Köprü Anasayfa

Çağımızın Sorunlarına Çözüm Arayışları ve Said Nursi Modeli

"Bahar 2010" 110. Sayı

  • Risale-i Nur'da Estetik Eğitimi

    Aesthetics Education in Risale-i Nur

    Taha ÇAĞLAROĞLU

    Güzel ve güzellik… Güzel sanatlar… Atomdan galaksilere evreni kuşatan bin bir maddi ve manevi güzellik… Denizlerin, kuşların, bulutların, yazların ve kışların, güneşin ve ayın güzelliği… İnsan güzelliği… Bütün güzellikler manevi ve ilmî bir güzelliğin pırıltıları ve yansımalarıdır. O ilmî ve manevî mehâsin ve kemâlât, sonsuz bir sermedî hüsnün, cemalin ve kemalin cilveleri, yansımaları…

    Güzelliklerin yanı sıra çirkinlikler de var edildi evrende. Değişim ve dönüşüm için zıtlar birbirine hikmetle karıştırıldı ve karşı karşıya getirildi. Zararlar menfaatlerle mezcedilerek, şerler hayırlara dâhil edilerek, çirkinlikler güzelliklerle bir araya toplanıp hamur gibi yoğrularak iki yol açıldı insanoğluna. Hakikatler ve güzellikler, kalbi hastalıksız, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim insanlar aradı muhatap olarak.

    İnsanın bilinçaltı saf hâliyle ezel bezminin havasını teneffüs etmenin berraklığıyla güzele ve güzelliğe âşık, meftun. Bu yüzden insan, güzelliğin katmanlarını arar hayat yolculuğunda. Güzelliğin anılarını, mektuplarını, seyahatnamelerini, şiirlerini, biyografilerini, otobiyografilerini okumak, anlamak, yaşamak ister. Sanatçıların hayal gücüyle, yetenekleriyle, ruhsal yönelişleriyle, sonsuzluk özlemleriyle karşılaşmak, tanışmak ve aslında hayatın özünü, kendi ruhunu keşfetmek, ifadelendirmek ister.

    Bediüzzaman’ın “Güzel değil batmakla gàib olan bir mahbub. Çünkü, zevâle mahkûm, hakiki güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.” ifadeleri hem gerçek anlamdaki güzeli tarif eder, hem de insanın nasıl mutlu olabileceğinin sınırlarını çizer. Kalp, Samed aynasıdır ve ebedî aşk, sonsuzluk özlemi için yaratılmıştır. İnsanın fıtratına beka aşkı yerleştirilmiştir. İnsan sevdiği her şeyde bir tür süreklilik, sonsuzluk vehmeder, sonra o şeyi sever. Ne vakit onun zevalini düşünse veya görse derinden derine feryat eder, feryad ü figan eder. Bediüzzaman “Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.” derken işte bu büyük gerçeği vurgular. Sanatçının dilinde ve elinde yeniden üretilen evler, eşyalar, insan yüzleri, şehirler, denizler ve uzaklar, yakınlar ve yakınlıklar niçin ilgisini çeker insanın? Neden duygulanırız, hüzünlenir ve düşünürüz tekrar tekrar? Neden gecenin bir vaktinde, sonbaharın ortasında, karlı bir öyküye dönmüşken hayat, bir güzellik ararız? Bir şiir, bir dost sesi, bir güzel söz, acımızı dindirecek bir hüsün, hasretimize bir cevap…

    Bediiyat (estetik) ve Bediüzzaman (zamanın eşsiz güzelliği) sözcükleri birbirine pek yakışmaktadır. Risale-i Nur baştan sona insanın ruhsal estetik eğitimini esas almış, “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” ilkesiyle iki cihan mutluluğunu hedeflemiştir. Sembolik anlamını “bulantı/bunaltı”, “yabancı” ve “evrenin ortasına fırlatılmışlık” ifadelerinde bulan, çağımızın kötülüklerle dolu, günaha batmış, felâket ve helâket yüzlü hırçın ruhunu Risaleler, sonsuzlukla yüzleştirmiştir. “Güzel gör, hem güzel bak; tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün; tâ leziz hayatı bulmalı.” demiştir. Evrene yabancılaşma, bunaltı ve umutsuzluk uçurumundan kurtuluş yolunu göstermiştir. Hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği en değerli ve sonsuz hayatı kazandıracak bir sermaye, bir define ve bâkî kemâlâtın cihazâtını içine alan bir hazîne olarak nitelendiren Bediüzzaman, dünya ve ondaki varlıklar için “Ne kadar güzel yapılmış!” denmesini, “Ne kadar güzeldir!” denmemesini ister.

    İnsan-evren bütünlüğünden hareket eden Bediüzzaman, insan ruhunu kâinatla karşılaştırmak, güzellikler mahşeri diyebileceğimiz bu ikiliyi daima buluşturmak istemiştir. Güzelliğin fark edilmesi, beğenilmesi insan ruhunda inşa edilmiş olan fıtri, evrensel bir yapıyla ilgilidir. Güzellik karşısında insanın tepkisi zorunlu değil, fıtridir. Zaten insan elest bezminde hakikatin bin bir türlü güzelliğiyle karşılaşmış, özüne güzellik yerleştirilmiştir. Daha ruhlar âleminde iken insan ruhunun hafızasına, insanın anlayabileceği tüm güzellikler yazılmış, nakşedilmiştir. Elest bezminde fıtrata bir arşiv gibi yerleştirilmiştir güzellikler. İnsan dünya hayatında bu güzelliklerle karşılaşır. Güzellikleri keşfeder, hatta hatırlar; nice zamandır ayrı düştüğü vatanına kavuşmuş gibi olur. Bir randevu gibi. Sevgili geldiğinde onu bekliyor olmak, ruhen bu atmosferi yaşamak ne güzel! Bu büyük buluşma anlarında yüksek bir zevk alır insan ruhu. Bediüzzaman “On sekiz bin âlemin her birinin ışığı birer ism-i İlâhî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki: Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum.” derken kâinat ve insan âlemlerinin derinliklerine, katmanlarına işaret etmektedir.

    Fıtratın aslına aykırı hareket etmek ise tam bir ürkünçlüktür: Belleksiz yaşama ürkünçlüğü. Âdemoğlu, aslolandan, aslından uzaklaştıkça, yanlışa ve günaha battıkça mutsuzlaşır, gitgide belleğini yitirir; ruhunun belleğini. Güzellikleri de yitirir. Burada James Joyce’un Ulysess romanı için söylediği ünlü sözü, bir gün Dublin yıkılıp ortadan kalksa Ulyses romanından tekrar inşa edilebilir sözünü, hatırlıyorum. Böyle bir mecazdan yola çıkarak şunu söyleyebilir miyiz? Bize hakikati gösteren metinlere ulaşamasak bile, hakikati nefsinde yaşayan insanların hâllerine bakarak, ruhumuzun hafızasına ulaşarak, fıtratın aslına dönerek o güzellikleri bir metin hâlinde inşa edebiliriz.

