Köprü Anasayfa

Modernleşme Serüveni

"Kış 98" 61. Sayı

  • Bir Fitnenin Seyir Defteri

    Mustafa Akça

    “Medeniyetten istifam sizi düşündürecek!”
    —Said Nursi

    Modernizm dediğimiz şey, en kapsamlı bir şekilde materyalizm ve emperyalizmin birkaç asırdır hayatımızı istila eden sistemleşmiş halinden başkası değil. Çok esnek telleri olan şeffaf bir kafestir bu. Sokaklarda nasıl asıp kestiğinin senfonisini icra eden külhanbeylerinden çok daha kaba ve softadır. Hiç de yabancısı olmadığımız bir kısım ayak oyunlarıyla, çağdaşlık, bilimsellik, moda gibi herhangi bir sahih temele oturmayan sloganlarla her din ve her kültürden insanı birkaç cihetle kendisine çeken büyülü bir dünya. Bu onmaz kıskaçtan kurtulmanın yegane çaresi ya intihar etmek, ya hapishaneye girmek ya da tımarhaneye sığınmaktır. Edgar Morin’in teknoloji için söylediğini biz modernite için kullanabiliriz : Bu bir “megamort”,1 külli bir ölüm, kitlevi bir son. Böyle bir dünyada insin, insanca yaşama hakkını kaybetmiş. Fıtratımıza ecnebi kalan bezirganları var. Varlığını tanımlayamadığımız zengin bir karmaşa; fizik alanımızı devşirdiği gibi metafizik de metafiziğimizi de mahvediyor. Seyyal bir ruhu olduğundan; yerleşmek istediği bir bedeni sinsice nasıl istila ettiğini hissetmek imkansız gibi. Milletleri, kültürleri yani bizzat beni ademi kendi tecrübeleri için bir fırsat olarak görüyor. Adğas-u ahlam2 gibi çok şey söyleyip hiç bir şey anlatmıyor. Tıpkı bir çehre nümayişi. Hayat üzerine efsane dokuyan bir ihtilal-i şuur, yani delilik. Görsel olduğundan avam için sevimli bir soytarı, ehl-i kalp için bir maraz-ı Frenk, içimize tercümelerle taşınmış bir “salname-i tuğyanmeal”. Cebir ve şiddetini zevklerle süsleyen böylesi bir fitnenin seyr ü sülûkundan nefsin ustalaşarak çıkmasını beklemek normal bir durum. Eşyaya tek gözüyle bakan kısmı bir şuur ancak tedirginlik doğurabilirdi. Modern insan bir şüpheler yığını. Müminlerine surî bir teneffüs veren; muhaliflerini ya cehennemine atan ya da iki arada bir derede, “el-menziletü beynel menzileteyn”3 bırakan bir müstebit. Kendine has engizis-yonu; nefs-i natıka gibi, her köşe başında propaganda-i siyasetini yapan dellalları var. Maddi bir iskelet üzerine sibernetik bir doku bezediğinden bizden biriymiş gibi duruyor. Pandomimik bir anlatı olduğu için herkesin kendisinin farkında olduğu ama kimsenin tanımlayamadığı bir tiyatro sunuyor bizlere, “İyi olan, ancak yeni olandır” diye iddia ettiğinden ona modernite diyoruz. Ziyaüddin Serdar’a göre4 Mister Columbo’nun Aztekler’in topraklarında yaptığı fiziksel bir soykırımdan, asr-ı hazıranın zihinsel engizisyonuna yuvarlanan “sivilceli” bir döneme, kanser olunan bir çağa geldik. Bu “şey” Afrikalıyı ve Asyalıyı kendi oyuncağı olarak görüyor. Emperyalizmi, gerçekte beşeri olanın ilahi olana galebe çalma isteği ve Oryantalizmle antropoloji’yi, modernitenin “önyargıları”nı bilimsel bir platforma dayandırma çabaları olarak görenleri ciddiye alışamaz bundan, fıtratımızın en hassas taraflarını; güzel ve çirkini, sıdk ve yalanı, iyiyle kötüyü mercisiz ve mesnedsiz bıraktığından, ahlakımızı da “tüketilir” bir pozisyona getiriyor. Batılılar moderniteyi alem-i insaniyete bir cennet vaadi olarak sundular. Kendi kurguladıkları evrensel bir modern kültür uğruna insanlığı kendi irfanlarını reddetmeye davet ediyorlar. Fakat, biz, Avrupalı olmayanlar moderniteyi ne zihinsel, ne de kültürel olarak kabul edemez ve ona gerçek bir katkıda bulunamazlar di-yoruz. Karşısında edilgen kalıp hep bir önceki karesini izleyebildiğimiz bu sinemayı, üçyüzelli senedir anlamaya çabalıyoruz. Avrupalının, modernizmin karakterinden kaynaklanan hastalıklarını dehşet ve hayretle izliyor; taklitten doğan bir kişiliksizliği yaşıyoruz. Taklit şahsiyeti reddediyor çünkü. Batının karşısında bir rehineymiş gibi davranıyoruz. Silahını bize doğrultmuş bu psikopatik vak’a karşısında, büyüklenişine, etrafa salyalar saçışına yaltaklanaraktan karşılık verdiğimizden kendini bizler için bir “nimet” olarak görüyor. Kâh bir kas yığını şeklinde karşımıza çıkıyor, kah şık kadın misali, ziynetlerini sergileyerekten. Hayatımızı bir dedikodu panayırına çevirdiğinden düşünüyor kanılan insan yığınlarını ortaya çıkarıyor. Pozitivizme inandığından rüyayı—yani kalbi olan her şeyi— inkâr etmek zorunda kalıyor. Çünkü rüya kaderidir ve pozitivizme reddiye yazabilen bir şeydir. Modern insan günü birliğin ve tekasürün arasında, tek yönlü bir anlatıma maruz kaldığından, modernitenin tebliğ dili diyebileceğimiz BİLİM’in söylediklerine inanıyor, sabit olmayan şeyleri sabit varsayarak bir kısım neticelere varan bilimin günahlarının hesabını kim verecek? Kozmopolitlik ve manasızlığı beraber kuşanan modern insan, hayvan gibi hayatını keyif ve lezzetle geçirmek için, sefahat ve eğlencelerin ve şeyleri düşünmeyerek yaşaması gereken bir ayrıntıdır. Bu dünyanın matbuatı, slogan pankartlığından öteye gidecek yetenekte değildir. Yoğun fakat boş, denkli fakat kasvet dolu, bilgili lakin hikmetsizdir.

    a- Alacakaranlığın dünyası…

    Modernite devrimcilerin sırtında yükseldi. Kendini inanılır kılmaya çabalayan beniademin yaramaz çocuğu, bir hülya uğruna bizleri uçurumun kenarına getirdi. Evlerimize arka merdivenden tırmanan bu davetsiz misafirin fikir namusumuza, genetiğimize, saadetimize tecavüz edeceğini bilemezdik! İnsanlık, peygamberlerin kurduğu bir sarayda, vezaif-i ubudiyetini sürdü-rürken mutluydu. Nuh Tufanı yeni bir tarih uzattı bizlere. Yeni bir fırsat yani. Mitolojinin devr-i saadetinden sonda nesebi belli olmayan bir (me)deniyet, şiirler söyleyerek karşımıza dikildi. Heraklit, Eflatun, Sokrates, Epikür ve Zenon. Vecde kapılmış bir nesil, ne söyledikleri anlaşılmadan hayatımızdan çıkıverdi. Eşyanın muamma-yı hilkatini arayan bu adamlar hiç de razı olmayacakları bir dünyanın müsebbibi oluverdiler. Gerçi Sofistler, Eski Yunan’ın Yedi Bilgesi5 için bu raddeye varacağını tahmin edemezlerdi. Nesnel bilgiye, şimdi bizim tapınırcasına teslim-i silah ettiğimiz “data”lara yabancıydılar. Tam yirmi üç asır, onların masallarıyla uykuya daldık. Alacakaranlıkta bizi uyandıran 18. asır felsefe devrimi oldu. Buna bir devrim değil dünyada iken ikinci bir rüyaya dalmak demek daha doğru. Bir fecr-i kâzibdi bu. Yirminci asrın kudretli atmosferinden sonda doğacak olan bir tuğyan, kromozomlarını onlardan aldı. Nihillerin dünyasını mahvettiği gibi dindarları da zulümata fırlattı.

