareket tarzlarını bulup,bunlara mutlak anlamda bağlanmalıdır. Böylece dış dünyada zorunluluktankaynaklanan belirlilikler (kanunlar) şeklinde görünen ahenge iç dünyasındakesin kurallar keşfedip uymasıyla katılmalıdır insan. Anlaşıldığı gibionun ahlak telakkisi kanun şeklinde bir kesinlik ve süreklilik düşüncesinedayanmaktadır.
Bu bilgiler ışığında Kant’ınuyulmasını istediği “ahlak” düşüncesini,“bilerek isteyerek yani taammüden bir gayeyi gerçekleştirme amacına yönelikyarar-amaçlı olmayan bir fazilet arayışı” olarak tanımlamakmümkündür. Harici bir zorunluluktan ya da yaratılıştan gelen bir eğilimdendolayı belli bir sonuç elde edenlerin davranışlarına “ahlakilikpayesi” vermek gerekirdi. Bu ahlaki ölçüler içinde, filozof Kant için,mesela bir mide hastasının “azyemesi” -az yemek iyi olduğu halde- ahlaki bir davranışolmadığı gibi, yaratılıştan zeki bir öğrencinin hiç çaba sarf etmedenulaştığı başarının, halim-selim tabiatlı bir insanın sabırlı vehuzurlu görünüşünün aynı şekilde övgüye değer (yüksek) bir ahlaki kıymetiyoktur.
Öte yandan, ileri sürülen mantık gereği, istenen sonucun alınamaması,teşebbüsün akim kalması bir fiilin ahlaki değerini eksiltmez. Önemli olan,şimdi veya gelecek adına hiç bir menfaat gütmeden bir feragatin tezahürüdür.Şayet böyle olmasaydı, bir nehrin azgın selleri arasındaki bir çocuğukurtarma teşebbüsü akim kalan bir insanın girişiminin, istenen sonuç eldeedilmedi diye, değersizliğine hükmetmek gerekirdi. Bundan başka, sadece başarılı-yararlısonuçlara ahlakilik hakkı tanınırsa, hayatlarını büyük davalaravakfeden, rahat yüzü görmeyen; üstüne üstlük, çoğunlukla hedeflediğisemereleri ömründe göremeyen büyük şahsiyetlerin davranışlarına ne adverilecekti? İnsan şu dünya ile mukayyet, nisbi ve mahdut olmayan bir yanıvardır ya da devamlı hayranı olduğumuz bu büyük şahsiyetler birerbeceriksizlik örneğidirler. İkinci faraziyeyi kabul edince, her şey çöker.
Günümüz ahlak (etik) tartışmalarını derinden etkileyen bir ahlak anlayışıdırbu. Aydınlanma filozofu Kant’ınahlak anlayışı öylesine bir rağbete mazhar olmuştur ki, Kant için ahlakınNewton’u yakıştırmasıyapılmıştır. Bu iddia sahiplerine göre; maddi dünyanın kanunlarının keşfedebileceğinigösteren Newton ise manevi dünyanın kesin ahlak kanunlarının akıl tarafındanbilinebileceğine işaret eden de Kant’tır.Şu farkla ki, onun üzerine aldığı iş Newton’unkindendaha zorludur. Newton’un peşinde koştuğu bilimsel nitelikteki önermeler,olgusal içerikli, yani sentetik önermelerdir. Sentetik önermeler seçilen birparadigma ya da paradigmalar ışığında incelenen olgulara ilişkin önermelerdir.Bunlar, gözlem ve deney yoluyla test edilebilir, daha yerinde bir tanımlamaile doğrulanabilir ve/veya yanlışlaşabilirler. Sentetik önermeleri bilimselbilgi durumuna getiren, onların doğrulanma/yanlışlanma potansiyelidir. Oysa,Kant’ın keşfetmeğe çalıştığı ahlaksal ilkeler(kanunlar), hiç bir zaman yanlışlanamazlar.
Ahlaksal emirlere, sentetik a priorik yargılar sonucu ulaşılabilir.Sentetik önermelerde bulunan akıl sadece tespit eder, insanı herhangi birdavranışla yükümlü kılmaz; nomenel akıl ise kesin davranış kalıplarınıkeşfederek ilkeler ortaya koyar. “Ahlakyasası, gerçekte özgürlük aracılığı ilenedenselliğin yasasıdır, dolayısıyla metafizik bir dünyanın imkanınınyasalarıdır”. Bu yasa, “herkese,hem de tam olarak kendi kendine uymayı buyurur…[çünkü]ahlaklılığın kesin buyruğunu yerine getirmek her zaman herkesinelindedir.”14Görüldüğü gibi Kant’taahlak, bir buyruk (olması gereken) mahiyetindedir.
İnsanın amacını, toplum makinesinin kusursuz işleyen bir çarkı olmakeyfiyetiyle açıklayan Aristocu gelenek karşısında Kantçı ahlak (erdem),bireyin kendi iç tutarlılığı ile, onun bir toplum üyesi olması çelişkisinde-bu günkü dilde ifade edecek olursak, ahlak ile politika arasındaki çelişki-ahlakın yanında yer alma iradesidir. Kant, iyi vatandaştan ziyade, iyi insanınyanındadır. Bu meyanda o, “şeytanlardanoluşan halk sadece akıllarının olması halinde bile devlet kurma işini başarıile çözebilir.”15 şeklinde dramatize bir ifade ile her türlü ahlakidavranışı yüceltmektedir. En özlü ifadesi ile ahlaksallık, her türlü düzlemdebencilliğin dışlandığı bir erdemdir. “Öyle davran ki, bu davranışınevrensel bir kural haline dönüştürülebilsin”temel bir düsturdur. Genel olarak olumlu ve olumsuz eylemler olarak ikikategoriye ayrılan insan eylemlerini yukarıdaki ahlak düsturuaçısından değerlendirmek gerekirse; olumlu eylemlerde “ahlakilik”,“kendin için istediğin bir şeyi her kes için genelleştirmeyerazı mısın?” Dahasıbuna kaynakların ve imkanların sınırlı olduğu bir dünyada imkan var mıdır?soruları ile mihenge vurulabilir. Diğer bir deyişle, herkes senin gibi yaptığı,konuştuğu, tükettiği, kullandığı, harcadığı vs. zaman hiç bir şekildebir dengesizlik, düzensizlik meydana gelmiyorsa ancak bu takdirde yapılacak şeyahlakidir. Buna göre mesela, on kişinin katıldığı süresi önceden yarımsaat olarak belirlenmiş bir toplantıda, aynı konumdaki üyelerden bir tekininyirmi dakika konuşması ahlaki değildir. Yirmi milyonluk bir metropolde şebekesuyu kullanarak bir apartmana kocaman bir havuz inşa etmek de böyledir.