    Kâinat içindeki kesret gibi görünen şeyler, aslında vahdete işaret etmektedir. Hakikatin yolunu şaşıran düşünceler, felsefeler, vahdetten kesrete gittiler. Birliği, bütünlüğü, Bir Olan’ı keşfedemediler. Başta, tek bir Allah inancına dayanan bir din vardı. Bazı insanlar küfre, dalâlete düşe düşe mevhum tanrılar icat etti. Güzelliği de böyle değerlendirmek mümkün. Başta tek bir güzellik, yani aşkın güzellik dediğimiz saf ve yalın güzellik vardı. Sonra insanlar, bu güzellikten kopuşlar yaşayarak, kendileri nezdinde bu güzelliği dağıttılar, parçaladılar. Elbette asıl güzellik, asıl değerinden bir şey kaybetmiş olmadı. Çünkü Bediüzzaman’ın deyişiyle “İnsan, seyyiatıyla Allah’a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ, hariçte, vâkide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenab-ı Hakkın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü, hariçte şerikin yeri yoktur. O hâlde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.”1 Yani şirkle, bir başkasını veya başkalarını Allah’ı sever gibi sevmekle, güzelliğin kaynağı olan Allah’tan koptukça insan sadece kendisine zarar veriyor. Sahip olduğu nimetlerin nereden, kimden geldiğini düşünmeyerek nankörlük ediyor. Yine Bediüzzaman, “şuaranın hayalen yaptıkları hayret ve muhabbet secdeleri dalalettir. Hayal, onunla fasık olur.” demiştir. Hayalen yapılan hayret ve muhabbet secdeleri, sizlere çok yabancı gelmese gerek. Şiirlerde, birtakım sanatsal metinlerde, ezgi ve bestelerde bu tarzdaki söylemlere sık sık rastlanıyor.

    Bediüzzaman, insanın dikkatini nereye çekmek istemiştir? İnsanın yolu üstünde duran hangi tehlikelere işaret etmiştir? Güzellikten niçin bu kadar çok bahsetmiştir? İnsanın her iki dünyada mutlu olması, hayatın anlam kazanması, güzelliklerin fark edilmesi için neler önermiştir? Kâinattaki hadiseler, sosyal olaylar karşısında nasıl bir estetik tavır takınmıştır? Muhammed Nur Doğan’ın “Divan Şiirinde Şehir Kültürü”2 adlı yazısında Emrî Divanı’ndan aktardığı beyitte “şehr-i hüsn” geçer; yani güzellik şehri. Bu “güzellik şehri” tam da Bediüzzaman’ın risalelerde çizdiği bir tabloya denk düşmektedir. Fıtrata uygun hareket ettiği takdirde insan bir güzellikler şehridir. Güzelliğin insan ruhunda, mekânlarda ve zamanlarda tezahürleri de bir arayış ve keşif çabasını; ruhtaki, imandaki, adaletteki, denizdeki, yağmurdaki, rüzgârdaki, depremdeki, yıkımdaki güzellikler “hüsn-ü bizzat” ve “hüsn-ü bilgayr” pencerelerinden bakmamızı gerektirmektedir.

    Estetiğin Alman düşünür Baumgarten’in 18. yüzyılda yayımladığı “Estetik” adlı eserle bir bilim ve disiplin hâlinde ortaya çıkışı bazı kimselerce kabul edilmiş ise de estetiğin tarihi genel olarak eski milletlere, 2500 yıl öncesine, hatta ilk insanlara kadar dayandırılır. Yunancadaki duygu, duyuş, duymak, algılamak anlamındaki “aisthesis” ya da “aisthanshai” kelimesinden gelen, doğu dillerinde de hayret verici güzellikte, beğenilen anlamını içeren bediiyat kelimesiyle ifade edilen estetik, günümüzde genel anlamda “güzellik, güzelliğin bilimi ve onun değerlendirilmesi” anlamında kullanılmaktadır. Dücane Cündioğlu, “Sanat ve Devlet” (Yeni Şafak, 06.03.2010) başlıklı yazısında Türkçe’de yayımlanan estetik kitaplarının çoğunun, aslında ‘Marksist Estetik’ üzerine olduğunu vurgular. Bu tespit, bize Risale-i Nur Estetiği üzerinde çalışmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ilham etmiştir; önemli olduğu kadar, süreklilik ve derinlik istediğini de.

    Estetik üzerine yapılan tartışmalarda birçok konu ele alınmıştır: “Estetik, kalpten mi gelir, akıldan mı? O, bir ilham mıdır, bir fikir midir? Güzelliğin, güzel sanatların kaynağı nedir? Güzellik öznel midir, nesnel mi? Estetik psikolojik midir, sosyolojik mi? Allah’ın isimleri mademki en güzeldir, esma-i hüsnadır; öyleyse şer görünen şeylerin mahiyeti nedir? Şeytanlar ve nefis, niçin yaratılmıştır? Yeryüzünde niçin musibetler, hastalıklar, felaketler vardır? İnsanlar niçin ağlamakta, sevdiklerinden ayrılmakta ve mutsuz olmaktadır?” Aslında ilk insanla birlikte güzellik de, nefis ve akıl mücadelesi de insanın gündemine düşmüştür. İnsan, güzelliklere nasıl bağlanacak, güzel şeyleri nasıl sevecektir? Sevmenin ölçüsü nedir?

