Köprü Anasayfa

İslam’ın Siyasallaşması Sorunu

"Güz 2000" 72. Sayı

  • Dini ve Demokratik Değerlerin Yükselişini Doğru Okuma

    İbrahim Özdemir

    I. Giriş

    Henüz idrak ettiğimiz yeni yüzyılın nasıl olacağı bilim adamları kadar ekonomist ve politikacıların da merak ve ilgi konusu olduğu görülmektedir. Bunu önceden tahmin etmenin bir yolu da içinde bulunduğumuz zamanı iyi anlamak olduğu ileri sürülmektedir. Bu nedenle bilim adamları yoğun olarak, son yıllarda yükselme eğilimi gösteren ve geleceği şekillendireceği varsayılan değerleri anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadırlar. The Wall Street editörü Robeter L. Bartley’in ifadesiyle “20. yüzyılın tamamlanmasıyla birlikte, 21. yüzyılın suretini tefrik etmek için yoğun bir gayret” sarf edilmektedir. (Bartley, 1993).

    Konuyla ilgili ortak kanıyı Batı dünyasının önde gelen uzmanlarından olan John L. Esposito şöyle özetliyor: “Dini canlanma ve demokratikleşme, yirminci yüzyılın son on yılının en önemli iki gelişmesidir.” (Esposido, 1991 ve 1992; Schulze, 1994; Voll, 1995). Bu iki gelişmeyi ise: insan haklarına olan duyarlılık, barış, çevre, eğitim, sağlık, kültürler ve medeniyetler arası diyalog, sivil toplum örgütlerinin canlanması vb. konuların izlediği görülmektedir. İlginç olan nokta ise, daha 30-40 yıl öncesine kadar pozitivist ve evrimci bir bakış açısıyla dinin canlılığını yitirdiğini bundan hareketle de “modern dünyada, dinlerin yeniden doğuş belirtisi yok” (Wilson, 1966 ve 1976) diyen sosyal bilimcilerini tekzip edercesine, bilim adamlarının “20’nci yüzyılın şu son dönemlerinde dini yeniden yaygın biçimde konuşmaya” ve anlamaya çalışmalarıdır. (Schulze, 1994) Burada dikkat edilmesi gereken nüans, çağdaş insan dini yeniden keşfederken son iki yüzyılda yaşadığı pozitivist, materyalist ve seküler deneyimlerden sonra bu keşfin gerçekleşmesidir. Bu nedenle bu eğilim ve keşif gelecekle ilgili çok önemli sonuçlar getireceğinden şüphe edilmemelidir. Aslında sosyal bilimcilerin yaygın bir biçimde dini konuşmaları ve anlamaya çalışmaları; dini hareket, cemaat ve bireyleri tanımaya çalışmaları da bundan kaynaklanmaktadır.

    Ancak, dikkatlerimizi çeken ve dinin siyasallaşmasına/siyasallaştırılmasına neden olan asıl noktalardan birisi, bu saydığımız sorunların da demokratik değerleri içselleştirmiş, evrensel ve manevi değerlere sahip lider ve kadrolarca çözülebileceğine dair kitlelerde gittikçe artan kanaattir. Kitlelerin dini ve manevi değerlere sahip/saygılı; toplumun çıkarını kişisel çıkar ve menfaatlerinden üstün tutan; birleştirici ve sorumluluk bilincindeki liderlere/kadrolara eğilim gösterdikleri görülmektedir.

    Bu kanı sadece bu iki bilim adamına ait olmayıp, aksine birçok bilim adamınca da paylaşılmaktadır. Aslında bu olguya 1989 yılında ilk kez dikkatleri çekenlerden birisi, Fransa eski Cumhurbaşkanı Mitterand’ın sosyal bilimler danışmanı Gilles Kepel’di. Din Dünyayı Yeniden Keşfediyor: Tanrının İntikamı adlı kitabında, dinin modern toplumlarda tekrar yükselen bir değer olarak ortaya çıkışını ve bu yeni değerin bireyleri, toplumu ve toplumsal kurumları nasıl dönüştürdüğünü/dönüştüreceğini anlamaya çalışmaktadır. (Kepel, 1992; TÜSES, 1994; Grnkjr, 1998 ve Cardwell). İşte sadece ülkemizde değil, tüm dünyada dini ve demokratik değerlerin tartışmaların odak noktasını oluşturmasının nedeni bu ve benzeri bilimsel tespitlerden kaynaklanmaktadır.

    Bilindiği gibi aynı verilerden hareket eden ABD’li siyaset bilimci Samuel Huntigton “The Clash of Civilizations” (Medeniyetler Çatışması) teorisini ortaya attı. Buna göre tarihte damgasını vuran ve tarihi şekillendiren büyük medeniyetlerin bir kez daha böyle bir role soyundukları ve toplumları şekillendirmeye başladıkları ileri sürülmektedir. Bunun sonucunda ise, gelecekteki çatışmaların bu medeniyetlere ait birey veya kitleler arasında olacağı varsayılmakta ve bununla ilgili bazı örnekler verilmektedir. (Huntington, 1996) Yine ünlü siyaset bilimci Z. Brzezinski “21. Yüzyıl manevi ve dini değerlerin hakim olacağı bir yüzyıl olacak” öngörüsünde bulundu. (Brzezinski, 1996) Ünlü Paris Match dergisi 1993 yılında yayınladığı “Dinsiz toplumlar bunalım içinde” başlıklı raporda, hem konunun geçmişini ve nedenlerini, hem de gelecekle ilgili bazı tespitlerde bulunmaktadır:

    “İnkarcılık akımı toplumlarda felaketlerin kaynağı oldu. Bilim adamları dünyayı sarsan ahlak bunalımının temelinde 1960’lı yılların başında başlayan dinsizlik akımının yattığını belirtiyorlar… Ateizm, dinsizlik, manevi ve moral değerlerin inkar edilmesi insanlar arasındaki dayanışmayı ortadan kaldırıyor ve sadece kendilerini düşünün bir nesil ortaya çıkarıyor. Bunun bir sonucu olarak da boşanma, kürtaj, homoseksüellik, lezbiyenlik, gayr-ı meşru doğumlar, AIDS, uyuşturucu madde bağımlılığı ve intiharlar hızla artıyor…”

    Ancak, dini canlanmanın birçok kesimde, özellikle Huntington’un teorisi çerçevesinde, tedirginlik ve endişe ile karşılandığı da ayrı bir gerçektir. Modern toplumlarda dine ve dini değerlere yer vermeyen aydınlanmacı ve pozitivist çevreler, bu olguyu anlamak yerine, bunu “geriye gidiş” ve “sapma” olarak tanımlamaya çalıştıkları görülmektedir. Ancak içinde bulunduğumuz ve “postmodern” olarak tanımlanan zamanda daha sağlıklı değerlendirmelere de rastlanmaktadır.

    Özellikle İslam dünyası söz konusu olduğunda bu endişenin daha da güçlendiği görülmektedir. Endişenin kaynağı ise şudur: Müslüman ülkelerdeki dini canlanma mevcut siyasi yapıyı—lokal ve global—nasıl etkileyecektir? Zira İslam ülkelerinin Batı’lı anlamda demokrasiye yabancı oldukları bir gerçektir. Diğer bir gerçek ise, Müslüman ülkelerinin büyük çoğunluğu hala krallık, monarşi veya askeri diktatörlükler tarafından yönetilmektedir. Akla gelen bazı sorular şöyle sıralanabilir: Müslüman ülkelerdeki bu dini canlanma:

    · Dini diktatörlüklere veya başka bir ifadeyle “orta çağa dönüşe” neden olabilir mi?

    · Politik amaçlarla sömürülüp, mevcut kurulu düzeni yıkar mı?

    · Mevcut düzeni demokratik yollarla ele geçiren, dini nitelikli parti ve gruplar, demokrasiyi rafa kaldırır mı?

    · Azınlıkların ve yabancıların hukukları ne olacak?

    · Giyim-kuşamda ortaçağa mı dönülecek?

    · Çoğulcu ve demokratik değerleri içselleştirmelerinin ve kurumsallaştırmalarının imkanı nedir?

    Tüm bu ve benzeri sorular ciddi olup, sadece söz konusu ülkeleri değil, tüm dünyayı ilgilendirmektedir. Globalleşen ve ekonomik olarak birbirine eklemlenmiş postmodern dünya tüm bunları yakından izlemekte ve buna göre yeni politikalar geliştirilmeye çalışmaktadır. Konuyla ilgili olarak, özellikle Batı dünyasında çok sayıda araştırma ve çalışmaların yapıldığı görülmektedir. 1960-70’li yıllarda din küçük bir azınlığa has ve kimsenin ilgisini çekmezken, bugün tüm insanların ilgisini çekmektedir. Bu ilginin artışında, diğer etkenlerin yanında komünist ve sosyalist sistemlerin çöküşünün rolü önemle vurgulanmalıdır.

