Köprü Anasayfa

Dünyevileşmenin Farklı Boyutları

"Yaz-Güz 97 (59. ve 60. Sayı)" 59. Sayı

  • Dünyevileşme ve Arkaplanı

    Gökhan Bacık

    Fatih Üniversitesi, Araş. Gör.

    Giriş

    Dünyevileşme kavramı üzerine eğilmek üç temel alanda düşünmeye neden olacaktır. Öncelikle kavramın kendisinin ifade ettiği anlam; ikinci olarak dünyevileşmenin ürünü olduğu zihinsel süreç ve nihayet bütün bunlarla muhatap olan toplum. Dünyevi kelimesi, karşısında ileri düzeyde komp leks ilahi-olanlar terkibini bulur ki, dünyevileşme temelde işte bu ikincisinden ayrılmayı ifade eder. Bir bakıma civitas dei, adım adım büyük global değişmeler de dikkate alınırsa, civitas mundi şekline dönmüştür. Ancak en başta da vurgulandığı üzere asıl mesele dönüşümün; bütün olup bitenlerin kendisiyle doğrudan ilgisi olan toplumun durumudur ki; Müslümanlar olarak hepimiz bu kümenin elemanlarıyız. Hemen arkasından gerek dünyevileşme, gerek diğer bizimle ilgili olup bitenlerin leading elite marifetiyle bizlere talim edildiği hatırlanırsa üzerinde düşünülmesi gereken bir başka konu da ortaya çıkar: Aydınlar. Bütün tasnif edilen tarafların vücuda getirmiş olduğu dünyevileşme hareketi ise sonunda meyvelerini verir ki bu hayatı şekillendiren alanlarda (hukuk, idare…) uygulanmakta olan mevzuatların dini olan renkten ayrılıp seküler şekli alması anlamına gelir. Böylelikle, dünyevileşmenin yaşandığı toplumda ilk mühim mesele ortaya çıkacaktır: Bu yeni düzende dinin rolü, sınırı ve öbür tarafta ihdas edilen yeni nazımın, tarihle içiçe geniş kitleler için meşruiyet cihetinden durumunun ne olduğudur. Nitekim İslam dünyasında dünyevileşme hareketlerinin ne-ticelerini vermesiyle hemen bu çatışma ortaya çıkmıştır. Müslüman toplum, içinde hayat ve devlet ile ilgili geniş düzenlemeler içeren iman ettiği dinin nereye konulacağının tartışmasına girmiş, öte yandan bu meseleye dini tamamen kenara alarak çözen yeni modellerle de meşruiyet kavramı noktasında çatışmaya girmiştir.

    Tarihteki durum

    Dünyevi olmayanlar vahye dayalı olanlardır. G. C. Anawati’nin, sürekli, peşin ve öncel kabul ettiği vahyin ve müştemilatının ilahi olan bütün düzenlerin vasf-ı fariki olduğu şablonu, bu açıdan önemlidir. Bu açıdan vahye dayanmaksızın ortaya atılmış dinler, dünyevi olmaktan kurtulamayacaklardır. Aynı zamanda ilahi olup vahye dayanan düşüncenin karşısındaki dünyevi düşüncenin altına gelecek kaynak, akıl olarak kendini gösterir. Ne var ki, ilk problem de buradan çıkacaktır. Problem vahyi olan ve olmayanın akıl karşısındaki konumlarıyla ilgilidir. Zira dinsel olmayan düşüncenin, dinsel olana en büyük eleştirisi, onun akla değil nasa dayandığıdır. 9. asırdan beri önemli müslüman filozofların hemen bütün eserlerinde ele aldığı temel konulardan birisi de işte vahyi olanın, iddia edilenin aksine, akılla sergilediği uyumdur. İbn-i Tufeyl gibi kişiler, aklın esasen ilahi olan ahkâmı doğruladığını ispat etmek için önemli sayıda eserler vermişlerdir. Şüphesiz muhalefet edenler de yok değildi. Farabi, El-ıhsa-al-’ulum’da ilimleri tasnif ederken; mantık, fizik, matematik, metafizik sıralanışını bilinçli olarak model haline getiriyordu. Ve hususan İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi üçlüsünde vahye dayalı olanın durumu, diğer İslam düşünürlerine göre, akıl karşısında farklı konum kazanıyordu.