    Barbarların istilalarıyla üretici bir yalnızlığa, manastıra kapanan bir irfan asırlarca orada pinekledi. Saint Augustinus Anselm Von Cantenburry, Aqinolu Thomas ve diğerleri soğuk iklimin insanlarına kurtuluşu, cenneti vaadettiler; tevekkülü, diğergamlığı şefaati tilkin etmeye çabaladılar. Yüreği tedirgin bir antropoloji asırlarıydı. Manastır öğrencilerine Latince fiil çekimini öğretmek adamların canlarını sıkıyordu. Ne de olsa onlar semanın çocuklarıydılar. İnanmasaydık anlama-yacaktık diyorlardı. Skolastik dünyası bir çilehane gibi ancak birkaç cüretkârın girmeye cesaret edebildiği bir yerdi. Bu insanlar inançla aklı evlendirebilmek için hayli uğraştılar. Thomas cüretkâr bir yenilikçiydi; çünkü nesnelerin mahiyetini benliğini deşer-ken 700 sene sonra kokusu çıkacak olan modern çağların enaniyetini tahrik ettiğini bilmiyordu. Nicolaus sonsuzluğu fehme takrib için az uğraşmadı; sonunda tanrıyı aklın dışına atmakla “bay çokbilmişler”e yani filozoflara terk etti. Sofistler şüpheci bir dünya kurgulamışlardı; rahipler—yani skolastikler—imanı inşa ediyorlardı. Tahkiki olmayan bir imandan şüphe ve büyük günahlar doğdu. Tanrıyı plüral bir varlık olarak gören anlayıştan teslise geçiş. Eflatun’un kaosu düzenleyen tanrısından bir kaos çıktı. Descartes “dü-şündüğü için varolduğu”nu çıkarsayan bir kuşku olarak metafiziği yeniden kurgulamaya kalkışmakla moderniteye bir sayfa hediye etti. “Pense” sahibi Pascal Öklid Geometrisi’ni soframıza koydu. O, paradoksu savunuyordu. Bizlere “sen bön bir solucansın” diye hakaretler savururken insanlığın zafiyetinden doğan o dayanılmaz acıyı haykırdı. Felsefeden vazgeçmişti; çünkü bu, felsefe yapmanın tabii bir sonucuydu. Spinoza, Leibniz, Hume: Ahırlarından kaçıp tımarhanemize ucuz yollu bir teşrif bahşeden felsefenin problem çocukları. Leonardo, Goethe ve Newton kendi uzamlarında, imandan ateizme geçiş devirlerinde birer kilometre taşı olarak rahip-sofist karakterini taşıyorlardı. Ansiklopedistler çağdaş intelijansiyanın ilkleriydiler. Voltaire—şu, Aydınlanma’nın babası olarak vasfedilen adam—arasatta kalmaktan bıkıp şüpheye kaçtığını haykıran en güçlü sesti. “Tanrıyı daha çok sevdiği için” Hıristiyan olmaktan vazgeçtiğini söylüyordu. Rousseau: “Biz bir bunalım dönemini ve ihtilaller yüzyılına yaklaşıyoruz”6 kehanetinde bulunaraktan hayatımıza renkli kelimeler fısıldayıp aramızdan kayıverdi. “Toplumsal Sözleşme” yazarı sözlerinde haklı çıktığını göremedi Montesquieu, Helvetius ve d’Alembert. Rahiplerin saltanatını deviren “uzmanlar” kadrosu. Kant, saf aklın eleştirisini yapar ve “yakiyn”e ulaşılamamasının sebebini bizzat aklın yetersizliğindendir sonucuna ulaşır. Nietszche, Schelling, Schopenhauer, Kierkegaard, Feuerbach, Hegel, Fichte. Daha çok ateizme nağmeler yakan bu neslin tavassutuyla modernite bir heyula gibi Avrupalının damarlarında dolaşmaya başladı. İlmünnefs Freud’la ahlaki bir evrime maruz kaldı, “psikoloji” ye dönüştü. Psikanaliz, güzel bir bahçedeyken çöplüğü işaretleyen parmağı ile önce Avrupalı’nın sonra Asyalı’nın gözlerini körleştirdi. Heidegger, Witgenstein, Russel, Engels ve Marx… Felsefenin silüetler dünyasından çıkıp düşünceyi pratiğe dökmeye cür’et edebilen bir nesil. Heraklit: “Yoldan yukarıya çıkış, iniş gibi aynı şeydir” derken düşüncenin devinimini ne de güzel anlatıyordu. Batı’nın tarihi şüpheden imana ve imandan tekrar şüpheye kaçışın hikayesidir. Nuh Nebi’den beridir her Resulün ümmetini kendisine karşı şiddetle uyardığı bir şahs-ı manevi7 Olimpus’un rahminde, büyük bir özenle büyütüldü. Belki sınırları çok elastik bir ayrıştırma olacak ama, modernizm; politeist ve ateist bir dünyaya Kalvenizm ve Emperyalizm suretinde; büyük bir özenle büyütüldü. Belki sınırları çok elastik bir ayrıştırma olacak ama, Modernizm; politeist ve ateist bir dünyaya Kalvenizm ve Emperyalizm suretinde; Hıristiyanlık ve İslamlık’ın ikilemine de Deccaliyet ve Süfyaniyet olarak giriverdi. Tarih her şeyi ezip geçen bir değirmendi. İman üzerine temellenmiş imparatorluklardan Baud-rillard’ın “çöp sepeti uygarlığı”na gelişimiz modernitenin tekemmülatının hikayesidir. Kanaatkâr bir insanlığın üretici konuma geldiği sanayi devrimin-de, bütün tarihçe-i hayatımızda üretilenlerden daha fazlasını ortaya koymuştuk. Kısa bir çalışkanlık devrinden sonra, Vandalizm tamtamları iki dünya savaşında tüm kazancımızın harap olduğunu ilan ettiler. Birbirini doğu-ragelen, ve her defasında daha beter versiyonunu öne çıkaran küfür dünyasına karşı kim “dur” diyecek; ehl-i imanı bir kez daha Kızıldeniz’ den kim geçirecek?

    Modernite analitik bir aklın ve geometrik bir zihniyetin ürünüydü. Psikiyatrlar Avrupalının megalomanisini sömürgelere aktardılar. Mağrur bir şüphenin karşısında zevke ve hatıratına dalan mütevekkil bir iman, aşağılık duygusuna kapılmaktan kurtulamadı. Sadece “Bedeviyet-haderiyet-medeni-yet” üçlemesinden haberdar olan bir insanlık için modernizm tanımı kurgulanamayan bir sayı sistemine giriş demekti. Hindistan, Yunanistan, İs-kenderiyye, Milel-i İslamiyye arasında tanıdık bir misafir edasıyla cevelan eden medeniyyet; haysiyetine tecavüz eden bir zorbanın elinde tüm zerafetini kaybediverdi. Bunun bir taaşşuk değil bir pornografi olduğunu çok geç anladık. Danilevski’nin8 söylediklerini nazara alacak olursak eğer; bir medeniyetin istihale ile yek diğerine dönüşemeyeceğini kabul etmemiz lazım geliyor. Zaten, bir irfanın başkasına olan özentisine dekoratif kısımlarında hayat bulabilir. Ancak maddi kısımlarında yapılan ameliyye başarılı olabilir.

    Entelektüeller filozoflardan sonra “prematüre” bir zihniyet olarak ortaya çıktılar. Dünyevi bir ahlakın peşine düşmüşlerdi. Küre-i arzı küçük bir köy şekline getirenler teknotratlar ve laborantlar ise, bunu kurgulayanlar da işte bu aydınlardı. Entelektüellere “münev-ver” diyebilir miyiz? Bence hayır. Çünkü münevver imanını ve fıtratını dinleyen bir tecessüs demektir. Şimdi aydınlarla birlikte popüler olan bir sınıf var: Bilim Adamları. Onların prodüksiyonları medyatik bir hale bürünüyor, dekoratif ve sanal bir dünya evlerimize taşınıyor. Bilimsel buluşlar modernitenin ergenlik çağından olgunluk devresine geçişinde en önemli rolü oynadılar.

    Zamanın Sultan-ı zîşanı Osmanlı Devleti masal kahramanlarının dünya-sında, maddi ve manevi ikbalin parıltısında yaşıyordu. Bir grip salgını besatetinde başlayan hastalıklar zinciri, levend-i bimisalin ilk önce gözlerini zayıflatmaya başladı. İhtiyar ve şefkatli dev en büyük darbeyi evlatlıklarından yedi. Devşirmeler, devşirme bir zihniyeti sarayın sütunlarına nakşettiler. Ne Kitab-ı Mukaddes’ten ne de Ahd-i Atik’ten gelmişe benzemiyordu bunlar. Öyle olsaydı ulema-yı güzinimiz bir cevab-ı münasibini verirlerdi. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Maalesef Osmanoğulları da İbn-i Haldun’u haksız çıkartamadılar: Devlet-i ebed müddet yoktur!

    Bir salgındı bu. İhtilal-i Kebir’in yamakları Fransa’dan Avrupa’ya yaydılar bu yeni gerilimi. Rusya’da Dekabristler9, Osmanlı’da III. Selim ile parlayan bir nesil, sonra Tanzimatçılar damarlarımıza zerkettiler. Bizde mo-dernistler sarığını çıkarmayan bir Ali Suavi şeklinde türedi. Osmanlı toplumu reflekslerini—yani tahkiki imanını—kaybettiğinde sarıklarını atan ve şapkalarını çıkartan bir nesil zuhur etti. Meclis-i evvelde kafa koparmaktan bahseden Yunus Nadi dişlerini çıkartan bir modernistti. Hüseyin Avni ise fikirlerde gerçekleştirilecek bir inkılabı serdediyordu. Devlet teb’asından itaatle beraber kendisine iman da etmesini isteyince cıngar kopuverdi. Batı meftunu bu rical-i devletimiz karşılarında bir havari buldular; Said-i Nursi ma’şeri vicdanımızın sesiydi. Üzerine kir boca edilmiş bir fıtrat-ı selimenin kelime-leriyle bizdeki modernitenin en azından teorik öngörülerini kırmayı başarabildi. Batılılaşmak bizdeki modernizmin ilk safhasıydı; çağdaşlaşmak cumhuriyet devirlerindeki sloganı oldu.

    b-Feraceli kadının dünyası

    İnsanların birtek oldukları halde, sonradan anlaşmazlığa düştükleri zamandan; Nuh Nebi’nin saltanat-ı maneviyesini yaşadığımız günlerden beridir kurumlaşmış bir şirk endüstrisi ve genelde vahşet sahralarında ve tozlu kitap raflarında gezinmiş ateizm hep varolageldiler. Hz. İdris ışıktan bir cisim olarak insanlığa hikmeti anlattı. Kendisine hikmet öğretilenle10 Musa ve Süleyman aleyhimüsselam. Nuh nebi ile Muhammed-i Arabi arasında ayet-hadis ve hurafe karışımı bir kitaptan başka aydınlığına sığınacağımız bir kandilimiz yoktu. Ne gururlarından ve zengin kabirlerinden maada bir şey kalmayan Mısırlıların Osiris’i, ne Gılgamış destanı yetmiyordu artık. Upanişatlar, Vedalar, Bhagavad Gita, İbranilerin Hezekiel’i ve Afrika’da Nok medeniyeti. İsa’dan dört asır önce açan çiçekler, kısa bir nefis muhasebesinden öteye gidemediler. Feyzini hala saçabilen Konfüçyüsle Buda tahtlarını peygamber soluğu taşıyan kelimelerine borçlular.