    Sevmek, gerçi iradeye ve isteğe bağlı değildir. İnsan, fıtratının gereği ve ihtiyacı olarak leziz yiyecekleri, meyveleri, ana ve babasını, çocuklarını, eşini, dost ve ahbaplarını, enbiya ve evliyayı, hayatını, gençliğini, baharı, güzel şeyleri ve dünyayı sever. Fakat irade ve isteğiyle sevginin yüzünü bir mahbubdan diğer bir mahbuba çevirebilir. Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl muhabbete lâyık olan diğer bir mahbuba perde veya ayna olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecâzî mahbubdan hakiki mahbuba çevrilebilir. Sevilen her şey, Cenâb-ı Hakk’ın hesâbına ve Onun muhabbeti nâmına sevilmelidir. Leziz yiyecekleri, güzel meyveleri Allah’ın ihsanı ve nimeti olarak sev. Anne ve babayı şefkatle donatan ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesâbına onlara hürmet ve muhabbet edersen, o sevgi Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine âittir. Çocuklarını Allah’ın hediyesi olduğu için şefkat ve merhametle sevmek ve korumak, yine Hakk’a ait bir sevgidir. Dost ve ahbabın, eğer imân ve amel-i sâlih sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın dostları iseler o sevgi de Hakk’a aittir. Eşini İlâhî rahmetin mûnis, latîf bir hediyesi olduğu yönüyle sev. Fakat çabuk bozulan fiziksel güzelliğine muhabbetini bağlama. Kadının en câzibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki gönül güzelliğidir ve ulvî, ciddi, samimi, nurânî şefkatidir. Enbiyâ ve evliyâyı sevmek, Cenâb-ı Hakk’ın makbul kulları olmak yönüyle, Cenab-ı Hak hesabınadır ve o açıdan O’na aittir. Hayatı ise, Cenâb-ı Hakk’ın insana ve sana verdiği en değerli ve sonsuz hayatı kazandıracak bir sermâye, defîne ve bâkî kemâlâtın cihazâtını saklayan bir hazine olarak sevmek, muhafaza etmek, Cenâb-ı Hakk’ın hizmetinde istihdam etmek, yine Allah’a ait bir sevgidir. Gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenâb-ı Hakk’ın latîf, şirin, güzel bir ni’meti olarak beğenip sevmek ve güzel yolda kullanmak, içinde şükrü barındıran, meşru bir sevgidir. Baharı, Cenâb-ı Hakk’ın nurânî esmâlarının en latîf güzel nakışlarının sayfası ve O’nun antika san’atının en müzeyyen ve görkemli bir sanat çarşısı olduğu yönüyle mütefekkirâne sevmek, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsını sevmek anlamına gelir. Dünyayı, âhiretin tarlası, esmâ-i İlâhiyenin aynası, Cenab-ı Hakk’ın mektupları ve geçici bir misafirhanesi olarak sevmek, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla, Cenâb-ı Hakk’a âit olur. Meselenin özü şu: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı Allah adına sev; “Ne kadar güzel yapılmış” de, “Ne kadar güzeldir” deme. Kalbin derinliklerine başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. “Bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve O’na mahsustur.” Eğer sevgiler Allah adına olursa hem elemsiz bir lezzet verir, hem de bitimsiz bir kavuşmadır.

    Bediüzzaman estetiği, bir anlamda evrenin bütünlüğüne tekabül etmektedir; çünkü evrendeki her şey, her şeyle ilgilidir. Bediüzzaman estetiği içinde hem enfüsi, hem afaki, hem psikolojik hem sosyolojik estetik vardır. Ancak tüm güzelliklere ve bu güzelliklerin ardındaki aşkın güzelliğe dikkat çeken Bediüzzaman, “güzellik dini”ne, “estetizm dini”ne bağlı biri de değildir. Güzelliği ilahlaştırmaz; güzelliğin kimden geldiğine bakar ve baktırır. Bir anlamda estetik bir tefekkürle insan ve kâinat üzerinde düşünür. Doğrudan uzaklaştırılmış bir estetik anlayışına da tavır koyar; sanat, edebiyat ve estetiğin, yanlışın lehine kullanılmasına da… Güzellik, aslî bir ihtiyaçtır. Güzellikten hoşlanmak, insan ruhuna konuşlandırılmış bir yetidir.

    Kelamda “Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirtlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavânini onun san’atında in’ikâs edebilsin.”3 ilkesini öngören Bediüzzaman, tabiat ve sanat arasında ilişki kurarak sanatçıyı tabiatın öğrencisi olmaya çağırır. Büyük bir insan konumundaki kâinatın yapısı, işleyişi, tekâmülü, olgunlaşma süreci, küçük bir kâinat konumundaki insanın hayaline, sanatına, kurgusal dünyasının mantıksal atmosferine de yansımalıdır.

    Estetik bir ruh haritası niteliğindeki Risale-i Nur’un her neresine bakılırsa bakılsın, orada insanı onaran, güzeli gösteren, güzele yönelten bir söz, bir temsilî hikâye, bir mecaz, bir mesel bulunur. Kâinatın her yerinde, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “imanın güzelliği, hakikatin güzelliği, nurun hüsnü, çiçeğin hüsnü, ruhun cemâli, suretin cemâli, şefkatin güzelliği, adaletin güzelliği, merhametin hüsnü, hikmetin hüsnü” parıldamaktadır. Güzellik de bir rahmettir ve Risale-i Nur’da çoksesli bir güzelliğin keşfi ve ruhlarda bu güzelliklerin inşası söz konusudur. Felsefe ve estetikle uğraşanlar genellikle doğruyu mantıkla, iyiyi ahlâkla, güzelliği de bediiyatla ilişkilendirirken Risale-i Nur’da her şeyde bir güzellik arayışı göze çarpmakta, insanın bu anlamda estetik eğitimi ele alınmaktadır.

    Anahtar cümle olarak seçtiğimiz cümlede geçen “imanın güzelliği, hakikatin güzelliği, nurun hüsnü, çiçeğin hüsnü, ruhun cemâli, suretin cemâli, şefkatin güzelliği, adaletin güzelliği, merhametin hüsnü, hikmetin hüsnü” ifadeleri, aslında estetik temellere oturmuş bir medeniyetin ve estetik değerlerin çerçevesini de çizmektedir. Bir medeniyet, ancak bu güzelliklerle inşa edilebilir. Bir medeniyetin hukuku, adaleti, mantığı, felsefesi, sosyolojisi, psikolojisi, sanatı, edebiyatı, mimarisi ve musikisi bu anahtar cümlede bir hazine olarak gizlidir.

    Sanat dünyasında sanat eseri estetik nesne olarak da alınır. Sanat eseri de kendi yapısına uygun parçaların bir araya getirilişiyle ortaya çıkar. Şiir kelimelerden, müzik seslerden, resim çizgi ve renklerden oluşur. Ben bunlara Bediüzzaman’ın “iman, hakikat, nur, çiçek, ruh, suret, şefkat, adalet, merhamet, hikmet” ögelerini de kattığını, bu ögelerin de bir araya getirilmesiyle estetik bir tablo oluştuğunu düşünüyorum. “İman, hakikat, nur, çiçek, ruh, suret, şefkat, adalet, merhamet” ve “ hikmet”in hangi parçaların bütünleştirilmesiyle ortaya çıktığı, bunun sonucunda da “güzel” kavramının karşımızda nasıl belirdiği problemi, Risale-i Nur’da, hem de onun bütününe yayılarak izah edilmiştir. Özellikle de yalın ve saf güzelliğin parıldadığı “iman, hakikat, nur, ruh, şefkat, adalet, merhamet, hikmet” ögelerinde güzelliği görebilmek, keşfedebilmek için evrendeki bütünlüğün, olaylar arasındaki ilişkilerin, yaşadıklarımızın arkaplanının insanın ontolojik konumunun bilincinde olmak gerekir. Estetik objelerin, sanat eserlerinin yapısı nasıl ki şiir çözümleme yöntemi, roman çözümleme yöntemi gibi birtakım yöntemlerle çözümlenebiliyorsa saf güzelliğin yansıdığı “iman, hakikat, nur, ruh, şefkat, adalet, merhamet, hikmet” de vahiy ikliminden akseden pırıltı, söz, şua, lema ve mektuplarla çözümlenmelidir. İşte aslında Risale-i Nur bunu yapmıştır. İnsana ve evrene, yaşadığımız ruhsal veya sosyal olaylara ne kadar bütüncül bakabilirsek mücerret (yalın ve saf) güzellik de o ölçüde bizi aydınlatacak, estetik değerler hem iç dünyamızda hem de insan ilişkileri anlamında toplumsal olarak bizi güzel olana yöneltecektir.