    Memun devrinde başlayan düzenli tercüme faaliyetleriyle İslam’ın Yunan felsefesi ile ilişkisi zirveye çıkar. Hilmi Ziya Ülken’in vurguladığı gibi ilişki nihayet, Endülüs tarihi dikkate alınırsa, İslam felsefesinin eski Yunan ve Avrupa arasında bir geçiş modeli olmasına kadar varır. Nitekim aynı dönemle beraber etkili eserler ortaya koyan İslam filozofları entellektüel düzeyde dünyevi bilginin kaynağını oluşturmuşlardır. Corbin’in deyimiyle başını alıp giden bu hareket güçlü bir engelle ümmet karşısında büyük bir darbe yiyecektir; bu Gazali’den başkası değildir. Gazali’nin felsefeyle uğraşanların tezlerini çürüttüğü hakkında bir şey söyleyemeyiz. Ancak onun felsefecileri ümmetin gözünden düşürdüğü durum ortadadır. Ancak Gazali gibilerine rağmen akılcı okul güçlenmiştir. En önemlisi, Ignaz Goldziher’in İslam Tefsir Ekolleri adlı kitabında belirttiği gibi; güçlenen akılcı okullar, dinin temel kaynakları olan tefsir, hadis gibi alanlarda kendi tarz-ı telakkisini oluşturmuştur. İşte bütün bu olup bitenlerle bizim şimdi yaşadığımız dönemin büyük bir ilişkisi vardır. Çünkü günümüz tartışmalarında tarafların birisi işte asırlar öncesi temelleri atılmış akılcı okulların efkârını kullanmaktadır. Şüphesiz bunda yadırganacak bir şey yoktur. Ancak günümüz Müslüman toplumunun kullandığı argümanların, araçların geçmişle ayrılığı gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Dolayısıyla dünyevileşme ele alınırken bu fikirle ilgili başka hareketlerin geçmişte hangi aşamalardan geçtiği ve kimlerce nasıl savunulduğunun da değerlendirilmesi önemlidir.

    İslam’ın diğer köklü düşünce sistemleriyle girdiği muarefelerle dünyevileşme; bilgi düzeyinde kendini belli etmeye başlamıştı ve usûl sahasına doğru hızla yayılıyordu. Demokrit, Pisagor gibi Stoacıların tabiat felsefesi ilk müslüman kelam okullarında adeta temel kaynak gibi kullanıldı, öğretildi. Mutezile, Empedokles ve atomculuğu bütün muhtevasıyla meydana getirdiği düşünce birikimine temel kaynak olarak katmaktan çekinmedi. Heresiografi İslam dünyasında en ılımlı kesimden Raven-di’ye kadar şekillendi. Şimdi burada “ilahi düzenin vahye dayandığı, buna karşı dünyevi olanın akla dayandığı” tartışması hakkında bir noktaya daha temas etme zorunluluğu doğmaktadır. Şöyle ki vahye dayanan, ilahi olanın karşısında ortaya çıkan dünyevi düşünce-nin temelinde yatan kaynak tabiat felsefesidir. Dolayısıyla dünyevileşme köken olarak tabiat düşüncesi ve felsefesinin sonucudur. Bunun sonuçları kişi hayatından, uluslararası hukuka kadar yayılarak görülecektir.1 Sonuç olarak ilahi olandan dünyevi olana gidişin, akli olana gidiş anlamına gelmeyeceği netlik kazanacaktır. Çünkü Bacon’un şikayet ettiği şekliyle tabiat felsefesi kaynaklı düşünceler tabiat, kadın gibi kavramları salt sömürülecek şeyler olarak vurgulayarak tamamen akıldan uzaklaşmanın örneklerini vermişlerdir.