    20. yüzyılın başında çok büyük iddia ve ütopyalarla ortaya çıkan bu ideolojiler, sadece kendi vatandaşlarını değil, üçüncü dünyadaki bağlılarını da hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu nedenle çağdaş insan, dini adeta yeniden keşfetmektedir. Ancak bu keşfin, yüzyılımızda yaşadığımız tecrübeler ve kazanımlar çerçevesinde olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle gelişmiş Batı ülkelerinde Yahudi, Hıristiyan, Budizm’le ilgili çalışmaların yanında, İslam’la ilgili çalışmaların da birden arttığı ve özellikle İslam’la ilgili araştırma merkezlerinin hızla arttığı görülmektedir.

    Dünyaca ünlü Harvard Üniversitesinin yayınladığı International Harvard Review Bahar 1997 sayısını tamamen İslam ve Demokrasiye ayırması anlamlıdır. Yine Batı’nın önde gelen Time, Nation, Newsweek, Foreign Affairs ve The Economist gibi dergilerinin İslam ve Müslümanlarla ilgili konulara büyük yer verdikleri görülmektedir. (Erdoğan, 1999; Arslan, 1999; Lewis, 1997; Wright, 1997.) Bunun anlamı üzerinde biraz sonra durulacaktır. Burada asıl dikkatleri çeken ve cevap aranan sorular şöyle sıralanabilir:

    · Tüm dünyada gözlemlenen demokratik değerlerin canlanması dini gelişmeleri nasıl etkileyecektir? Başka bir ifadeyle, demokratikleşme bilinç ve süreci İslam’ı nasıl etkileyecektir?

    · Günümüzde görülen bazı dikta rejimlerin bile demokratik bir söyleme sığındıkları bir bağlamda, Müslüman ülkeler bu demokratik canlanmaya nasıl cevap vereceklerdir?

    · Gelişen kitle iletişim araçlarının etkisi, gücü ve yaygınlığı göz önüne alınırsa, tüm dünyadaki demokratik canlanma ve bilinç, Müslüman kitlelerde nasıl bir yansıma ve dönüşüm meydana getirecektir?

    Bu sorulara doğru cevaplar verebilmek için iki önemli noktanın öncelikle açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Birincisi, dini değerlerin yeniden canlanmasının temel niteliği ve arka planı nedir? İkincisi ise, demokratik değerlerin yükselmesindeki temel karakteristikler nelerdir? Bunları sırasıyla ele alacağız.

    II. Dini Değerlerin Yükselişinin Temel Nitelikleri

    Dini değerlerdeki canlanma ve yükselişin temel niteliklerine bakıldığında iki farklı durumla karşılaşılmaktadır. Gelişmiş Batı ülkelerindeki dini canlanma ile, gelişmekte olan ülkelerdeki dini canlanmanın farklı nedenlerden kaynaklanmaktadır. Batı ülkelerinde sıkça görülen sorunlar şöyle sıralanabilir: şiddet, suçlarda (hırsızlık, adam öldürme, tecavüz, soygun vb) artış, uyuşturucu-alkol bağımlılığı, stres, intiharlar, yalnızlık, yabancılaşma, işsizlik, evsizlik (homeless), boşanma vb. İnsanların dine, dini gruplara ve maneviyata yönelmelerinde bu sorunların ve insanların anlam arayışının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin, David Ray Griffin modern insanın karşı karşıya olduğu birçok sorunun temelinde alemi saçma ve anlamsız olarak yorumlayan varoluşçu anlayışın olduğunu ısrarla vurgulamıştır. (Griffin, 1989)

    Burada sadece ABD’yle ilgili bazı bilgiler verilecektir. Ünlü yazar Kishore MAHBUBİ’ye göre, ABD nüfusu 1960’dan beri % 41 artarken; şiddete dayalı suç oranı yüzde 560, evlilik dışı doğumların oranı yüzde 419, boşanma oranı yüzde 300, evlenmemiş anne-babaların evlerinde yaşayan çocukların oranı yüzde 300 civarında artmıştır. Yazarın bundan çıkardığı sonuç: “Bunun ağır bir sosyal çürüme” olduğudur. ABD eski başkanlarından Richard Nixson ölümünden sonra yayınlanan kitabında Amerikanın en acil ve önemli sorununun “toplumun içinde bulunduğu iç çürüme” olduğuna dikkat çekmiş “bizim düşmanımız kendi içimizde” demiştir. Nixson’a göre en önemli sorunlar şöyle sıralanmaktadır: Artan suçlar, uyuşturucu bağımlılığı, buna bağlı olarak başta AIDS olmak üzere çeşitli hastalıklar, gasp, soygun, dağılan ve parçalanan aile kurumu Geceleri dışarı çıkıp gezemediğimiz kentlerimiz….

    Gelişmekte olan ülkelerdeki önde gelen sorunlar ise, açlık, yoksulluk, gelir dağılımındaki büyük uçurum, işsizlik, devlet ve bürokrasideki her tür çürüme ve kirlilik (corruption), adaletsizlik, insan hakları ihlalleri, eğitim, sağlık ve gelecek endişesi. Bazı aydınlar ise, dini değerlerdeki yükselmeyi “dinin çağdaş toplumlarda olmaması gereken bir olgu” olarak kabul eden “aydınlanmacı” bir kafa ile ele aldıklarından, bir sapma ve hatta tarım kültürü zihniyeti ile izah etmeye çalışmaktadırlar. (Fincancı, 1994)

    Bu ve benzeri sorunların insanların manevi değerlere yönelmesinde etkili olduğu doğru olsa bile eksiktir. En önemli etkenin çağdaş insanın /bireyin kimlik ve hayatını anlamlandırma arayışı olduğu görülmektedir. (Griffin, 1989) Her gün daha çok insan, sağlam karakterli, kişilikli, ilkeli, inançlı, temel ahlaki ve moral değerlere sahip, demokrasiye/çoğulculuğa inanmış kişilerin/liderlerin bu sorunların üstesinden gelebileceğine inanmaktadır. (Özellikle şu sıralar ABD sürmekte olan başkanlık kampanyasında her iki başkan adayının da dine ve dini değerlere verdikleri önem ve yaptıkları vurgu dikkat çekicidir.)

    Dini ve demokratik gelişmelerin bir diğer boyutunu da eski komünist ülkelerde gözlemlenmektedir. Rusya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde yaşananlar gerçekten ilginçtir. Bu bağlamda sadece Papa John Paul II’nin Küba’ya yaptığı ziyareti hatırlamak yeterlidir. 70 yıldır komünist bir sistemde yetişmiş toplulukların bir dini lider olarak Papa’ya gösterdiği ilgi, saygı ve sevgi gerçekten anlamlıdır ve üzerinde düşünülmeye değerdir.

    Yukarıdaki örnek, bir yandan insanlardaki dini duygunun ne kadar köklü olduğunu gösterirken, diğer yandan da dini duyguyu baskı, şiddet, terör veya moda anlamıyla “toplum mühendisliği” ile yok etmenin mümkün olmadığını göstermektedir. Yapılması gereken, bu duygunun doğasını anlamak ve ona saygı duymaktır. Birçok gelişmiş Batı demokrasisinde yapılan da budur.

    Dini canlanmanın sadece ekonomik nedenlerden kaynaklandığı şeklindeki bir görüş en azından eksiktir. Konunun bir diğer boyutu ise, bireylerin kişisel olarak kendi varlıklarını ve anlamlarını araştırma ve anlama arzusudur. Burada dinlerin temel bir niteliğine dikkat çekilmelidir. O da, tarihteki tüm büyük dinlerin, özellikle bireye hitap ettiğidir. Dinler, öncelikle bireyin alemdeki konumunu, anlamını ve değerini vurgularlar. Bireylerin: Neyim? Nereden geliyorum? Hayatın ve hayatımın anlamı nedir? Ahlaki değerlerin anlamı nedir? Kainatın anlamı nedir? Bu kainat neden yok değil de, vardır? Öldükten sonra ne olacağım? Gibi sorularına cevap verirler. Dinin yanında başta felsefe olmak üzere bu sorulara cevap veren başka kaynakların olduğunu da biliyoruz. Ancak insanlık tarihi bir bütün olarak düşünüldüğünde dinlerin verdikleri cevapların daha etkili ve sürekli olduğu görülmektedir.