Olumsuz eylemler içinse ahlakilik, “başkasındanyapmasını istemediğin bir şeyi kendine tatbik etmeye hazır mısın?”sorusuyla sınanabilir. “Alice”-”kraliçe”arasında geçen aşağıdaki diyalogda “alice”inkraliçeye verdiği cevap tam bir ahlak dersi içermektedir:
Alice, “lütfen bana söylermisin” diyerek başladığı sözünü bitirmesine fırsat vermeden kraliçe,Alice’i sert bir şekilde uyardı:
— Patavatsız şey, sen yanlış birileri seninlekonuştuğu vakit konuş.
Küçük bir söz düellosuna hazır olan Alice’incevabı ise her zamanki gibi zeka yüklüydü:
— Fakat her kes bu kurala uysaydı, yani herkes konuşmakiçin başka birisinin kendisiyle konuşmasını bekleyecek olsaydı, hiç kimsekonuşma hakkına sahip olamayacaktı.
Birey için geçerli ahlaki ilkeler toplumlar ve devletler için istisna teşkiletmemektedir. Kant, sistemini, daha büyük organizasyonları ihmal etmeden,birbirine bağlı genel ilkeler çıkararak ortaya koymaktadır: “Egemendevletin güvenliği ile toplumunun güvenliği arasındakiçelişkide toplumun güvenliği”;“ulusun refahı ile insanlığın refahı arasındaki çelişkideinsanlığın refahı”; “bu nesillegelecek nesillerin ihtiyaçları arasındaki çelişkidegelecek nesillerin ihtiyaçları”;“devlet hakları ile insan hakları arasındaki çelişkideinsan hakları”; “kamusal birkararla, bireyin vicdanı arasındaki çelişkide kişivicdanı”; “kolay refah yolu ile meşakkatlibarış yolu arasındaki çelişkide, meşakkatli barış yolu” önceliklidir.16Buna göre, en üst kurumsal yapı devletin varlık meşruiyeti,genel olarak, insan haklarını koruma derecesi ile ölçülür.
Evrensel düzenin dışında ahlaklılık yoktur. Bilim, sanayi vs. hepsi deahlaki bakımdan aynı derecede iyiliğe veya kötülüğe yol açabilirler; birbilim adamının buluşu, insanlığa kötülük getirebilir; ateşli bir vatanaşkı, ölçüsüz bir kinin sebebi olabilir. Hareketini, evrensel ölçüyevurarak ve kendi hareketinde evreni kucaklayarak orada kendi bilincini aramasıylainsan, ancak ahlaksal davranışı içselleştirebilir. Bu ahlak anlayışısahipleri, şu meşhur mecaza başvururlar: “Dünyayıkılacak olsa bile adalet yerini bulmalıdır (FiatJustittia et Peraat Mundus)”. Onlar,adalete olan ihtiyacı keskin bir üslup ile dilegetirirler. Zira, adalet yerini bulsa, dünya hiç bir zaman yıkılmayacaktır(Fiat Justitita, ne pereat mundus) ya da eğer adalet batarsa, o zaman yeryüzündeinsanların yaşamasının artık mana ve kıymeti kalmayacaktır.17
Bundan başka, ahlakın gerçekleşmesi şartlarından biri de ruhun sonsuzluğudur.Kant’a göre bu ide’ler, teorikolarak ispat edilemezler; zira, ahlak kanunları, küllive mutlak olduğundan kendilerine mutlak itaat edilmesi gerekir. Fakat bu görevi,insanın sadece geçici olan bir dünyayı esas alarak yerine getirmesi imkansızdır.Ahlaki görev ide’sinin en son amacıancak erdem yolunda sonsuz ilerleme ve olgunlaşma (tekamül) olabilir. Bu durumise ancak, ruhun sonsuzluğu sayesinde mümkündür. Ahlak kanununa uyma, erdemve saadete erişme yolunda ki mücadele ve gayret arasında bir ‘birlik’olmalıdır. Fakat, bu üç şey arasındaki ahenk tamamıylabu dünyada gerçekleştirilemez. Şu halde, bu ahengi sağlayacak tabiat üstübir varlık olmalıdır.18
Kant Ahlakı ve Dini Ahlak
Mukayeseli bir ahlak çalışması için Batı ve İslam gibi iki kategoribelirlenecek olursa İslam’ınahlak anlayışına en çok yaklaşan herhalde filozof Kant olmuştur. Onunahlak teorisi: “Öyle davran ki,senin o davranışın bir kural haline getirilebilsin”düsturu etrafında şekillenmiştir. Dikkat edilirse bu düstur,hemen “sana yapılmasınıistemediğin bir şeyi başkasına yapma”hadisini akla getiriyor. Filozof, İslam kaynaklarıyla doğrudanveya dolaylı bir şekilde tanışmış olmalıdır. Ahlaki bir yaşam içinAllah’ın veebedi bir hayatın lüzumuna inanan Kant, İslam’apek yaklaşmıştır. Batı ahlak tarihi dikkate alınırsa, Kant ahlak sistemihala aşılamamıştır.