    Müslümanların çıkmazı

    Osmanlı Devleti, 1699’da Karlofça Antlaşmasına imza koyunca yeni bir kavramla tanışıyordu; diplomasi. O döneme kadar sürekli elçi bile bulundurma ihtiyacı hissetmeyen devlet için sorunların çözümünde anahtar belliydi; güç. Diplomasi, ekalliyetten Fener kökenli bazı ehil kişilere havale edilmişti. Dragomanlar aracılığıyla gereken işler bu alanda yeni yeni icra edilmekteydi. Ancak devletin güç kaybı, şartları değiştirmiştir. Artık Hıristiyan devletlerle antlaşmalar yapılmak zorunda kalınıyordu. Şahinzade Efendi, Allah’ın düşmanlarını dost edinmemekle ilgili bir ayeti öne sürerek benzer antlaşmaları imzalamanın dinen caiz olmadığına fetva verir. O’na göre kâfirlerle antlaşmalar imzalanarak, işte bu hükm-ü ilahi ile ihtilafa düşülmüştür. Ancak kâfirlerle nice antlaşmalar imzalayanların cevabı ilginçtir; “menfaatlerimiz bunu gerektiriyor.” Osmanlı Devleti yıkılışına kadar müslüman olmayanlarla daha birçok antlaşmalara imza attı, dahası Şahinzade yine bir hadise dayandırılarak görevinden alındı. Ancak pratik sorun hep gündemde kaldı; gerçekten de bütün olup bitenler ve yaptıklarımız bizi ilahi olandan ayırıp, dünyevi olana yani bizim meydana getirdiğimize yakınlaştırmıyor muydu? Şüphesiz evet. Osmanlılar gibi kâfi derecede dine bağlı devlette vuku bulan dönüşüm, devrin uleması tarafından tepkiyle karşılanmıştır. II. Mahmud, ulemanın maddi ve statü durumlarıyla ilgili vaadler vererek onların muhtemel reaksiyonlarını geçici de olsa engellerken, halk nezdinde büyük etkinliği olan aynı çevrelere söz konusu değişimin dine mugayir olmadığını anlatmaktadır. Doğal olarak burada şu soru akla gelecektir. Osmanlıların oluşturduğu düzende verilen kararlar nitelik açısından ne kadar dini, ne kadar dünyevidir? Osmanlı hukukunun ikili bir niteliğe sahip bulunduğu iddiası Hammer’a kadar geri götürülebilir. Nitekim Taner Timur’un belirttiği gibi 1923 sonrası kurulan yeni düzenin eskiyle tamamen ilgisinin koparılmaması için de Osmanlı hukukunun dünyevi taraflarının varlığı ortaya konulmaya çalışılmıştır. Halil İnalcık, sultana bağlı hukukun Osmanlı düzeninde en az şer’i hukuk kadar etkili olduğunu savunmuştur.2 Bu tartışmanın temelinde İslam hukukunun kamu hukuku denilen alan ile ilgili genel kaideler dışında hükümler içermediği ve bu alanda boşluğun ilahi kaynakların ışığında düşünsel çaba ile doldurulduğu fikri vardır. Örfi hukukun Osmanlı yönetiminde büyük yer tuttuğu ve bunun dinsel olmayanı temsil ettiği öne sürülmüş-tür. Dolayısıyla 19. yüzyıldan çok önceleri devletin dini olan ve olmayanı beraberce bugüne getirdiği kabul edilmiştir. Şüphesiz bütün bu fikirlerin doğruluk payı vardır. Öte yandan Şeyhülislamlardan alınan fetvaların bile salt dinsel motifler içermediği, buna karşın ilgili olayın siyasal, askeri taraflarına ait gerekçelerle düzenlendiği görülmektedir. Şeyhülislam Ebussuud Efendi, kendisine Kıbrıs Fethiyle ilgili sorulan soruya verdiği cevapta; Türklerin adadaki tarihi haklarından, adanın düşman elinde kalmasının doğuracağı zararlardan bahsediyor ve fethine girişmenin caiz olduğunu ilan ediyordu.3