    Söz gelimi; Bediüzzaman’ın Mesnevi-i Nuriye’deki, toprakla ilgili açıklamaları, kâinattaki bütünlüğü ele alışı, meseleyi insanın ölümüyle, psikolojisiyle de ilişkilendirmesi bakımından çok ilginçtir: “Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlık-ı Semavata daha yakın bir yoldur. Zira, kâinatta tecelli-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilafete ve Hayy-u Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun, topraktır. Nasıl ki arş-ı rahmet su üzerindedir; arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir aynadır. Evet, kesif bir şeyin aynası ne kadar latif olursa, o nisbette suretini vazıh gösterir. Ve nurani ve latif bir şeyin de aynası ne kadar kesif olursa, o nisbette esmanın cilvelerini cilalı gösterir. Mesela, hava aynasında, yalnız şemsin zayıf bir ziyası görünür. Su aynasında şems ziyasıyla görünürse de elvan-ı seb’ası görünmüyor. Fakat toprak aynası, çiçeklerinin renkleriyle, şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir. Öyleyse, arkadaş, topraktan ve toprağa inkılap etmekten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş etme!”4

    Kâinattaki nizam, uyum, orantı, tanzim, her an görmemiz, üzerinde düşünmemiz, ibret almamız gereken bir noktadır. “Biz gözümüzü açtıkça, kâinat yüzüne nazarımızı saldırdıkça, en evvel gözümüze ilişen, âmm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil, hassas bir mizandır. Görüyoruz, her şey dakik bir nizamla, hassas bir mizan ve ölçü içindedir. dikkat-i nazar ettikçe, yeniden yeniye bir tanzim ve tevziniyet gözümüze çarpıyor. Yani, birisi, intizamla o nizamı değiştiriyor ve tartıyla o mizanı tazelendiriyor. Her şey bir model olup, pek kesretli, muntazam ve mevzun suretler giydiriliyor. Daha ziyade dikkat ettikçe, o tanzim ve tevzin altında bir hikmet ve adalet görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor; bir hak, bir fayda takip ediliyor. Daha ziyade dikkat ettikçe, gayet hakîmâne bir faaliyet içinde bir kudretin tezahüratı ve her şeyin her şe’nini ihata eden gayet muhit bir ilmin cilveleri nazar-ı şuurumuza çarpıyor. Demek, bütün mevcudattaki şu nizam ve mizan, umum âmm bir tanzim ve tevzini ve o tanzim ve tevzin, âmm bir hikmet ve adaleti ve o hikmet ve adalet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek, bir Kadîr-i Külli Şey ve bir Alîm-i Külli Şey, şu perdeler arkasında akla görünüyor.”5

    Sanatsal metinlerde ve eserlerde de güzelliğin ölçütü olarak ahenk ve orantı kabul edilir. Ahenk ve orantı bozulduğunda güzellik de bozulur. Bediüzzaman da Risale-i Nur’un her yerinde “iman, hakikat, nur, ruh, şefkat, adalet, merhamet, hikmet” güzelliğini izah ederken hep bu ahenk ve orantının altını çizer. Söz gelimi bu bağlamda sorulan “Enbiyâ ve evliyâya muhabbet, nasıl faydasız kalır?” sorusuna şu cevabı verir: “Ehl-i Teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallâhü Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler, Kur’ân’ın irşâd ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakk’ın hesâbına ve muhabbet-i Rahmân nâmına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.”6

    Risale-i Nur’daki “İnsanlar zulmeder, kader adalet eder.” yargısı hem iman, hem hakikat, hem adalet, hem hikmet güzelliğini içeren bir yargıdır. Buradan ruhun da bu gerçekleri kabullenmesiyle güzelliğe bürünmesi söz konusudur. Nasıl ki “bir âyetin sair âyât-ı Kur’âniye ile pek ince münasebetleri” varsa, evren kitaplığındaki kelimelerin de, meydana gelen tüm olayların da birbiriyle pek ince münasebetleri vardır. İşte güzelliği keşfetmenin temelleri bu hakikatlere, bu hakikatleri algılamak da marifetullaha dayanmaktadır. Marifetullahın tanıkları ve kanıtları ise Risalelerde üç çeşit olarak karşımıza çıkmaktadır: Su gibi, hava gibi, nur gibi. Su gibi olanlar “Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.” Hava gibi olanlar “Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.” Nur gibi olanlar ise “Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.”7

    Bediüzzaman “Şimdi rüzgârlara bak! Şimdi, bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara! Şimdi, yerdeki bütün taşların ve cevâhirlerin ve mâdenlerin envaına bak. Şimdi, çiçeklere, meyvelere bak. Şimdi, kuşlara bak. Şimdi, bulutlara bak. Şimdi göğe bak, gök içinde hadsiz ecrâmdan yalnız kamere dikkat et.” der. Suretlerin güzelliğine dikkat çeker.

    Bediüzzaman hakikatin güzelliğine dikkat çeker. Kur’an ayetlerini Hz. Peygamber’e (asm) hitaben konuşturur ki konuşturur. “Ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zîrâ kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehâdet eder.” diye başlayan açıklamalar, hakikatin güzelliğini izah etmesi açısından fevkalâdedir. “Evet, şu Söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsâf-ı Muhammediyedir.” der. “Fâtır-ı Hakîm ve Kàdir-i Alîm kemâl-i intizamla, her şeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gàyelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihât yaptırıyor, güzel ibâdet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dal karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.”8 der.

    Bediüzzaman “güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zâikà-i lisâniyesi ve hakàikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemâlâtın bütün envâına müştak insanın kalbi”9 tespitiyle sadece suret güzelliğine değil, hakikat ve hikmet güzelliğini de vurgulamaktadır.

    Müslümanlar içine girmiş mülhidlerin ve münafıkların altı desiseyle (hubb-u cah, korku, tamâ ve hırs, asabiyet-i milliyeyi tahrik, enaniyeti tahrik, tembellik ve tenperverlik, vazîfedarlık damarından istifâde) altı yönden hücumlarına altı hakikatle karşı koyar. Hakikatin güzelliğini anlatır.

    Evrendeki bütünlük ve güzellik, Risale-i Nur’un üzerinde en çok durduğu noktalardandır. Hayvanların, bitkilerin, insanların konumlandırılması bize evrenin parçalanamaz bir ahengin kısımları olduğunu gösterir.