Bilimsellik kisvesi altında Allahsızlığın ve dolayısıyla ahlaksızlığınsavunulduğu bir dönemde, maneviyatın ve ahlakın temsilciliğini üstlenmesinoktasında Kant’a hakkı teslim edilmelidir; Ancak,meseleye İslami bakış açısıyla yaklaşıldığında onun ahlak sistemdeeleştirilecek pek çok nokta bulunabilir. En başta, filozof Kant’ınçıkış noktası “din” değildir.Ona göre, din, ahlakı takip eder; ahlak dini değil. Din, Allah’ave ahiret gününe inanmanın bir gereği olarak ahlaklılığıiçerirken; Kant sisteminde, ahlaklılık temelde insanın kendi kendisinefendisi olma çabasıdır; dolayısıyla, iyi davranış gerektiği için; yücebir yaratıcının varlığı ve ebediyet düşüncesi savunulmaktadır. Dinise, müntesiplerinden hayatları boyunca ahlaki bir hayat seçmelerini ister.Çünkü onlar Allah’a inanmaktadırlar.Kuran-ı Kerim’de, iman ve amel-isalih birlikte zikredilir, iman tek başına soyut bir fikirden ibaret değildir(“İnnellezine amenu ve amilussalihat”en az elli yerde geçer). Amel-i salihin (iyi işlerin) kaynağı olarak imandaima öncedir.
Böyle bir mukayesede nirengi noktası olarak şunu alabiliriz: Kant’a göre,insan hakikatin büyük bir kısmını kendisi bulabilirve yaşayabilir; bir yaratıcının varlığı tekemmül ettirici, ikinciderecede bir unsurdur. Dini ahlak ise, Allah’ateslim olmakla başlar.
Tatbikat olarak, ferdi davranış olarak ahlakın doğrudan doğruya dindarlığabağlı olmadığı kabul edilebilir ancak, prensip olarak ahlak, din olmadanvarolamaz; sonunda kendisini tekrar eder. Ateizm yolu eninde sonunda Allah’ıinkar düşüncesine ve ahlaksızlığa çıkar. Bu dünya hayatında yapılanlarınbaşka bir alemde mükafat ve mücazat olarak karşılığı yoksa; insan sırfdoğru(luk) düşünceyle, şahsi zevklerden niçin vazgeçsin? Çünkü insan,yaratılışı gereği hazır lezzeti arar. Büyük güçlüklere, fedakarlılararağmen yapıyorsam, bir eylemde bulunuyorsam, böyle bir istek ancak bu dünyayıve bu hayatı tek hayat görme halinde haklı gösterilebilir.
İlerleme, gelişme kavramları ile ahlak kavramı arasında tam bir tekabüliyetinkurulamaması, hatta bir gerilimin bulunması dinin imtihan boyutunu önemli kılmakta,her türlü meşakkat ve olumsuz durum karşısında kişi ya da kişilerekuvvetli bir istinat kaynağı teşkil etmektedir. Günah olan tavırlar bazıhallerde toplumun maddi ilerlemesini teşvik edebilir olsa da, en kuvvetliler çevreyeen iyi uyum gösteriyor gözükseler bile, dini ahlak, her zaman güçsüzlerinhimaye edilmesini, merhameti, saygıyı istemiştir. Bu noktada ahlak ve tabiatbirbirinin karşısında yer almış bulunmaktadır. Kant ahlak sisteminde busorunun tatminkar bir cevabını bulamıyoruz. Gerçi “dünyabatsa da adalet yerini bulmalıdır”sözünün sahibinin Kant olduğunu biliyoruz? Lakin, enson aşamada, ümit ve emelleri büyük, ömrü kısa şu insanın niçin birhareket tarzı sergileyeceğini yine insanın kendi psikolojik yapısıbelirler? Sırf bir ilkeden dolayı kaç kişi sonsuza kadar bir hareket üzerindeısrar edebilir?
Kant açıkça söylemese de, bize bir elit ahlak sistemi sunmaktadır. Bireyolarak, daha tutarlı bir ahlak üzerinde durabiliriz, ama bunu başkasındantalep etmeye hakkımız yoktur. “Kompleks”varlığa sahip bir insan gerçeğinde ideal anlamın özüakıldır, en az bunun kadar bir gerçek daha caridir; insanlar hiç bir zamanduygularından bütünüyle sıyrılarak davranışta bulunamazlar. Akıl biryana, duygu bir yana çektiği vakit ceza fikri aklın sesini çoğaltarakgayr-i ahlaki eylemlerin ortaya çıkmasına mani olabilir. Genel olarak İslamdüşünürleri duyguları köreltmeyi değil, onları vasat (orta) haddine çekmeyitembihlerler. Kant, sevgi, şefkat gibi değerlerin kendisinden fışkırdığıinsanın önemli bir yönünü; duyguyu sıfırlamak istemektedir. Malumdur ki,her aşırılık başka bir aşırılığın habercisidir. Kaldı ki, her şeyinaklileştirildiği bir dünya insan hayatını monotonlaştırarak hayatı çekilmezkılar. Önceden kurgu, tavizsiz, toleranssız, acımasız bir makine düzenininişlemesi demektir. Bir doktor, diyelim ki, dakikası dakikasına görevi başındabulunmakta, tam saatinde mesaisini bırakmakta, tam belirlediği saate uyumaktave ertesi gün tekrar tam saatinde işine başlamaktadır. Gecenin saat ikisindekomşulardan birinin acil bir durumda yardım için doktorun ev ziline bastığınıdüşünelim. Kant ahlakına göre düşünüldüğünde, yarınki göreve uykuihtiyacını gidermiş olarak başlamak için gecenin bir vaktindeki yardım çağrısınıreddetme hiç de ahlaki bir sorun teşkil etmez.
