Köprü Anasayfa

İnsanî Değerler, Toplumsal Barış, Milliyet ve Milliyetçilik

"Güz 2013" 124. Sayı

  • Duyguların Tutanakları: Öykü, Ezgi, Tutku

    Reports of Feeling: Story, Melody, and Passion

    Taha Çağlaroğlu

    GİRİŞ

    Problem ourumu

    Fıtratı bozma çabaları ve insanî değerlerin zarar görmesi olumsuz sonuçlardoğurmuştur. Fıtrattaki bozulma, menfi milliyet anlayışıyla birliktebir anlamda duyguların da bozulmasıdır. Bu bozulma; edebiyat, müzik vefelsefe dünyasına vehim, korku, gaflet, hedonizm, tecavüz, yabancılaşma suretindeizler düşürmüştür. İnsanımıza en büyük darbe de öykü, ezgi, tutkuolarak sembolleştirebileceğimiz alanlarda indirilmiş; böylece fıtrata ve hakikateyabancılaşmış portreler ortaya çıkmıştır. Batı âleminde ve evrenselçerçevede de benzer bir tablo söz konusudur. Yazımızın amacı; duygularıntatlı ve ürkünç katmanlarını aydınlatmak ve fıtrattaki bozulmaların, insanîdeğerlerin aldığı yaraların edebiyat, müzik, felsefe alanlarına yansımalarınıana hatlarıyla incelemektir.

    Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki; Cumhuriyet döneminde belirginleşenyaygın ve örgün yabancılaşma, kültürümüzün ve kimliğimizin mayasıolan iman esaslarını, insanî değerleri zaafa uğratmış, İslâm kardeşliğinizedelemiş, ayrılıkçılığı körüklemiş, bin yıllık bir medeniyetin dinamiklerinidinamitlemiştir. Menfi milliyet meselesi, diğer problemlerimizden bağımsızdeğildir; aksine farklı problemler (Batıcılık, taklitçilik, romanvâri nazar,materyalizm, enenin şımartılması, hedonizm vb.) ile birlikte ortaya çıkmışbir meseledir. Edebiyat, müzik, felsefe alanlarındaki tahribat da insanımızın, insanlığın ve dünya barışının selâmetine sekte vurmuştur.

    BİRİNCİ BÖLÜM

    Yakın tarihte insanî değerlerin aldığı yaralar ve fıtratı bozmaçabaları

    Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ ının Barla Hayatı bölümünün başlangıcındaki açıklamalar, Cumhuriyet Dönemi’nin yaklaşık ilk çeyrek yüzyılınıkuşatıcı bir tarzda ele alması itibariyle önemlidir. Mustafa Sungurtarafından kaleme alınan bu bölümde devrin yöneticilerinin “Mekteplerdeyaptıracağımız yeni öğretim usûlleriyle yetişecek gençlik, Kur’an’ı ortadankaldıracak ve bu sûretle milletin İslamiyet’le olan alakası kesilecek” planınaişaret ediliyordu. (bk. Tarihçe-i Hayat , s. 136-137)

    Cumhuriyetin ilk yıllarında var olan din dersleri gitgide azaltılmış, sonratamamen kaldırılmış, İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt girişini süsleyenFetih Suresi’nden ayetler 1930’lu yıllarda mermerle kapatılmıştır. Şapkadevrimi dolayısıyla birçok kişiye zulmedilmiş, bazı insanlar bu devrimemuhalefet ettiklerinden dolayı idam edilmiştir. Yüzlerce cami ibadete kapatılmış,2 Şubat 1935’te Ayasofya Camii kapatılarak müzeye çevrilmiş, 1932yılında düzenlenen yarışmada son Şeyhülislam’ın torunu Keriman Halis,Türkiye Güzeli ve ardından Dünya Güzeli seçilmişti. Köy Enstitüleri veHalkevleri vasıtasıyla resmî ideoloji psikolojik ve sosyolojik savaş atmosferindezihinlere ve yaşam biçimlerine dayatılıyordu. Allahuekber demeninyasak olduğu yıllar da yaşanıyor, şeairden biri olan ezanın asli haliyleokunması 18 yıl boyunca yasaklanıyordu. 1931 yılının Aralık ayında, DolmabahçeSarayı’nda ezanın ve hutbenin Türkçeleştirilmesi çalışmalarınabaşlanmıştır. Meşrutiyet döneminde Ziya Gökalp’in: “Bir ülke ki, camiindeTürkçe ezan okunur/ Köylü anlar manasını namazdaki duanın/ Bir ülke ki,mektebinde Türkçe Kur’an okunur/ Küçük büyük herkes bilir buyruğunuHüda’nın/ Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.” mısralarıyla dillendirdiğibir ortam hâkim oluyordu memlekete. 4 Şubat 1933’te, müftülüklereezanın Türkçe okunmasını, buna uymayanların ‘kati ve şedit’ bir şekildecezalandırılacaklarını bildiren bir genelge gönderiliyordu. Tarihçe’de geçenifadeler, ülke gerçeklerini ne de isabetle teşhis ediyordu:

    “Bediüzzaman Barla’ya 1925-1926 senelerinde nefyedilmiştir. Bu tarihler,Türkiye’de yirmi beş sene devam edecek bir istibdad-ı mutlakın icra-ifaaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, “İslamî şeairleri birerbirer kaldırarak İslam rûhunu yok etmek, Kur’an’ı toplatıp imha etmek”planlarını güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını iblisane düşünerek,”Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’an’ı imha etmesiniintac edecek bir plan yapalım” demişler ve bu planı tatbike koyulmuşlardı.İslamiyet’i yok etmek için tarihte görülmemiş bir tahribat ve tecavüzat hükümsürmüştür.” ( Tarihçe-i Hayat, s. 137)

    Tek Parti Dönemi’nin eğitim anlayışında milliyetçilik/ Türkçülük fikri,devlete hâkim olan zihniyetin önemli bir ilkesi olmuştur. Samsun MilletvekiliRûşenî Barkur ‘Din Yok Milliyet Var’ adlı eserinde (1926, Çankaya Atatürk Kitaplığı, N. 2) şöyle der: “Benim dinim benim milliyetimdir…Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan,Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ‘ulusalcılığımızdır.’O hâlde felsefemizde din kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır. Ulusunuseven, ulusunu yükselten ve ulusuna dayanan insan, her zaman güçlü, herzaman namuslu ve her zaman onurlu bir insandır.” (Özkılınç, 2011)

    Bu anlayışın izlerini her yerde görmek mümkündür. Afet İnan’ın bildirdiğinegöre, 1930’larda “Türk ırkının kafatasını tespit etme” çalışmalarıyürütülmüş, bu amaçla pek çok mezar açılmış, kafatasları ölçülmüştür.

    Cumhuriyetin ilk yıllarında pozitivist ve Batıcı eğitim anlayışı, sadeceokullara münhasır değildir. Zamanın Marksist ve Batıcı yazarlarınca 1 Şubat1924’te yayımlanmaya başlanan Resimli Ay mecmuası, daha harf devrimiyapılmadan din karşıtı bir söylemle okuyucuların karşısına çıkmıştır.Kadro ve Varlık dergileri de aynı yoldadır.

    Yaşar Nabi Nayır da ‘Bu On Yıl’ başlığı altında Varlık’ta yazdığı yazıda,saltanatın; Türk milletini asırlık bir uykuya yatırmak için, din perdesi altında,uyuşturucu bir zehirden hiç farkı olmayan bir taassupla beslediğinibelirtmekteydi.(Nayır, 1933, s. 115)

    Cumhuriyet Dönemindeki örgün ve yaygın yabancılaşmanın, fıtratamüdahalenin, duyguları tahrif etmenin en önemli boyutlarından biri de sanatve edebiyat alanındadır. Batıcılık ve Marksizm, birbirinden farklı gibigörünse de iman düşmanlığında, hakikatten uzaklaşma anlamında ittifakeden cereyanlardı. Yabancılaşma bağlamında, Reşat Nuri, Yakup Kadri,Hüseyin Rahmi, Halide Edip nereye vuruyorsa, Fakir Baykurt, Orhan Kemal,Nazım Hikmet de aynı yere vurmuştur.

    Batıcı bir anlayışa sahip olan birçok sanatçı, yazar ve şairin Cumhuriyetinilk yıllarında milletvekili seçilmesi de mânidardır. Falih Rıfkı Atay(1923-1950), Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1931-1934), Hüseyin RahmiGürpınar (1936-1943), Reşat Nuri Güntekin (1939-1946), Memduh ŞevketEsendal (1941-1945) örneklerden yalnızca bir kaçıdır.