    Mazopotamyanın verimli topraklarından Endülüs üniversitelerine kadar olan coğrafyada, şen ve şakrak bir je-nerasyon “Allah iki doğunun ve iki batının sahibidir”i okuyarak, yitik malları hikmeti arıyorlardı. İlmi bir fetişizmleri yoktu yani. Kader ve hürriyet milel-i saire ile (Hıristiyanlar ve Yahudilerle) girişilen ilk “felsefi” konular oldular. Yazıyla değil hitap ile anlaşılan bir dönemdi. Nevzuhur bir din, henüz dindarlıklarını kaybetmemiş Hint, İran ve Babil ile saygıya dayanan bir mülakiyet kurabilirdi. Yunan felsefesinin ve Kilise dogmatizminin bu yeni dine “feodalitelerini ve hakimiyetlerini bozabilecek bir bilge” olarak bakmaya başladıklarından beridir dünyamız bir çalkantıdan diğerine sürükleniyor. Bakir bir coğrafyadan çıkan çöl bedevilerinin tanrıların oğullarına filozofi öğretmeye kalkışmaları da neyin nesiydi! Eğer Kur’an, yazılı bir metin haline getirilmeseydi onu da seleflerinin yanına yollayabileceklerdi. Fakat kitabî olmak o zamanların olmadığından bilmecbu-riyye marazi bir kıskançlığa duçar olmuşlardı.

    İslam Tarihi’ni bir Arap Tarihi olarak gören oryantalistlere göre ge-rileme miladi 660’da Hz. Ali’nin şehadeti ile başlayıp Moğolların Bağdat’ı yağmalamalarına dek sürer. Ondan sorası hüzün ve çöküş yıllarıdır. Halbuki Emevilerle hanedanlık gele-neğini dönüşen siyasi tarihimiz Arapların aksiyon hayatından çekilişlerinden sonra da Safeviler ve Osman-lılar gibi büyük devletleri çıkarabilmiştir. Muhammed Gori’nin Delhi’yi ele geçirmesiyle Bağdat’ın yağmalanması aynı zamanlara denk düşer. Müslümanlar İstanbul’u 1453’te fethe-derken Gırnata’yı 40 yıl sonra kaybettiler. Şaşaayla beraber hezimet. Bir tavr-ı dua içinde yaşayan Ebubekir ile muzaffer kumandanını adi bir nefer konumuna getirebilen Ömer’den (r.a.) sonda cesedi üç gün boyunca gömülmeden ortada kalan şefkat abidesi Osman (r.a.) ilk yirmi beş yılda gelinen noktayı gözlerimize sokuyor. Hariciler tarafından Hakem Olayı’ndan sonda tekfir edilen Hz. Ali’yi izleyen ısırıcı bir saltanat. Emevi halifelerinin mezarlarını yerle bir eden Abbasi zihniyeti Binbir Gece Masalları’nın hükümdarı Harun Reşid’i çıkartabilmişti. Sondaları İslam medeniyetini Avrupalılara takdim eden Endülüs Emevileri ileride İngiliz üniversitelerince üstad-ı manevi olarak saygı göreceklerine inanamazlardı. Taberi, İmam Hanbel, el-Biruni, Farabi, İmam Malik, el-Mesudi, Ebu Bekr-i Razi, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Hazm, Şiilerin milliyetçiliğini edebi bir temele oturtan Firdevsi, İbn-i Teymiyye… Günümüze dek sürecek olan tartışmaların odağında hep bu yıldız insanlar yer aldılar. Walter Scott’a ilham kaynağı olacak olan Selahaddin Haçlı zihniyetinin tarihsel deviniminde Avru-palılar için acı bir hatıra, Müslümanlar için de bir ufuk-şahsiyet olarak beliri-yordu. Sekizyüzlü yılların tarihçemize hediye ettiği bir başka husus da mehdilik hareketleriydi. Bunlar mehdiyi doğuramadılar belki, ama asırlar boyu sürecek bir olgunlaşmanın spermlerini içtimai hayatımıza karıştırdılar.11

    Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hilafetleri konusundaki tartışmalar “imamet” sorununu önümüze koymuştu. Biat mı olmalıydı, vasiyetle mi hareket edecektik? Politikanın çirkin yüzü kendisine nazar edenleri çarpılmışa döndüren bir “mah-i şer” şeklinde önce Hariciler’i sonra Mürcie’yi ve Şiiler’i büyüleyecekti. Siyaset kokan bir atmosfere ilmi bir nesim-i bahar üfleyen Mutezile, kargaşadan entellektüalizme, bir nevi epistemolojiye geçişi sağladılar.12 Bir ganimet taksimi esnasında peygamberine “Adaletli davran ya Muhammed!” diye çıkışan bedevi zihniyetin dünya-mızda böylesi bir hercümerce sebep olacağı kestirilemezdi.

    İki büyük mezhep iki büyük imparatorluk kurabilecek reflekslere sahip olduklarından günümüze kadar varlıklarını hissettiren bir şekilde gelebildiler. Şah İsmail Şiiliği Safevi Devleti’nin merkezine yerleştirdi. Osmanlılar Sünni geleneğin takipçileri oldular. 18. yüzyıla geldiğimizde Şii ulema şahların tahtlarını sarsmaya başladı. Kendilerini Pers’lerle tanımlayan yöneticilerle, küresel bir İslami anlayışa göz kırpan ulema arasında oluşan gerilim üç yüz sene sonra İran Devrimi’ni doğuracak boyutlara ulaşacaktı. Sarayın mahzenlerinde şarap fıçılarını itlaf ettiren Muhammed Meclisi, bunun ilk muharriki olmuştu. İmam Humeyni bu sürece son noktayı koyuverdi. Moğol gelenekleri ve Hindu atmosferi içinde hayat süren Şah Veliyyullah Dihlevi, belki de Hindistan Yarımadasındaki gelişmelerin odak noktası oldu denebilir. Hüccetullah-il Baliğa’yı Farsça değil Arapça kaleme almakla Müslüman halkın tahsinini, ulemanın tenkidini kazandı. Oralar hakkında bildiklerimiz çoğunlukla O’nun, Muhammed İkbal’in Cemil Meriç’in bizlere sunduklarıyla sınırlıdır dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız herhalde. Mevlana Halid’i Bağdadi’nin manevi saltanatı da masallar ülkesinin hamuruna katılmış bir gül-ü reyhan oldu.

    İmam Malik Muvatta’sında Hadis Usûlünü, Ebu Hanife Rey’i (Kıyas ve İçtihadı), Kur’an’ın yaratılmadığını savunduğundan zindanlara atılan Ahmed Bin Hanbel’le İmam Şafii ve El-İsfehani Haber’i (hadis rivayeti ilmi) metodolojik bir tabana oturttular. Kelam’la uğraşmayı “haram” sayabilen bu güzide insanlar Haris El-Muhasibi, Fahreddin Er-Razi, Sadettin-i Taftazani ve İmam-ı Gazali gibi “tevhid’i delil ile anlatan” haleflerinin çıkabileceğini, herhalde, hesap etmemişlerdi. Buhari, Müslim ve Kütüb-ü Sitte’nin diğer beş meşhur hadis toplayıcısı Sünnet-i risaletpenahiyi zamanımıza kıyasla iletişimsiz denilebilecek bir zamanda büyük bir titizlikle bize aktardılar. Bu zatlar, bir ilmin haysiyyeti demek olan metodolojiyi Avrupalılardan 700 yıl önce ortaya koyabilmişlerdi.

    Mutezile’nin aklı vahye önceleyişi “tavakkuf ahlakı”na13 sahip Sünni ulemaca hayli eliştirildi. Şiat-ül Velayet’ten Şiat-ül Hilafet’e14 açılan Şii mezhebi… Ehl-i Sünnet vel Cemaat’ın avantajı, hemen bütün mezheplerden sonra şekillenmesi; dolayısıyla en geniş bir perspektifle problemlere cevaplar sunabilmesiydi.

    Siyasal yapısı tam oturmamış Emeviler’den sonra, Abbasiler zama-nında bir devlet olmanın keyfini çıkartıyorduk. Halife Me’mun zamanında Beyt ül Hikme’nin kuruluşu ilimde bir demokrasi ortamının doğuşunu getirdi. “Kur’an’ı beşer kelamı olarak düşünerek”ten hakikatin bilgisine varmayı hedeflediğimiz şu zamanlarda, sonraları çok kereler ısırılacağımız bir deliği açtığımızın farkında değildik. Mütercimler kadrosu şüpheyi imana karıştırdıklarını anlayamadan sinemamızdan akıp gittiler. Aristo’yu evimize taşıyan iki Meşşai, Farabi ve İbn-i Sina, peygamberliğin hakikatini yaralayan sözler sarfettiler. İnsan, hakikatin bilgisini ve tevhid-i hakikiyi peygamberler olmadan da bulabilir di-yorlardı. El-Kindi, Yakup el-Miske-veyh, Behram Es-Sicistani ve diğerleri, muhayyilemize bir nebi evsafı giydir-meye çalıştılar.