    Huntington’un tespitiyle: “Modern insan çok açık bir şekilde dine yönelmekte; hayatın amacını, varoluş gayesini yeniden sorgulayarak dine adeta sığınmaktadır.” (Huntington, 1996) Yine çağımızın önde gelen bilim adamlarından Prof. Tony Anatrella da sosyal bunalımların çaresinin ahlak, iman ve idealler olduğunu vurgulamaktadır. Bu konuda dikkat çeken bir olgu ise, Rusya’da da durumun farklı olmamasıdır. Bu ülkedeki dini canlanmanın niteliğini ve örneklerini Sheila Ostrandev ve Lynn Schroeder’in Rusya’daki durumu tüm boyutlarıyla anlattıkları “Rusya’da Tanrıya Dönüş” kitabında bulmak mümkündür. Sorunlarını ve bunların kökenlerini anlamaya çalışan Batılı aydınların bu sorunların üstesinden gelmenin yollarını da irdeledikleri görülmektedir. Örneğin Amerika’nın düşünce tanklarından ve önde gelen strateji uzmanlarından Z. Brzezinski Batı toplumunun içinde bulunduğu ahlaki bozulma ve çürümeden kurtulabilmesinin çaresini yeni moral değerlerde bulanlardandır. Kendisine yöneltilen “liberal bir toplum müsamahakar cornucopia’nın ahlakın çürümesine yönelik saldırılarına karşı kendisini nasıl silahlandırabilir? sorusuna şu cevabı vermektedir:

    Amerika’da, Batı Avrupa’daki liberal toplumlar da işe ahlak bilincini geliştirmekle başlamalıdır; ahlaki motiflerin çekiciliğinin ve yararlarının daha fazla bilincine varılmalı; nefse düşkünlük yerine bunu sınırlayan bir toplumsal özellik benimsenmelidir. Eğer bunu başaramazsak, neyin yanlış neyin doğru olduğunu tanımlayan işlevsel kıstaslara sahip olamaz, böylece kendi kendimizi mahva sürükleriz.

    Tabii ki bu ahlaki kıstaslar birdenbire keşif edilecek bir şey değil. Üç büyük dinden—Hıristiyanlık, İslamiyet ve Yahudilik—geleneksel olarak ortaklaşa aldığımız değerlerin doğasında var bunlar. Bütün bu dinlerde, seküler bir toplumun da benimseyebileceği belirli kurallar mevcut. Maneviyatın dünya çapındaki buhranının üstesinden gelmek için hayatımızı yeniden dengeye sokmaya ihtiyacımız var. Hayatın manevi boyutunun da maddi boyut kadar önemli olduğunu kabul etmenin zamanı gelmiştir. (Brzezinski, 1996.)

    Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel din ve demokrasinin bir birine olan ilişkisini Stanford Üniversitesinde yaptığı konuşmasında şöyle tanımlar: “…demokratik değerler, tüm kültürleri ve insanlığı birbirine bağlayan manevi temeller üzerine bina edilmelidir. Bu yapıldığı takdirde, demokrasi sadece Batının değil, tüm insanlığın sahiplenebileceği bir değer olur.” (Thomas Carothers 1999-2000)

    Aslında dinin cevap verdiği veya vermeye çalıştığı sorulara, bildiğimiz gibi filozoflar ve bilim adamlarınca da çeşitli cevaplar verilmiş ve hâlâ da verilmeye çalışılmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen, günümüz dünyasında dini gelişmelere şahit olunmaktadır. Zira zamanımızdaki diğer bir olgu ise, asrımızın başında bilim ve din arasında var olduğu sanılan sürtüşme, çatışma ve gerginliğin, yerini yeni bir anlayış ve işbirliğine bırakmasıdır. Böylece, bilim ve din arasında daha sağlıklı bir diyalog ve işbirliği dönemi başlamıştır. Ancak burada vurgulanması gereken önemli nokta şudur; Din bireye öncelikle bir kozmoloji sunar; Bireye doğumundan ölümüne kadar ve hatta ölüm ötesi alemle ilgili temel bilgiler verir. Günlük hayatla ilgili belli davranışları ve moral değerleri sunar. Bu, aynı zamanda semavi dinleri, ideolojilerden ayıran temel ve önemli bir noktadır. Böylece dinin, doğrudan siyasi bir sistem ve ideoloji sunmaktan çok, bireyin ve insanın temel sorunlarına hitap ettiği görülmektedir.

    Yahudi ve İslam gibi şeriatı (yani yasama ve idare ile ilgili doğrudan hükümleri) olan dinlerin bile, bu yönleri daha sonraki dönemlerde oluşmuştur. Örneğin, Hz. Peygamber’in ölümünden kısa bir süre sonra İslam Arap yarımadasından dışa doğru yayılmaya başlayınca, bunun bir sonucu olarak kurumlaşma ve yasama da hızla gelişmiştir. Yeni ortaya çıkan durumlarla ilgili karar vermek ve gerekli uyarıları yapmak üzere bir ulema (din bilginleri) sınıfı da yine bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Ancak bu sınıf zamanla beraberinde İslam’ın temel vurgu yaptığı bireyin iç dünyasının ve manevi hayatının ihmal edilmesini getirdi. Buna tepki olarak da, bazı bilim adamlarınca İslam’ın ilk sivil toplum örgütleri olarak da tanımlanan tasavvuf hareketleri ortaya çıktı.

    Dinin bilim, felsefe ve ideolojilerden daha etkili olmasındaki temel espri, dinlerin sundukları bu kozmolojilerde veya dünya görüşlerinde yatmaktadır. Ayrıca dinler, evrensel ve kapsayıcı, yani herkesi bağlayıcı moral değerler sunmaktadırlar. Bunların başlıcaları: adalet, eşitlik, hakkaniyet, diğergamlık, şefkat, sevgi, kardeşlik, yalan söylememe, hırsızlık etmeme, helal-haram anlayışı, adam öldürmeme vb. değerler.

    Hz. Musa, Hz. İsa, ve Hz. Muhammed’in (sav) ilk bağlılarının, toplumun ezilmiş, zulme uğramış, fakir ve yoksul kesimlerinden olduğu unutulmamalıdır. Yine bu bağlamda 1789 Fransız Büyük İhtilali ile 1917 Komünist İhtilâlinin öncelikle özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi toplumsal değerlere vurgu yaptığı hatırlanmalıdır.

    III. Müslüman Ülkelerdeki Durum

    İslam ülkelerinde, bağımsızlık hareketlerinden sonra kurulan siyasi rejimler, ne yazık ki, toplumun temel sorunlarını, özellikle de ekonomik, eğitim, sağlık, konut vb. temel sorunlarını çözmede yetersiz kaldılar. Bağımsızlık savaşını veren karizmatik liderlerin gitmesiyle, yozlaşma, yabancılaşma ve çürüme dönemi başladı. Müslüman ülkelerin bu konuda birbirlerinden pek farklı olmadıkları görülmektedir. Bu yönleriyle de, meşruiyetlerini ve toplumun güvenini her gün kaybetmektedirler. Bunun bir sonucu olarak da, kitleler radikal gruplara yönelmekte, mucize çözümlere umut bağlamaktadırlar. Müslüman ülkelerde son zamanlarda şahit olunun huzursuzluk ve sıkıntıların temelinde bu ve benzeri olgular yattığı söylenebilir.

    Kitle iletişim araçları, daha önceleri tek taraflı bilgilendirmeye ve kamuoyu oluşturmaya yarıyordu. Ancak günümüzdeki gelişmiş hali ile, her tür kontrol ve sansürden kurtulabilmekte, kitleleri iktidar aleyhine bilinçlendirebilmektedirler. Medyanın bir kısmının kartellerin kontrol ve denetimine girmesi bile bu gerçeği değiştirememektedir. Bu nedenle, günümüz yöneticileri, toplumun nabzını ve isteklerini her zamankinden daha çok dikkate almak zorundadırlar. Başka bir ifadeyle, toplumun insani ve demokratik taleplerine ilgisiz ve duyarsız kalamazlar.

    Ancak genelde dünyada özelde ise Müslüman ülkelerde gözlemlenen dini gelişmelerle beraber, bir çok kesimde bir endişenin de ortaya çıktığı görülmektedir. Dini canlanmanın neden olduğu bu endişelerin başında: Din adına tarihteki bazı uygulamalar, dinin siyasi amaçlar için kullanılması, yani siyasete alet edilmesi, ekonomik çıkarlar için kullanılması, çatışma ve ayrımcılığa neden olması, toplumu geriye götürmesi gibi nedenler gelmektedir. Ayrıca bazı dini grupların/cemaatlerin kendi görüşlerini dinini kendisi olarak sunması da bunlara eklenmelidir. Dikkatle üzerinde durulduğunda bunların hiç de önemsiz kaygılar olmadığı görülür. Dinin toplum üzerindeki etkisini kavrayan siyasi otoriteler tarih boyunca dinin bu gücünden yararlanmış ve hatta onu siyasi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bununla ilgili birçok örnek bulunmaktadır.

