Köprü Anasayfa

Güzellik Felsefesi: Estetik

"Yaz 2000" 71. Sayı

  • Sonsuzluğun Yankısı

    Taha Çağlaroğlu

    Kâinata konuk olarak gönderilen insana kâinattaki yerinin güzel olması gerektiği bildirilmiştir. Vahiy, insandaki hamlığı, kabalığı, vicdansızlığı, korkuyu, riyayı, hayvanîliği güzele dönüştürme niteliği taşımaktadır. Ancak insandaki güzele dönüşme olgusu, vahye kulak veren insanın gösterdiği çabayla orantılıdır.

    Bir kabirde açılmış bir delik gören İslam Peygamberi (asm), buranın kapatılmasını emreder. Kendisine sorarlar: “Bunu yapmanın kabirdekine bir yararı olacak mı?” Bu soruya, “Hayır” karşılığını verir. İslam Peygamberi, “Ona ne yararı, ne de zararı var; fakat dirilerin gözünü rahatsız eder. “İslam’daki estetik anlayışının kaynağı olabilecek bir öz bu. Yaşamın her alanını içine alan bir güzel bakış. Yalnızca görüntü güzelliğini vurgulayan bu bakış, insanın tüm davranışlarını, başka insanlarla, hatta hayvan, bitki ve cansızlarla ilişkilerini, iç dünyasındaki arayışlarını, yönelişlerini düzenleyici bir mahiyet sergilemektedir.

    Risale-i Nur’da estetiğe ilişkin zengin bir tabloyla karşılaşmaktayız. Prof. Dr. Mehmet S. Aydın’ın bu konudaki tespitini hatırlayalım; “Görebildiğim kadarıyla İslam düşünce tarihinde belki de hiçbir eser, Risale-i Nur kadar âlemin ‘estetik boyutu’ ile, dolayısıyla da din felsefesinin ‘estetik delil’ diye anlandırdığı delil ile yakından ilgilenmemiştir.” (Uluslararası 3. Bediüzzaman Sempozyumu, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1996)

    Güzellik konusuyla yakından ilgili bir metni Bediüzzaman’dan aktaralım:

    “Müfârakat-i umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisâtı içinde müfârakat-i hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde, bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemâlperestlik ve güzellik sevdası ve kemâlâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda, daimî ve tahribatçı olan zevâl ve fena ve mütemâdî ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette, bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı hırpalandığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî, bu hâle karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda, bir medar-ı teselli bulmak için yine bu ayet-i hasbiyeye müracaat ettim.

    Dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak!”

    Ben de Sure-i Nur’daki ayet-i nurun rasathanesine girip, imanın dürbünüyle ayet-i hasbiyenin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebinî ile en ince esrarına baktım, gördüm: Nasıl ki ayineler, şişeler, şeffaf şeyler, hatta kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar, ve teceddüd ve teharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar; ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar. Aynen öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelâlin cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının sermedî güzelliklerine ayinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnûlar, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat, hiç durmayarak gelip gidiyorlar. (Şualar, Dördüncü Şua, 69)

    İnsan “cemalperestlik”, “güzellik sevdası”, “kemalâta meftuniyet” hisleriyle dolu olduğundan kâinattaki güzelliği fark edebilir bir özellik taşımaktadır. Diğer yaratılmışların güzel sanatlar alanında eser verememelerinin sırrı da burada yatmaktadır. Onlar yalnızca kendilerine ilham edileni yapmakla yükümlüdür. İnsan ise hem kendindeki cevheri, güzeli arama ve güzele yönelme özünü, hem de varlıklardaki güzelliği keşfetme iştiyakını ve söylemini “yakalamak” zorundadır. Ne ki güzelliklerin ayine olduğunu, sermedî güzelliklerin yansıması, yani sonsuzluğun yankısı olduğunu hiçbir zaman unutmamalı insan bu iklimde.