Kant Ahlak Sistemi’nin asılzorluğu, cinsiyet, yaş, sağlık, başarı, emeklilik, statü gibi insani değişkenleriihmal etmesidir. Ani bir şekilde sağlığını yitiren veya beklenmedik bir şekildeşifa bulan bir insan duygusallılıktan ne kadar arınabilir, hem arınmalı mıdır?Kadınlardan, akıllarını kullanarak en az erkekler kadar cesur olmalarınıistemek onlar için bir yardım değil, zulümdür. İnsani duyguların belki deen kuvvetli ve yücesi olan şefkat duygusunu, mesela bir annenin çocuğuna karşıyoğun şefkat hissini aklileştirmeyi tercihe şayan kılan nedir? Bu soruyaher hangi bir şekilde cevap verilebilir. Ancak bir ihtimal, böyle bir durum başarılabilseydibile, bütün annelerin bütünüyle rasyonel bir düşünceyle çocuklarınakarşı muamele ettiği bir dünya, bütün annelerin çocuklarına bütünüylefıtri sevgilerini sunduğu bir dünyadan kat kat çekilmez olurdu. Keza, herbirey yaşamında farklı roller doldurur. Evde baba, işyerinde amir veyamemurdur. Farklı roller nispeten veya tamamen farklı tavırları gerektirir.İşyerindeki vakar eve taşındığında gurura, evdeki tevazu işyerine taşındığındaise kolayca tezellüle dönüşür. Diğer bir deyişle, herkesin üzerindeittifak edeceği doğrular ancak fiziki dünyaya ait basit (yalın) gerçekliklerolabilir. Fiziki dünyaya ait doğrular herkese ve her duruma göre ayrı değildir.Dolayısıyla bunlarla ilgili bilgiler zaten ahlaki bir soruna kaynaklıketmezler. “Kan kırmızıdır”,“ağır cisimler daha hızla aşağı düşer”,“insan ölümlüdür” gibi yargılar hiç bir yerde vehiç bir zaman ahlaki problem teşkil etmez. Diğer bütün doğrular gibiahlaki doğrular yer, zaman, şahıs, makam (rol)den ayrı olarak gerçeklikkazanmazlar. Ahlaki doğruyu tekemmül ettiren şartlar, öncedenkestirilemeyecek kadar çok ve değişiktir. Bir doktorun aynı hastalığı veaynı süreci geçiren iki hastasından birine hastalığın mahiyetini doğrudansöylemesi ahlaki bir davranış niteliği taşıyabilirken, diğerine aynıkonuda açık ve net bilgi vermesi gayri ahlakilikle malul olabilir. Şu haldebilgi ya da davranışın soyut doğruluğu yetmemektedir. Ahlak, her şeyden önceinsandan bir sorumluluk talep eder.
Tekrarlamakta fayda var ki, Kant’ıntoplumdan, insanlıktan istediği aklın yönlendirmesine tabi ahlak projesi, büyüleyicibir tutarlılıkla ortaya konulan teorik bir başarıdır. Ne var ki, doğru düşünmeyistandart doğru eyleme dönüştürme isteğine karşı bir çok halde “insanhalleri” direnç gösterir. Pratik dünyada köklü bir inadı,gururu bir laboratuarda kimyasal bir maddeyi ayrıştırmak ve parçalamak kadarkolay değildir ki, insan aklıyla her eylemini istediği yönde şekillendirebilsin.Kant’ın ahlakında “ya hep, ya hiç” kuralınıngeçerli olduğu söylenebilir. Akıl-yoğun bir karar başarısızlıkla sonuçlandıysa;aynı ya da benzer eylemin tekrarı aklın tek başına üzerinden gelebileceğibir çelişki değildir. Kur’an veHadisten çıkardığımız ahlaki ilkeler, cesaret kırıcıdeğil; teşvik edicidir. Azdan çoğa doğru tedricilik ilkesi göze çarpmaktadır.Kur’an’daki yasaklamalarda bu husushemen dikkati çeker; hadislerde ise amelin sürekliliği,bir zaman yoğun bir şekilde yapılan, başka bir zaman terk edilen durumlaratercih edilir: “İşlerinhayırlısı az ve devamlı olandır.”Gerek dış dünyanın gerek nefsin düzeltmesinde mücadelebiçimi, aktif bir fiilden, kalbi bir çabaya kadar çeşitlenir. Harici şartlarve insanın o andaki manevi durumu her zaman aynı kararlılıkta iradesergilenmesine set çekebilir. Nefis dışındaki haksız ve gayri ahlakitutumlara karşı en alt düzeyde “buğz”(kınama), nefsin aşırılıklarına karşı da pişmanlıkdini bir değere sahiptir.