    Bu canlanma sağlıklı bir şekilde anlaşıldığı ve dinin özgün anlamı çerçevesinde bu beklentilere cevap verildiği takdirde, bu canlanmanın kötü amaçlar ve siyasi çıkarlar için kullanılması da engellenmiş olacaktır. Konuyla ilgi cehalet ve görmezden gelme ve kitlelerin sağlıklı bir din anlayışına sahip olmalarına yardımcı olmama, din gibi kutsal ve tüm inananlara ait güçlü bir kurumun çıkar gruplarınca siyasi amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak kullanılması gibi sakıncalı bir sonucu verebilir. Bu nedenle; İnançlı, duyarlı, aydın, sağduyulu, yurtsever, hamiyetli, sadece kendi milletinin değil insanlığın geleceğini de düşünmeyi kendine görev bilen, vizyon sahibi “hamiyeti milleti” olan bireylerin konuya ciddi olarak eğilmeleri gerekmektedir. Aslında Batı dünyasında gözlemlediğimiz konuyla ilgili yoğun çalışmalar da böyle bir espriden ve dinin toplum üzerindeki gücünden kaynaklanmaktadır. Bu çalışmada sadece İslam dininin konumuz açısından temel nitelikleri üzerinde durulacaktır. Temel amaç ise:

    · İslam’ın ilmi ve sahih bir şekilde anlaşılmasına olan ihtiyaç;

    · Dine çağımızın gerçekleri ışığında çağdaş bir yorum ve anlayış getirilmesi;

    · Toplumumuzdaki mevcut endişe, korku ve kamplaşmaların sağlıklı bir din anlayışıyla giderilmesi;

    · Din gibi mukaddes ve inanan herkese ait bir kurumun kişisel ve siyasal çıkarlar için kullanılmaması;

    · Dini siyasete alet etmek veya sömürmek isteyenler kadar, din düşmanlığı ile toplumda kin ve nefret duygusunu yaymak isteyenlere de fırsat verilmemesidir.

    Aslında daha iyi bir Türkiye ve daha iyi bir dünya özlem ve sevdasında olan herkes, bu konuda üzerine düşeni yapmak durumundadır. Bu nedenle İslam dininin özgün anlamını ve bazı temel niteliklerini yeniden vurgulamak yerinde olacaktır.

    IV. İslam’ın Anlamı

    İslam, semavi dinler geleneğinin sonuncusudur. M.S 7. yüzyılda Hz. Muhammed’e (sav) vahiy ile gelmiştir. Vahiy, Allah’ın mesajının doğrudan Peygambere iletilmesidir. Ancak bu vahiy [Kur’an] birden değil, belli bir süreçte ve toplumdaki belli sorunlar, sorular ve ihtiyaçlar söz konusu olduğunda gelmiş ve 23 yıl gibi bir sürede tamamlanmıştır. Kur’an’ın temel gayelerinden birisi ise “yeryüzünde adil ve ahlaki temellere dayanan, yaşanılabilir bir toplum oluşturmaktır.” (Rahman, 1993)

    Kur’an İslam’ın kutsal kitabı olup özgün ve otantik haliyle elimizdedir. Tek bir ayeti bile değişmemiştir. Bu yönüyle diğer tüm semavi kitaplardan farklıdır. Kur’an’ın yanında diğer özgün bir kaynak ise Hz. Peygamberin sözlerini, uygulama ve davranışlarını kapsayan sünnettir. Bu iki kaynağa Müslüman alimlerin içtihad ve icmaları da eklenmelidir. Ancak dini canlanmanın temel esprisi içinde İslam’ın anlamına yakından bakmak gerekmektedir. Böylece, hem İslam’ın temel niteliği, hem de öngördüğü birey ve toplumun temel karakteristikleri daha iyi anlaşılacaktır.

    İman ve İslam kavramlarını etimolojik ve linguistik yönlerden tahlil edersek; iman’ın Kur’an’dan önceki Araplarca bilinen özgün anlamının “kendi kendiyle barışık olma, içinde bir keder ya da sıkıntı hissetmeme, huzur ve emniyette olma olduğu görülür.” (Rahman, 1997) Ancak Kur’an bu kavramı yeni bir bağlamda kullandı: Allah’a iman etmek. Böylece Kur’an “emniyet, barış, huzur, güvende olma, bütün olmanın” ancak Allah’a imanla mümkün olabileceği şeklinde yeni ve genişlemiş bir anlam ortaya çıkarır. (Rahman, a.g.e.) Başka bir ifadeyle, aşkın bir varlık olarak Allah’a veya O’na iman etmenin sonucu olarak iman edilmesi gereken hususlara (Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Hesap Gününe, Kadere) inanmayan kimse güvende, huzurda ve bir bütünlük halinde olamaz. Böylece iman, kalple ilgili bir durum olup, kendini Allah’a ve O’nun Mesajına kesin olarak teslim etme ve böylece bunalım ve her tür huzursuzluğa karşı huzur, emniyet, barış ve güç kazanmak anlamlarını içermektedir.

    Aslında iman, dinini en önemli unsurudur. İman yaratıcıyı akıl ile düşünüp, kalp tasdik edip, kabul etmektir. Kişinin tamamen kendisini ilgilendiren, birey olarak başka hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan Allah’a yöneliştir. Kişinin vicdanında Yaratıcıyı hissedip, O’na bağlanması ve sığınmasıdır. Dinin ta kendisidir. İman’ın bu boyutuna vurgu yapan bir diğer düşünür ise Bediüzzaman Said Nursi’dir.

    Said Nursi’nin projesinin Allah’a imanı ve diğer iman hakikatlerini yeniden tesis etme olduğu düşünüldüğünde, onun Allah’a iman ve imanın hakikatleriyle ilgili yaptığı vurguya gelen bir eleştiriye verdiği cevap dikkat çekicidir. Bu cevap hem imanın gerçek mahiyetini, hem böyle bir iman sonucunda ortaya çıkan/çıkması gereken insan, kainat ve Allah ilişkisinin parametrelerini vermesi açısından ilginçtir:

    Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’i ve küllî her şey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’i iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek—hâşâ—hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini tanımamak peygamberlerini bilmemek elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevi Cehennemin dünyevi tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

    Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.

    Fakat ona iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. (Said Nursi, 1996)

    Görüldüğü gibi Allah’a iman dinin özü olmanın yanında, birey ve toplum için birçok sonuçları beraberinde getirmektedir. Dinin bir vicdan meselesi olduğunu iddia edenlerin görmezden geldikleri veya korktukları bireyin tüm benliğine, yaşantısına, hal ve hareketlerine nüfuz eden ve yönlendiren Kur’an merkezli sahih bir imanın gücü ve etkisi olduğu söylenebilir.

    İslam kavramının özgün anlamına gelince bunun “güvende olmak, bütün olmak, yekpare olmak, barış ve huzur içinde olmak” olduğu görülmektedir. İslam kavramı Kur’an bağlamında kullanıldığında ise: Kendisini Allah’a ve O’nun kanunlarına teslim etmiş insanın barışı, huzuru ve bütünlüğü kazanabileceği; koruyabileceği ve geliştirebileceği anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi iman-İslam kavramları çok yakın anlam kümelerine sahiptir ve İslam imanın bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle, her iki kavram temelde eşanlamlıdır ve Kur’an bağlamında da birbirinden ayrılmaları mümkün değildir.

    Kur’an’ın üçüncü ve en önemli kavramı ise, hem imanı, hem de İslam’ı kapsayan takva kavramıdır. Takva çoğunlukla şöyle anlaşılır: “Allah’tan korkmak, sakınmak, zahidlik ve dünyadan el-etek çekmek”. (Rahman, 1997) Ancak Kur’an’daki kullanımı bir bütün olarak incelendiğinde, bu kavramın daha geniş bir anlamı olduğu görülür. Takva, “korkmak, sakınmak” anlamlarına gelse bile, bu kesinlikle bir suçludan, bir diktatörden, veya bir suçlunun polisten bir çocuğun öğretmeninden korkması türünden bir korkuyla karıştırılmamalıdır. Bu bağlamda verilecek en doğru anlam “sorumluluk endişesi/korkusu” olabilir ki, bu yukarıdakilerden farklı bir anlamdır. Bu şekliye hem imanı ve hem de İslam’ı anlam olarak kapsar.