    Osmanlıların kendi düzenlerine ait bu tartışmaların dışında cereyan eden ve 11. miladi asırda bütün İslam coğrafyasında başlayan entellektüel tıkanıklıkla ilgili diğer tartışma da dünyevileşme kavramını açıklamada aydınlatıcıdır. Buna göre sözü edilen yüzyıldan itibaren İslam dünyasında statikleşme başlamış, ilahi kaynakların ışığında yapılan düşünsel çabalar son bulmuştur. Sonuç olarak Osmanlılar da içinde olmak üzere bütün İslam dünyası kendi dışlarında tekâmül eden dünyevi düşüncenin etkisi altına girmişlerdir. İslam dünyasında bilimin yaşadığı tıkanıklık nedeniyle oluşan bu durum, daha sonraları görülecek olan Batıcılığın en iptidai temelleridir. Çünkü aynı za-mandan itibaren Batıda bilimsel düşünce hızla güç kazanacaktır. Doğal olarak kendi iç dönüşümünü sürdüremeyen İslam toplumu için sorunların aşılması imkânsız hale gelecek ve zorunluluktan doğan bu Batı kaynaklı düşünceleri kullanma devri başlayacaktır. Dünyevileşme kavramının bu yönü çok önemlidir.

    Dini olan mevzuata dini olmayanın karışması meselesi ise çok öncelere varan bir konudur. Biruni, ilahi dinin en önemli sorunlarından birinin onun yerel gruplar tarafından kendi yerleşik ananelerine göre telakki edilmesi olduğunu belirtmiştir. Bu haklı bir endişedir. Gerçekten de İslamın yayılmasıyla değişik alanlarda birbirlerinden farklılaşan kozmopolit kültürler ortaya çıkmıştır. Beluzuri’den İbn Haldun’a kadar birçok düşünürün kabul ettiği gibi İslam devletlerinin Bizans ve Pers’ten kurumları açısından etkilendiği de burada vurgulanması gereken diğer bir başlıktır. Böylelikle türlü nedenlerle din kavramı, içine yerleşik dünyevi değerleri almak zorunda kalmıştır. Osmanlılar döneminde fetihler yoluyla sürekli büyüyen topraklarda uygulanan fıkıh mezhebinin Hanefilik olması aynı açıdan ilgi çekicidir. Hanefi mezhebi diğerlerine oranla, kıyasa verdiği geniş yer nedeniyle karşılaşılan türlü sorunları çözebilmede bilinçli olarak kullanılmıştır.

    Dünyevi düşüncenin gelişimi

    Aynı dönemler itibariyle Batıda dünyevi hukuk ve müştemilatı Ortaçağ skolastiğini mağlup edip tekâmül edebileceği geniş bir hareket alanı bulmaktadır. Eski Yunan tabiat felsefesine dayanan materyalist düşünce zamanla sistemleşmiştir. Bu sistemleşme kesinlikle ha-yatın her alanını kapsayacak genişliğe ulaşmıştır. 16.-18. yüzyıllar arasında uluslararası hukukun ilk yazarları Francisco Victoria, Vazquez de Menchau, Gentiles ve diğerleri tamamen doğal hukuk görüşünü benimseyenlerdi. Üstelik onların az çok dinsel renkli anlayışı Grotius ve Puffendorf gibi şimdi bile uluslararası hukukun banisi addedilen şahıslar tarafından ayıklanmıştır. 17. yüzyılda başlayan doğal hukuk görüşüne dayalı uluslararası hukuk gelişimi karşısında kendi tıkanıklıklarını aşamayan Müslümanlar, 20. yüzyıl itibariyle sözü edilen hukukun getirdiği ağır hükümlere boyun eğmekten başka bir şey yapamayacaklardır. Ve nihayet günümüz global dünyasında kendi dönüşümlerini sürdürememiş müslüman devletlere, dünyevi normların tasnif ettiği kurumlarda bulunma zarureti kalmaktadır. Şimdi en azından bu alanda bir dünyevileşmenin son haddinde vuku bulduğunu söyleyebi-liriz. Ancak görüldüğü gibi bu çok öncelere dayanan entellektüel tıkanıklığın sonucu çözüm üretemez hale gelen Müslümanların alın yazısı haline gelmiştir. Model, bütün diğer alanlara teşmil edilebilir. Zamanla tekâmül etmesi gereken türlü alanlara ait İslami düşünce durağanlaşmış, bunun sonucu olarak da günümüz toplumları süratle ilerleyen Batılı, dünyevi düşünceye tabi olmak zorunda kalmışlardır. İslam kaynaklı uluslararası hukuk öğretisinin ne anlama geldiği şu anda büyük bir muamma gibi görünen sorundur. Özellikle uluslararası münasebetlerde bütün herkese en önemli örnek olabilecek Hz. Peygamber ve ilk halifelerin uygulamaları derin biçimde ele alınmamıştır. Araştırmacı, günümüzde türlü uluslararası hukuk sorunlarına cevap bulmak için Elmalılı Hamdi Yazır’ın derlediği arazi hukukuna dair kitaptan başka kaynak bulamamaktadır.