İslam’da, gayelere ilaveten, birdizi genel prensip vardır ki, bunlara da her haldeadaletin müteakip düsturları nazarıyla bakılabilir. Bunların belki de entemel olanı “niyet” prensibidir.Şu dünyada insanlar arasında, zengin-fakir, akıllı- daha az akıllı farklılaşmalarvardır. İslam niyete verdiği önemle iç dünyada herkese tam hürriyet ve eşitliksağlamaktadır. Şöyle ki, her insan, ahlak kurallarına uyarak vicdanıylauyumlu yaşamak isteyebilir; mal ve serveti yetmediği, sıhhati elvermediği içinya da başka nedenler yüzünden iyilik yapamayabilir olsa da, iyiliğiisteyebilir. Herkes haksızlığa karşı gelemeyebilir ama onu takbih etme,onaylamama kapasitesine sahiptir. Demek oluyor ki, ahlak, fiilin bizzatkendisinde değil, her şeyden önce insanın doğru dürüst yaşamakistemesinde, kurtuluşu için verdiği mücadelededir. Bu prensibi adeta dinen müeyyidelendirenbir hadis mevcuttur: “Ameller niyetlere göredirt.” Halis niyet ilkesiyle sıkısıkıya bağlantılı, hatta ona dayalı, onu temel alıyor diyebileceğimiz yükümlülüklerinbaşında “ahde vefa”, sözleşme hükümlerinesadakat ilkesi gelir. Sözlü bir vaat durumunda bile müminden ona kesinlikleuyması istenmektedir. Bir kez taraflar arasında karşılıklı rızaya dayalıbir akit imzalandı mı artık o, “ahitleştikten sonra onu katiyen bozmayınız”mealindeki (Nahl, 91) ayet gereği yerine getirilmesigerekli bir sözdür. Müminler yalnızca kanuni nedenlerden, cezai müeyyideyetabi olma korkusundan dolayı değil, ayrıca ahlaken ve dinen onlara riayetetmek zorunda oldukları için yükümlülüklerini yerine getirmek durumundadırlar.
İnsan tarihsel ve toplumsal bir varlıktır. Her insan doğumuyla birlikte,kendisini farklı adetlerin, törelerin, alışkanlıkların kucağında bulur.Tek bir insanın, çoğunluğun iyi kabullerini, alışkanlıklarını aklın süzgecindengeçirerek eleştirmesi gerçekten zordur. Mevcut değerleri sorgulamak ve hattasadece yürürlülükte olanları yapmamak kişiyi çeşitli tehditlere maruz bırakabilir.Dolayısıyla, sıradan bir insanın ahlaki bir varlık olarak kendisini ortayakoyması oldukça enderdir.
Bir toplumun bütün insanları, yaratılıştan kötü olamaz. Ne var ki,toplum, yapısı gereği statiktir; yeni bir değer toplum tarafından gerçekleştirilmez.Yeni bir ahlak hamlesi ancak ahlak kahramanları tarafından gerçekleştirilir.İşte bütün insanlık için en büyük ahlak kahramanı Hz. Muhammed (s.a.v)olmuştur. Gerçekten Kur’an-ıKerim, onu insanlığa bir ahlak örneği olarak takdim etmiş, kendisi de birahlak tamamlayıcısı olarak gönderildiğini ilan etmiştir. İyi ahlakprensiplerinin (mekarim-i ahlak) şeriatın temel gayelerinden biri olduğu veAllah’ın müminlerebu prensiplere sadakatle uymalarını emrettiği (Lokman, 17; Hucurat, 12)konularında genel mutabakat vardır. Genellikle haşin ve ham diye nitelenen veİslam’dan önce de var olanmisafirperverlik, cesaret vb. davranış biçimleri İslam’dansonra da devam etmiş; fakat Hz Peygamberin dilinde ifadelerini bulan şefkat,merhamet gibi erdemler zamanla diğer hasletleri etkilemiş ve onların yerinekaim olmuştur. Hz. Peygamberin ahlaki öğretisi bir hadiste şu şekilde anlamkazanır: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”.Şu var ki, felsefeyi sırf insan aklının bir cehdi olarak kabul edersek, Hz.Peygamber bir ahlak felsefecisi değildir. Çünkü onun bütün tebliğlerigibi ahlaki talimleri de kendi zihninin bir ürünü olmayıp sadece vahye dayanır.Nitekim Hz. Peygamberin bazı tutumlarının vahiyle tashih edildiğinibilmekteyiz.19
İslam’ın ahlaki düsturları kitap ve sünnettebelirtilmiştir. Nazari ve ameli ahlak alanında İslam’ınkoyduğu esaslar iyi anlaşılmak kaydıyla bu düsturlar bütün insanlığındüzen ve mutluluğunu karşılayacak düzeydedir. Kur’anve Hz. Peygamberin hadislerinden anladığımız ölçüdeİslam ahlakı, niyetle beraber amele dayanmalıdır.20 Mamafih, samimi birniyetle doğru bir eylemde bulunmanın da yetmediği, daha doğrusu ulaşılanhiç bir noktanın kurtuluşu garanti edemeyeceği hususundaki nebevi ikazlar,bizi dinamik bir ahlak telakkisinin varlığına götürüyor. Bir Hadis-i şeriftekibir birini takip eden ikazlar hatırlansın: “İnsanlarhelak oldular, ancak bilenler müstesna; bilenler helak oldular ancak yapanlar müstesna;yapanlar helak oldular ancak ihlasla yapanlar müstesna; işte bunlar da büyükbir tehlike üzerindedirler.”Hadisten, “bilgi” “amel” ve “kurtuluş” hem bir birine bağlı,hem birbirinden ayrı kurulmuş bir denklemin çıkarılabileceğini anlıyorgibiyiz.
Bir fiilin ortaya çıkmasındaki saikler ve müessir unsurlar niyetten ayrıolarak bir kıymete malik değildir. İslam’ınmüntesiplerinden beklediği kulluk şuuru, bütün davranışlara ve sonuçlarahükmetmesi gerektiği için; Müslüman kul, iyiliklerin gerçek sahibibulunmadığının farkında olarak, kendisine düşen şeyin dua ve şükürletalep etmek olduğunu bilmek durumdadır. Ferdin davranışlarının sınırıbaşkaları ve hatta bütün insanların hukukunun ötesine geçmiştir. İslam’agöre, insan fiilleri sadece başkalarının hakları ile sınırlı değildir.Hiç bir kimsenin doğrudan veya dolaylı hakkını ihlal etmediği hallerdebile insan mutlak tasarruf yetkisine sahip değildir. Faraza ıssız bir adada,tek bir kişi hiç bir kayda tabi olmadan çevresinde tasarruf edemez.