    Ebu Hamid El Gazali’ye bakarsak çoğumuz jimnastik olsun diye namaz kılmaya; perhiz niyetiyle oruç tutmaya başlamıştık. Çünkü felsefenin söylediklerine kapılmıştık. İllet-i hakikiyi Allah’ın dilemesinde değil sebeplerde arıyorduk. O’nu “Hüccet-ül İslam” yapan Yunan filozoflarını eleştirilmez bir konuma getiren Meşşailer’e “anladıkları dil ile” cevap vermesiydi. “el Makasıd ül Felasife”, filozofların büyülü dünyasını sıbyan mekteplerine indirgeyen bir ustalık olarak düşünce dünyamıza katıldı. Bir nevi haddini bildiriş manifestosuydu bu. Felsefe ile değil, felsefe yapanlarla girişilen bir mücadeleydi.

    Gazali ve İbn-i Rüşd’ün zaman-ı sadaretlerinde artık semamızda parıldayan yıldızlar çoğalmıştı. Felsefe ve Tasavvuf ile fıkhı, kelamı ve ilm-i hal’i çevreleyen Şeriat İlimleri. Hayy Bin Yakzan’la gözlemcilik ve deneyciliği hayatımıza kazandıran İbn-i Tufeyl, Sosyolojiye bir ilmi şahsiyet bahseden İbn-i Haldun, bizi bir süpermen olmaktan kurtarıp bir insan-ı kamil olmaya çağıran İbn-Arabi, üç bilinmeyenli denk- lemi Descartes’tan beş küsür asır evvel çözebilmiş şair Ömer Hayyam. İlk insan bilimci el-Birûni. Kelimelerimizi kifayetsiz bırakan tasavvuf dünyası, delil’e değil müşahede’ye dayanan yapısıyla hem tecdidin hem çöküşün yuvaları oldular. Her asırda yeni bir fitne, her asırda yeni bir tecdid hareketi bir döngü olarak hayatiyetini sürdürdü. Bu devr-i daim beniademin medeniyet destanını taçlandıran bir parça olarak, kozmosun kaosa döneceği zamana, kıyamete kadar devam edecektir.

    c- Yahudiliğin dünyası…

    Yehova’nın oğulları hayat-ı ilmiyye-yi insaniyeye Tevrat’ın Yunancaya çevrimiyle girebildiler. Filon Museviliği felsefeye karşı savunan bir Yahudi olmakla sahramıza duhûl etti. Ammo-nius Saccas “Eflatun Yunanca konuşan bir Musa’dır” söylemekle, Yahudilerin o bilinen her şeyi kendilerine mal etme histerilerine tercüman oldu. Sonra asırlar sürecek bir inzivaya kapanış; cebirsel dünyaya sırtını dönen ve simya gibi büyüsel bir derinliğe dalan beniisrail, ancak İslamın şarkılarıyla uyanabilirdi. İbn-i Yusuf el-Feyyumi, İbn-i Meymun, Jehuda Hal-Levi, İbn-i Cabriol. En azından bir skolastizm kadar bile olamadan, bir ekol kuramadan sahneden tekrar çekilen insanlar.15 Yahudiler, 18. Asır Felsefe Devrimi’yle tekrar ortaya çıktılar. Materyalizm, komünizm, pozitivizm gibi hayatımızı derinden sarsan akımların mümessilleri oldular. Montes-quieu, Voltaire, Diderot, D’Alembert, Turgot, Mirabeau, Spinoza, Rousseau, Condorcet, Darwin, Engels, Durkheim, ve Marks… Kargaşayı fitneye döndüren şu adamlar, ahirzamanda deccalin mühim bir kuvvetinin Yahudiler olacağını ihbar eden ehadis-i nebeviyyenin mucizekârlığını ispat ettiler.

    d- Feracesini çıkartan kadının dünyası…

    Ahmed Yesevi’nin müridleri, O’nun Anadolu’ya doğru fırlattığı meşalesini bir ocağa kalbetmek niyetiyle misyo-nerlik faaliyetlerine giriştiler. Horasan Erenleri, ileride bir sefine-i Nuh aleyhisselam vaziyetini alacak olan topraklara iman tohumlarını serpiştirmeye başladılar. Mevlana Celaleddin Urume-li’nin çocuklarına, 900’lü yılların Ebu’l Hasan el-Maverdi’sini andıran kelime-ler sarfediyordu. Asırlar boyu çiçeklerini öküzlerden sakınan bir mekteb-i irfan, terbiye-yi nefsi anlattılar. Ehl-i tasavvufun Anka-misal hayatları, bizleri cezbeye getirip etrafında Mevleviler gibi döndürebilmişti. Osmanlı bir rüya toplamaya. Osman-ı Zişan bir şeyhe bağlıydı. Sultan Muhammed Han Kostantiniyye’yi fethederken rüyalarını Akşemseddin yorumluyordu. Biz rüyaya inanmayan riyazi de olamayan bir kırılma nesli’nin torunlarıyız. Batılılaşmak uğruna getirilen kanunlar, her şeyi mevzuattan bekleyen lümpen ülkesini ve kendi insanını Piar-Gallup istatistiklerinin kaypak verileriyle tanımaya kalkan yarı-aydınları doğuracaktı.

    Ukaz Panayırı’nda kırmızı devesinin üstünde insanlığa beşaretler dağıtan Kus Bin Saide’den önce Fransız sonra İngiliz hayranı olan Mustafa Reşit Paşa’nın zamanı sadaretine geldiği-mizde Avrupa modernizmin ergenlik dönemine girmişti, üniversiteye giden ağabeyleriyle sokak aralarında kumar oynayan sabiler gibiydik. Neler kaybettiğimize aldırmadan bir “adam sayılma” havasına kapılmıştık. Ortaya imanımızı koymuştuk. Almak istediğimizin cazibedar bir fitne olduğunu henüz bilmi-yorduk. Bizim için kazanmak da kaybetmek de hüsrandı. Biz hem kazandık hem kaybettik Bekaretini kaybeden bir irfan için iki yol vardır: Cinnet yada intihar. Biz her ikisin de yapabildik; alacakaranlığa, yani Batı’ya aşık olduk. Coğrafi bir yöneliş değildi bu. Erkan-ı devletpenahimiz erkeğinin istediği bir evi düzenlemeye başladı. Maaşlı vak’anüvisler yeni bir tarih yazdılar; eğitimciler evrimci-tabiatperest ladini bir sistemi inşa ettiler. Önce eskiye olan nesebi tarafımızı dinledik: “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini Din-i İslamdır”. Sonra neye uğratıldığımızı fark edemeden birer birer tatbik ediliveren devrimler. Siyaseten karşı çıkılmaz bir seyl-i huruşandı kapıldığımız. Laiklik’e yuvarlanmakla sınır değerlere varmıştık. Kisve inkılabıyla feracesini çıkartan bir kadının yılışıklığını takınıp bütün mukaddeslerimizi birer safray-mışlar gibi atmaya başladık. Harf devrimi bin senelik bir allame-i bimisali cahil bırakıverdi. Bütün kütüphanele-rimizi yeniden kuracaktık. Sonradan siyasal bir pragmatizme dönüştürülen Kemalizm bunu hızlandırdı. Tek başına kağıt oynamaktan sıkılan politika dünyamızı; çok oturumlu (partili) bir konkene dönüştürmek istediğinde olan oldu. Bir sene içinde üç yüz senede yapılamayacakları başaran birinci safha-i cumhuriye yükselme trendini düşürdü. Efendisine bekaretini veren devlet, kandisini beğendirmek için bir dizi reforma girişti. Bedenimize uymayan bir tezyindi bu. “Çelik bir korseyle incelmeye çalışan bir toplum” oluvermiştik.16 Her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise isterdi, bilemedik.

    Teb’a-yı Şahaneyi lağım farelerine çeviren bir atalet, ademî olan ne varsa üzerimize boşaltmıştı. İyi-kötü, çirkin ya da güzel demeden, Batının ideologya enkazından hırsızladıklarımızı yatak odalarımıza girebilecek kadar imtiyaz tanımıştık. Bilmiyorduk bunlar ne işe yarıyorlardı. Avrupa Hıristiyanlıkla beraber Feodalite’yi, Burjuvazi’yi ve Sosyalizm’i tecrübe etmişti. Bunlar minarelerin dünyasına yabancı olan şeylerdi. Teknolojide 150 yıl gerideysek; ecnebi siyasasına beş yüzyıllık bir mesafeden bakıyorduk. Parlamento ithal etmekle Avrupalılaşabileceğimizi çıkarsıyorduk. Ne Leviathan yazarı Hobbes’u, ne Locke’ı, ne Machiavelli’-yi ne de Anjulu Jehan Bodin’i tanımı-yorduk halbuki. Devletin Altı Kitabı’nı da, Sivil Hükümet üzerine Deneme’yi de okumamıştık. Sormuyorduk, bu sultan-ı nazenin ne yer ne içerdi. Cumhuriyet eğer “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet”ten ibarettiyse;17 Osmanlı, kendi içinde adı konulmamış bir Cumhuriyet yaşıyordu diyebilirdik. Dolayısıyla, yaşanan bir olayı ilan edişimizin bu yönden bir anlamı kalmıyordu. Meşrutiyetin mehasinini sahiplenmeyip, seyyiatını nazar-ı itibara alan ehl-i din, yarım asır sonra İkinci Abdülhamit’in zayıf istibdadını arar bir duruma geleceklerdi.