    Doğal hukuk bununla yetinmemiş, ilahi naslara tekabül eden kendi jus cogenslerini geliştirmiştir. Böylelikle doğal hukuk evrensel ve herkesin mutlaka uyması gereken bazı kurallara kavuşmuş, sonraki ilerlemesini bu tür kurallara dayandırma zorunluluğunu geliştirmiştir. İşkence yasağı gibi genel kabul gören jus cogensler dünyevi düşüncenin bir anlamda genel çerçevesini oluşturmaktadır. Dünyaya ait diğer bütün alanlarda yapılan çalışmalarda bunlar dikkate alınmak zorundadır. Nitekim müslüman toplumlarda kendi dinleriyle uyumuna bakmaksızın girdikleri uluslararası örgütlerde, eylemlerde sözü edilen genel kaidelere uymak zorunda kalmaktadırlar. Sözgelimi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4. Protokolünde yer alan idam yasağı bu açıdan önemlidir.4 Şu anda imzacı devletler bu yasağa uymak zorunda değildir ancak oluşmakta olan hukuk düzeni bu yasağı tamamen ortadan kaldırıcı bir eğilim içindedir. Böyle bir cezanın tamamen kaldırılması Avrupa ile bütünleşmek isteyen müslüman toplumlu bir ülkenin kabul etmesi gereken kural haline gelebilecektir. Fehmi Hüveydi, bütün İslam dünyası için söz konusu olan Batılılaşmanın en büyük amillerinden biri olarak üniversitelerde okutulan uluslararası hukuk derslerini göstermektedir.

    Dünyevileşmenin etki altına aldığı alan bununla bitmemektedir. Endüstri Devrimi ile önemli bir yer kazanan sosyal politika açısından dünyevi düşünce büyük bir atılım yapmıştır. Emil Frey’le başlayan işçilerin hakları, statülerini belirleme hareketi güç kazanmış ve günümüzde bu alanda tamamen doğal hukuk görüşüne dayanan bir düzenin kurulmasına neden olmuştur. Bu çok önemlidir zira Bediüzzaman Anglikan Kilisesi’ne verdiği cevapta halihazır zamanı tanımlarken “derim; sa’y esastır” ifadesiyle sosyal politikanın gelecekteki önemli yerine de vurgu yapmaktaydı. Şimdi bütün dünya ülkelerini ilgilendiren işçi hareketleri, sendikalaşma gibi çok önemli konularda oluşturulan düzende etkili olan fikir anlayışı tamamen bizim dışımızda oluşmuştur. Türkiye gibi diğer İslam ülkeleri bu süreç içerisinde İLO’nun hazırladığı sözleşmelere sadece imza atarak yer alabilmiştir.