    Seküler ve materyalist anlayışı benimseyenler için sosyolojinin, psikolojinin veya diğer bilimlerin kavramları, dinî unsurlarla bir arada düşünülemez. Söz gelimi onlar “günah psikolojisi” diye bir kavramlaştırma yapmazlar ve “Din ayrı, bilim ayrı.” mantığıyla hareket ederler. Oysa Bediüzzaman meselâ “adaletin güzelliği” derken hukuk ve estetiği, “imanın güzelliği” derken dini ve psikolojiyi bağdaştırır. Çökkünlük ve kaos ortamından derin bir estetik tefekküre çağıran Risale-i Nur, elbette ki dinden, vahiyden, kutsaldan arındırılmış bir sanat anlayışına karşı çıkar. Sanatın kuralları gereği müstehcenliğe prim verdiğini iddia eden, hiçbir ahlâki ilke tanımayan, sinemada, tiyatroda, edebiyatta “günah”ın, haram ve helal kavramlarının olamayacağını savunan zihniyeti sorgular. “İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.”10 İnsan hakkı aradığı gibi bilerek veya bilmeyerek, farkına vararak veya varmaksızın güzelliği de arıyor. Bazen de şair Mahmut Kaplan’ın bir şiirinde “Jelatin paketlerde cehennem/Cehennem vitrinlerde” dizeleriyle ifadesini bulan tuzaklarda, yine insanın kendi eliyle ördüğü tuzaklarda yanlışlıklara düşüyor. Jelatin paketlerdeki cehennemlerde yapay cennetler kuruyor güya.

    Ayrıca, ilimlerin de kaynağı esma-i ilâhiyedir, Kur’an’dır, Allah tarafından gönderilen peygamberlerdir. Mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları da en evvel insanlığa mu’cize eli hediye etmiştir. Hazret-i Nuh’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan gemi, Hazret-i Yûsuf’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden mu’cize elidir. Kur’an, peygamber mucizelerinden söz ederek bilim ve sanatın nihayet hududunu çiziyor, en ileri gayelerine parmak basıyor, en nihayet hedefleri tâyin ediyor; beşerin arkasına teşvik elini vurup, insanlığı o amaca yöneltiyor.

    Bediüzzaman’ın dünyasında hiçlik yok, yokluk yok, adem yok, umutsuzluk yok, mutlak yalnızlık yok. Onun ölüm, musibet, hastalık, sıkıntı konularında yazdığı metinler, ruh için bir estetik ameliyatı özelliği taşımaktadır. Yirminci Mektup’taki metinler, bu yönden derli toplu bir manzaradır. Sabah ve akşam namazlarından sonra okunan ve “Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O birdir; Onun hiçbir şeriki yoktur. Mülk Ona ait, hamd Ona mahsustur. Hayatı veren de Odur, ölümü veren de Odur. O, kendisine asla ölüm ârız olmayan Hayy-ı Ezelîdir. Bütün hayır Onun elindedir. O her şeye hakkıyla kadirdir. Her şeyin ve herkesin dönüşü de Onadır.” mealinde olan tevhidî cümlenin on bir kelimesinde sürekli “ebedî bir ferah, daimî bir sürur, şifalı, saadetli bir müjde”yi vurgular Bediüzzaman.

    Sosyolojik ve psikolojik metaforlarla, temsilî hikâyelerle, kalbe Farisî olarak gelen münacatlarla meseleleri cesaretle ele alır Bediüzzaman. İnsan ruhunu derinden derine tahlil eder ve ruhsal doyuma çağırır.

    İki büyük dünya savaşını yaşayan, narsist benlikler üreten, tüketim çılgınlığında debelenen; materyalizmi, egoizmi, hazcılığı, hiççiliği, sefaheti, boşvermişliği teşvik eden, ırkçılığı azdıran, yaşlılara bir sille savuran, kadını bir meta hâline getirip değersizleştiren, cinselliği olabildiğince istismar eden çağımıza Risale-i Nur hangi cevapları vermektedir? Birçok ünlü sanatçının (Stefan Zweig, Jack London, Ernest Hemingvay, Virginia Woolf, Yukio Mişima, Mayakovski, Beşir Fuad, Heinrich Von Kleist, Vincent Van Gogh, Walter Benjamin, Cesare Pavese ve daha nicelerinin) intihar ettiği çağımıza güzellikler söylüyor Risale-i Nur.

    Ciddi buhranları taşıyan, sürekli karanlıklarda sözcüklerin kalelerine sığınacak cesareti yitiren; sevginin, şefkatin, nefretin ve öfkenin yolunu şaşırtarak bu duyguları içindeki yangına döken bir ruhun korkunç meydanlardaki çaresizliğidir intihar. Oysa Risale-i Nur’daki hayat ve ölüm anlayışı, Kur’an’dan yansıttığı nurlarla öyle aydınlık, öyle ışıltılı tablolar taşır ki ruhlara… Kâinat bir kitap gibi okunabilir. Kur’an, kendi öğrencilerinin ruhuna öyle bir genişlik ve yücelik verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrelerini birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, “Evradlarınızı bununla okuyunuz.” der.

    Küfür ve günahlar çirkindir. Her günahın içinde de küfre giden bir yol vardır. Bediüzzaman’ın günah psikolojisi bağlamındaki bir tespiti de şöyledir: Günahla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi, çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli durum, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumi olursa hafif olur. Bunun gibi bir şahsın kalbinde bir ihtilal, bir fenalık hissi uyanırsa, yüksek hissiyatı, kemalatı azalmaya, yok olmaya başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk oluşur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs, bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs, tam manasıyla yeryüzünde yırtıcı bir hayvan, ihtilali çıkarıp büyüten bir bela, fesadı durmayıp karıştıran bir afet kesilir. (İşarat’ül-İcaz)

    “Egoizm, anksiyete, huzursuzluk, endişe, narsizm” çağı diye nitelenebilecek modernizm tablosunu Bediüzzaman daha Sözler’in hemen başında “hodgâm, hodbin, hodendiş, bedbin” tanımlamasıyla tahlil ediverir. Tespit ettiği her yanlışı, her rahatsızlığı, her sorunu, her soruyu bir bir çözer. Hem de güzellikle… 

    İşte bazı örnekler…

    İmansızlığa karşı İman ve Küfür Muvazeneleri. Tabiat Risalesi…

    Tüketim çılgınlığına karşı İktisat Risalesi…

    Yaşlıları bir köşeye iten zihniyete karşı İhtiyarlar Risalesi…

    Hastalıkların boş bir çileden ibaret olduğunu düşünenlere karşı Hastalar Risalesi…

    Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu kanıtlayan Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi…