    “Fransa’nın vesait-i umran ve maa-rifine dahi layıkıyla kesb-i ıttıla ederek kabil-i tatbik olanların takriri” için Yirmisekiz Mehmed Çelebi’yi Paris Elçiliğine tayin eden Damat İbrahim Paşa; İkinci Meşrutiyet zamanında pek yoğun bir şekilde yaşanacak olan Batılılaşma sürecini başlatmış oldu. Askeri usûllerin ve sefaret kaidelerinin Avrupadan alınması fikri bunun ilk basamağıydı. İshak Bey Fransızlarla askeri notadan fikir teatisinde bulundu. Ebubekir Ratib Efendi aşağılık komp-leksimizi haykıran ilk ses olarak tarihe geçti. Mustafa Sami Avrupa Risalesi’n-de bunu ispata girişti. “Terakkiyat-ı Cedide” kirpiğini kırpan bir nadire-i endame olarak sahra-i medeniyyemizde dolaşmaya başladığında en efsunkâr kelimemiz “alafranga”ydı. “Takıldı kaldı aklım nokta-i tevhide”18 diye meczub Mevleviler misali nokta-i Avrupaiyeyi tavaf eden adamlar, Türk neslinin ıslahı için damızlık erkek ithal etmenin gerektiğini savunuyorlardı. Artık ya Hafiz Levhaları’nın altına si-gorta şirketlerinin reklamlarını yaza-biliyorduk. Kılıçzade Hakkı Bey, sonradan Cumhuriyet neslinin marşlar söyleyerek hayata geçireceği fes ve kalpağın kaldırılıp yerine yeni bir milli başlığın getirilmesi, tekke ve zaviye-lerin ilga edilmesi, yeni bir ahlak telakkisinin yerleştirilmesi, mezheblerin birleştirilmesi, dilde bir reformun yapılması ve kanunlarda rekonstrüksiyona girişilmesi gibi fikirleri ileri sürebilmişti. Celal Nuri, Batı’nın hiçbir zaman bizlere dost olmayacağını vurguladığı halde, Batı’ya rağmen Batılılaş-mak gerektiğinden dem vuruyordu. Taşköprüzâde’nin Miftahüssaade’sinde belirttiği felsefî ilimlerin din bakımından da gerekli olduğu sözlerine çok sesli muhalefet edilen zamanlardan Erkan-ı Osmaniyyenin Fransızlardan adab-ı muaşeret dersleri aldığı yıllara gelmiştik.19

    Sadık Rıfat Paşa’nın “Mizac-ı asr ve efkâr-ı zamane cuş u huruşa gelmiş bir nehr” olarak tanımladığı yeni hal kendisine karşı duranları da yutuyordu.20 Karakterimizi şekillendiren Din-i Hak, artık Devlet-i Aliyye’yi ayakta tutmak için bir bahane olarak algılanmaya başlanmıştı.21 Müsavaat tartışmaları, henüz bize yabancı olan ve ileride devletin selameti için gözden çıkartılabilecek, pekala hakları yenebilecek ayrıntılar olmamızı sağlayacak olan vatandaşlık kavramını ortaya çıkaracaktı. Kah ahlaki kah siyasi amaçlar için ayetlerin manalarının deyim yerindeyse “genişletilmeye” çalışılan bir dönemde 31 Mart gibi bir hadisenin vukuu normal bir sonuçtu. “Şeriat isteriz” demenin—İsmail Kara’nın deyişiyle—“yapılanları istemeyiz” anlamına geldiğini kavrayamamıştık. Ulema sınıfının kaybettiği nüfuzunu tekrar kazanmak uğruna siyasallaşması İslamcılık hareketlerini başlattı. Laisizmin ve sekülerizmin siyasi hayatımıza intikali şeyhulislamın da meclise gelip izahat vermesi, Batıdan alınan kanunların şer’i şerife uygun olup olmadığını izah etmesi isteği ile başlamıştı dersek yanlış olur bu, bilmiyoruz. Hakimiyet-i millet’in ayak sesleri Devlet-i Osmani-ye’nin çöküşünü ilan eden seslere karışıyordu. Ne yapacağımızı bilemeden, bir oraya bir buraya koşuyorduk. Bir fırtınanın geliyor olduğunu hissetmeyen yoktu. 1699 Karlofça Antlaşma-sı’nda tanıştığımız Diplomasi’ye “Allah’ın düşmanlarını dost edinmeyin!” emrine istinaden cevaz vermeyen Şahinzâde Efendi’den sonda ecnebilerin karşısında tamamen edilgen kalınan bir zamanı görmek hüznümüzü muzaaf bir hale getiriyordu?

    1839 Tanzimat Fermanı Batılıyı Fransız penceresinden bizlere tanıtan bir nesil türetti. Nizam ve Terakki felsefelerinin en çetin tartışmaları bu dönemde gerçekleşmişti. Şinasi, Ahmed Münif ve Ali Suavi tercümelere önem verdiler. Lamarck’ın transformizminden biyolojik materyalizme uzanan bir yelpazede pusulası kırılmış bir nesil Sedd-i zülkarneyni şarkılar söyleyerek yıkıverdiler. “Filozof” lakaplı Rıza Tevfik, Ahmed Rıza, Abdullah Cevdet, Beşir Fuad, Celal Nuri, Baha Tevfik… Kur’an-ı Kerim’i Fransızca tercümesinden okuyabilecek kadar kendi irfanına yabancı kalmış insanlar, Peygamber-lerinin hayatını da marazi bir psikolojiye indirgemekle halk içinde “dinsiz” olarak anılmaya başlıyorlar. Ernast Renan, John Stuart Mill, Herbert Spencer, Nietszche, Comte ve Büchner… Maddiyyun Mezhebi’nin rahipleri, bir neslin kendilerine olan meftuniyetini bilemezlerdi. Ne idüklerini anlayamadığımız Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’un belki de tek müspet tarafları İttihad-ı İslamı savunmalarıydı. İsmail Fenni’nin şakirdi kalmamış İbn-i Arabi’nin felsefesiyle, İsmail Hakkı’nın da İslam Felsefe tarihiyle uğraşması ne gibi bir müsbet etki ortaya çıkardı, bilmiyoruz. Mehmed Akif, Muhammed Hamdi Yazır, Süley-man Hilmi Tunahan ve Bediüzzaman Said Nursi; Devlet-i Aliyye’nin seke-ratını Çamlıca Tepesi’nden hüzünle seyreden bir nesil, Cumhuriyet devrinde de iğdiş edilmiş insanımızın sarıldığı yıldızlar oldular.

    Encümen-i Daniş, Meclis-i Kebir-i Maarif, Dar-ül Hikmeti’l İslamiyye, Cemiyyet-i İlmiyyeyi Osmaniyye… İrfanımızı deney faresine çeviren bu meclislerde gelenekle nevzuhur arasında gidip gelen ulema-i şerifimiz bir pers- pektif kuramadan dünyamızdan kayıp gittiler. Birinci Cihan Harbi maddi-yatımızı da, hafızamızı da durgunlaştırdı. Tesbih taneleri misali dağılan ümmet-i Muhammediyye, her biri birer diktatörlük ya da sömürge olan küçük küçük devletlere ayrıldılar. Mızıka-yı Hümayun’dan Devlet Senfoni Orkest-rası’na yuvarlanılan bir dönemde Donizetti Paşa’nın torunları hazinele-rimizi gübre ile değiştiler.

    Konuşmayacak ve yazamayacaktık. Asker millettik ne de olsa! İstibdat soluyan bir nesil köstebeklerini de büyütüverdi. Görmedim, duymadım ve bilmiyorum demeliydik. Kalbi ihtimamla yok eden bir riyakârlık her hücremize sirayet etti. “İstibdat mani-i herkemaldi” çünkü alnımızda “ Haza Kafirun”22 yazılı olarak dolaşmaya, şapka takmaya mecbur edildik. Zaten hendesesi yıkılmış endamımız üstünde sarığımızın da bir anlamı kalmamıştı.

    Veli bir padişahın “seyl-i huruşan”a kapılıp hayatımızda ikircikli bir devri başlatması o zaman maalmemnuniye kabul görmüştü. Cübbemizi çıkartıp redingotumuzu giymekle Batılı olabilemeyeceğimizi düşünmüyorduk. İdeolojilere, yani dünya görüşlerine alışık olmayan bir milletin istihalesi ortaya bir “ucube” çıkardı. Bir müessese ithalinin, teknoloji transferinden çok daha ciddi sonuçlar doğuracağını kestiremedik. Her ithal ettiğimiz şey beraberinde bir yığın buhranı da getiriyordu. Alfabe değiştirmekle analfabet duruma düştüğümüzü söylemeye kimsenin gücü yetmedi. “Ahlak”ı basit bir zabıta olayı olarak gören anlayış, girişinde umumhane çıkışında birahane olan şehirleri intac edecekti. Gökalp “Müslüman-Türk-Garplı” olmalıyız diyordu. Peyami Safa Batının spiritüa-lizmine, Mümtaz Turhan Avrupa’nın ilmine vurulmuşlardı. Nurullah Ataç “Haza Müstağrib”di;23 kıvırmadan Batıyı kucaklamak lazımdır diyordu. İrticadan korkan fakat ona bir tanım bahşetmekten de uzak duran devlet erkanımız, kendi insanını görmezden geliyordu. Evlenmemiz başka, miras davalarımız başka, cezalandırışımız daha başka kanunlara göre düzenlenecekti. Rejim meselesinden iktisat meselesine geçtiğimizde Batı biraz daha uzaklaşıverdi bizden. Amerika uzaklardan nağmeler dağıtıyordu etrafa. Onun Avrupadan bir farkı vardı; biz ona gitmiyorduk, o bize geliyordu. Sabah vakti kapımızı çalıp mahmur gözlerimize gülümseyerekten hiç işimize yaramayacak şeyleri satmaya çabalayan pazarlamacı zihniyetin “Büyük Şeytan” olacağını kim düşünebilirdi?