    “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor.” diyen Bediüzzaman; hayatıboyunca pozitivizm, deizm, materyalizm vb. ile mücadele etmiştir. Ülkemizdekibir kısım insanların, maddeci bir anlayışa sahip olduğunu ve deizm,pozitivizm ve materyalizmin eğitim anlayışını şekillendirdiğini söylemekmümkündür. Deizm, bir yaratanın varlığını kabul eder; fakat dini reddeder.Kâinatın ilk sebebinin bir tanrı olduğunu kabullenir; ancak ahiret, nübüvvetgibi kavramlarla alâkası yoktur. Oysa kâinat, Allah tarafından yaratılıp daişler vaziyette bırakılmış bir saat değildir. Allah, kâinatı her an yeniden yaratanve kula şahdamarından daha yakın olan, kitap ve elçi gönderen, emirve yasak koyan yüce yaratıcıdır. Bediüzzaman, tabiat, sebepler ve kendi kendineolma gibi yanlış anlayışları 1934’te telif ettiği Tabiat Risalesi’ nde derlitoplu, risalelerin tümünde de daha geniş kapsamlı ele almıştır.

    1947’de Bakanlar Kurulu, Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mucizat-ıKur’aniye risalesini, 1948’de Siracun-Nur ve Hücumat-ı Sitte’ yi yasaklamıştır.Bu kararların altında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nüyle birlikte başbakanve bütün bakanların imzası vardır.

    Yasaklanan Siracun-Nur adlı eser; Münacat, Hastalar Risalesi, Çocuk Taziyenamesi, İhtiyarlar Risalesi, ayet-i hasbiyenin mühim bir nüktesi olan Dördüncü Şua, şeytandan istiaze konulu On Üçüncü Lema, vahdaniyet-iİlâhiye bürhanlarından Otuz Üç Pencere, Denizli Müdafaası ve Beşinci Şua gibi parçalardan oluşan bir kitaptır.

    Cumhuriyetin ilk yıllarında eskiye ait olan her şey, ders kitaplarındakötülenmiştir. Bunların başında ‘eski anlayış, eski harfler, eski okullar, eskikıyafetler’ gelir. Batılılaşma, her alanda olduğu gibi, müzikte de kendisinigösterir. 1924’te kurulan ‘Musiki Muallim Mektebi’, Batı müziğininön plana geçmesi amacıyla kurulmuş bir okuldur. 3 Kasım 1924’te İçişleriBakanlığı’nın emriyle, radyolarda (zaten Ankara ve İstanbul radyosu vardır)Türk müziği yasaklanır. 1926’da Darülelhan’ın Türk Müziği bölümükapatılır.

    1933 Diyarbakır Ergani doğumlu olan Sezai Karakoç, çocukluk yıllarınıanlattığı hatıralarında âdeta eskiden hiçbir şey kalmamacasına her şeyinsilinip süpürüldüğünü, bin yıllık yazının yasaklandığını, eski eserlerintoplandığını, yazmaların yok edildiğini, Kur’an-ı Kerim öğreten hocalarınizlendiğini belirtmektedir. (Karakoç, 1988, sayı 3)

    Ayşe Hümeyra Ökten ise “Hemen hemen her derste, Tarih, Türkçe vs.softalar, yobazlar, hocalar bizi geri bıraktı diye okurduk.” diyor. (Ökten,2111 )

    Cumhuriyet Döneminde ideolojik kaygıyla karma eğitim mecburiyetigetirilmiştir. Böylece toplumdaki birtakım hassasiyetlerin ortadan kalkmasınazemin hazırlanmıştır. Ders kitapları ise genel anlamda dine soğuk, dinîdeğerlere yabancı bir söylem tercih edilmiştir. Bu konuda bir çok örnekvermek mümkündür: Maarif Vekâleti’nin 1934 tarihli ‘Orta Mektep İçinTarih III’ adlı ders kitabının 279. sayfasında “Cumhuriyetin Maarif ve TerbiyeGayeleri’ başlığı altındaki 4. maddede ‘Cemiyetin hayatında, dünyaveya ahret cezaları korkusundan doğan ahlâk yerine ‘hürriyet’ ve ‘nizam’ınbirbiriyle uyuşması esasına dayanan hakiki ahlâk ve fazileti hâkim kılmak”ifadesi yer almaktadır. (Orta Mektep İçin Tarih III, 1934)

    Ziya Gökalp’in Türk Medeniyeti Tarihi 1341 (1925) yılında Matbaa-iAmire’de Devlet Kitapları arasında basıldı ve okullarda ders kitabı olarakokutuldu. Matbaa-i Amire, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Millî Matbaa,sonra da Devlet Matbaası adını alan resmî matbaadır. Türk MedeniyetiTarihi kitabında tamamen İslâm öncesi dönem anlatılmaktadır. Kitabın ilkbölümünde İslâmiyet’ten önce Türk dini, ikinci bölümünde eski Türklerdemantık, üçüncü bölümünde İslâmiyet’ten önce Türk devleti, dördüncübölümünde İslâmiyet’ten önce Türk ailesi, beşinci ve son bölümündede İslâmiyet’ten önce Türk ekonomisi ele alınmaktadır. Gökalp, bu kitabınbasılmasını Mustafa Kemal’den rica etmiş ve Türk Medeniyeti Tarihi,Gökalp’in 25 Ekim 1924’te ölümünden sonra devletçe basılmıştır. (Dahageniş bilgi için bk. Vakkasoğlu, 2012)

    Eylül 1929 tarihli Terbiye adlı dergide Harun Reşit imzalı (MaarifVekâleti, Cilt: IV, Sayı: 17, Devlet Matbaası) “Çocuklarımızı Fenne İmanEttirmeliyiz” başlıklı yazı, 1939’da köy okullarının üçüncü sınıfları için hazırlananÜçüncü Yıl Kitabı’nda yer alan “Suyu Dua Bulmaz, Fen Bulur”adlı hikâye, devletin zihniyetini tam anlamıyla yansıtmaktadır. 1932 yılında T. T. T. Cemiyeti tarafından yazılan ve Maarif Vekâleti yayınları arasındaçıkan Tarih II (Orta Zamanlar) kitabında Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed’den (asm) ve Kuran-ı Kerim’den de söz edilir. Fakat bu sözediş, İslâm memleketi olan bu vatanın imanlı insanını rencide edici, küstahçave münkirane bir üslupladır.

    Ders kitaplarından Türkçe ezana, müze Ayasofya’dan kafatası ölçümüneuzanan bu manzara, memleketimizde estirilen havayı, fıtratı bozma çabalarınıve insanî değerlerin aldığı yaraları bariz biçimde göstermektedir.

    İKİNCİ BÖLÜM

    Duyguların Tutanakları (Öykü, Ezgi, Tutku)

    Bediüzzaman “Ammâ hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimâiyede nokta-iistinâdı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidâl”tanır. Cemaatlerin râbıtasını “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semerâtı ise,”hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.” (Nursi, Sözler,Mektubat, 1996, s. 372-476) derken menfi milliyet ile nefsani heveslerarasında bir ilgi kurar. Nefsani hevesler de duyguların yozlaşması ve fıtratınbozulmasıyla ilişkilidir.

    Türkiye’de Cumhuriyetten sonra edebiyat, müzik ve felsefe alanlarında‘romanvâri nazar’ egemen kılınmaya çalışılmış, İslamofobya (İslam korkusu)inşa edilmiş, dine ve dindarlara karşı ötekileştirici psikolojik şiddet uygulanmış,böylece duyguların yanlış(a) yönlendirilmesi söz konusu olmuştur.

    İnsanın duygularından biri, korkudur. Korku, tehlike düşüncesinden doğar.Korkuya kapılan insan kaçmaya çalışır, kaçmaya başlar. En temel korku,kaybetme korkusudur. Bu kaybetme korkusu daha çok imkânlarımızı vesevdiklerimiz etrafında yoğunlaşır.

    İnsan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığışeylerin adâvetkârâne kusurlarını arar, âdeta onlara düşmanlıketmek ister. Allah insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine onu kendindenküstürmeyecek, insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizliadâveti, insanın ruhuna vermeyecektir. Çünkü insan, sevdiği ve kıymetinitakdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını,ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir.İşte, kâfirlerin Allah’ın düşmanı olması bu noktadan ileri gelmektedir.