    Takva’nın deruni/içsel imanda kök salmış olması gerekir. Bu nedenle “namaz, oruç, hac, zekat” vb. dini ibadet ve görünürdeki diğer davranışlar tek başlarına takva olarak isimlendirilemezler. Takvanın en önemli ve temel işlevi insana kendisini doğru bir şekilde inceleme ve doğruyu yanlıştan ayırt edebilme kabiliyet ve gücünü vermesidir. Böylece kendisinin farkında olan insan, potansiyel imkanlarını gerçekleştirirken daima her yerde hazır-nazır olan Allah ve Hesap Gününde de yaptığı her şeyin hesabının sorulacağı bilinciyle hareketlerini yönlendirecek ve anlamlandıracaktır. Görüldüğü gibi takva, toplumun değil de bireysel insanın bir niteliğidir. Bu açıdan bakıldığında mümin insan takva ilkesi vasıtasıyla fonksiyonlarını yerine getirecek ve Allah’ın yaratıklarının en şereflisi olacaktır. Kur’an’ın takva kavramıyla oluşturmak istediği birey modelinin temel niteliklerine bakıldığında bunların:

    · Günlük hayatın rutin işleri arasında yitip giden ve yabancılaşan insanını daha yukarılara yükselten,

    · Bütün amellerinin ve yapıp-etmelerinin sonuçta varacağı noktayı göz önünde bulunduran,

    · Sadece dünyada değil, ahirette de hesap vereceğini bir an olsun unutmayan,

    · Hayatını metafizik ve ahlaki bir boyutla anlamlandıran,

    · Böylece ahlaka, adalete, erdeme, fazilete, kardeşliğe önem veren bir bireydir.

    Zira bütün amellerin tartılacağı Hesap Günü’nde insan kendisiyle yüzleşecek ve bu dünya hayatında kalbinin gömüldüğü gafillik tabakaları bu hesap anında yok olacaktır. Kişinin gerçek beni ortaya çıkacaktır. İşte bu hesaplaşma anına hazır olma, bireyin dünya hayatındaki her anını ve her fırsatı bilinçli ve yaratıcı bir şekilde değerlendirmesine, yani nefis muhasebesine bağlıdır ki, bu takvanın ta kendisidir.

    İşte, Kur’an’ın temel gayesi ve hedefi bireyde bu uyanık-şuur halini takva vasıtasıyla şu anda yaratmaya yöneliktir. Burada İslam dinin temel niteliklerini belirtirken, “iman, İslam ve takva” kavramlarını özellikle vurgulamamız, son zamanlardaki yaygın yanlış bir anlamayı önlemek içindir. Başka bir ifadeyle, dinin siyasallaşmasını, siyasal bir parti veya ideoloji gibi algılanması ve sunulmasının, dinin özüne ne kadar uzak olduğunu ve ayrıca onu zedelediğini göstermek içindir. Zira, yukarıda yapılan analizler çerçevesinde bakıldığında, Müslüman bir toplum, öncelikle iman ve takva sahibi; ahlaki ve moral değerlerle bezenmiş fertlerin varlığını öngörür. Bu tipteki fertler olmaksızın Müslüman bir toplum tasavvur edilemez. İslami ibadetlerin bile toplumsal bir boyutu olduğu unutulmamalıdır. Bunun nedeni de, Kur’an’ın Müslüman topluma yüklediği “insanlık için tesis edilen en iyi toplum” tanımlamasıyla ilgilidir. Zira böyle bir toplumun temel niteliklerinden birisi “iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, Allah’a inanmak ve işlerini, kendi aralarında danışarak yapmaktır.”

    Kısacası, İslam’a göre şehadet kelimesini dil ile söyleyen ve Müslüman olduğunu ilan eden herkes Müslüman sayılır. Böylece İslam toplumunun bir üyesi olur. Burada ırk, dil, renk, ülke ve kabile ayrıcalığı yoktur. Tüm Müslümanlar eşit statüdedir. Tek ayrıcalık olarak takva ölçütü konulmuştur.

    V. Dini Söylemin Siyasallaş[tırıl]ması

    Günümüzde dinin karşı karşıya bulunduğu tehlikeler, sadece din dışı kesimlerden kaynaklanmıyor. İşin ilginç yanı, tehlikenin bazen bizzat bu dinin/dinlerin bağlılarından da gelmesidir. Bu da, belli bir grup, hareket, cemaat veya partinin dinin evrensel ve kuşatıcı ilkelerini kendi tekellerinde görmeleridir. Kendi indi ve sübjektif anlayışlarını dinin ta kendisi olarak dayatmaları, kendileri gibi düşünmeyenleri dışlamaları ve ret etmeleridir. Ancak yukarıda vurgulandığı gibi, tüm dinler özde bireyseldir ve bireyi hedef alır. Dahası ahlaki bir sistem öngörerek bireyin ve toplumun birliğini ve mutluluğunu hedef alırlar. Bu nitelikleriyle de ideolojilerden ayrılırlar. Dinlerden ideolojik sistemler türetilebilirse de dinlerin kendileri ideolojilerden farklıdır ve bu nitelikleriyle de doğrudan siyasal değillerdir.

    Bununla dinlerin (özellikle de Yahudilik ve İslam’ın) siyasi içeriğinin bulunmadığı anlaşılmamalıdır. Vurgulanmak istenen, yukarıda da işaret edildiği gibi dinin bireysel ve ahlaki yönünün diğer tüm boyutlarını öncelediğidir. Bu nedenle, bazılarının dini sadece bir siyasal sistem ve ideoloji olarak algılaması yanlış ve en azından eksiktir. Din adına parti kurmak veya böyle bir imaj vermek ise, dine yapılabilecek en büyük kötülüktür. Dinin sıradan ideolojilerle aynı seviyede değerlendirilmesine, böylece İlahi ve evrensel boyutunun kaybedilmesine neden olur. Dinden ve dini değerlerden hareketle projeler üretmek; siyasi ve ekonomik programlar geliştirmek mümkündür. Ancak bu hiçbir zaman “dinin” kendisi olarak algılanamaz ve takdim edilemez. Diğer alternatif proje ve programlar karşısında eşit bir mesafededir.

    Said Nursi’nin “Din adına ortaya çıkmak lazım” diyenlere verdiği cevap, aynı zamanda din adına parti kurulup-kurulamayacağıyla ilgili önemli sonuçlar içermektedir. Nursi’ye göre din adına ortaya çıkma ve parti kurmanın temel muharriki (kişinin iç dünyasını hareket ettiren ve yönlendiren temel etkeni) İslamiyet sevgisi ve dini duyarlılık olmalıdır. Eğer kişi/kişileri yönlendiren ve harekete geçiren temel güç/etkenler particilik, tarafgirlik ise bu çok tehlikelidir. Nursi’ye göre, birincisi hata da etse affedilebilir; ancak ikincisi, isabet de etse sorumludur. Zira bu durumda dini siyasi amaçlara alet etmektedir. Ona göre, dini siyasete alet etme/etmemenin ölçütü ise şudur:

    Her kim kendi günahkar, niteliksiz ve kusurlu parti arkadaşını, bir başka partideki dindar, nitelikli ve hamiyetli muhalifine tercih ederse, bu kişinin hareket noktası ve ölçütü siyasettir, particiliktir. Din değildir. Ayrıca, herkesin mukaddes malı olan dini kendine ve kendi partisine daha özgü göstermekle, çoğunlukta din aleyhine bir eğilim uyandırmakla dini nazardan düşürmenin de temel yönlendiricisi yine siyasi tarafgirliktir. (Nursi, 1996)

    Görüldüğü gibi, Said Nursi, dinin bütün toplumun malı olduğu; mevcut parti ve grupların dine hizmet edebileceklerini, ancak dini kendi siyasi amaçları ve iktidara gelmeleri için bir araç olarak kullanmalarının tehlikesine dikkat çekmektedir. Böyle bir eğilim, diğer siyasi partilerin bu partiyle beraber dine karşı da tavır almalarını beraberinde getirecek ve dinin kendisine zarar verecektir.

    Prof. Dr. Teoman Duralı’ya göre de İslam’a dolayısıyla insanlığa yapılabilecek en büyük kötülük, onun siyasi ile iktisadi amaçlar uğruna su-i istimal edilmesidir. Böylelikle o, din olmaktan çıkar; manevi yetkisini ve duruluğunu yitirip; Yeni Çağ, din dışı Avrupa Medeniyeti çerçevesinde bitip serpilmiş ideolojiler zincirine eklenmiş yeni bir halka olmaktan öteye geçemez. Bu bakımdan İslam’ın siyasileştirilmesi, hele din devletine konu kılınması teşebbüslerine Müslümanların var güçleriyle karşı çıkmaları bir zorunluluktur. (Duralı, 1990)

    Tarihteki örneklerine bakılırsa bu tür anlayışların dinin özüne zarar verdiği görülür. Özellikle de Sünni geleneğin büyük temsilcileri bu konuda uyarıda bulunmuş, dinin siyasi amaçlarla kullanılması durumunda ise buna şiddetle muhalefet etmişlerdir.