    Sahiller sınır çizer daima güzelliğe. Güzellik, ölümsüz duyguları, öteleri terennüm etmek ister. İlk kez söylenmek, ilk kez yazılmak, ilk kez bestelenmek; güzelliğin hiç değişmeyen çığlığıdır. Her şey ilk kez yazılır, söylenir, bestelenir; ama bin yıllara uzanan yolculuğumuz bize değişmezliğin saf şiirini taşır durur.

    Günlük yaşantının alışılmışlığını, ülfet perdesini yırttığımız oranda kâinatın esrarlı güzelliği bizi hayret ve hayranlık derinliklerine çeker. Bu derinliklerin cazibesine kapılabilmek için ne akademik bir kariyer gerekir, ne de çok fazla bilgi. Yeter ki bir çocuk bakışıyla, önyargısız bir yaklaşımla, gönül saflığıyla bakabilsin insan, her şeye, cemalî ve celalî güzelliklerin derûnundan kopardığı çiçeklerle süslesin hayatını.

    Eşyada tecelli eden estetiğe kayıtsız kalan insan, hakiki güzellikten yoksundur. İnsanın yaptığı sanatı, eşyada tecelli eden sanattan daha yüksek gören kimse de müthiş bir yanılgı içindedir.

    Gökgürültüsündeki, buluttaki, kıştaki, soğuktaki, gurbetteki, ölümdeki, musibetlerdeki hikmet güzelliklerini de görebilmelidir insan. Evini, masasını, yazısını, öyküsünü, romanını, resmini, hattını, ebrusunu, şiirini, bestesini, giyimini, yürüyüşünü, iletişimini güzelleştirebilmelidir aynı zamanda. Her estetik, aslında aşkın olan’a çağrıdır. Sonsuzluğunun yankısı olarak nitelendirdiğimiz estetik, bizi aşkın güzelliği görmeye davet etmekte, bize ebedi imlemektedir. İmanın “bir hüsn-ü mücerred ve münezzeh” olduğunu düşündüğümüzde ise, tecessüsümüzü dıştan içe doğru uçurmuş, bilinç kuşumuzu yaratılmışlığın gizine yöneltmiş oluruz.

    İnsanın latifeleri özgünlüğünü korudukça, hayat karşısında estetik tavır alacaktır. Hayat karşısında estetik tavır alabilen ve bu tavrını koruyabilen insan, kendi özgürlüğünü de koruyabilecektir. İnsanın kendisine ve başkasına zarar vermemesi bağlamında özgürlüğünü tadabilen kimse, duyarlıklıklarını güzel davranışlara, sözlere dönüştürebilir.

    Estetiği bulmamıza imkan veren bir varoluş şarkısını duyuyor, insan dışındaki diğer canlıların böyle bir kaygı ve imkana sahip olamayışlarını bu noktadan değerlendiriyoruz. İşte bu yüzden şiir yazan kanguru, öykü yazan sincap, resim yapan zürafa yok. Suad Alkan’ın buradan yola çıkarak maddenin sanatın kaynağı olamayacağı düşüncesine varması, önemli bir noktaya işaret etmektedir.

    Yaşadığımız dünyada ve içimizde sürekli çatışmalar yaşarken “estetik olan”ı nasıl bulabileceğiz? Bu çatışmalardan güzel sonuçlar güzel sonuçlar çıkarmak ve sonunda—hatta başında ve içinde—İbrahim Hakkı’nın dediği gibi “Mevla görelim neyler/Neylerse güzel eyler” demek mümkün olabilecek mi? Bu hususta bir gezinti yapmamız gerekecek.

    Bediüzzaman Said Nursi, Şualar’da şöyle der: “Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri “Elhamdülillâh, Elhamdülillâh” ve bütün adem âlemleri “Sübhanallah, Sübhanallah” derken ve ihatalı bir kanun-u mübâreze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham vesvese ile mücadele ederken, birden meleklere imanın bir meyvesi tecelli eder, meseleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır.” (Şualar, 11. Şua, 235) Bediüzzaman, burada vücud-adem, melek-şeytan, hayır-şer, ilham-vesvese çatışmasından alnının akıyla, zaferle çıkıverir. O da ‘hüsn-ü mücerred ve münezzeh’ dediği imanla, imanın bir rüknü olan meleklere imanla mümkün olur.