    Her şeyin zevale gittiğini gören, ölümleri görüp duran, bir daha dünyagüzelliklerine kavuşamayacağını anlayan inançsız kimse, Allah’a düşmanoluyor. Yeryüzündeki cemallere karşı olan sevgisi, düşmanlığa dönüşüyor.Hayreti alaya, küçümsemeye, hürmeti tahkire meylediyor. Bilmediği ve öğrenmekistemediği şeye düşman oluyor. Allah’a inanmadığını ya da inandığını,fakat yaratıcının adaletsiz olduğunu söylese de içinde Allah’a karşı gizlibir düşmanlık, kin ve nefret besliyor. Yeryüzündeki, gökyüzündeki güzelliklerigörüyor; bunlardan ebediyen ayrılmak, münkirin ruhunda müthiş birdüşmanlık ve çaresizlik fırtınası ve öz psikolojik şiddet oluşturuyor. Münkir,mutlu görünse de, mutlu olduğunu zannetse de mutsuzdur. Aslında müthişbir açmazın içindedir. İçine düştüğü bataklıktan, anlamsızlık atmosferinden çıkamıyor. Düşünmemek için, ince ve derin düşünmekten korktuğu içinhevesata dalıyor, kendisini geçici şeylerle eğlendirmeye çalışıyor.

    Küfür ve şirk ‘mevcudâtın kıymetini ıskat ve mânâsızlıkla ittiham’; ‘bütünkâinata karşı bir tahkir’; ‘mevcudât aynalarında cilve-i esmâyı inkâr’;‘bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ’; ‘mevcudâtın Vahdâniyete olanşehâdetlerini red’ ; ‘bütün mahlûkata karşı bir tekzib’; ‘umum mahlûkatınve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüz’ (Nursi, Sözler, 1996, s.80) olması dolayısıyla insanda öncelikle kendine yönelik şiddete, sonra davarlıklara/ kâinata yönelik ontolojik şiddete ve bunlara bağlı olarak varoluşsalkorkuya yol açıyor.

    Materyalist, tüketimci, sömürücü, eğlence ve zevk düşkünü yalancı medeniyet,insanın psikolojik hayatını yaralamış, lâtifeleri yaylım ateşine tutmuştur.Bu yaylım ateşinden kendini kurtaramayan ve deccaliyet çağrısınauyan fıtratlardaki şer çekirdekleri sümbüllenmiş, hayır ve güzellik tanecikleriçürümeye durmuştur. Böylece ‘ışıkları sadece kabir kapısına kadar aydınlatabilenfen ve felsefe, sanat ve hikmet’ (bk. Yedinci Söz) yolunda ‘kendikendine zulmeden’ (bk. Sekizinci Söz), ‘elîm ve muzlim hâleti hissetmemekiçin sarhoşluktan başka çare bulamayan’ (bk. İkinci Söz), ‘vicdanı azap içindekalan’ (bk. İkinci Söz), ‘mânen tazip’ (bk. İkinci Söz) buhranlarına düşenve ontolojik korku yaşayan, bu korkusunu unutmak veya örtmek için deyalancı mutluluk ortamlarına kendisini atan portreler ortaya çıkmıştır.

    Bediüzzaman, esas itibariyle iki korkudan bahseder: Birisi ‘tatlıkorku’dur; diğeri de varoluşsal anlamda insanı ezen, elîm bir belâ olan, merhametetmeyen korku. Tatlı korkuda, yani Allah’tan korkmada ‘bir azîmlezzet’ vardır. O korku bir kamçıdır; O’nun rahmetinin şefkatine yol bulupyine O’na iltica etmek demektir; aynı zaman da asil/onurlu bir korkudur(bk. Yirmi Dördüncü Söz)

    Özellikle 20. yüzyılın başlarından günümüze uzanan çizgide zaman zamanalevlenen, zaman zaman ateşi düşen bir korku var: İslâm’a aykırı yaşambiçimine veya devlet işleyişine zarar geleceği endişesinden kaynaklanan, bireyselya da idari korku.

    Bediüzzaman’ın 31 Mart Vakası sonrasında yargılanmasından tutunuzda Urfa’daki vefatına; 1930’ların ders kitaplarından tutunuz da 28 Şubatdarbesine kadar siyasal kadar bir çok olay ve alanda kendini gösteren birkorkudan söz ediyoruz. Yönetimsel anlamda; sanatçıyı, edebiyatçıyı, felsefeciyi,müzisyeni alakadar eden bireysel veya toplumsal konulardan tutunuzda her bir insan tekini ilgilendiren özel yaşantılara kadar yaygınlaştırılmayaçalışılmış bir korkudur bu. Ancak (İslamofobya diye de adlandırılabilecek)bu korku, yalnızca korkuyu içermiyor; iman esaslarına, İslâm ilkelerinesaldırı, Müslümanları öcüleştirme, İslâm’ın yasak ettiğini baş tacı etme,Allah’ın koyduğu yasaklarla dalga geçme operasyonları olarak da ortayaçıkıyor. Bu; romanda, şiirde, öyküde ve tüm edebî türlerde, felsefede ve müzikte,tiyatro, opera ve konserde, resim ve fotoğrafta kendini gösterebiliyor.İşte bütün bunları “Öykü, Ezgi, Tutku” başlıkları altında toplamanınmümkün olduğunu düşünüyorum. İnsanımız edebî türlerin, müziğin, felsefeninimkânlarıyla; yani sanat, felsefe, sinema, müzik dilleriyle tâ derindenvuruldu. Devlet eliyle neşredilen ders kitaplarında, medyada, Batıcı veya Marksist/materyalist yazarların düşünsel ve sanatsal eserlerinde, sinema,televizyon ve internette, iman esasları zedelendi, ötekileştirici psikolojikşiddet uygulandı. “Tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyet” tarafındanbazen açıkça, bazen örtülü ve imalı bir şekilde Kur’an’a, Kur’an’ın emir veyasaklarına hücum edildi.

    Bediüzzaman Eskişehir Hapishanesinde iken, sefahet ve dalâleti terviçeden bir şahs-ı mânevînin insî bir şeytan gibi karşısına dikilerek “Bizhayatın her bir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz;bize karışma.” (bk. Asa-yı Musa) cümlesindeki ‘Bize karışma’ ifadesi neyikastediyorsa korku filmlerindeki ‘dünyanın sahipsiz, güvensiz, tehlikeli vebaşıboş olduğu’ temel argümanı da aynı anlamları kastediyor. Şiddete dayalıçizgi oyunlar, cinselliği kullanarak putlaştıran filmler, hedonizmi benimsemişromanlar insanı nereye götürüyorsa, çağdaş dans grupları da,yarı üryan opera sahneleri de, tanrıtanımaz söylemi ilke edinmiş deneme,eleştiri ve piyesler de insanı oraya götürüyor. Çünkü günah kalbe işleyip,siyahlandıra siyahlandıra, tâ iman nurunu çıkarıncaya kadar katılaştırıyor.Soft-materyalizm/ soft-deccalizm suikastları ‘Aşk-ı Memnu’ çetelerinin,‘Marilyn Manson’ camialarının, ‘Elvis Presley’ müritlerinin, ‘Slayer’ , ‘Mayhem’şakirtlerinin çoğalmasını, ruhsal örgütlenmesini, yeni ‘pop ilahları’nın,şeytanlaşmış insan suretlerinin ortaya çıkmasını intac ediyor. (1983’te kurulanNorveçli Black Metal grubu Mayhem’in Freezing Moon’unu internettenulaşılabilecek konser ortamında izlemek, size yeteri kadar fikir verir.)(Ayrıca bk. you tube, Darkened Nocturn Slaughtercult – The Dead HateThe Living; Satanızed – Infernal Torment)

    Gözünü sadece bu fani hayata diken, olayları yalnızca sınıf çatışmalarıylayorumlayan, insanı kâinatın ortasında yapayalnız zanneden, kötülükgibi görünen hadiselerin ardındaki hikmetleri okuyamayan, insanı sadecebedensel, cinsel yönüyle işleyip bu duyguları kışkırtan, her türlü tensel hazzı,ahlak dışı ilişkileri, her şeyi olduğu gibi anlatan, bu konularda hiçbirsınır tanımayan bir sanat; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hatta hayal vediğer yetilerinin yüzlerini sonsuz hayata çevirme niyetinde değildir. Böylebir anlayış, beşerin heves, arzu ve tutkularını uyandırmak, kışkırtmak için,büyüleyici, cazibedar nefisleriyle, uydurulmuş incelikleriyle ısırıcı kelimelersaçar. Materyalist, Marksist, seküler felsefeye yaslanan edebî eserlerdegünahların cazibesine karşı insanın mağlubiyeti masum gösterilir ve bu duruminsani, normal bir hâl olarak sunulur okuyucuya. Vahye kulak asmaz,kutsal değerleri hiçe sayar, onlarla alay eder hatta. Günah ânını yüceltir,ten hazzını kutsar. Oysa “Her günahın içinde küfre gidecek bir yol var.”diyen Bediüzzaman “ayn-ı lezzet” içindeki vahamete işaret eder. EskişehirHapishanesinin penceresindeyken karşıdaki lisenin bahçesinde gülüşen öğrencilerinelli altmış sene sonraki vaziyetlerini düşünür, düşündürür. Meşruolmayan sevgilerin “nihayetsiz azap” ile sonuçlandığını hatırlatır. Sonsuzu,hep sonsuz hayatı nazara verir.