    Ulemanın Müslüman toplumlardaki rolü, birçok araştırmacının da ortaya koyduğu gibi, iktidar sahiplerinin karşısında ve toplumun içinde kalarak adeta bir muhalefet görevi görmeleridir. Danışmanlık görevlerine getirilenler bile, yozlaşma dönemleri hariç, uyarı görevlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışmışlardır. Siyasal iktidarların (adı ne olursa olsun) her tür tasarruflarında dinin ve toplumun temel ilkelerine değerlerine ters düşmeme, onları kendi çıkarları doğrultusunda yorumlamama ve kullanmama konusunda uyarmışlardır.

    Böylece, bir yandan dinin siyasal amaçlarla kullanılmasını ve günlük siyasete alet edilmesini engellerken; diğer yandan da iyi niyetli devlet adamlarına doğruyu göstererek yardımcı olmuşlardır. Bu anlayışın en tipik örneği Hanefi mezhebinin kurucularından olan büyük İslam hukukçusu İmam-ı Azam Ebu Hanife’dir.

    Said Nursi’nin, daha Meşrutiyet Döneminde dinin siyasallaştırılması tehlikesine karşı yaptığı uyarılar dikkat çekicidir. Zamanın bazı Müslüman ilim adamları din adına Meşrutiyete karşı çıkarken O, meşrutiyetin ruhunu ve temel esprisini İslam’ın bir gereği olarak görmüş ve desteklemiştir. Ülkenin çok partili sisteme geçtiği 1950’lilerde ise hiçbir tereddüde yer vermeyecek açıklıkta Demokrasinin (çoğulculuk, bireysellik, temel insan hak ve hürriyetleri anlamında) dinin kendisinde olduğunu, bizzat dinin içinde “çoğulculuk ruhunun” bulunduğunu vurgulamıştır. Başka bir bağlamda da dini hükümlerin “yüzde doksan dokuzunun ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete, ancak yüzde bir nispetinde siyasetle ilgili” olduğunu belirterek dinin siyasal bir proje olarak anlaşılmasının yanlışlığına erken bir dönemde dikkat çekmiştir. Böylece dinin özü ve esas fonksiyonu ile ilgili olarak çok önemli bir tespitte bulunmuştur. (Nursi, 1996)

    Zira günümüzde Müslüman ülkelerde “İslami” olduğunu iddia eden veya İslam adına ortaya çıkan hareketlerin/partilerin unuttuğu veya önemsiz gördüğü önemli bir nokta Müslüman bireyin konumu ve ahlakın bu bireyi oluşturmadaki önemidir.

    Kur’an’ın öngördüğü ahlaki normlara göre oluşmuş bireyi ve bu bireylerden oluşan toplumu öncelikle oluşturmayı ihmal eden; toplumcu, devletçi ve tepeden inmeci bir anlayışla hareket eden bazı sözde İslamî hareketlerin sonuçta bireyin ve toplumun kabulleriyle örtüşmediği görülmüştür. Bundan da, o hareketlerden/partilerden çok dinin kendisi zarar görmüştür. Kur’an, öncelikle insan faaliyeti konusunda doğru bir ahlaki tutumun oluşmasıyla ilgilenen bir tebliğ olduğu unutulmamalıdır. Kur’an’ın asıl gayesi ise, en yüksek derecede yaratıcı ahlaki enerjinin serbest bırakılmasını sağlamaktır. İnsanın kendi gayreti ve çalışması olmadan Allah’ın başarı vermemesi ise Allah’ın değiştirilemez bir kanunudur.

    Kur’an diğer bir özelliği ise, sürekli olarak muhataplarını “düşünmeye, araştırmaya, ibret almaya, ders almaya, kavramaya, mütevazı olmaya, başkalarına yardım etmeye, dürüst olmaya, ahlaklı olmaya” davet etmesidir. Kur’an’a göre insanın hem iç alemi, hem de dış alem, yani tabiat Allah’ın ayetlerini yansıtmaktadır. Bu ayetler onları dikkatle inceleyen, okuyan ve takip edenleri hakikate ulaştırır.

    Bu bağlamda vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta ise, Kur’an’ın, tamamen insanı hedef alan bir kitap olmasıdır. Nitekim Kur’an kendisini “insanlara yol gösterici” olarak tanımlamaktadır. Buna göre Kur’an “hayatın anlamı, hayatın değeri, doğanın anlamı, insanın yer yüzünde bulunma sebebi, insanlar arası ilişkilerin nasıl olması gerektiği, insan, doğa ilişkilerinin nasıl olması gerektiği vb. konularda” insanlara rehberlik eden bir kitaptır.

    Kur’an’ın sık sık insanın psikolojik durumunu tasvir etmesinden hareketle, onun en büyük özelliğinin, bir ahlak felsefesi kitabı olmak değil, insana ahlaki bir hayat yaşamada ve ahlaklı olmada “rehberlik eden” bir kitap olması olduğu söylenebilir. İslam’ın bireysel ve özellikle ahlaka yaptığı bu vurguyu anlamak önemlidir. Zira Kur’an doğrudan bir devlet şekli veya siyasal sistem önermez. Ancak Kur’an’ın nasıl bir birey ve toplum tipolojisi öngördüğü çok açıktır.

    VI. İslam’ın Evrensel Boyutu

    İslam’ın mesajı evrenseldir. Bundan dolayı, İslam dininin bir grubun veya bir partinin inhisarına alınması dinin ruhuna aykırıdır. Zira parti veya grup, doğası gereği, diğer gurup ve partileri dışlar. Bu niteliğiyle de dinin evrenselliğini ve kapsayıcılığını zedeler. Ayrıca kendisine dini bir tanımlama yapmadan da, özgürlükçü, insan hak ve hürriyetleri ile din ve vicdan özgürlüğüne önem veren bazı grup ve partilerin, dinin gerçekleştirmek istediği amaçlara hizmet edebilmeleri de pekala mümkündür. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dinin bir grubun malı gibi gösterilerek, diğer tüm grupların din karşıtı imiş gibi gösterilmesidir. Bu tür bir anlayıştan doğacak kamplaşma ve kutuplaşmadan her şeyden çok dinin ruhu büyük zarar görür.

    Kur’an ve Sünnette, genel olarak insanlar arasında, özel olarak tüm Müslümanlar arasında eşitlik özenle vurgulanmıştır. Eşitlik kavramıyla ilgili olarak seçilen kelimelerde de bu durum kendini gösterir. İnsanlık cinsini gösteren ve insanlığın kardeşliğini vurgulayan “nas” (insanlar) kelimesi 240 defa, insan kelimesi 65 defa, beşer kelimesi ise 36 ayette yer almıştır. Bu tekrarın çokluğundan amaç, Müslüman’ın zihninde genel insanlık anlamını ve insanlığın birliği fikrinin yerleşmesi ve eşitliğin vurgulanmasıdır. Böylece renk, ırk, dil, ülke, doğum yeri vb. nitelikler dikkate alınmadan insanlığın tek asıldan geldiği ortaya konulmuş ve ontolojik olarak insanlığın bir olduğu vurgulanmıştır.

    Başka bir bağlamdan bakarsak, İslam tarihi boyunca Kur’an’la ilgili bir çok tefsir ve yorumlar yapılmıştır. Ancak hiç bir Kur’an yorumcusu kendi yorumunu İslam’ın veya Kur’an’ın nihai ve tek yorumu olarak savunmamıştır. Böylece İslam ve onun temel kaynağı olan Kur’an temel olarak kalırken, O, değişik zaman ve bağlamlarda doğal ve farklı yorumlara da kaynaklık etmiştir. Bu farklılık Kur’an’ın zenginliğinin bir belirtisi olarak görülmüştür. Ancak tüm büyük yorumcuların, yorumlarında Kur’an’ın gerçekleştirmek istediği temel ahlaki norm ve ilkelere, başka bir ifadeyle Kur’an’ın genel amaçlarına dikkat ettiği unutulmamalıdır.

    Ayrıca pratik hayatla ilgili olarak dört farklı mezhebin (Hanefi, Şafi, Maliki, ve Hambeli) olması ve tümünün de hak mezhepler olarak kabul edilmesi de, İslam dininin temelinde çoğulcu bir esprisinin olduğunu göstermektedir. John Esposido, Bernard Lewis, J. Voll, Fazlur Rahman, Said Nursi, Abdulkerim Suruş, Reşid Gannuşi gibi birçok bilim adamları İslam’ın bu özelliğine dikkat çekmiştir.

    VII. İslam’ı Doğru Anlamak

    Ancak günümüzde yapılan birçok tartışmada İslam’dan neyin anlaşıldığı her zaman açık ve net değildir. Aslında birçok tartışma ve anlaşmazlığın temelinde de bu “belirsizlik” yatmaktadır. Bu nedenle birçok kişi/grup kendi sübjektif anlayışını “İslam” olarak sunabilmektedir. Daha sıkça yapılan bir diğer yanlış ise, bazılarının semavi bir din olan İslam’ı kendi kişisel görüşleriyle/anlayışlarıyla özdeşleştirmeleridir. Daha önce ifade edildiği gibi, böyle bir anlayış, İslam’ın ruhuna ve öğretisine aykırıdır.