“Eşitlik” düşüncesinin zedelendiği yerde “ahlak”i bir problemindoğduğunu kabul etmek gerekir. Irk, dil, etnik kökenfarkı gözetmeden herkese eşit davranılması, hatta bütün bütün yaratılmışlarlabir noktadan sonra aynı düzlemde olunduğunun farkına varılması gerçek birahlaki tutumun içselleştirilmesinin temelini oluşturur. Doğrudan ilgili görünmesede şu ifadelerde bir ahlaki davranışın ipuçlarını bulmak mümkündür: “Cenab-ıHakk’ınmasivasından hiç bir şeyi ona taabbüd edecek derecede kendinden büyükzannetme, hem sen kendini hiç bir şeyden tekebbür edecek derecede bir tutma,çünkü mahlukat, mabudiyet noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyetnispetinde de birdirler.21 Gerçek bir ahlaki tutum ancak bu kabulün ameliuzantıları olarak ortaya çıkabilir. İnsan olarak ya uzaklarda parlayan biryıldız veya tek adımımızda onlarcasını ezdiğiniz küçücük karıncalarlamahlukiyet noktasında aynı seviyeyi paylaştığınızı fark edipfiillerinizi sınırlarsınız ya da sınırsız bir rekabet kültürü içindeinsanın hemcinsleriyle, bir ırkın diğer bütün ırklarla, insanlığın tümevrenle kavga halinde olduğunu farz edip, bastıramayacağınız bir tahakkümduygusuna meyledersiniz. Söylemeye bile gerek yok ki, kalıcı bir ahlak çabasıontolojik eşitliğin benimsenmesinden sonra mümkün olabilir. Peygamberlerininsanlığa getirdiği tevhid akidesinin içerdiği ahlaki mükemmeliyet, müntesiplerininferdi ve içtimai hayattaki tutum ve davranışlarına parlak bir şekilde yansımıştır.Din ile barışık olmayan felsefe akımı, “ene”(ego)yu mana-yı ismiyle tanımladığı için her türlüahlaksızlığa zemin hazırlamıştır. Nübüvvetin “hakkınkuvvette değil, kuvvetin hakta olduğu”düsturunu tersine çeviren bu anlayış, “kuvve-igadabiyye dalında, biçare beşerin başında küçük-büyükNemrutlar, Firavunlar, Şeddatlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında,alem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun (materyalist), tabiiyyun(tabiatçı, naturalist) meyvelerini vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.”22
İnsanlık, ferdi yaşamdan uluslararası ilişkilerekadar bu anlayışın yetiştirdiği acı meyveleri tatmak zorunda kalmıştır.Son iki-üç asırda özellikle ırkçılığın körüklediği felaketli savaşlarmedeniyet cilası altındaki vahşet kodlarını açığa çıkarmıştır. Irkçılığınyer yüzünün paylaşılması konusunda aslan payını alan ülkeler tarafındankörüklendiği artık herkesin bildiği bir husustur. Günümüzde adından ençok söz edilen düşünürlerin başında gelen A. Toynbee, Batı’nınve bütün dünyanın önündeki en büyük tehlikenin ırkçılık olduğunubelirterek, bu sorunun ancak İslam ruhunun barışı seven, toleranslı ve ırkçılığakarşı ilkelerinin tatbikiyle çözülebileceğini kaydetmektedir. Zira, ona göreMüslümanlar tarihlerinde bu sınavdan devamlı olarak başarıyla çıkmışlardır.23Niçin bu böyledir? Ümmetin yani müminler topluluğunun temelini oluşturankardeşlik (uhuvvet) ve eşitlik ilkeleri en az hürriyet kadar işlenmiştir.Kur’an’da sıksık hatırlatıldığı üzere, “SizinAllah nezdinde en şereflileriniz, Allah’tan en çok korkanlarınızdır”(Hucurat, 13). Bu tür bir kardeşlik yalnızca müminlerin imtiyazı sayılmaklabirlikte, ümmete dahil olmak isteyenlerin önüne de sed çekilmemiştir. İslam’da,en dar daireden uluslararası ilişkilere kadar itidal, hoşgörüyasal adaletin ilkeleri olarak kalmamaktadır; bunlar aynı zamanda ahlaki vedini yükümlülüklerdir.24
Dolayısıyla, kulluk şuuru olmadan, ahlak adına istisnai ve ara sıra iyihasletler ortaya koymak mümkünse de en nihayet varılacak nokta büyük birihtimalle keyfilik, zulüm ve sefahat olacaktır. Her şey ahlaki hudutlar içindegitse bile, sürekli bir nefis muhasebesi yapmadığınız takdirde yaptıklarınız,bir alışkanlık, huy haline gelerek niçin yaptığınızın muhasebesini, birdaha hatırlamamak üzere içinizden söküp çıkarabilir. Başlangıçta ulviamaçlar için yapılanlar bile, bir süre sonra insan “ben”ininsadizimine hizmet edebilir. Bir harp esnasında yerdeyatan hasmını kılıcıyla tam kesmen üzereyken, yenik pozisyondaki şahsınHazret-i Ali’nin yüzüne tükürmesi,onun ise buna mukabil, “Seninle Allah için dövüşüyordum, şimdi ise şahsihislerim karıştı, artık sana kılıç çekmeyeceğim” diyerek rakibini öldürmektenvazgeçmesi25 ahlaki bir tavırda gözetilmesi gereken “nasıl”ve “niçin” dengesi hususunda oldukça öğreticidir.