    21. yüzyılın şu günlerine baktığımızda “Roman ölüyor mu, ölecek mi?”tartışmalarına rağmen “romanvâri nazar”ın (bk. Lemaat) birçok zihindehâkim olduğunu görmekteyiz. Bediüzzaman, “romanvari nazar” kavramlaştırmasıylaöykü, roman, tiyatro, sinema, resim ve heykel gibi sanatlara dair bir değerlendirme, bir izah yapmaktadır. Kur’an’ın, sanemperestliği vesanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de yasakladığını belirtir.Medeniyet ise, sûretleri kendi güzelliklerinden sayıp, Kur’ân’la muârazaetmek istemiştir. Hâlbuki gölgeli, gölgesiz suretler, taşlaşmış zulüm, cesetleşmişriya veya cisimleşmiş hevestir. Bu gölgeli ve gölgesiz suretler, insanlığızulme, riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. İnsanlığınşimdiki kötülüklere karışmış hırçın rûhunda, mütebessim küçük cenâzelerolan sûretlerin rolü çok fazladır. Bediüzzaman şimdiki hırçın ruhlardan sözediyor. Semavi vahyi dinlemeyen, kendi bildiğine itimat eden enaniyeti sorguluyor.

    Risale-i Nur’da, 32. Söz’de ehl-i dalâletin vekili “Ben, saadet-i dünyayıve lezzet-i hayatı ve terakkiyât-ı medeniyeti ve kemâl-i san’atı, kendimce,âhireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyetteve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserîsini bu yolaşeytanın himmetiyle sevk ettim ve ediyorum.” diye konuşurken seküler yaşambiçiminin, çağdaş hayatın esaslarının altını çiziyor aslında. Zaten builkelerden dolayıdır ki gaflet sarhoşluğuyla kendi dehşetli mânevî azabınıhissetmiyor; kendi elemiyle beraber insanların elemini de çekiyor. Sefahetve sarhoşluk perdesi ile kendini avutuyor. Bütün memleket bir mâtemhâneşeklini almıştır. Kendisi şu elîm ve muzlim hâleti hissetmemek için sarhoşluktanbaşka çare bulamıyor; bütün kâinatın dilenciliğinden ve herhâdisâtın karşısında titremekten kurtulamıyor.

    Bediüzzaman, aklın nefis hesabına çalıştığında ‘meş’um, müz’ic vemuacciz’ bir âlet’ olacağını belirttikten sonra fâsık adamın ‘aklın iz’âc vetâcizinden kurtulmak için gàliben ya ‘sarhoşluğa veya eğlenceye’ kaçtığınıvurgular. (bk. Sözler, Altıncı Söz) sarhoşluk veya eğlencenin temelindevaroluş, ölüm, yaratılış hikmetleriyle yüzleşmekten kaynaklanan korku yatmaktadır;maddi olsun manevi olsun her türlü sarhoşluk ve gayri meşrueğlence bir kaçıştır. Sıkça duyduğumuz “Çılgınlar gibi eğlendik!” cümlesi,böyle bir zihniyeti yansıtmaktadır. Bediüzzaman’ın (maddî ve manevî)sarhoşluktan başka işaret ettiği diğer bir kavram canavarlıktır. Eğer insanAllah’a dayanıp tevekkül etmezse, ona güvenip teslim olmazsa semeresizmeşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar “ya sarhoş veya canavar eder.” (bk.Sözler). Bu durum, insanın dikkatini neye yönelttiği ile de ilgilidir. Dikkatimizimasivaya, ahirette fayda vermeyecek, üstelik zarar verecek şeylereyöneltmek, insanı sarhoşluğa veya canavarlığa sürüklüyor. Bedenle uğraşmak,oyun ve zevk tutkunu olmak gibi. Bedenle uğraşmanın, maneviyatsızlığa,eğlenceye, kahkahaya dalmanın sonu anormalleşmektir. Dikkat, birobjeye haddinden fazla takıldığında ortaya mani hastalığı çıkıyor. (TürkçeSözlük’te mani: “Kişinin sevinç, güven ve her türlü etkinliklerinin normalolmayan biçimde arttığı ruh hastalığı” olarak tanımlanmaktadır.) Bir anlamdadikkat süresi, normal olmayan kimseye ‘manyak’ (Türkçe Sözlük’temanyak: “Maniye yakalanmış hasta.”) denir. Şimdi düşünelim: İnsan, neleredikkatini haddinden fazla veriyor? (beden, şehvet, futbol, bilgisayar oyunuvb.) Bediüzzaman örnek veriyor: ‘Amerika’da kaç tavuk var?’ Felce uğramışdikkat, tefekkürî (düşünsel) bir ameliyat yapamaz.

    “Dindarlık arttıkça kadın haklarının azaldığı, dindar olmayanların dindarlara göre daha merhametli olduğu, sevgi için Tanrı’ya ihtiyaç olmadığı,ezan ‘gürültü’sünün insanları rahatsız ettiği, duanın işe yaramadığının kanıtı,bilimin dini yok etmesi gerektiği, türban yasağının eşitliği sağladığı vb.”şeklindeki yaklaşımlar, korkunun ve korkmaktan dolayı imana başkaldırınınbir başka göstergesidir.

    Lemaat’taki “Tek bir ilâcı bulmuş; o da romanlarıymış.” ifadesi, aslındakonumuzun özetini içeren cümledir.

    Bediüzzaman’ın Lemaat’ta eleştirdiği “Avrupa’dan tereşşuh etmiş şuhazır edebiyat”, “romanvâri” bir nazara sahiptir. Bu romanvârî nazarlarKur’an’ın yüce güzelliklerini onun haşmetinin meziyetlerini göremez ve tadamaz.Buradaki “romanvârî nazar” ibaresi üzerinde durulmalıdır. “Tanrı’yıöldüren”, vahyi tanımayan, hiçlik karanlıklarında boğulan, kutsalı reddeden,ölümün haksızlık olduğuna inanan, her şeyi ve yaşamayı saçma bulan,varlığın başıboş olduğuna kanaat getiren bir nazardır bu. Dinin yalnızcagönüllere bırakılmasını isteyerek Tanrı’nın laboratuvarlara, iş yerlerine müdahaleedemeyeceğini, sosyal hayatın işleyişinde dinden söz edilemeyeceğinisöyleyenler de bunlardır.

    Edebiyatta üç cevelan meydanı olduğunu vurgulayan Bediüzzamanbunları “aşkla hüsün”, “hamaset ve şehamet” ve “tasvir-i hakikat” olarakaçıklar. Fakat “yabanî edeb”, hamaset noktasında hakperestlik yapmaz, hattazalim kimselerin gaddarlıklarını alkışlayarak kuvvetperestlik duygusuaşılar.

    Güzellik ve aşk noktasında ise bu edebiyat, hakiki aşkı bilmez ve şehvetlibir zevki nefislere zerk eder.

    Gerçeği betimlemek isterken de kâinata Allah’ın sanatı olarak bakmazbu edebiyat; tabiatı tasvirle yetinir. Bu yüzden salt tabiat aşkını telkin eder,kalpte maddeperestlik duygusunu yerleştirir ve kendisini bundan kolaycakurtaramaz.