    Doğal olarak, İslam’ın tarihteki anlaşılış biçimi ile, Kur’an ve Sünnetteki asli biçimi birbirinden farklıdır. Tarih boyunca ilhamlarını Kur’an’dan almış birçok ilim adamları İslam’la ilgili çeşitli kitaplar yazmış ve ilkeler geliştirmişlerdir. Kur’an’la ilgili olarak yüzlerce tefsir ve yorumlar yapılmıştır. Bunların tümü İslamîdir. Yani, İslami bir bağlamda ve İslam’ın asıl kaynakları, kavramları ve dünya görüşü göz önünde bulundurularak yazılmışlardır. Dahası An-Naim’in de ifade ettiği gibi, dayanışma ve birlik ülküsü istemelerine karşın, Müslümanlar her zaman İslam’ın temel ilkelerini algılayışlarında, birbirinden köklü biçimde farklı görüşler taşımışlardır ve bununla gurur duymaktadırlar. Müslümanlar bu durumu, İslam doktrininin özünde bulunan farklı olabilmeye hoşgörüyle yaklaşma anlayışının açık bir kanıtı saydıklarını sık sık belirte gelmişlerdir.” (An-Na’im, a.g.e.)

    Bununla beraber bu yorumlar İslam’ın bizatihi kendisi ile özdeşleştirilemez ve onun yerini alamazlar. Bu kaynaklar bizim kültür hazinelerimiz olup, Kur’an’ı ve İslam’ı anlamamızda bize yardımcı olabilirler. Tüm bu eserler tarih boyunca belirli zaman ve zeminlerde ortaya çıktıklarına göre, o zamanın hakim şartlarına ve meydan okumalarına cevap olarak ortaya çıkmışlardır. Bu nitelikleriyle de “zamanın” hükmünden ve sınırlayıcılığından kurtulamamaktadırlar. Ne var ki, zamanla bazı Müslümanlar bu eserleri Kur’an’ın dokunmazlık seviyesine çıkarmışlardır. Böylece eleştiri ve tenkit fikrini öldürmüşlerdir. Müslüman toplumların geri kalmasının en önemli nedenlerinden birisi, tarihin bu şekilde yanlış okunması ve değerlendirilmesi olduğu söylenebilir. Bundan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Bugün bizlerde tarihte Müslüman ilim adamlarının karşı karşıya kaldıkları benzer bir sorumlulukla karşı karşıya bulunmaktayız. Toplumumuzun karşı karşıya bulunduğu sorunları çözmek için, kendi yorumlarımızı, cevaplarımızı ve projelerimizi ortaya koyma sorumluluğundan kaçamayız.

    VIII. İslam ve Demokrasi

    Günümüzün iki önemli olgusu din ve demokratikleşme olduğunu ifade etmiştik. Bu bağlamda İslam’ın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı sorusu sık sık gündeme gelmekte ve tartışılmaktadır. (Erdoğan, 1999 ve TÜSES’in 1994’te yayınladığı kitap bunun tipik bir örneğidir) Bu soru sadece Müslümanları değil, dünyanın önde gelen tüm siyaset ve sosyal bilimcilerini de ilgilendirmektedir. Zira Müslümanların bu soruya verecekleri cevap, sadece kendi ülkeleri için değil, tüm dünya siyaseti için önemli sonuçlar içermektedir. Konuyla ilgili tartışmalara bakıldığında temelde iki görüşün olduğu görülmektedir: Birincisi, İslam demokrasi ile bağdaşmaz, ikincisi ise İslam demokrasi ile bağdaşabilir. Her iki görüşün ileri sürdüğü temel tezler incelendiğinde, her iki anlayışın da bazı önemli verilere dayandığı görülmektedir.

    Birinci görüşü savunanlara bakıldığında bunlar arasında bazı Müslüman gruplardan, seküler aydınlar ile eski Marksistlere kadar uzanan ilginç bir yelpazeyi bulmak mümkün. (Örnek olarak bkz: Fincancı, 1994) Hatta bazı radikal Müslüman gruplara göre demokrasi bir küfür rejimidir. Ancak bu tezin son zamanlarda gücünü ve çekiciliğini yitirdiğini; demokrasiyi İslami temel ve değerler üzerine inşa etmeye çalışanların güçlendiği görülmektedir. Hatta günümüzde bir çok Müslüman aydının İslami bir bağlama uygun ve tutarlı bir demokrasi teorisi geliştirmek için uğraştığı görülmektir. (An-Na’im, 1994; Gannuşi, ve Wright) Zira Vaclav Havel’in de vurguladığı gibi, demokratik değerler, tüm kültürleri ve insanlığı birbirine bağlayan manevi temeller üzerine bina edildiği/edilebildiği zaman demokrasi sadece Batının değil, tüm insanlığın sahiplenebileceği bir değer olabilir.

    Günümüz Müslüman aydınlarının yapmak istedikleri de, İslam geleneğinde demokrasinin üzerine temellendirilebileceği esasları tespit etmektir. Daha doğrusu Kur’an’ın kendisini bu açıdan yeniden yorumlamak ve ondaki çoğulcu boyutu ortaya koymaktır. Bernard Lewis gibi Batılı bilim adamları bile, İslam kuralları ve geleneğinde demokrasinin gelişmesine yardımcı olan etkenler bulunduğunu belirtmektedirler. (Lewis, 1997; an-Na’im, 1994)

    Çağdaş Müslüman aydınlardan Reşid Gannuşi’nin demokrasiyi ret eden radikal gruplara verdiği cevap konumuz açısından oldukça ilgi çekicidir. Gannuşi’ye göre, siyasal İslamcılar arasında demokrasiyi eleştiren ve onu küfür olarak değerlendiren radikal grupların hiçbir düşünceleri yoktur. (Hamdi, 1996; Gannuşi) Gannuşi’ye göre onlar, anayasal ve hukuksal bir kültüre sahip olmayan insanlardır. Zira felsefi ve siyasal bir kültürleri olsa onu kullanarak bir karar mekanizması olarak Demokrasi ile, Batı demokrasilerinin içeriğini birbirinden ayırabilirler, liberal felsefeyle materyalist felsefeyi ayrıştırabilirlerdi. Bunların, sürekli birlikte bulunmaları, şart değildir. Bu nedenledir ki, demokrasi denen karar aracını, diğer uygulamalarından bağımsız hale getirebiliriz.

    Demokrasi, çoğunluğun otoritesini tanıması, karar almada baskıcı bir azınlığa değil, çoğunluğun görüşüne itibar etmesi bakımından sağlıklı bir araçtır. Bu araç sayesinde, iktidarın kansız ve devrimsiz olarak el değiştirmesi mümkün olmaktadır. Bu aracı materyalist felsefi içeriğiyle soyutlayabilir ve iman değerleriyle donatırsak ve onda takvanın esas olmasını sağlayabilirsek, işte o zaman Demokrasinin aslında bize ait olan bir sermaye olduğunu söyleyebiliriz.

    Demokrasi konusunda yeni ve ilgi çekici fikirleri olan bir diğer düşünür ise Abdulkerim Suruş’tur. Suruş’un İslam dünyası için savunduğu demokrasi iki temele dayanmaktadır. Birincisi, gerçek bir mü’min olmak için kişi özgür olmalıdır. Eğer inanan kişi özgürce teslim oluyorsa, bu onun özgürlüğünü feda ettiği anlamına gelmez. (…) Bu özgürlük demokrasinin temelidir. Suruş daha da ileri gider: Çoğunluğun inançları ve iradesi ideal İslam devletini şekillendirmelidir. İslami bir demokrasi yukarıdan dayatılamaz. Demokrasi—inananlar ve inanmayanlar dahil—çoğunluk tarafından tercih edilirse meşrudur. İkincisi ise Suruş’a göre din anlayışımız tekamül etmektedir. Kutsal metinler değişmez. Bununla beraber, bu metinlerin anlaşılma ve yorumlanışı; bu anlayış insanların içinde yaşadığı zamanın ve şartların değişmesinden etkilendiğinden bir akış sürecindedir. Bundan dolayı, hiçbir yorum bütün zaman ve zeminler için mutlak veya değişmez değildir. Dahası her kişi (kadın veya erkek) kendi yorum ve anlayış hakkına sahiptir. Din adamları dahil hiçbir grup iman esaslarını yorumlama veya yeniden yorumlama ayrıcalığına sahip değildir. Bazı anlayışlar diğerlerinden daha önemli olabilir, ancak hiçbir yorum diğer bir yorumdan doğrudan daha yetkin değildir. (Wright, 1997)

    XI. Demokratik Değerler ve Şura Kavramı

    Aslında şura, İslam tarihinin büyük bölümünde sadece Cuma hutbelerinde vaaz ve irşat için anlatılan, ancak bir türlü siyasi bir düzene dönüşemeyen önemli bir sistemdir. Oysa Batılılar, bu kavramı geliştirmiş ve siyasal bir düzen haline getirmişlerdir. Çünkü günümüzde hakim olan Demokrasi anlayışı ile kadim Atina’da yaşayan “Yunan Demokrasisi” arasında en ufak bir ilişki yoktur. Aralarındaki tek ortak yan, ismindedir.