    Çatışma, trajik, trajik olan kavramlarına eğilmeye çalışalım. Prof. Dr. Ramazan Kaplan, trajik öğeyi şöyle açıklar: “İnsanda derin etki bırakan her türlü davranış, her türlü düşünce ya da birbirine eşdeğer iki olgu karşısında seçme yapmak durumunda olan insanın durumu.” Ben burada hemen Binbaşı Asım’ı hatırlıyorum. Bediüzzaman’ın öğrencilerinden olan Asım, Üstad’ına zarar gelmemesi ve yalan söylememe ikileminde kaldığında üçüncü yolu ihtiyar etmiş, “Ya Rab, benim canımı al” niyazında bulunmuş, sıdk şehidi olmuştur. Ne Üstad’ına zarar verdirmiş, ne de yalan söylemiştir. “Estetik bir tavır” sergileyerek, bu çatışmadan güzel bir sona ulaşmıştır.

    Trajik ve trajedi konusunda Sadık Yalsızuçanlar’ın şu sözlerine de kulak vermeli: “Beden-ruh çelişkisinin Müslüman açısından trajik bir durum ürettiğini söyleyebiliriz. Nefsimizle vicdanımız arasında yaşadığımız çatışma… Biz gerçek trajediyi üreteceğiz. Trajediyi hakiki anlamına kavuşturacağız. Sonsuz bir hayata namzet olarak yaratılan insanın dünyevi tercihlerindeki trajiği anlatacağız. Hakikate sağırlaşan insanın dramını yansıtacağız. Dünyevî olanla uhrevî olanı tercih zorunda bırakılan insanın seçim güçlüğünü anlatacağız.” (Köprü, Sayı: 55)

    Materyalist görüşün trajik anlayışını irdelerken Nietzsche’den söz eden Beşir Ayvazoğlu, şu değerlendirmeyi yapar: “…O hâlde Nietzsche’ye göre sanatçı ya apollonien bir rüya sanatçısı, yahut dionysien bir sarhoşluk sanatçısıdır. Bu iki durumun bir arada bulunmasından da trajik doğar. Varlıktan kopmuş olmak, gerçekten korkunç bir durumdur. Bu yüzden yok olmak, daha doğrusu Öz-Bir’e kavuşmak isteyen insan, bir yandan da Apollon tarafından var olmaya zorlanmakta, yani hayata aynı zamanda hem ‘evet’ hem ‘hayır’ demektedir. Nietzsche’nin anladığı manada ‘trajik olan’ budur. Esasen bu çatışmanın dünyanın özünde var olduğunu söyleyen Nietzsche’de hayat, bir bakıma trajedi manasına gelmektedir.” (Aşk Estetiği, Birlik Yayınları, s. 31)

    İhtiyarlar Risalesi olan Yirmi Altıncı Lema’da pek çok çatışmaya tanık oluruz; ancak buradaki çatışmalarda trajik bir sonu göremeyiz. Örnekler:

    “Demek en ziyade insanı öldüren ahbaptan müfarakattir. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’an’dan, imandan medet gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün, ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.”

    Abdurrahman’ın vefat haberini aldığında sarsılır Bediüzzaman:

    “Evet, insaniyet itibariyle böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hırkatlidir, yandırıyor. Gerçi zâhiren tahammüle çalışıyordum; fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer ara sıra Kur’an’ın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olmayacaktı.”

    “Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ Kur’an-ı Hakim’den gelen ‘Lâilâheillâllah’ cümlesiyle ders verilen Tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümatı dağıttı, rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalâlet ve felsefeden aldıkları derse istinad ederek, akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye, lillahilhamd, kalbin muzafferiyetiyle neticelendi.”

    “Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden iman-ı billah imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki, bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezauf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi.”

    “Birden Kur’an-ı Hakim’in nuruyla Gavs-ı Azam Şeyh Geylânî Hazretlerinin irşâdıyla, o hazin hâlet, sürûrlu ve neşeli bir vaziyete inkılap etti.”