    Dalâletin insanda oluşturduğu ruh ıztıraplarına bu edepsizlenmiş edeb(müsekkin, hem münevvim) hakiki fayda vermez. Bediüzzaman, sinemave tiyatroyu da roman kategorisine sokar söylemi itibariyle: “Tek bir ilacıbulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi birmüteharrik emvat! Meyyit hayat veremez. Hem tiyatro gibi tenâsühvârî,mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevî romanlarıyla hiç deutanmaz.” (Sözler, 1996, s. 677) Burada roman, sinema ve tiyatronun “ilaç”olarak sunulması ve Batı âleminde (ve kısmen bizde) bilinçli veya bilinçsizbu şekilde algılanması sorununa parmak basan Bediüzzaman, sanırımhikmetsiz bir sanatın karşısına çıkmanın yanı sıra sanatın dinin yerini almaçabasına da bir eleştiri getirmektedir. Adı geçen sanatları ibadetin yerineikame etmek mümkün müdür? İman ve ibadet olmayınca, bunların yerineinsanı eğlendirecek, meşgul edecek, teellümlerden kurtaracak bir şeyler gerekmiştirve bu “ilaç” bulunmuştur.

    Bu edepsiz edebiyat beşerin ağzına “yalancı bir dil” koymuş, insanın yüzüne”fasık bir göz” takmış, dünyaya “âşüfte fistanı” giydirmiştir. Şayet güneşigösterse onu “sarı saçlı güzel bir aktrisi” hatırlatarak tasvir eder. Böylebir anlayışın amacı, sefahetin kötü, zararlı olduğunu göstermek, bunun insanlarayakışmadığını telkin etmektir. Ne ki sefahet öyle anlatılır ki “ağız suyu akıtır, akıl hâkil kalamaz.”

    Yazarlarının niyetini bilemeyebiliriz; ama Aşk-ı Memnu cemaatinemensup yazarların eserlerinde böyle müstehcen tasvirlere çokça rastlıyoruz.Oysa Bediüzzaman’ın Lemeat’ın bir başka yerinde belirttiği gibi, batılşeyleri güzel tasvir etmek, safi zihinleri yaralamakta, bozmaktadır. Çünkübatılın anlatılması iştihayı kabartmakta, hevesi tehyîc etmektedir.

    “Avrupazâde edeb” insana ahbapsızlıktan, sahipsizlikten kaynaklanangamlı bir hüzün vermekte, kâinatı bir vahşet yeri olarak sunmaktadır nazarımıza.Mahzun bir kimseyi yabancılar içinde sahipsiz olarak gösterir. Hemmahzundan yana bir tavır sergiler, hem de tüm ümit kapılarını kapatır. Böyleceilhada kadar gider. Bu “yabanî edeb”in verdiği şevkle nefis, heyecanadüşer, heves yayılır. Böyle bir edebiyat ruha ferah veremez.

    Kur’an’daki edeb ise hevayı karıştırmaz, insanı aldatmaz. Bu edeb insana”hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlikşevki” (Lemeat) verir. Yani Müslüman sanatçı, sefahetsahneleri sergileyip iştihayı kabartmak, ten hazlarını tehyic etmek yerinehakperestlik duygusu aşılar. Soyut güzelliği, cemâlperestlik zevkini telkineder. Kâinattaki görkemli güzelliğe Yaratıcı hesabına bakar. Hakikate doğruçeker. Haksızlık karşısında susmamayı, tepki göstermeyi aşılar, uyarır.Kâinata “tabiat cihetinde” bakmaz.

    Çok kuşatıcı bir düşünsel derinlikle böyle bir tahlil ve karşılaştırma yapanBediüzzaman, genel anlamda Batı medeniyetini “tiyatrocu, sinemacı,romancı medeniyet” diye vasıflandırmaktadır. Kanaatimce Üstad buradaadı geçen sanat türlerine cephe almamakta, bu tür eserler vererek çevreye”yetimane hüzün” saçan, “tabiatperest” bir anlayışı telkin eden, insanı”gafletpîşe” uçurumlara atan, nefsi “hevesat”a teşvik eden sanatçıları sorgulamaktadır.İman boşluğunu sanatla doldurmaya çalışan böyle bir anlayışınkarşısına, İlahî ilkelerle çıkarak beşeri asıl vatana, uhrevî dostlara, rü’yet-iCemalullaha yönlendiren, insana bu konudaki ihtiyacını hissettiren eserlerinanlamını ve işlevini vurgulamaktadır.

    Ne yazık ki Cumhuriyet sonrası sanat türlerinin bir çoğunda hevesatıteşvik edici, dini tahkir edici unsurların çokluğu görülür. Mesela Türk sinemasınındine, dindara karşı tutumu da ekseriyet itibarıyla menfi olmuştur.Türk sinemasında müstehcenliğin olmazsa olmaz bir kural hâline getirilmesinene demeli? Bundan gayri, Batı yapımı filmlerdeki yaşam biçiminindayatılması, bizim dinî hassasiyetlerimizin yerle bir edilmesi de ne oluyor?

    Yalnızca köy romanları üzerinde yapılacak araştırmalar bile duygularıtahrif etmenin, fıtratı bozma çabalarının, ötekileştirici psikolojik şiddetinve saldırının boyutlarını görmemiz için yeterlidir.

    Lemaat’ ta müzik konusunda ‘hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsânî’ ile‘hüzn-ü Kur’ânî’ ayrımına vurgu yapılmış, insanı kara hüzünlere düşürenmüziğin zararına, ayrıca müziğin herkeste farklı etkiler uyandırdığı hususunadeğinilmiştir. İnsan, müziğe de ihtiyaç duyar ve kendi ruhunu anlayacak,gönlüne tercüman olacak müzikleri tercih eder.

    Günümüzde hangi tür müziklerin ve müzik topluluklarının revaçtaolduğu, hangi çılgınca konserlerin bir tür dinsel ayine dönüştüğü, bukonserlere veya müziklere tutkun insanların ruh hâlleri, niçin bu müzikleri dinledikleri, bu müziklerden neler umdukları ve buldukları konusu masayayatırıldığında oldukça düşündürücü ve ürkütücü bir tablo ile karşılaşıyoruz.

    Müziğin insan ruhu üzerinde tesirler uyandırdığı muhakkak. Bu konudabirçok araştırma yapılmış ve insanın, dinlediği müziklerden etkilendiğitespit edilmiştir.

    Herkes, vicdanına müracaat etse müziğin kendisi üzerindeki etkilerinibizzat anlayabilir. Bir ilâhîden, tefekkür ve hikmet yüklü bir müziktenşehevanî duygular hissedilmeyeceği gibi, çılgınca bir azgınlık eyleminiandıran, insanı Allah’tan koparan müziklerden, konser ortamlarından dalâtifeleri diriltecek sonsuzluk hikmetleri elde edilemez. Meyhanelere, yarıçıplak, dövmeli, içkili, uyuşturuculu konserlere de mehter müziği, Salât-ıÜmmiye, ‘Hani Bir Yanımız’, ‘El-Muallim’, ‘Mevlâ Görelim Neyler’, ‘SeyreyleGüzel Kudret-i Mevlâ Neler Eyler’, ‘Gün Gelir’ , ‘Ya Hay’, ‘Silk Road,Caravansary Kitaro’ yakışmaz.

    Bir Müslüman’ın dinlediği müziklerin ille de Allah’tan veya dinî konulardanbahsetmesi ya da Müslümanların eseri olması gerekmiyor elbette.Önemli olan; müziğin, insanı Allah’tan ve hakikatten koparmamasıdır.Yaptığı müzikle Allah’ı aradığını söyleyen Kitaro da, birçok insani çizgiyiyakalayabilmiş olan Dreams (Akira Kurosawa’nın filmi) müzikleri de, bizievrensel yolculuklara götürebilir. Bu arada Lemeat’ taki “havadaki demdeme,kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardakirakraka, taşlardaki tıktıka” ifadeleri de kâinattaki müziği ve ahengi yakalama,bunlardan ilham alma noktasında ufuk açıcıdır.

    Bazı şarkı isimlerine ve sözlerine bakmamız, bize yabancılaşma, kalptekişiddet ve korku, kaderi tenkit konularında bir fikir verebilir: “Batsın BuDünya, Sana Ne Kime Ne, Öyle Sarhoş Olsam ki, Tanrım Beni BaştanYarat, Kader Utansın, Mihrabım Diyerek Sana Yüz Vurdum, Tapılacak Kadınsın,Allah Belanı Versin, Sana Bir Tanrı Getirdim” vb.

    Lemaat’taki “Şimdiki tarz-ı hâzır, heves serbest olmuştur, hevâ da hürolmuştur. Hayvanî bir hürriyet. Heves tahakküm eder. Hevâ da müstebiddir”hakikatinin çağımızın edebiyatına, müziğine, felsefesine, sinema ve tiyatrosunaen kapsamlı bir şekilde yansıdığını ürpererek gözlemliyoruz.