    Gannuşi’ye göre demokrasinin reddedilmesi İslam düşüncesi hakkında çok kötü bir imaj yaratmaktadır. Çünkü diyor Gannuşi, “böyle bir tavır, bir şeye karşı olmanın onun karşısındakini kabullenme eğiliminin bulunduğunu çağrıştırması yüzünden, Müslümanların diktatörlük yanlıları olduğu gibi bir yanlış anlama gündeme gelmektedir. Oysa hiç kimse Müslümanlar kadar diktatörlük ve istibdat düşmanı olamaz. Müslüman milletleri ezen ve öğüten demokrasi değil, diktatörlük ve totalitarizmdir.”

    Zira Demokratik ve çoğulcu bir anlayışın zıddı olan baskı, zulüm ve istibdat İslam’ın ruhuna aykırıdır. İstibdat, baskı, şiddet ve diktatörlük:

    · Tahakkümdür (baskıdır).

    · Hukukun üstünlüğü değil, Keyfi muameledir.

    ·Her tür yolsuzluk ve suiistimale açıktır.

    · Zulmün temelidir.

    · İnsaniyeti mahveder.

    · İnsanı sefalet ve fakirliğe mahkum eder.

    · İslam alemini zillet ve sefalete düşürür.

    · Garaz ve düşmanlığı uyandırır ve körükler.

    · Müslümanları ihtilafa düşürerek, zararlı akımların ortaya çıkmasına neden olur ve sonuç olarak, siyasi istibdadı netice verir.

    Bu nedenle diyor Gannuşi, “Beni şaşkına çeviren; diktatörlüklerden en çok çeken ve istibdat rejimlerinin baskıları altında kıvranan Müslümanlardan bazılarının, gerçek düşmanları olan diktatörlükle mücadele yerine, demokrasiyle didiştiklerini görmektir. Bu insanlar, sanki şöyle demektedirler. Ezilenler, baskıya uğrayanlar biziz. Ama fırsatını bulur ve iktidara gelirsek, biz de onları ezeceğiz.” (Gannuşi, 1997)

    Görüldüğü gibi, Kur’ani bir kavram olan şura İslam’ın temel değerlerinden birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Sadece Gannuşi değil, bir çok Müslüman ilim adamı şura kavramının demokratik bir rejim için meşru bir işlev göreceğine inanmaktadır. Bunların öncüsü ise, Meşrutiyet tartışmaları sırasında, yukarıda işaret edildiği gibi meşrutiyet ve şuranın İslam’ın ruhuna daha uygun olduğunu vurgulayan ve İslam’ın en büyük düşmanı olarak da istibdat ve totaliter anlayışları gören Said Nursi’dir. Ona göre, istibdat ve baskı İslam medeniyetinin gelişmesine de en büyük engeldir. Zira böyle ortamlarda bireyin yaratıcılığı ve gerçek benliği ortaya çıkmaz. Ruhlar köleleşir ve sıradanlaşır.

    Görüldüğü gibi, İslam şurayı devletin temellerinden biri kabul etmiştir. Kur’an ise, yoruma açık olmayacak biçimde şura prensibini düzenlemiştir. Kur’an’ın 114 suresinden birisinin adı şuradır. Kur’an Müslümanların niteliklerini tanımlarken “Onların işleri, aralarında şura (danışma) iledir” der. (Şura Suresi: 38.)

    Bununla beraber, tarih boyunca şura kavramının daha çok ahlaki ve kişisel bir prensip olarak algılandığı görülmektedir. Ancak çağdaş Müslüman ilim adamları Şura kavramını, İslam ile demokrasi arasındaki ilişkide etkili bir kilit öğe olarak görmektedirler. (Rahman, a,g.e.)

    Sorbon Üniversitesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Muhammed Hamidullah’a göre Kur’an, ister kamusal bir konuda olsun ister şahsi, danıştıktan sonra karar vermelerini Müslümanlara defalarca emreder… Kur’an zor ve hızlı, başka bir ifadeyle radikal yöntemler tarif etmez. Seçimin sayısı ve biçimi, temsilin süresi vb. her çağın ve her ülkenin liderlerinin tasarrufuna bırakır. Önemli olan, insanın, temsil ettiklerinin güvenine ve karakter bütünlüğüne sahip temsilci şahsiyetlerle kuşatılmasıdır.

    Kısacası, İslami bir demokrasi teorisi geliştirme projelerine karşı çıkanların temel tezleri incelendiğinde, ulaştıkları sonuçların onların İslam dinini algılayış biçimiyle doğrudan alakalı olduğu görülür. (An-Na’im, 1994) Eğer İslam dini ile, tarih ve gelenekteki uygulamalar anlaşılırsa, gerçekten de İslam demokrasi ile bağdaşmadığı gibi bir tez ileri sürülebilir. Ayrıca daha yukarıda belirtildiği gibi, hâlâ Müslüman toplumların büyük çoğunluğu demokratik olmayan rejimlerle yönetilmektedir. Ancak önceleri çekici görünen bu tez, son zamanlarda yapılan bilimsel çalışmaların ulaştığı sonuçlar karşısında bu çekiciliğini yitirmeye başlamıştır.

    Bugün çok sayıdaki bilim adamları ve araştırmacılar İslam dini ile onun tarihin çeşitli dönemlerindeki anlaşılış ve yorumlanış biçimleri arasında ayırım yapmaktadırlar. Dahası, İslam’ın tarihte çeşitli Müslüman bilim adamlarınca anlaşılış ve yorumlanış hakkının bizim için de geçerli olduğunu ileri sürmektedirler Bu anlayışın, son zamanlarda hem Batıda hem de İslam dünyasında güçlendiği görülmektedir. Bu anlayışın güçlenmesi ve desteklenmesi sadece İslam ülkeleri için değil, dünya barışı için de önemlidir. Bu nedenle dünyanın ve insanlığın geleceğine ilgi duyan herkes bu konularda hassas olmalı ve dinin doğru anlaşılması ve yorumlanmasında katkıda bulunmalıdır.

    X. Sonuç

    Çalışmamızda vurguladığımız gibi, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda tüm dünyada demokratik değerlerle beraber, dini değerlere karşı bir ilgi ve eğilim görülmektedir. Bu nedenle 2000’li yıllarda toplumlarına ve ülkelerine yön verecek; uluslararası plâtformlarda etkinlik gösterecek lider ve kadroların bu gelişmeleri doğru ve objektif olarak okumaları ve değerlendirmeleri son derece önemlidir. Dahası İslam’ın doğru olarak anlaşılması ve yorumlanması; Kur’an ahlakının Müslümanların hal ve hareketleriyle örneklenmesi ve anlamlandırılması sadece Müslümanlar için değil, dünyanın barış ve huzuru için de önemli bir görev olarak karşımızda durmaktadır.

    Bibliyografya

    Ahmet Arslan, İslam, Demokrasi ve Türkiye, Ankara: Vadi, 1999.

    Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yay., İstanbul, 1996. c. 2.

    Bernard Lewis, “İslam ve Liberal Demokrasi”, çev: İdris Demir, Yeni Dergi, Sayı: 10, 1997.

    Brayn Wilson, Contemprary Transformation of Religion, Oxford, 1976.

    Brayn Wilson, Religion in a Secular Society: a Sociological Comment, London, 1966.

    David Ray Griffin, God and Religion in the Postmodern World: Essays in Postmodern Theology, Albany: SUNY Press, 1989.

    David Rieff, “Civil Society and the Future of the Nation-state”, Nation, 02/22/99, Vol. 268.

    Fazlur Rahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, çev: Adil Çiftçi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 1997.

    Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, çev: Alparslan Açıkgenç, Ankara: Fecr Yayınevi, 1993, 2. Baskı.

    Giles Kepel, Din Dünyayı Yeniden Keşfediyor: Tanrının İntikamı, İletişim Yayınları, İstanbul 1992.

    Jerry D. Cardwell. A Rumor of Trumpets: The Return of God to Secular Society,

    John Esposito ve James P. Piscatori, “İslam and Democracy”, The Middle East Journal, vol