    1539 yılında harp meydanına Sancak-ı Şerif’i çıkaran Osmanlılar, 1699’da kendini bütün taraflarıyla gösterecek bir inhitat devrine gireceklerdir. İnhitat zahiren kendini askeri alanda mağlubiyetler olarak gösterse bile asıl olarak hayatın her alanında bir geri kalmışlık olarak hissedilecektir. Maverdi, Şehristani gibi alimlerin hakkında değişik teoriler ortaya attıkları hilafet, 1774’ten itibaren üzerine vurgu yapılan bir sıfat haline gelir. Bu vurgu Küçük Kaynarca Antlaşması ile ellerinden çıkan bir toprağın Müslüman halkını İstanbul’a bağlı tutmak gibi bir siyaset içermektedir. Tanzimat Ferma-nı’nda yapılması gereken yenilikler sayılırken, asıl sıkıntının, şeriattan sapma olduğu vurgulanır. Osmanlılar bütün dehşetiyle geri gidişin farkındadır ve geçmişte kendilerini şimdi hayal edilmesi güç noktaya getiren dinin yardımına bir kez daha başvurmaktadırlar. Ne var ki artık Müslümanların kendi dinleriyle geçmişte girdikleri verimli ilişki yerinde yeller esmektedir. Dine dönmeyi savunan bütün samimi insanlar bu işi bütün cüzleriyle gerçekleştirebilecek ehil insanların yokluğuyla mahçup olmaktadırlar. İşte bu vaziyet Doğu toplumunda dünyevi-leşmeyi bir zaruret olarak ortaya çıkaracaktır.

    Osmanlı Devleti, 1648’den 1814’e kadar süren Avrupa Uyumu sürecine katılamamıştır. Westphalia ile ilk defa Papanın dahi iznine başvurulmadan imzalanan düzen, kurumsal bir dünyevileşmenin bütün altyapısını hazırlıyordu. 20.yüzyılda ortaya çıkacak seküler Batı modelinin işte bu tarihi süreçle ilgisi büyüktür. Avrupa’nın asırlarca üçte birini hakimiyet altında bulunduran Osmanlı Devleti’nin Habsburglar’ın hegemonya sevdasını engellemek için Fransızlarla girdiği ittifak yalnızca övülmüş, ama bu övgü onlara sürece katılma imkânı tanımamıştır. Ne var ki, oluşmakta olan düzenin hep dışında kalan Osmanlılar sonunda yeni düzenin getirdiği zorunluluklara uymak mecburiyetinde kalacaklardır. Siyasal alanda ayrık tutulan Osmanlılar aynı zamanda düşünsel açıdan da dışlanmaktadır. İşin önemli tarafı Müslüman toplumun 20. yüzyıl başında, önüne konulan “barış” antlaşmalarını kabul etmek zorunda kalması gibi, Avrupa’da oluşan birikimi, farklılığa rağmen kabul etmesidir.