    Kur’an’da (Nahl, 112) Allah’ın bir şehri, bir beldeyi misal verdiğinden,bu şehir halkının güven ve huzur içindeyken onların, Allah’ın nimetleriniinkârla kâfir olduklarından, nimetlere karşı nankörlük ettiklerinden sözedilir.

    Ruh da bir şehirdir; aslında herkes ruh şehrinde güven ve huzur arar.Fakat bazen insan, tutkularına, şehvetlerine öyle kapılır ki kendi yanlışları,günahları dolayısıyla gerçek güven ve huzurdan uzaklaşır. Mutluluk peşindekoşarken yanlış yollar seçer. İlâhî olan ışıklardan vazgeçer, kendi aklınınsürüklediği felsefelere dalar. Kötülük problemi denilen bunalımın ortasındakalır. Hikmetin güzelliği esas alınmadıkça, hastalık, musibet ve ölümlerdekisırlar anlaşılmadıkça insan hakiki çözüme ulaşamaz.

    Bediüzzaman sadece “felsefe” dediğinde diyanetle barışık olmayan, sersemleşmişdinsiz felsefeyi kastetmiş, bu felsefenin esaslarını Kur’an’î derslerleçürütmüştür.

    Uzun ve karanlıklı sonsuzluk yolculuğunda “zad ve zahire, ışık ve burak ancak Kur’an’ın evamirini imtisal ve nevahisinden içtinab” (7.Söz) ile eldeedilebilir. Böyle bir yolda fen ve felsefenin, sanat ve hikmetin beş para etmeyeceğinisöyleyen Bediüzzaman, onların ışıklarının kabir kapısına kadargidebileceğini belirtir. Bu ifadelerde “fen, felsefe, sanat, hikmet” kelimelerininönünde herhangi bir sıfat kullanılmaz. İlk bakışta bunların toptanreddedildiği zehabına kapılabilir insan. Ancak Risale-i Nur’un bir bütünolarak değerlendirilmesi durumunda burada kastedilenin Kur’an’la barışıkolmayan “fen, felsefe, sanat ve hikmet” olduğunu anlarız. Onların ışıklarıyok değildir. Vardır, fakat kabir kapısına kadardır. Dünyevîdir, sekülerdir.Ayrıca bunların Kur’an’a mukabil bir anlamda kullanılmaları, bilimi ve sanatıdinin yerine ikame etmeye çalışan bir zihniyete de gönderme yapmaktave onu eleştirmektedir.

    İKİNCİ BÖLÜMÜN SONUÇ VE ÖNERİLERİ

    Fıtrat bozulmasının ‘öykü, ezgi ve tutku’daki yüzleşen tutanakları, insanımızıyaradılışın ve hakikatin sesinden uzaklaştırmıştır.

    İnsanımız, Batıcı, Marksist, hevacı, hedonist, materyalist, seküler anlayışıbenimsemiş bir kısım sanatçı ve düşünürlerin öykü, şiir, roman, deneme,gezi yazısı, eleştiri, sohbet, röportaj, mensur şiir, fıkra, tiyatro, makale, sinema,dizi film, opera, müzik vb. türlerde verdikleri eserlerle psikolojik şiddeteuğramış, İslamofobya farklı biçim ve üsluplarla hayatın çeşitli safhalarındaince ve kalın hatlarla çizilmiş, menfi milliyet anlayışı da yaygınlaşmıştır.

    Dini kötüleme, aşağılama, tahkir etme veya dinin kırmızı çizgilerle işaretlediğiyasakları çiğneme, özellikle müstehcenliği körükleme; din adamlarınıveya dindarları yalancı, sömürücü, sahtekâr, aldatıcı, faizci, güvenilmez,riyakâr olarak gösterme birçok sanat eserinde karşımıza çıkmıştır.

    İnsanın düştüğü yerden kalkacağı ilkesini esas almalı; sanat, düşünce vemüzik dünyasına müsbet anlamda katkıda bulunacak kimselerin yetiştirilmesiiçin ufkumuzu olabildiğince derinleştirmeliyiz.

    Yeni bir medeniyetin inşası manasında toplumdaki her bireyin yaşantısınaonarıcı katkılarda bulunabilmek amacıyla her insanın bir medeniyetolması için çaba sarf etmeli, hayatın bütününü estetik bir doku ile örebilmeliyiz.

    Özellikle 1925’lerden başlayarak Batılı hayat tarzının ve argümanlarınözendirilmesi, 70’li yıllarda çok izlenen dizi filmlerin ‘Charlie’nin Melekleri,Dallas, Aşk Gemisi vb. olması, mini etek modasının yaygınlaşması,sonraları televizyonun, videonun, ahlak dışı filmlerin, birahanelerin, meyhanelerin,içki ve uyuşturucu tüketiminin artması, internet aracılığıyla birtakımmüstehcen neşriyatın ve fıtrat dışı yönelimlerin yaygınlaşması imanesaslarını zedelemiş, zayıflatmış, bir kısım insanlarda tamamen yitmesinesebebiyet vermiştir.

    Çağımızda ‘ikna’ en etkili yöntem olduğundan, her şey ‘ulûm ve fünun’adöküldüğünden yapılması gereken şey, müsbet hareket ilkesinden hiçbirzaman ayrılmadan iman hakikatlerini ‘öykü, ezgi, tutku’ olarak sembolleştirdiğimiztüm alanlarda ‘sözün gücünü yükseltmek’tir.

    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

    İnsanlık ve Dünya Barışı İçin Ne Yapmalı?

    Medrese, mektep ve tekke ehli insanlar, fikir ve meşrep farklılıkları dolayısıylabirbirlerinden büyük ölçüde kopmuştur. Medreseliler, mekteplileriakide zaafı ile suçlamakta; mektepliler, medreselileri fünun-u cedidedenhabersiz olmaları itibariyle eksik ve güvenilmez bulmaktaydı. Medreseliler,tekkelilere ehl-i bid’at nazarıyla bakıyorlardı.

    İfrat, tefrit ve meşrep farklılıkları sonunda İslâm ahlakı sarsıldı; bizi medeniterakkiden de geri bıraktırdı.

    Bunun çaresi, Bediüzzaman’a göre üç şeydir:

    * Mekteplerde dinî ilimleri hakkını vererek okutmak

    * Medreselerde lüzumsuz kalan eski hikmete/ eski felsefeye bedel öğrenilmesigereken bazı yeni ilimleri öğretmek

    * Tekkelerde deniz gibi geniş ve engin bilgi ve kültüre sahip, ufku açıkâlimler bulundurmak ( İçtimai Reçeteler-1, s. 68-72)

    Bediüzzaman, çoğumuzun ezberinde olan sözünde vicdanın ziyasının,dinî ilimler; aklın nurunun da, medenî fenler olduğunu ve ikisinin birleşmesiylehakikatin tecellî edeceğini söyler. Bunlar birbirinden uzaklaştığındabirincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe doğar.

    Bediüzzaman’ın arzuladığı, hayal ettiği Medresetüzzehra; mektep (akıl),medrese (kalp) ve tekkeyi (vicdan) bir külliye gibi birleştirecektir.

    “Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyeteedeceği hizmetle ukul yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanındaen ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyitemsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mektep, öyle de tekke olduğundan;İslâmiyetin iânât-ı milliyesi olan nüzur ve sadakat kısmen ona teveccühedecektir.” (Münazarat, 1996, s. 125-134)

    Yeni maarifi, medreselere sokmak için bir yol bulmak, medreselilerinnefret etmeyeceği saf bir fünun kaynağı açmak da gerekmektedir. Mektepli,medreseli ve tekkeli, fikir ve meşrep farklılıklarını ön plana çıkarmadan biruzlaşma zemini bulmak zorundadır. Zaten İslâmiyet fünunun seyyidi vemürşidi, hakiki/ hakikatli ilimlerin reisi ve babasıdır. Her fen de ‘kendi lisanımahsusuyla’ sürekli olarak Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırmaktadır.Burada vurgulanması gereken en önemli husus şudur: Bediüzzaman; eskimektep, medrese tekkelerin tekrar açılmasını istemiyor. Öncelikle; zihinlerdeinşa edilecek yeni maarif sisteminde akıl, kalp ve vicdanı buluşturmayı,dinî ve medenî ilimleri bir arada okutmayı, her şeye kâinatın sahibi unutulmadanbakılmasını arzuluyor.