Son Söz Yerine
Ferdi ve toplumsal ahlaki davranış kuralları genel olarak felsefi ve diniyükümlülükler olarak ortaya çıkmıştır. Teorik doğruların keşfedilmesiinsanlık için önemlidir; ne var ki, amele dönüşmeyen doğrular sonuçta boşbirer çerçevedir. Amel, diğer bütün konulardan daha çok ahlak konusunda önemlidir.Ahlak kuru bir iddiadan ibaret kalmayacaksa doğruluk, samimiyet, hürmet gibivicdani değerlerin kabul edilmesi gerekir. Zira, ödülün ve cezanınkanunlarla tespit edilmesi, kanunlarla hiç bir zaman bütün insan münasebetleridüzenlenemeyeceğine göre, ancak nisbi bir ahlaksal hayatın teminine imkantanır. Bu noktada hayati bir soru belirmektedir: Tanımı ve pratik değeri buşekilde yapılan ahlakın en müessir kaynağı ne olabilir? Aklın bir çabasıolan felsefe mi? Yoksa, aklın değerinin hiç bir zaman küçümsenmediğitaraf-ı İlahiden gönderilen din mi? Ahlakın bir yönü samimiyet, dürüstlük,başkalarının haklarına hürmet ise diğer bir yönü de inanılan doğrununher ne pahasına olursa olsun yapılması iradesinde açığa çıkar. Bu yazıboyunca işlediğimiz problem, kolayca fark edilebileceği gibi, hakiki ve şümullüahlakın, felsefi esaslara mı, dini emirlere mi rabt edilerek gerçeklikkazanacağı hususudur. Halen, felsefi alanda en tutarlı ahlak sistemi olarakkabul edilen Kant ahlak sistemi üzerinde yoğunlaşmak maksada muvafık düşüyordu.Kant ahlakı, İslami ahlak nizamıyla pek çok müşterek cihet taşımasına,insan aklının pek parlak bir ürünü olarak ortaya çıkmış olmasına rağmen,taşıdığı boşluklar yüzünden akıbette, spekülatif bir düşünceye dönüşmeistidadı taşır. Hasılı kelam, diyeceğimiz şu ki, yaratıcınınazametinin kalplerde tespit etmeksizin girişilen ahlak çabaları umutsuzluklaneticelenmeye mahkumdur. Kant’ınöngördüğü ahlak bu eksikliklerden kendisini kurtarabilmiş değildir.
Din mecburi inançlar sistemidir. Bu mecburilik, vicdana bağlanır vemecburilikle ferdi mesul kılar. İşte bu mesuliyet insanı sonsuzluğa doğrugötüren iradenin kaynağıdır. Ahlak, insanın bir noktadan sonra yüce birvarlığa karşı mesuliyet duygusuyla dolup taşması duygusundan beslenir. “Allahkorkusu” diye taammüm eden söz, mücerret Allah korkusunu değil,daha çok kullara karşı muamelatta sınırların gözetilmesini anlatmaktadır.“Allah’tan kork” ikazısamimi bir müminin, duyup geçemeyeceği son çağrıdır. Tatbikat olarak,ahlakın en önemli bir veçhesi de doğru bilinen şeyi yapma kararlılığıdır.Kimi zaman hiç bir maliyet içermeyen ahlaki tavır, bazı zamanlarda hayatınfeda edilmesi gibi en büyük bir fedakarlığı zorunlu kılabilir. Felsefiahlak sistemleri bu meseleyi çözümsüz bırakmıştır. Ahlaki bir hayat içininsanın hayatının sınırlarını bilmesi, gerektiğinde de hayatını ortayakoyabilmesi gerekir. Bu ise hakiki bir imanı lüzumlu kılar. Çünkü herhakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır, ubudiyettir.
1. HEİMSOETH Heinz, Ahlak Denen Bilmece, Çev. Necmi Uygur, İstanbul 1957,İstanbul Matbaası, s. 5.
2. BEGOVİÇ Aliya İzzet, Doğu ve Batı Arasındaki İslam, Çev. Salih Şaban,İstanbul 1993, Nehir Yayınları, s. 141.
3. AKARSU Bedia, Ahlak Öğretileri, İstanbul 1982, Remzi Kitapevi, s. 19.
4. AKGÖL Nalan, Sokrat ve Savunması, İstanbul 1971, Yalçın Ofset, s.20-21.
5. Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Der.: Mete Tunçay, C. I, Ankara1985, Teori Yayınları, s. 294-295.
6. AKARSU, age, s. 137.
7. TOPÇU Nurettin, İsyan Ahlakı, Çev.: Mustafa Kök, Mustafa Doğan, İstanbul1998, Dergah Yayınları, s. 28-30.
8. ÖZCAN M. Tevfik, “Etik Değerlendirmeve Sosyo-Etik Grup Yargısı”, HukukSosyolojisi ve Felsefesi Arkhivi, Haz.: Hayrettin Ökçesiz, İstanbul 1995, Afa Yayınları, s. 148.
9. İnsandan başka diğer varlıklar, “doğalarına”göre yaşama imkanlarından yoksun kaldıklarında yaşamlarını sürdüremezler.Tuhaftır ki insanı insan yapan hürriyet, bir kez yitirildi mi insan; yaşamaya,hem de, sanki hürriyetini değil köleliğini kaybedip onu bulmuşçasına,devam eder. Bu kerteden sonra özgürlük bir daha uyanmaz. Özgürlük onutesadüfen bulsa da o kölelikte diretir. TUNÇAY Mete, Batıda Siyasal DüşüncelerTarihi, C. II, s. 110. Hürriyetin yitimi ile insan ahlak duygusunu da yitirir.Kendine inancı sevme duygusunun kaybolması ile insan, kendi üstündeki güçsahibi olanların seslerini dinleme konusunda o kadar dikkatli olur ki artıkkendi sesini dinleme gücü kalmaz. Gerçekte özgürlük erdemin olduğu kadarmutluluğun da zorunlu koşuludur. Söz konusu özgürlük, subjektif seçimleryapma anlamındaki zorunluluktan doğan bir özgürlük değildir. Bu özgürlük,insanın potansiyel olarak ne olduğunu kavrama ve gerçek doğasını kendivaroluşunun yasalarına göre bütünleştirme özgürlüğüdür. KOZAK İ.Erol, İbn-i Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İstanbul1984, Pınar Yayınları, s. 310, 14 no’ludipnot.