    Ne Sultan Mahmud-u Sani’nin kurumsal reformlarına, ne de Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti gibi Jön Türkler’in siyasal bir yapı değişikliği önerilerine benzemeyen bir tarzda; toptan bir reenkarnasyona tabi tutulan bi-rinci kuşak, modernitenin ne vahşi yüzlerinden birisine şahit oldu. Materyalist fünun ile ünsiyet etmeyen bu insanlar, yüzyıl önce yaşamış bir Batıyı taklit etmeye kanun zoruyla itilmişlerdi. Köy enstitülerinde inkılapların propagandasını yapacak dinsiz bir nesil yetiştirildi. Yurdumuzdan çıkarmakla övündüklerimizi on sene sonra kendi ellerimizle buyur ediyorduk. Tövbenin ardından tekrar inkisar. İmtihan üstüne imtihan, hata üstüne hata. Tam suçlu olduğunu itiraf edecek derken, ihtilallerle tekrar şımarttığımız yaramaz çocuğumuz. Bizi bir küstah edasıyla karşılıyor; biz bir tabansızlıkla mukabele ediyoruz. Kendi aramızda düşmanlıktan başka hiçbir şeyde anlaşamıyorduk. “Düzen” kendisini ayakta tutmak için, vatandaşlarını birbirlerini jurnalleyen köstebeklere dönüştürüvermişti.

    Kâbe’yi Araplara bırakıp Çankaya’-yı mabed-i hakiki ilan eden Kemalettin Kamu’dan, İnkılapların bir numaralı adamına Esma-i Hüsna atfeden Aka Gündüz’e “Bizim mevlüd”ü yazan Behçet Kemal’e kadar ekseri insanımız slogan ve vecizeler tarihimizin seyrini çizdiler. Talebe bulunamadığından(!) dini okulları kapattık. Soyolojimizi zoolojiye çeviren kitaplarımızda Adem-i Evvel’i Neanderlanth Adamı’na tebdil ediverdik. Düşünmenin haberleşmeyle başladığı kaziyesini göz önüne alırsak; postahanelerimiz diyebileceğimiz tekke ve zaviyeleri, medreseleri, vakıfları hülasa herşeyimizi dışlamakla düşünmemeye başladık. Devletimizin altı esası olarak ilan ettiklerimizden günümüze elimizde sadece “Laiklik” kalıverdi. Takvimleri takip etmek, her sabah, günün mana ve önemine dair söylevler hazırlamak Babıali’nin en mühim meselesi olmuştu. Musıkîmiz Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmediğinden şen ve şatır olan medeni dünyanın müziğine yenik düşmeliydi, düştü de. Said Halim Paşa’nın dediği gibi tıbbiye kitaplarını okuya okuya kendimizi her hastalığa duçar olan birisi gibi görmeye başlamıştık. Şizofrenik bir refleks her hücremizi istila etmişti. Latin Alfabesi Fransız metrik sistemi, Frenk Şapkası, İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Hukuku, Gregoryen takvimi, Kilise müziği, Batı klasikleri…Çağdaşlık namına ne varsa(!), çağdışı(!) olan kimliğimizin üzerine boca ediverdik.24

    Bizler “kişiliksizlik” namına ne varsa bir bir tadıyorken, bunamaya başlayan peri-i ruhsarımız Avrupa, kendini sorgulamaya başlamıştı bile. Kilisenin kendisini yargılaması, herkes için şaşırtıcı bir gelişmeydi. Polonya ve Çekoslovakya’da dindar Hıristiyanların Komünizme karşı kazanılan zaferde bi-rinci rolü oynaması,25 Kateşist düşünce-nin yaygınlaşması, Papanın Müslüman-lardan özür dileyerek onları “kardeş” i-lan etmesi maşukumuzun nasıl bir de-ğişime koştuğunun sinyallerini veriyor.

    Modernitenin insanlığı getirip bıraktığı noktaya baktığımızda hiç de iç açıcı şeyler göremiyoruz. Peygamberin, (a.s.m) ahirzaman için söylediklerini düşünürsek, o fitnenin nekâhet dönemini yaşadığımızı iddia etmek sanırım yanlış olmaz. Bu karmaşanın içinde, ahirzamanın dağdağalı hengamında İslam’ın tedavi şekillerini ve Tevhid’in inceliklerini insanlığa anlatacak olan bir kurum olarak Mehdiyet ve onun bir mümessili olan Mehdi ile Hz. İsa ve O’nun yardımcıları hakkında neler söylenebilir? Eğer fıtrat her Firavun’a bir Musa gerektir dediğinde haklıysa, Firavun’un şahs-ı manevisi diyebileceğimiz moderniteye, hem Ehl-i Kitap arasında hem de Müslümanların dünyasında Hz. Musa’nın şahs-ı manevisi nasıl ortaya çıkacak?

    e- Gül derleyen adamların dünyası…

    —Bir perspektif önerisi—

    “Mehdi kırk yaşında olacak”26 diyor muhbir-i sadık (a.s.m). Yani kırk yaşından sonda eski mesleğinden nedamet edip dergah-ı İlahiyeye dönecek, seyyidinden kaçmış bir köle gibi yalvaracak; kırk yaşın getirdiği bir vakarla bizim dünyamıza karışmadığını ilan edecek. İnsanlar yekdiğerlerinin “grip” olduklarını söylerken, O “kanser” teşhisi koyacak. Elbette teşhisi olanın tedavisi dahi farklı olacak. Peki, biz neyi bekliyoruz? Kırk yaşına gelmeyi mi? Mehdi olmamız mümkün değil; fakat “taleb eden” de mi olamıyoruz?

    Muhyiddin-i Arabi: “Mehdi ism-i Hadi’nin, Deccal ism-i Mudill’in mazhar-ı kamilidir”27 diyor. Vakti taayyün etmeyen bir bilmece, bir ümit çeşmesi bu. Mehdiyet bir şahs-ı manevi, Mehdi onun bir mümessili. Küçük bir haneyi ve dar bir mahalli değil, kalb-i umumiyi ve hayat-ı insaniyeyi tamir etmeye çabalayacağından; kutbiyetini değil cemiyet-i nuraniyesini nazarlara vazedecek.

    Mehdi bir isimden çok bir sıfat; şahıstan ziyade tesanüdden hasıl olan bir şirket-i kudsiyye. Tek bir soliste yıkılmayan, çok sesli bir icraat. Ömer bin Abdülaziz’den beridir özenle büyütülegelen bir kurum. Birikegelen bir küfür karşısında takviye edilen bir iman. Zaman ve mekânları ne kadar faklı olsa da, aynı gaye-i hayale sahip olanlar bir nevi ordu oluşturabilirler. Telahuk-u efkar var, çünkü. Tam 30 deccalden haber veriyor hadis-i nebevi.28 Onları teşhis ve zararlarını tamir edecek mehdi manasında bir kısım zatlar gelecek: Hallac-ı Meşhur bir mehdi, Mevlana Halid bir mehdi, Şeyh İdris ve Seyyid Yahya birer mehdi…. İbn-i Arabi, Abdükadir-i Geylani, Yevakidül Cevahir sahibi ve Şah-ı Nakşibend birer mehdi. Büyük Mehdinin arkasında saf bağlamış nurani üstadlar. Bu bir yakiyn değil, bir zann-ı galib olduğundan—Şiilerin iddia ettiklerinin rağmına—29 imanın çartlarından olmuyor. İmandan çok bir inanç, bir belirsizlik bu. Zamanın Arafatı’na çıkmış, ezeli bir kelimenin tercüme-i halini insanlığa haykırıyor.

    Mehdiyi üçüncü sınıf bir masal kahramanı haline getiren sofimeşrebin anlattıkları birer menba-ı tebessüm. Küçük mehdileri haber veren hadisleri Büyük Mehdiye tatbik etmekle mütehayyir kalan bir ulema. Bu insanlar kendi zamanlarında yaşanılan zayıf karakterli içtimai hayata aldanıp, küre-i arzı bir köy şekline sokacak olan sefih bir medeniyette hakkındaki müteşabih hadisleri ya “mevzudur” diyerek yalanladılar; ya da şahıslar noktasından yorumlamaya çabaladılar; sonunda içinden çıkılmaz bir karmaşaya düştüler; kendi istinbatlarını hadise uyarlamakla dünyamıza bir karmaşayı daha hediye ettiler. İbnü’l Cevzi’yi bile çileden çıkartan bir durum bu. Mehdi çıkartan bir durum bu. Mehdi ile Mesih’i, Süfyan ile Deccal’ı30 birbirine karıştıran insanlardan da bu beklenirdi. Bir işaretle uçakları vuran, tankları deviren bir Rüstem-i Zal. Bir batışıyla aşk-ı imani aşılayan bir hipnotizan. Mevdudi bir bahtiyar ki bunları ıslah edebilmiş; bizlere ayakları yere değen bir mehdiyi anlatabilmiş.