    Bediüzzaman, esas itibarıyla hakikate ve yaradılışın özüne ‘yabancılaşma’nınkarşısında durmuştur. Bu yabancılaşma; fıtrattan kopuşu, insanıiki cihanda mutlu kılacak bir çözümün bireysel hayattan tutunuz da sosyalhayatın her alanından kovuluşu ifade etmektedir. Onun mücadelesi, insanımızınyüzyıllardır barış ve kardeşlik içinde yaşama bilincini, kimliğini,kişiliğini koruma mücadelesidir. İnsandaki latifelerin de insana yabancılaşmasınıönleme, latifeleri yerli yerinde kullanma, eğitme çabasıdır.

    Bediüzzaman, âhirete imanla ev, aile ve şehir hayatını öyle güzel bağdaştırıyorki ‘şefkat, karâbet, muhabbet, şefkat, sadakat’ diyor; ‘yüksek ahlâk, hakiki insaniyet saadeti’ diyor. ‘Güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet,fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat,sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi hâller’intehlikesine ve çirkinliğine vurgu yapıyor. ‘Samimî hürmet, ciddî merhamet,rüşvetsiz muhabbet ve muavenet, hilesiz hizmet ve muaşeret, riyâsız ihsanve fazilet, enaniyetsiz büyüklük ve meziyet’in güzelliğine işaret ediyor. (bk.Şualar)

    Esas itibarıyla burada saydığımız güzel hasletler ‘akıl, kalp, vicdan’ üçlemesiylekülliye teşkil edecek bir anlayışın ilkeleri olarak karşımızda durmaktadır.Akıl da, kalp de, vicdan da bu niteliklere karşı çıkamaz. ZatenBediüzzaman’ın, sık sık vurguladığı konulardan birisi de latifelerin eğitimidir.

    Bediüzzaman, şu cümlesinde de sanki mektep-medrese-tekkeyi birleştiripbir külliye kurmuştur:

    “İnsanın kalb cüzdanındaki letâif ve akıl defterindeki havâs ve istidadındakicihazât tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih veona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşifmüttefiktirler.” (Sözler, 1996, s. 84)

    Toplumumuzdaki duygu tahrifi, insanımızı iman hakikatlerinden uzaklaştıranbir eğitime yöneltmiş, romanvâri bir nazarı hâkim kılmış, bununsonucunda tarihinden, özünden, kimliğinden az ya da çok koparılmış nesilleryetişmiş, yabancı ideolojilerin peşinden koşan, yüzünü Batı’ya dönmüşbir tablo ortaya çıkmış, bu arada menfi milliyet duyguları da yaygınlaşmıştır.

    ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN SONUÇ VE ÖNERİLERİ

    1. Eğitimde ırkçı, milliyetçi söylemler yerine iman kardeşliğini, ayrıca insankardeşliğini önceleyen bir yaklaşım sergilenmeli. Bediüzzaman, Risale-iNur’un hiçbir yerinde ‘müsbet milliyetçilik’ dememiş, böyle bir milliyetçiliğisavunmamış, ‘müsbet milliyet’ demiş, bunu da ‘İslâm milliyeti’ anlamındakullanmıştır. Bediüzzaman, Türkçülüğe de, Kürtçülüğe de, diğer bütünmilliyetçi bağnazlıklara da tavır koymuştur. Ayrıca bir yanlışlığı başka biryanlışlıkla devam ettirmemeli. Ezanın Türkçesi de olmaz, Kürtçesi de.

    2. Din ve fen ilimlerinin birbiriyle barıştığı bir eğitim dizaynı gerekli.Buyurgan bir üslup, propaganda dili, dayatmacı bir söylem kullanılmadanher düzeye göre iman ilimleri, buna paralel olarak değerler eğitimi verilmeli;sanatın, öykünün, romanın, sinemanın ve tüm iletişim imkânlarının dilleriyle,ufuk açıcı bir tarzda, genç ateşpare zekâların önünde yollar açarak,evrensel boyutları ihmal etmeden bu yapılmalıdır.

    3. Mesele, dinî konuların kuru kuruya öğretilmesi, İslâm büyüklerinden(saygılı bir üslupla da olsa) bahsedilmesi de değildir. Günümüzün iletişimşartlarını, bilgisayarın getirdiği imkânları, sanal dünyadan ve sokaktan gelentehlikeleri, oyun ve müzik dünyasının atmosferini günümüz çocuğunun,ergeninin ilgi ve yönelimlerini dikkate alarak örgün ve yaygın eğitimin elealınmasıdır. Yerli düşünceyi yalnızca bu toprağın düşünceleri, kitapları gibidüşünmemeliyiz. Ülkeler, milletler, kıtalar arasındaki iletişimin had safhayavardığı, engellenemediği, katı rejimlerin sallandığı, yıkıldığı bir dünyadayaşadığımızın; diğer insanların bizden farklı inanç ve kültürlere sahip olmasının onlardan düşünce ve sanat bağlamında yararlanmamızı engelleyemeyeceğininbilincinde olmalıyız.

    Millî eğitimin, örgün ve yaygın eğitimin meseleleri, Türkçülüğe karşıKürtçülüğü geliştirmekle, evrensele kapılarını kilitleyip yerelliği takdis etmekle,güneydoğuya hapsolmuş bir anlayışla hâlledilemez.

    4. ‘Türkiye’nin Maarif Davası’na kafa yoran bir düşünür, Nurettin Topçu,bundan 62 yıl önce, tâ 1950’de birkaç derslik ahlâk öğretiminin, işi ciddiyealmak olmadığını, ahlâkın lisenin bütün sınıflarında, her sınıfın seviyesiölçüsünde, tenkitli ve münakaşalı bir şekilde okutulması gerektiğini, dinve ahlâk eğitiminin yalnız bir derste verilemeyeceğini söylüyordu. (Topçu,2011)

    5. 1940’lardaki Doğu-Batı klasiklerinin Türkçeye kazandırılması çabası,hem yerli hem de yabancı kültür birikimini çocuklarımıza, gençlerimizeaktarma düşüncesi, esasen takdir edilecek bir yaklaşım olarak düşünülebilirdi;ancak ülkenin her tarafında ve eğitimin her kademesinde gerçekleştirilenmaneviyat düşmanlığı olmasaydı ve bin yıllık bir medeniyet, bütüniletileriyle birlikte çöpe atılmasaydı.

    6. Çocuklara okul öncesi dönem de dâhil olmak üzere ilk ve orta öğretimdede din ve ahlâk eğitimi, her bir öğrencinin anlayabileceği bir tarzda,çoklu zekâyı esas alan bir mantıkla verilmelidir. Karakter eğitimi veya değerlereğitimi anlamındaki bu süreç, aslında ömür boyu devam edip gidecekolan bir süreçtir.

    7. Bediüzzaman, değişen eğitim, rehberlik, pedagoji anlayışlarının değişmezlerinibir harita hâlinde sunmuştur. Bu medeniyet haritalarında gösterilenyerlere gidip oralarda inceleme yapmak, oraları temaşa etmek deeğitimcilerin en temel görevidir.

    8. Dinî eğitim, iman hakikatlerinin benimsenmesi ve sosyal hayata yansıması,asayişin sağlanması, vatan ve milletin saadeti için vazgeçilmez birhusustur. Ancak dinî eğitimin hangi aşamada, nasıl verilmesi gerektiği deörgün ve yaygın eğitimin en önemli meselesi olmalıdır.

    Günümüz insanı, bu dünyada mutlu olmaya önem veriyor. Risale-i Nur,imanın bu dünyada dahi insana mutluluk verdiğini ısrarla belirtiyor, izah veispat ediyor.

    9. İnsanın iç âlemindeki ‘mektep, medrese, tekke’ unsurları olan akıl,kalp ve vicdan okullarda bütün estetik derinliğiyle işlenmelidir. Yani imanhakikatlerindeki incelikler; aklı, kalbi, vicdanı kuşatıcı bir form içinde,şeyh-mürşid-tekke ilişkisine başvurulmadan, tasavvufun verebileceği nefisterbiyesini de kuşatacak şekilde, incitmeden, kırıp dökmeden, daima onararak,her insanın aslında bir medeniyet olduğu ve fıtrî bir medeniyete sahipolduğu bilinciyle yerli düşüncenin sanat, edebiyat, kültür bağlamındaki ayrıntılarıylamüfredatlara yerleştirilmeli, daha da önemlisi karşılığını bulacakbir ses olarak hayatın içine dâhil edilmelidir.