10. KANT İmmanuel, Ahlak MetafiziğininTemellendirilmesi, Çev.: İonna Kuçuradi, Metni gözden geçiren: AbdullahKaygı, Ankara 1995, Türkiye Felsefe Kurumu, s. 14.
11. ABADAN Yavuz, “HürriyetProblemi”, İÜHFM, C. VII, S. 1, s. 291.
12. KANT, “Ahlak Metafiziğinin…”,s. 15.
13. ÇAĞIL O. Münir, “Filozof İmmanuel Kant’ınSisteminde Ahlak ve Hukukun Felsefi Esasları”, İÜHFM, C. XIII, S, 3, 1947, s. 1114-1115.
* a priorileri görme olayındaki ışığın rolüne benzetebiliriz. Görmeolayında ışığın rolü ne ise bilgi olayında da “apriori”lerin rolü de odur. Her mümkün görme olayındaışık vardır. Biz nesneleri ışığın onlardan yansıması ile görüp algılarız.Burada arzu ettiğimiz bizatihi ışığın kendisini görmek değildir. Amayine de görmek için mutlaka ışığa ihtiyaç duyarız ve nesneleri ışıklabirlikte algılarız. Saf ışıkta görme yoktur. Aynı şekilde yalnızca aprioride de bilme yoktur. Ancak duyumdan deney yoluyla ve a priori’lerinkatılmasıyla bilgi elde edilir. Yani ışıkta yansıyacaknesne olması halinde görme olayı gerçekleşir Duyu verilerinin bize objeleriverebilmesi, yani duyu verilerinin bir şeyin nitelikleri olarak, bu şey ilebelli bağlantılar içinde kavranması, anlama yeteneğinin işidir: “Kavramsızalgı kördür”. Duyu verileriobjektif düzenden yoksun olsaydılar karmaşık bir rüyadaolduğu gibi her şey anlamsızlığa dönüşecekti. HEİMSOETH Heinz, İmmanuelKant’ınFelsefesi, Çev.: Takiyyettin Mengüşoğlu, İstanbul 1986, Remzi Kitabevi, s.86.
14. TEPE Harun, “Bir Felsefe DalıOlarak Etik”, Doğu-BatıDergisi, Yıl. 1, S. 4, s. 17, 18.
15. ARENDT, Crisis of Republic, New York 1972, Harcourt Brace Jovanovich,Inc., s. 61, 62.
16. NORMON Cousins, “A matter oflife”, 1963, s. 83 vd. aktaran Hannah Arendt, Crisis Of The Republic, New York1972, Harcourt Brace Jovanovich, s. 56, 57.
17. ÇAĞIL, “Filozof İmmanuel Kant’ınSisteminde Ahlak ve Hukukun Esasları”, İÜHFM, C. XXVI, S. 1-4, 1960, s. 1123.
18. ÇAĞIL, “Filozof İmmanuelKant’ın…”,s. 1123. Kant’ta Tanrı-ahlak ilişkisi için bkz. AYDINMehmet, Tanrı-Ahlak İlişkisi, Diyanet Vakfı Yayınları, Basıldığı yerve yıl belirtilmemiş, özelikle s. 50-55’ebakılabilir.
19. ÇAĞRICI Mustafa, Gazali’ye Göre İslam Ahlakı, İstanbul 1982, Ensar Yayınları, s. 18.
20. PAZARLI Osman, İslam’daAhlak, İstanbul 1980, Remzi Kitabevi, s. 13.
21. NURSİ Bediüzzaman Said, Lem’alar,Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s. 118.
22. NURSİ Bediüzzaman Said, Sözler, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s.541.
23. TOYNBEE Arnold, Medeniyetler Yargılanıyor, çev.: Ufuk Uyan, İstanbul1991, Ağaç Yayıncılık, s. 182, 183.
24. HADDURİ Macid, İslam’da Adalet, çev.: Selahattin Ayaz,İstanbul1991, Yöneliş Yayınları, s. 194.
25. NURSİ, Bediüzzaman Said, Mektubat, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat,s. 259.
Editör
Yazıyı okumak için tıklayınız...Yrd. Doç. Dr. Osman Özkul
Yazıyı okumak için tıklayınız...Prof. Dr. Hüseyin Hatemi
Yazıyı okumak için tıklayınız...Dr. Tarık Ş. Nişancı
Yazıyı okumak için tıklayınız...Prof. Dr. Süleyman Uludağ
Yazıyı okumak için tıklayınız...Doç. Dr. Hüdaverdi Adam
Yazıyı okumak için tıklayınız...Dr. Müfit Selim Saruhan
Yazıyı okumak için tıklayınız...Kemal Gurulkan
Yazıyı okumak için tıklayınız...Murat Çetinkaya
Yazıyı okumak için tıklayınız...Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç
Yazıyı okumak için tıklayınız...Mustafa Said İşeri
Yazıyı okumak için tıklayınız...Yrd. Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu
Yazıyı okumak için tıklayınız...Nejat Turhan
Yazıyı okumak için tıklayınız...Ufuk Akdeniz
Yazıyı okumak için tıklayınız...Bediüzzaman Said Nursi
Yazıyı okumak için tıklayınız...