    Mehdi bir savaşçıdan çok bir alim; kılıçtan ziyade kalem; bir ordu değil bir darü’l-fünun; politikacıdan ziyade bir ehl-i tefsir; bir şeyhten çok bir muhakkik; kerametle değil bürhan ile konuşan bir keyfiyettir. Şerri defetmeyi celb-i nef’a tercih ettiğinden31 sansas-yondan münezzeh bir ihlas-ı mücessem. Ömer Muhtar bir şakirdi, Mehmet Feyzi bir şakirdi, Ahmet Yasin bir şakirdi. Bernard Shaw ve Eva Vitray birer muavini, Seyyid Kutup ve İzzetbegoviç talebeleri. Fakat, bundan onların da haberleri yok. Şuuru taalluk etmeyen organik bir birliktelik. Velayet bir makam-ı iddia değil, bir makam-ı isbat ve delil olduğundan “Ben mehdiyim” demiyor. Çünkü dava değil, dava içinde bir bürhan olduğunu biliyor.

    Bin iki yüz küsûr senedir küçük bir ğaybubiyete32 kapılıp ehl-i Sünnet ile aynı hizaya gelen şaşırmış bir ehl-i Şia. İbn-i Haldun’dan beridir mehdiyi kabul etmeyen Goldziher ve yamakları. Sen doğru söyledin, biz yanlış anladık ey nebi! İman, hayat ve şeriat33 olan üç daire-i uzmanın en dıştaki olanından, siyaset dairesinden başlamış çürüme. İspanyol hastalığı gibi aklı hezeyana uğratan bir milliyetçilik salgını hilafet-i İslamiye’yi mecraından kaydırmış. Bin küsûr senedir, Din-i Mübin’in kalbi olan iman’a doğru ilerleyen bir küfür salgını. Her adım da küfre karşı bir kahraman, bir nevi mehdi çıkarmış kalb-i İslami. Her asırda yeni bir hile türetmiş mülhidler; her asırda bir adım daha gerilemiş hiss-i İslami. Tarihin hiçbir zamanında görülmeyen bir şe-kilde küfür, inkâr-ı uluhiyete bir sistem rengi verebilmiş; müterakim bir felse-feye, ennihaye bir ceset giydirebilmiş. Bütün gedikli sorularını soran bir ilhad karşısında, konuşma sırası imanın tarafına geçmiş. Telahuk-u efkar silsilesiyle zamanımıza kadar büyütülegelen bir şahs-ı manevi Mehdi namında bir mümessilinin diliyle tüm sorulara teker teker cevap yetiştiriyor. Ehl-i imanın tüm tabakalarını arkasına alıp, ittihad-ı İslamın ve hakiki İsevilerin muavenetiyle34 hayat ve şeriat dairelerini de tamir edecek bir şirket-i hususi bu. O’nun ve cemaatinin büyüklüğü merhamet ve sabırlarından bilinecektir. Sahibü’s seyf değil, bir hüccet; rüya değil, bir tahkiktir. Yani tarikatten çok bir hakikat mühendisidir. Göğsüne vuruldukça kuvveti artan, sesi yükselen bir ders kürsüsü. Kendisine muaraza edildikçe inbisat ediyor.35

    Kitab-ül Burhan Mehdi dünyayı adaletle dolduracak36 diye yazıyor. Medine-i Fazıla hayaline kapılacak olursak, herkesin kuzu olacağını düşünüyoruz demektir. Halbuki adalet, hak ve hakikatin temayüzüyle var olabilir. Mehdisini peygamberinden öne çıkartan bir din, hakikatli bir din olamaz. Evet, Mehdi hak ve hakikati ilan edecektir. Şeriat-ı Ahmediye’yi (a.s.m), ders verecektir. Hadiste denildiği gibi, Taberiyye Gölü’ne fırlatılmış olan Tabut-u Sekine’yi37 bulacak; Kur’an’ın okyanusuna bir gavvas-ı muhteşem gibi dalıp, Asa-yı Musa’nın bu zamanda bir mümessili olan eserleriyle ehl-i küfrün yılan-misal zulümkârane fikirlerini tardedecek; bununla Mehdi olduğu bilinecektir. Kendisinden sonra, kür-süsünden ders alan bir kısım insanlar, ekonomi de, hukukta, eğitim de, aile yaşantısında, coğrafyalar arası ilişki-lerde, kısacası hayatın tüm katmanlarında O’nun vazettiği prensipleri hayata geçirecekler. Bir medeniyet önerecekler yani. Yoksa, bütün dünyaya, siyaset cihetiyle hükümran olacağını ve mahkemelerde mevhum bir adaleti yerleştireceğini düşünmek, en hafifinden safdillik demektir. Çünkü adalet, mahkemelerde değil kalplerde ve akıllarda tesis edilirse gerçek bir adalettir. Küfür devam eder ama zulüm devam etmez. Mehdi bir işciden çok bir fikir babası; bir teknokrattan ziyade bir teorisyendir. Temsil ettiği şahs-ı manevi ile hakikat-ı adaleti tüm dünyaya ilan ve ispat edecek. Evrensel hukuku ve kavanin-i fıtratı gözlere gösterecek. Puslu, kuduretli, “flu” bir saadet devrini inşa edecek.

    Hz. Ali, (r.a) Hizb-ül Mehdi için “Onların sayısı Talut ile nehri geçenler kadardır” buyuruyor. Ne azlıklarına yerinirler, ne çokluklarına sevinirler. Kemiyete değil keyfiyete istinad ederler. Ashab-ı Kehf’i takliden onlar da mağaralarında (evlerinde) zamanın Dakyanus’una karşı strateji geliştirirler. Tekbir getirerekten Rumiyye’nin duvarlarını yıkacaklar; yani Lailahe illallah’ı ilan ve ispat ile fetihlerini yapacaklardır. Silahları kelimeler olacak. Üstad’ın söyleyişine göre Süfyan-ı Deccal onları üç kere bölecek fakat dördüncüye muktedir olamayacak.38

    Muasırlarımızın Mehdiyi kabul etmeyişleri bir tahkikten kaynaklanmı-yor. Mehdiye bir peygamber evsafı yükleyen müfessirler yüzünden. Kava-nin-i adetullaha muvafık düşmeyen, tevilden çok tefsir ile anlatılan bir mehdiyi çocuklar bile ciddiye almazlar elbet. Mehdiyi mesih olarak da tanımlamıyoruz; çünkü şeair-i İslamiyeyi ve ahkâm-ı diniyeyi değiştirmeye değil tecdide, yani yeniden tesis etmeye çabalayan birisi bu.

    Alfred Jeremias’a39 bakılırsa Mehdi tasavvurları Sümerliler’den başlıyor; Kral Sargon bir mehdi, Hamurabi bir mehdi… Snefru’nun kahini “Ameni” denilen bir kurtarıcıyı haber vermiş. Hemen her dinde bir mehdi inancının varlığı, Hz. Nuh’tan beridir her peygamberin ümmetlerini Deccal’e karşı uyarmasıyla ortaya çıkmış. Zerdüşt kendisinden sonra gelecek bir torunundan haber veriyor: Saoşyant bir mehdi edasıyla gelip dünyaya hükme-decek. Quetzalcoatl Aztekler’in, Kalki Hindular’ın, Maytreya Budistler’in mehdisi.40 Mehdi’nin öncülerinden de bahsediyor tarih: Pramiti Kalki’ye bir zemin oluşturacak. Şakyamuni Maytre-ya’ya, Kansava Gölün’de Zerdüşt’ün tohumlarından hamile kalan Namikpit bir öncüyü doğuracak. Vaftizci Yahya İncil Cemaati’ne göre;41 İlya Musevile-re göre mehdinin öncüsü olacak. Horasan’dan çıkan siyah bayraklılar—yani Türkler—Sünnilerin; İmam Hasan El Askeri Şiilerin öncüsü.42 Görüyorsun ya, Ademoğlunun hamurunda yatan bir hakikat bu. Fıtrat yalan söylemez, fakat manipüle edilebilir.

    Mehdi hakkında çıkan bunca karmaşanın mühim bir sebebi de, insanlarda kendi şeyhlerine karşı müfritane muhabbet göstermelerinden doğan şiddetli hüsn-ü zandır. Bir bakıma haklı, bir bakıma batıl bir hırsla, herkesin kendi mürşidini mehdi olarak görmesi, bu gerçekliğin ciddiyetini bir nebze selbetmiş. Ziyade hüsn-ü zan her zaman devam etmiş ve ediyor.

    Mehdiyet, bir kurum olmak hasiye-tiyle, bin küsûr senedir yıpranagelen Şeriat-ı Ahmedi’yi ve Şeair-i İslamiyeyi yeniden tesis edeceğinden, kendisinden sonra da hizmeti devam edecektir. Mesleğinin en mühim bir esası ihlas ve halklardan bitemamiha istiğna olacağından; tamir’in esaslarını ve hizmetin prensiplerini vazedecek; vefatından sonra da oluşturduğu cemaati vesilesiyle hizmeti idame olunacak. Hatta, Siyaset-i İslamiyenin hakimiyeti ve Şeriat-ı Furkaniye’nin icrası zamanında, askerlerinden müteşekkil bir şahs-ı maneviye ve bu şahs-ı manevinin bir mümessiline mehdi nazarıyla bakılacak; hakiki mehdi olan o zat-ı nurani de kabrinde, pişdarı olduğu bahar güllerini; kendisine Kehtani de denilen Cehcah43 namındaki halifesini ve ardına takılan kardeşlerini temaşa edecek.