    10. İnsanî değerleri inşa ederken Bediüzzaman’ın “Bir Müslüman neslindengelen adam, akıl ve fikri İslâmiyet’ten tecerrüd etse bile, fıtratı vevicdanı hiçbir vakitte İslâmiyet’ten vazgeçemez.” sözü hatırdan çıkarılmamalıdır.

    11. Öğrencilere, ‘pozitivizm, bilimsellik, akılcılık, çağdaşlaşma’ adına üretilen dayatmacı yalanlar yerine iman odaklı kültürümüz ‘Eski hâl muhal;ya yeni hâl, ya izmihlâl’ parolasıyla yeni biçim, desen, ton ve renklerle hâlingereği üzere, hakikatin bin bir dili içinde, hürriyetin imanın hassası olduğubilinerek sunulmalıdır.

    12. Kâinata nakış nakış işlenmiş olan ‘imanın güzelliği, hakikatin güzelliği,nurun hüsnü, çiçeğin hüsnü, ruhun cemâli, suretin cemâli, şefkatingüzelliği, adaletin güzelliği, merhametin hüsnü, hikmetin hüsnü’ ilim vesanat formatı içinde sezdirilmeli, İslâm’ın zengin ruh dünyası incelikleriylehissettirilmelidir.

    13. Bediüzzaman, içsel eğitimini, akıl-kalp-vicdan üçgeninde aslındakendi dünyasında tamamlamıştır. Onun okuduğu veya kendisinin düzenleyerekokuduğu münacat ve dualara bakarsak sanki tarikata, tasavvufa girmedentarikattan elde edilen neticeyi elde ettiğini görürüz.

    Bediüzzaman, rasyonalist ve pozitivist değildi; fakat ‘bürhan, akıl, fikir,kalp’ diyordu ve ‘bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini aklatesbit ettiren’ Kur’an’dan söz ediyordu. Ayrıca maarif-i cedideyi medreseleresokmak, medrese ehlinin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun (bk.Münazarat) açmak istiyordu. Burada Bediüzzaman’ın kullandığı ‘nefret etmeyeceği’ifadesi eğitimde duygunun, empatinin, nabza göre şerbet vermenin,mukteza-yı hâle uygun konuşmanın ve davranmanın ne kadar önemliolduğunu işaretlemektedir.

    14. İsim ve içeriğin farklı şeyler olmasının tehlikesini “istibdad-ı mutlakacumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla,sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanunnamını vermekle” ifadesiyle vurgulayan Bediüzzaman, burada çok önemlibir ayrıştırma yapıyor; manasız isim ve resim değil, hakikat istiyor; ‘cumhuriyet,rejim, medeniyet, kanun’ kavramlarının hakikatiyle hayata yansımasınıarzu ediyor.

    15. Bediüzzaman’ın bilgi, binler fünun bağlamında söyledikleri, milliyetçiliklede ilgilidir. İnsandaki millet sevgisi fıtrîdir; fakat yaygın ve örgüneğitimde ‘asabiyet-i neviye ve milliye’nin enaniyete kuvvet vermesi tehlikesinede dikkat edilmelidir.

    16. İlk ve orta öğretim müfredatı; akıl, kalp, vicdan dinamiklerini hareketegeçirici tarzda teşkil edilmelidir.

    17. Toplumdaki tüm bireyler arasında etkileşimi müsbet yönde arttıracakbir maarif sistemi oluşturulmalıdır. Din ve ahlâk duygusu, yaşantımızınbütününe yayılacak bir ince anlayışı icap ettirmektedir. Nurettin Topçu1958’de, kültürün bütün kaynaklarını kuruttuktan sonra mekteplerimizdeokutulacak birkaç sayfalık devşirme din dersleriyle din kültürünün yapılacağınıummanın abes olduğunu ve bu durumun din düşmanlarının ekmeğineyağ süreceğini de belirtir. (bk. Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası)Determinizmin, pozitivizmin, popüler mahalle veya şehir kültürünün,oyun ve eğlence çılgınlığının bombaladığı ruhlara ulaşmanın hiç de kolayolmadığı, maarif davasının ıztırabını çeken öğretmen, veli ve ebeveynler tarafındanda iyi bilinmektedir.

    18. Sadece başkalarına zarar vermeme tarzındaki bir özgürlük anlayışıyerine, insanın kendisine de zarar vermemesi ilkesini de içinde barındıran, aynı zamanda toplumu kucaklayıcı bir anlayış hâkim kılınmalıdır.

    19. Her bireyin farklı şahsiyet özelliği taşıdığı dikkate alınarak insanıniç dünyasını estetik yönden geliştirici, duyguları fıtrî mecrasına yönlendireneğitim modellerine, başvurulmalıdır. Bediüzzaman bir taraftan Ayetülkübra,Yirmi İkinci Söz, Otuz Üçüncü Söz gibi kâinat belgeselleri sunarken, birtaraftan da Şeytanla Muhavere gibi, Otuzuncu Söz gibi psikolojik belgesellerlekarşımıza çıkıyor.

    20. Bir hakikatin farklı inanç, fikir, önyargı taşıyan insanlara anlatılmasında,bir eğitim formatında işlenmesinde, duyguların harekete geçirilmesinde“İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazen bâtıleline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız,dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.” ifadeleri (bk.Mektubat) hatırdan çıkarılmamalıdır.

    21. Müslüman olsun olmasın her insanda bulunabilen kin, nefret, korku,şiddet, intikam, rahata düşkünlük, hırs, gurur, kibir, kendini beğenmişlik,fanilere aşırı bağlanma, hodendişlik, kötümserlik gibi duyguların çözümlenmesindeve onarılmasında Risale-i Nur’daki ikna edici delillere başvurulmalıdır.

    22. Mesnevi-i Nuriye’deki bir tevhid bahsinde geçen ve kâinattan sözeden ‘Lisan-ı halleriyle telsiz telgraf gibi birbiriyle konuşur’ ilkesi, sosyalhayattaki yardımlaşmanın da, eğitim kurumlarında ve toplumun geniş kitlelerindekiiletişimin de tarifi olarak düşünülmelidir. Biz de bu kâinatınçocukları olarak nasıl kâinata ve birbirimize dostça yaklaşmak durumundaysakbu memleketin çocukları olarak da, aynı Allah’a, aynı peygambereinanan insanlar olarak tanışmak, konuşmak, yardımlaşmak, uzun mesafelerdenbirbirimizin sesini duymak, derhâl imdadımıza yetişmek durumundayız.

    Özet

    Fıtratı bozma çabaları ve insani değerlerin zarar görmesi insan ve toplumaçısından her zaman olumsuz neticeleri beraberinde getirmiştir. Menfimilliyet anlayışıyla ortaya çıkan fıtrattaki bozulma bir anlamda duygularında bozulmasıdır. Bu bozulma; edebiyat, müzik ve felsefe dünyasına vehim,korku, gaflet, hedonizm, tecavüz, yabancılaşma suretinde izler düşürmüştür.İnsanımıza en büyük darbe de öykü, ezgi, tutku olarak sembolleştirebileceğimizalanlarda indirilmiş; böylece fıtrata ve hakikate yabancılaşmış portrelerortaya çıkmıştır. Batı âleminde ve evrensel çerçevede de benzer bir tablosöz konusudur. Bu yazının amacı; duyguların tatlı ve ürkünç katmanlarınıaydınlatmak ve fıtrattaki bozulmaların edebiyat, müzik, felsefe alanlarınayansımalarını ana hatlarıyla incelemektir.

    Anahtar Kelimeler

    Duygu, insani değerler, edebiyat, müzik, felsefe, psikolojik şiddet, korku,zevk, inkâr, sefahat/eğlence

    Abstract

    The efforts of corrupting the nature and damages to human values havealways brought together negative impacts on man and society. The corruptionof the nature born by negative nationality is in a sense the corruptionof feelings. This corruption has left projections of doubt, fear, negligence,hedonism, violation, and alienation in the worlds of literature, music, andphilosophy. Our people have been struck the greatest blow in areas what wecan call story, melody, and passion; and thus portraits have appeared thatalienated from the nature and reality. A similar picture is in question bothin the West and in the World. The purpose of this paper is to enlighten thesweet and scaring levels of feelings and the outline of the reflections of thecorruption of the nature in literature, music, and philosophy.

    Key Words

    Feeling, human values, literature, music, philosophy, psychological violence,fear, pleasure, denial, recreation/entertainment