    Hz. Peygamber’i (asm) anlatan Mucizat-ı Ahmediye…

    Egoizmi, narsizmi paramparça eden Ene ve Zerre Risalesi…

    Dirilişi bütün yönleriyle ele alan Haşir Risalesi…

    Yine ruhun bekası, melekler ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Söz…

    Kader mevzuunu harika biçimde izah eden Kader Risalesi…

    Ergenliğe erişmeden vefat eden çocukları konu alan Çocuk Taziyenamesi…

    Irkçılık hastalığını tedavi eden milliyetçilik bahisleri…

    İçtihad Risalesi…

    Sahabelerden söz eden risaleler…

    Cennete dair risale olan Yirmi Sekizinci Söz…

    Şeytanların yaradılış hikmetlerini açıklayan On Üçüncü Lem’a…

    Depremi pek çok yönüyle izah eden On Dördüncü Söz…

    Çağımızın bunalımları içinde ölümden ürken insana ölümün güzel yüzünü gösteren birçok bahis…

    Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin hakikati, Allah’ın güzel isimlerinden birine dayanmaktadır. Geometri Adl ve Mukaddir ismine, tıp Şafi ismine dayanır. Eğer bu bilimler hakikatten uzaklaşırsa hurafelere, boş sözlere dönüşür veya her şeyi tabiata dayandıran felsefe gibi dalâlete yol açar.

    Hayır-şer, lezzet-elem, ışık- karanlık, sıcaklık-soğukluk, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâletin birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa hayır bilinmez. Elem olmazsa lezzet anlaşılmaz. Karanlık kavramı olmasaydı ışığın önemi olmazdı. Soğuk sayesinde sıcaklığın dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlikle, güzelliğin tek bir hakikati, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücut bulur. Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, her şey, bir cihette zıddıyla bilinebilir. Hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Sürekli çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur.

     Kâinatın nizamında esas maksat; hayır, güzellik ve mükemmeliyettir. Kötülük, çirkinlik, bâtıl, fenalık, kâinatın hilkatinde cüz’îdir ve dolayısıyladır. Yani, çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; güzelliğin bir hakikatinin çok hakikatlere dönüşebilmesi için, çirkinlik bir ölçüt olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan bilr, beşerin sınırsız yükselmesine müsabaka ile vesile olmak için insanlığa musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta yaratılmış.

    İçimizdeki ruh şehrinin temel taşları olan kalp, akıl ve vicdan eksenli devlette nefis söz dinlemez bir mahluk olarak benlik davasına düşmüştür. Akla, kalbe ve vicdana sürekli suikast düzenlemekle meşgul olan nefis imandaki, hakikatteki, nurdaki, çiçekteki, ruhtaki, suretteki, şefkatteki, adaletteki, merhametteki, hikmetteki güzelliği görmek istememekte veya bunları kendi hesabınca farklı biçimlerde yorumlamaya kalkışmaktadır.

    Kâinata her şeyimizle imanla bakmanın önemi büyüktür. Bakış ve niyet, eşyanın mahiyetini değiştirir. Kulaktaki zar, iman nuru ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hâl ile yapılan zikirleri, tesbihatları anlar. Hatta o iman nuru sayesinde rüzgârların terennümlerini, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağmelerini ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her türden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü seslerle, çeşit çeşit terennümle kalplere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalpleri, ruhları, nurani âlemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere gark eder. Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevi, yüksek seslerden mahrum kalır ve o sesler matem seslerine dönüşür. Kalpte, o ulvi hüzünler yerine, ahbap yokluğundan dolayı (fani ahbaplarla kendisini aldatsa bile) sonsuz yetimlikler, kâinatın ve insanın sahipsiz sanılmasından ötürü nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur. Lemeat’ın sonundaki “Ey azîz yoldaşım! Şimdi Allahaısmarladık. Gel, beraber bir duâ ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız.” ifadesi aslında dünya hayatına hep müştakane bakmanın, yani buluşmak üzere ayrılmanın ifadesidir.

    “Buluşmak üzere ayrılma” acıların hafifletilmesi, insanın tesellisi bağlamında belki de Risale-i Nur’daki en temel dokudur. Bediüzzaman ölüm için bu vurguyu yaptığı gibi bütün güzellikler için de yapar. Her ölüm aynı zamanda bir buluşmanın adıdır, izidir, bir dirilişin müjdesidir. Kaderin garip bir cilvesidir ki Bediüzzaman vefat etmiş, Sezai Karakoç Diriliş dergisinin ilk sayısını çıkarmış, bu ilk sayıda Bediüzzaman’ın vefat haberi yer almıştır. Bir ölümle beraber bir diriliş gelmiştir.

    Allah, ölümü verir, hayat görevinden terhis eder. Bediüzzaman, ölüm hakikatini izah ederken “Sizlere müjde!” ifadesini kullanır. “Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”11 der.

    Kâinattaki kemal, hüsün ve ihsan, sevginin temeli ve vesilesidir; bunlar sonsuz olan Allah’ın bizlere bir lütfudur. Güzelliklerden, sevdiklerimizden ayrılmanın bizi ümitsizce yaralamaması için Bâki olanı düşünmek, O’na sığınmak çaresi var. Sevdiğiniz şeylerden ayrılmanın yaralarını ancak Mahbub-u Bâki tedavi edebilir, yaranıza merhem sürebilir. Sevdiklerinizde gördüğünüz ve bu yüzden kendilerine bağlandığınız hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o Bâkî Mahbubun sonsuz güzelliğinin cilvelerinden, pırıltılarından, çok perdelerden geçen, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir. Onların zevalleri sizleri incitmesin. Çünkü onlar bir nevi aynalardır. Aynaların değişmesi, cemalin ihtişamının cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem O var, her şey var. İşte Risale-i Nur’da hep böyle ülküsel bir teselliyi bulmaktayız.

    Bediüzzaman, İhtiyarlar Risalesi’nde ihtiyarlığın, Hastalar Risalesi’nde hastalığın, Çocuk Taziyenamesi’nde ergenliğe erişmeden ölmenin, vesvese bahsi diye bilinen risalede, vesvesenin, Hikmetü’l-İstiaze’de şeytanların yaratılışının nedenlerini, olumlu taraflarını, güzelliklerini, hikmetlerini çok beliğ bir tarzda izah etmiştir.

    Belağat; hâlin gereği, hâlden anlamak… Bediüzzaman’ın önerdiği estetik eğitiminin temelinde hâlden anlamak var. Bu eğitim de yaşlanmak da, hastalık da, musibet de hikmet yönleriyle güzel.

    Her insanın fıtratına estetik duygusu nakşolunmuştur. İnsanın fıtratında var olan bu duygu, geliştirilmeye, inkişafa hazırdır. Bir saray gibidir insan. İnsan denilen sarayın cevherlerinin bir kısmı ruhlar âleminden bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz’dan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır âleminden getirilmiştir. İhtiyaçları sonsuzluğa uzanmış, emelleri göklere ve yeryüzünün her tarafına yayılmıştır. Dünya ve ahiretle bağları vardır insanın.