    “O vakit gurbette idim. Meyusane bir hüzün ve nedametkârâne bir teessüf ve istimdatkârâne bir hasret hissettim. Birden Kur’an-ı Mu’cizü’l Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakiki bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye’si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.”

    İhtiyarlar Risalesinden alıntıladığımız örneklerden anlaşılabileceği gibi, hayatı bir trajedi olarak görmüyor Bediüzzaman. Her sıkıntısını, üzüntüsünü imandan aldığı derslerle tedavi ediyor, güzele ulaşıyor. İnsan için asıl trajedi, günahın trajedisidir, küfrün trajedisidir. Allah’tan uzaklaşmak, kopmak, Allah’ı sorgulamaya kalkışmak, “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye Allah’a meydan okumaya çalışmaktır asıl trajedi. İnsan, bu noktada güzeli, güzelliği bulamaz. Soyut güzelliğin kapılarını da kapatır kendisine.

    Seyyid Hüseyin Nasr, “İslâm, Allah’ı unutmaya yol açacak olan müziği yasaklamış” derken, “İslâm, müziğe Cennetin bir yankısı olan ve duygulu olanla bu dünyayla ilgili olan güzelliğin birleştiği bir bütünleyici nitelik vermiştir. Hem aşkın ve hem de içkin olan Hakikat’in bir salınımı ve yankısı olan manevî bir müzik oluşturulmuştur.” diye söylerken müzik bağlamında sanatın hayatımızdaki yerine işaret ediyordu. (İslâm sanatı ve maneviyatı) Edebiyat eserleri bağlamında da aynı bakış açısı yanlış olmaz: İnsanı, yaratıcısından uzaklaştırmayan sanat, İslâm’ın ruhuna aykırı değildir.

    Şualar’da da bazı ilginç çatışmaları söz konusu etmektedir Bediüzzaman. Varlıkların faniliklerini gözlemleyip düşündükçe “…rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu….ciğerlerim sızlıyordu.” gibi ifadeler kullanan Said Nursi (Şualar, İkinci Şua, 18, Tevhidin İkinci Meyvesi), yine “nur-u Kur’an, sırr-ı iman, lutf-u Rahman” ile aydınlatır karanlıklarını. Aynı Şua’nın Üçüncü Meyvesi’nde de “…Sonra altı cihete baktım, gördüm ki, sırr-ı Tevhid ile o kadar nuranîdir ki, göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki zaman-ı istikbale inkılâp edip, binler mecâlis-i münevvere ve mecma-i ahbap, binler menâzır-ı nuraniye gördüm.”

    Demek ki hayatımız, Hüseyin Su’nun güzeleylem sözcüğüyle kavramlaştırdığı salih amellere estetik konumlar alıyor. Güzeleylem kavramının içine düşünceyi, duyguyu, bakış açısını, davranışı, eylemi katıyorum.

    Güzeleylemle ışıyor gönlümüz, rahatlıyor içimiz, şahlanıyor aklımız. Güzeleylemle uzanıyoruz maziye ve istikbale, onları dost ediniyoruz. Hastalıklar güzeleylemle bize yakınlaşıyor. Belâları güzeleylemle karşıladıkca nurlar yetişiyor imdadımıza. Gözümüzün önünden kaybolup giden güzel varlıkları güzeleylemle anlıyoruz. Güzeleylemle siliyoruz gözümüzün yaşını, içimizin pasını, tüm çirkinlikleri.

    İşte estetik tavır, estetik denilince bunların tümü ve daha fazlası anlaşılmalı bence. Valery’nin “Güzel olan hiçbir şey, hülâsa edilemez” sözünü şimdi daha iyi anlıyorum. Yaşantımız, estetikten, güzeleylemden nasibini aldıkça güzelleştirecek bizi; ondan yoksun kaldıkça çürüyen, küflenen bir varlık olarak kalacağız. Dirilerin gözünü rahatsız eden bir kabir deliğini kapatmak da bir güzeleylemdir, mavera ile ilişiğini kesmeyen bir öykü yazmak da; bir güzel söz söylemek de, bir şiir okumak da.