    Nasıl ki Mehdilik’e böyle bakmak lazım geliyor; Süfyan’ı dahi, bir şahs-ı manevi olarak düşünmek ve öyle hareket etmek elzemdir. Çünkü Mehdi Süfyan’ın cinsinden olmak gerektir.

    f- Sonuç yerine…

    Asırlar boyu sürüklenen bir kar tanesinden böylesine bir fitne doğacağı, bunun ahirzamanın büyük fitnesi olacağını beklemek ancak “rasihun tavrı”na44 sahip bir kısım zevata mahsus olabilirdi. Kendisine ister modernite ister başka bir şey denilsin; küresel boyutlara ulaşmış olan bu fitne her insanı pek çok cihetle insanı kendisine çekiyor, her şeyi kendi hesabına işletebiliyor. Fukuyama gibi bir kısım ilim adamının “modern insanın en son insan olduğu”nu iddia etmeleri üzerinde durulması gereken bir husus. Postmo-dernistlerin buna karşı çıkmaları yeni bir insan modeli önerdiklerinden değil. Sadece bir “kaporta” değişikliğini savunuyorlar.

    Aralarındaki iletişim şimdilik ne kadar zayıf olsa da, Müslüman toplumların kendi içlerinde küçüklü-büyüklü tecdid hareketlerini canlı tutmaları ve küresel iletişim ağlarını kullanmada gerçekleştirdikleri her hamle, çağlar boyu değişik trendlerde seyreden çöküşün yeni bir müjde olarak tersine çevrilmeye başladığını gösteriyor. İsmail El Faruki, Hasan El-Benna, İmam Humeyni, Abdüsselam, Mevlana, Mevdudi, Seyyid Kutub , Muhammed Hamidullah, Muhammed Esed, Seyyid Hüseyin Nasr, Ayetullah Muntazari, Bediüzzaman Said-i Nursi, Kral Faysal, Ziya-ül Hak ve diğerleri yeni bir doğuşun yapı taşları olarak kalbimize rahatlık veriyorlar. Son yüz elli yılın fetişi olan “devlet”in sınırlarını ve milliyetçilik damarlarımızı aşabildikçe bu nesim-i baharın göğsümüzü serinletmesine imkân vermiş olacağız.

    Global bir fitne halini alan moderniteye karşı özellikle ilk müceddid olarak kabul edilen Ömer Bin Abdülaziz’den beridir sistemleştirilmeye çabalanan bir şahs-ı maneviyi Mehdiyet Kurumu’nun yapıtaşları olarak ele alışımızın önemli sebepleri var. Resul-ü Ekrem’in ahirzamana ve bilhassa Mehdi-Süfyan, İsa Mesih-Deccal ve diğer ahirzamanın hadisatı hakkında söylediği ve gerek “gayb Allah’ın elindedir” olan hükm-ü ilahiye saygıdan doğan mecazi ve mübalağalı bir anlatımı tercih ettiği hadislerinin pek çoğunun fertler bazında ve mecazi değil de gerçek anlamlarıyla ele alınarak; sosyal hayatın böylesine giriftleştiği ve ferdi özelliklerin cemaatsal niteliklere devredilme zorunluluğunun ortaya çıktığı zaman-ı hazıra düşünülmeden yorumlanmasıyla çoğunun mevzu olarak damgalanması—işin teknik yönü bir tarafa—bizi böylesine bir tasvirname oluşturmaya sevk etti. Deccal’in boyunun minare gibi olacağı, Hz. İsa’nın ancak zıplayarak onu öldüreceği türünden olan peygamber hadislerinin şu zamanın genel manasıyla dindar kesiminin modernitenin iletişim ve silah sanayii karşısındaki zayıf ama hızla gelişmekte olan durumları göz önüne alındığında, nasıl muciz bir anlatım konumuna yükseldiğini ibretle temaşa ediyoruz. Deccalin alnında “bu kafirdir” yazısının bulunacağı, Allah Allah diyenin kalmayacağı, bir su içeceği, hiç kim-senin onun fitnesinden kaçamayacağı, bir günde tüm dünyayı dolaşacağı, bir eşeğinin olacağı, tek gözünün kör olacağı vs. gibi imtihan sırını bozmamak ve “sırr-ı teklifi incitmemek için” örtülü ve mecazi bir şekildi varid olan müteşabih hadis-i şeriflerin ya aklın kabul etmeyeceği bir şekilde yorumlanması veya “uydurmadır” damgası yemeleri gayba dair pek çok mucizevi hadisin hakikatlerini bir derece örtmüş. Bu ise bizi ahirzaman fitnesinin kendisinin kendisini anlatmak yerine, onun bir seyir defterini çıkarmaya; global bir köye dönüşen, bizi yedi defa yok edebilecek silahlara sahip olan, başta materyalizm olmak üzere esbabperestlik ve ladinilik gibi iki gözümüzü de bu dünyaya baktırıp bizi kendisi gibi tek gözlü bırakan, siyaseten de ekonomik olarak da karşısında durulmaz boyutlara ulaşan durumunun o ehadis-i nebeviyyenin mucizeliğini nasıl ispat ettiğini bir nebze gösterme gayretkeşliğine sevketti.

    Dipnotlar

    1. Büyük ve kütlevi ölüm.

    2. "Karışık ve anlaşılmaz rüyalar…", Kur’an, Yusuf/44.

    3. " İki menzil arasında bir yer", Mutezile ıstılahında büyük günah işleyenin durumu. İman ve küfür arasında bir yerde kalmak.

    4. "Futures-1992", Çeviren: Naim Öztürk, Yeni Dergi, Sayı. 7-8, s. 103

    5. Tales, Anaxagoras, Anaximenes, Empeklodes, Pisagor, Sokrates, Eflatun.

    6. Felsefenin Arka Merdiveni, Wilhelm Weischedel, İz yay., s. 233.

    7. Hadis: “ Hiçbir peygamber yoktur ki ümmetini Deccal’e karşı uyarmış olmasın”.

    8. Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç, İletişim yay., s. 108-109.

    9. Rusya’da 1825’de otokrasiye ve keyfi idareye karşı ayaklanan asilzade ve subay sınıfı.

    10. Lokman, 12.

    11. İslamın Keşfi, Ekber S. Ahmed, İz yay. 1994.

    12. Din-Felsefe Vahiy-Akıl ilişkisi, Ali Bulaç, Beyan yay. s. 92-93

    13. Bulaç, age., s. 94. …Sünni ulemanın Kur’an’da geçen “Allah’ın eli” gibi tamlamaların anlamı üzerine yorum yapmayıp susmaları.

    14. Lem’alar, Said Nursi, Yeni Asya Neş. 1994, 4. Lem’a 4. Nükte, s.28-30.

    Şia-yı Hilafet; Halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğu halde halifeliğin ondan gasbedildiğini savunan Şiilik, Şia-yı Velayet; Hz. Ali’nin velayetini ve manevi makamının yüceliğini ön planda tutan Şiilik.

    15. Bulaç, age., s., 320-322

    16. Bir Facianın Hikayesi, Cemil Meriç, Umran yay. s.127, Ankara, 1976.

    17. Divan-ı Harb-i Örfi, Said Nursi, Yeni Asya Neş., 1993. s. 65,

    18. Abdullah Cevdet.

    19. T. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt 5, s. 148, 149.

    20. Türkiye’de Din ve Siyaset, Şerif Mardin, İletişim yay., s. 15-17.

    21. İslamcıların Siyasi Görüşleri, İsmail Kara, İz yay., s. 17.

    22. Müslim, 2:228, 3:211

    23. Müsteşrik’in zıddı olarak kullanılan bu kelime batılılaşmak isteyenlere atfen kullanılıyordu. Mağaradakiler, Cemil Meriç, İletişim yay., s.195,

    24. Batılılaşma İhaneti, Mehmet Doğan, Beyan Yayınları, 6.bsk, s. 114

    25. Türkiye Üzerine Oynanan Oyunlar, Burhan Bozgeyik, Yeni Asya Neşriyat, s. 21, 22,

    26. El Kavlul Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyyil Muntazar, 4328.

    27. Et Tedbirat-ı İlahiye Tercüme ve Şerhi”, Avni Konuk, Yayına haz. Doç. Dr. Mustafa Tahralı, İz yay. s. 126.

    28. “Her biri Allah’a ve Resulüne yalan söyleyen 30 yalancı Deccal çıkmadıkça kıyamet kopmaz”, Hadis, .Sünen-i Ebu Davud, Kitab ül Melahim, 4334.

    29. Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı, İsmail Mutlu, Mutlu yay. 2. bsk. s. 223.

    30. Şualar, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, 1994 bsk. s. 501-512; “El Mecmuat ül Ahzab” Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi, Ercuze blm.

    31. Bediüzzaman’ın müsbet hareket telakkisinin bir basamağı.

    32. Gaybubiyyet-i Suğra; Şiilerin 12. İmam’ın kaybolduğu ve tekrar ortaya çıkacağına olan inançları. Bu inanç bir kısım Şiilerce imanın şartlarına dahil edilmiştir.

    33. Kastamonu Lahikası, Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat. s. 62, Eylül 1994.

    34. Buhari 1:83, Riyazü’