    Dünyevileşmenin Batıdaki ve Doğu-daki arkaplanı kurumlar açısından ilginçtir. 494 yılındaki vaazında Papa Gelasius, dünyanın idaresini iki güç arasında paylaştırmaktadır. Bu iki güç kilise ve emperyal güçtür. Kilisenin pervasızca kendini devlete ortak etmesi, dönem dikkate alınırsa normaldir. Watson’a göre bunun iki temel nedeni vardır; öncelikle dinin halk nezdinde malum telakkisi, ikinci olarak devletin dahi birçok işte kiliseye mensup, okumuş, eli kalem tutan adamları kullanması.5 Kilisenin sözü edilen etkili baskısını kırmak için sonraki dönemde köklü bir reformasyon yaşanmıştır. Sekülerleşme, akıl çağının bütün doğmaları eleştiren gelişimiyle eşzamanlı bir kavramdır; yani salt idari bir istek değildir. Osmanlı Devleti’nde ise idareciler ve dar bir aydın grubu yıkılmamak için uğraşmaktaydı. Din adamlarının yeri ve etkisi bir nebze Batıyı andırmaktaydı. Bir kere Şerif Mardin’in belirttiği şekliyle normal bir müslüman, şeyhe intisap ederek bir tür siyasal tercihte bulunmaktadır. Tarikatlar vb. böylece halk ve yönetim sırasında iletişimi gerçekleştiriyordu. İkinci olarak yine Batıdaki gibi din adamlarının yönetimde hatırı sayılır konumları vardı. Osmanlı yenilik hareketinde Batıdakine benzer bir tavırla dinsel eğitim geri planda bırakılarak; teknik okulların açılmasına çalışıldı. Bu arada İslam hukukunda haiz oldukları sınırsız serbestiyet gözardı edilerek vakıflara belirli sınırlamalar getirildi. Yine II. Mahmud’la beraber merkeziyetçiliğe doğru bir hareket ivme kazandı ve Doğuda yarı-bağımsız davranan Kürt aşiretlerinin önemli yetkileri kısıtlandı. II. Mahmud vakıfların yetkilerini ordu lehine sınırlarken planlı bir hareketle orduyu da ortadan kaldırmıştır. Ne var ki bütün bu olup bitenler üstyapıyla ilgili hareketler olarak kalmakta, İslam coğrafyasında gelişmekte olan dünya şartlarını kucaklayacak bir zihinsel tekamül ortaya konulamamaktadır. Yani İslam toplumunda dine dayanan ve halihazır dönemin gereklerini kucaklayan fikirlerin yokluğu açıkça görülmektedir. II. Mahmud gibilerin yenileşme düşüncesinin önünde görünen bütün kurumsal engelleri kaldırması kısa dönemde belirli yeniliklere kapı açsa da, asıl hareket geçmesi gereken entellektüel kitlece değerlendirilememektedir. Hal-buki Batıda düşünce hareketleri kilise gibi kurumsal engellerden kurtulduktan sonra büyük bir hareket vücuda getirmiş ve nihayet bunun sonuçlarını hayatın her alanında görmüşlerdir.

    Sonuç

    Şüphesiz bütün Müslümanlar kendi dinlerinin bir çok alanda neleri gerektirdiği konusunda çeşitli sorularla karşı karşıyadır. Buna karşın güçlü düşünsel temellere bina edilmiş dünyevi düşünce, baş döndürücü hızıyla insanlığa yeni eserlerini sunmaktadır. Aslında bir ölçüde Müslümanların bunun karşısında yaşadığı şaşkınlık psikolojisi de önemlidir. Şimdi cevaplandırılması gereken soru; dünyevi düşüncenin bütün bu “zaferlerine” rağmen bizim kendi değerlerimizi kullanarak hangi modeli insanlığa sunacağımızdır. Yani bölgesel çatışmalardan, teknolojik buluşlara kadar bütün dünyayı kucaklayan ve kökü vahye dayanan bir modele sahip miyiz? Şüphesiz bu soruya “evet” demek çok kolay ancak; gelecekteki konumumuz bu soruya kolayca evet dediğimiz gibi gelişen sorunlara cevap bulabilmemizde yatıyor. Böylelikle son iki yüzyıldır yaşadığımız tecrübeyi hatırlamak bile istemeyenlere büyük bir görev düşüyor; bütün iki yüzyıl içinde hiç başarılamamış olanı yani dünyevi düşüncenin karşısındaki bütün dinamikleri kullanıp çözüm üretebilmek.

    Dipnotlar

    1. Burada semavi kavramı karşısına konulan mundane, mondial kavramlarını hatırlatmakta fayda var. Bediüzzaman, İçtihad Risalesi’nde semavi olanın karşısındakini tasvir ederken arzi sıfatını kullanır. Nitekim arıdilci Prof. Cem Eroğul ilahi olanın karşısında yerselliği kullanır.

    2. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Hil Yayınları, İstanbul 1994, s. 65 ve sonrası.

    3. Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, Ötüken Yayınları, I. Cilt, s.353.

    4. Tekin Akıllıoğlu, AİHS ve Anayasa, Siyasal Bilgiler Fakültesi, İnsan Hakları Merkezi Yayını 1996, Bkz. 4. Protokol.

    5. Adam Watson, The Evolution of the International Society.