    Estetik tavır… Bediüzzaman, ruhların estetik onarımıyla meşgulken bu zamanın insanını anlamaya çalışmış, insanların bazı nasihatçiler tarafından “eski zaman köşeleri”ne çekilmelerine karşı çıkmıştır. O, hâlin gereğini arzulamakta, zamanın icap ettirdiği tarza uygun söz aramaktadır (Divan-ı Harb-i Örfi). Bu zamanın seriüsseyr olan hızlı çocuğuna münasip bir söylem arıyor, “Vaktimiz dar.” diyor.

    Her şeyin biri mülk, diğeri melekût, yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki yönü olduğunu söyleyen Bediüzzaman, melekût cihetinin her şeyde güzel ve şeffaf olduğunu belirtir ve çirkin görünen şeyin yaratılışının çirkin değildir, güzel olduğunu, aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışının mehasini ikmal ettiğini, öyle ise çirkinin de bir nevi güzelliği olduğunu vurgular. (İşaratü’l-İcaz)

    Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir güzellik yönü vardır. Evrendeki her şey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.

    Küçük olsun büyük olsun, her değişim, dönüşüm birer mânevî yağmurdur. Fakat insan, yüzeysel ve hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder; yalnız kendine bakan yönünü düşünerek şer olduğuna hükmeder. Hâlbuki, eşyanın insana âit gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mucizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız sanır. Hâlbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşunun serçelere musallat olması, zâhiren rahmete uygun gelmez. Hâlbuki serçe kuşunun yetenekleri bu sayede gelişir. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.

    İnsanlığın fıtraten, yaratıcıya karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratıldığını, çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek (Lem’alar) olduğunu söyleyen Bediüzzaman, bize hep güzeli ve güzelliği fark ettirmek ister. Her şeyin hakikati Cenâb-ı Hakk’ın bir isminin tecellîsine bakar, ona bağlıdır, ona aynadır; o şey ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir, o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese, o güzel vaziyet hakikat nazarında matlûbdur. Bir tarafta güzellikler var, bir tarafta fanilik. Güzelliklerle dolu şu dünya misafirhanesinde herkes çabuk geçer, kaybolur. Ancak az bir parça tadar, iştihası açılır; fakat, yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zayıf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Evren ve insan çok güzel, fakat fani. Güzel yaratılmış, ancak elimizden gidiyor. Maddi güzelliği kayboluyor, eskiyor, yaşlanıyor, ölüyor. Oysa zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor.

    Sinemaya da ibret için giden Bediüzzaman kâinata “nazar-ı ibretle” bakmayı gündemde tutar (Sözler) ve mevzun, muntazam, mükemmel ve güzel san’atların, gayet güzel bir programa dayandığını söyler. Mükemmel ve güzel bir program ise, mükemmel ve güzel bir ilme, güzel bir zihne ve güzel bir ruhsal yeteneğe delâlet eder. Demek, ilim vasıtasıyla sanatında tezahür eden şey, ruhun manevî güzelliğidir. 

    İşlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine; işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen unvanın güzelliğine; ustadaki sanatkârlık unvanının güzelliği o sanatkârın o sanata ait sıfatının güzelliğine; sıfatının güzelliği, yeteneğinin güzelliğine; yeteneğinin güzelliği zatının ve hakikatinin güzelliğine işarettir.

    Risale-i Nur’un her pasajı “imanın güzelliği, hakikatin güzelliği, nurun hüsnü, çiçeğin hüsnü, ruhun cemâli, suretin cemâli, şefkatin güzelliği, adaletin güzelliği, merhametin hüsnü, hikmetin hüsnü”ne dair örnek ve ayrıntılarla doludur. Söz gelimi kerem sahibi bir kişi, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle mutlu olur. Şefkat ve merhamet sahibi bir insan, şefkat ettiği mahlûkların istirahatleri derecesinde hakiki bir lezzet alır. Anne, evlâdının mesut olmasından ve istirahatinden, şefkat vâsıtasıyla lezzet alır; hatta evlatlarının rahatı için ruhunu fedâ eder. Sehâvetli, âlicenap, müşfik bir zât, güzel bir ziyâfeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukarânın minnettarâne nimetlenmeler, o aç olanların müteşekkirâne telezzüzleri ve o muhtaç olanların senâkârâne memnûniyetleri, o kerîm zâtı sevindirir, ferahlatır. Adaletperver bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zâlimleri cezalandırmakla mazlumların intikamlarını almaktan memnun olur.

    Risale-i Nur’da güzelliğe vurgu yapan, kâinattaki güzelliklere dikkat çeken o kadar çok ifade yer alır ki… Örnekler:

    * …şu semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzü… (Sözler, s. 265)

    * …güyâ çiçek açmış her bir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasîdedir ki, o kasîde Fâtır-ı Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşâd edip, şâirâne lisân-ı hal ile söylüyor. (Sözler, s. 650)

    * Veyahut o çiçek açan her bir ağaç, umumi bayram olan baharın içindeki hususi bayramında ve resm-i geçitmisâl bir anda yeşillenmiş âzâlarını en süslü müzeyyenâtla süslemiş. (Sözler, s. 650)

    * Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin? Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır. (Mesnevi-i Nuriye, s. 159)

    İnsanın güzel sanatlara ihtiyacını da dile getiren Bediüzzaman, bu konuda da Risalelerin değişik yerlerinde açıklamalar yapmıştır. Elbette ki dinin ve sanatın işlevleri farklıdır. Bir insan iman etmek, iman esaslarını öğrenmek zorundadır. Ancak roman okumadan da imanlı ve ibadetli bir yaşam sürebilir. Peki sanat, insan hayatının, insan ruhunun neresinde durmalıdır? Sanatın hayatta hangi görevi, rolü vardır ve olmalıdır?

    Hızla akan hayatın pembe, beyaz, siyah, yeşil, turuncu, mavi ve diğer renklerin tonlarıyla donanmış tabloları içinde, sanat hayatının farkına varmak, hayatı bir şiir gibi yaşamak, sahici bir bakışa, davranışa, dile sahip olmak elbette ki önemli. Buna karşılık estetiği neredeyse bir din hâline getirmek ve onun buyruklarına boyun eğmek isabetsiz. İnsaniyet-i kübra olan bir medeniyetin içindeki estetiği, nezaketi, sanatı, derinliği fark edememek eksiklik. Ömer Lekesiz “Öykü İzleri”nde hayatı bir sanat gibi yaşayarak sanatının hayatını belirleyen Feridüddin-i Attar’dan söz ederken sanatın bir rahmet olduğunu hatırlatır ve Atasoy Müftüoğlu’nun “Allah’ın rahmeti, bu rahmeti hak edecek olanlara iner.” Sözüne vurgu yapar. Bediüzzaman da şiir için “Şiir ise, çendan kıymettar, şirin bir vasıta-i ifadedir.” der. Sanata lâyık olmak, sanatı kavrayacak bir ruhu taşımak, bu rahmetin kapısını doğru çalmak, bir de sanatın içinden seslenmek. Sanatla aramak. Sanatın dillerine müracaat etmek, ruhların arasında esen tatlı rüzgârı sanatla aralamak, ezel bezminden gelen dostlukları, nurları, ziyaları, ferahlıkları sanatın dilleriyle ifadelendirmek…

    İnsana beyanı Allah öğretmiştir. İnsanda Allah’a muhatap olacak bir yetenek yaratılmıştır. “Sâni-i Zülcelâlin âlem-i ekberdeki san’atı o derece mânidardır ki, o san’at bir kitap suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer, hakikî fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet, o derece hakikatle bağlı ve hakikatten medet alıyor ki, büyük Kitab-ı Mübînin bir nüshası olan Kur’ân-ı Hakîm şeklinde ilân edildi. Hem nasıl ki, kâinattaki san’atı, kemâl-i intizamından kitap şekline girdi. İnsandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san’at, o derece mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbga-i Rabbâniye vermiş ki, o maddî, cismanî, câmid kafada mânevî, gaybî, hayattar olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutuk ve beyana o derece ulvî cihazat ve istidat verdi ki, Sultan-ı Ezelîye muhatap olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani, fıtrat-ı insaniyedeki sıbga-i Rabbâniye, hitab-ı İlâhî çiçeğini açtı.”12

    Sanat eserlerinde belki en çok kendisini arar ve bulur insan. Her okuyuş, bir keşfin peşine düşmektir. Kendimizden çok uzak yerlere varsak da, o uzaklığın bilincine varmamız, aslında bulduğumuz bir şeydir. Sanat eserlerine düzenlediğimiz her yolculuk, bir göç kervanı sayılır bu bağlamda ve bizi bir gezgine dönüştürür. Ancak yolculuklarımız sırasında tuzağa düşmemeye, bizi ayartmalarına da izin vermemeliyiz.

    Bulutlardan gözünü ayıramayan, bir çiçeğe bakıp gözleri yaşaran, bir ceylan yüreğinin nidasını işiten ruhlarla buluşuveririz gezimizde. Bizi rahatsız eden bakış açılarıyla da karşılaşırız. Mihenge vurmanın kıpırtısıyla doğruluruz ve gönül günlüğümüze kaydederiz sesi, fısıltıyı, sükûtu, yürüyüşü. Bediüzzaman’ın İşaratül-İcaz’daki şairane bir betimlemesine kulak verelim: “Arz ve sema, güzellik müsabakasına girmek için lazım gelen ziynetlerini takınıp hazırladıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahralarına serer. Yemyeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılâp ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder.”13

    Üstad Bediüzzaman’a göre her insan, kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek, sonsuza uçurmak için iştiyakla kitabet ve şiir, hatta sinema ile hıfzına çalışır. Hele hele o eylemlerin Cennette baki meyveleri bulunsa, insan daha çok merak eder. Zaten bütün güzel sanatlar da temelde estetikten, estetik arayışından ortaya çıkmıştır.

    Tarihe, zamana, vakalara tanıklık eder sanat. Kimi zaman hakikati parıldatır berraklığıyla; kimi zaman çekiştirir zihnimizi, ayartmaya çalışır bizi. Öyle sanat eserleri vardır uçurur gönlümüzü yücelere, bir ışık yakar sayfalarında, film karelerinde. Öyleleri de vardır ki kıymetli sözümü ve fiilimi bâkileştireceğim derken aldanır ve aldatır. Vicdana seslenir güya; oysa tutkularının peşindedir. Acı çeken insanlığın sıhhatini ve marazını kullanır ve saptırır açıkçası. Bir kadının feryadını öyküler, “Tanrı’nın bile” bu feryatları duymadığını fısıldar.

    “Kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirme” yolunda güzelliğin öz ülkesiyle de göz göze gelinir bazen. Sanatçı, kalesindeki her bir goncada bir renk, bir nakış işler, ruhlar âleminde gördüğü mahşerden. Ne bitmez bir güzelliğin, sonsuz olanın ipuçlarıdır onlar! Dikkat derinleştikçe mahşerin izlekleri belirginleşecektir. Çünkü kim kendi uyanık vicdanını dinlese “ebed, ebed” sesini işitecektir. Kalp, ayine-i Samed’dir çünkü. Ezel bezminde güzelliğe meftun olan insan ruhu, aslında hep güzeli, kalıcı güzelliği aramış, fakat adresini şaşırdığı da çok olmuştur. Güzelliğe erişmek için gönlü temizlemek gerek. Gönlü temizlemek için de gün bu gündür. Gerçek ömür, içinde bulunulan gün, saat ve andır.

    Sanatçı, eserini ortaya koyarken, kıymetli bir sözünü ve eylemini sonsuzlaştırmaya çalışırken asla, Yaratıcı’ya benzemeye çalışmayacaktır. İlâhî ahlâkla donanacak, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda acz, fakr ve kusurunu bilecek, dergâhına abd olacak, fakat kesinlikle “Vâcibü’l-Vücuda benzemeye çalışmayacaktır (Sözler). Zaten benzemeye çalışma ahmaklığına düşse de, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş yapısıyla bunu beceremeyecek, nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü’l-Vücud karşısında âciz kalacaktır ve insanlık tarihi boyunca kalmıştır. Kendi eliyle, his ve hevesiyle yaptığı, ihtiraslarıyla ortaya çıkardığı putlardan medet ummayacak, servetini ve zamanını, bedenini ve ruhunu bu putlara adamayacaktır. Evrenin her köşesinde ilâhî yansımaları, en güzel isimlerin Allah’a ait olduğunu fark edecektir.

    Sanatçı sanat eserini yapar ve yazar. “Ben nasıl bu şiiri, romanı yazdım; evrenin sahibi de evreni bir kitap gibi yazmış.” der; varsayımsal ve vehmî bir sınır çizer. Aslında kendi yazdığı eserin ortaya çıkması için gereken her şeyin de kendisine Allah tarafından bağışlandığının bilincindedir, bilincinde olmalıdır.

    İslâm sanatı, İslâmî sanat, İslâm’a uygun sanat nedir, ne değildir, mümkün müdür? Nasıl olmalıdır? Bir eserin konusunun İslâm tarihinden, İslâmî şahsiyetlerden alınması, o eseri İslâm sanatı sınırları dâhiline sokar mı?

    Bediüzzaman, bu konulara doğrudan veya dolaylı olarak değinmiştir. Risalelerin bir yerinde “fena ve fani bir adamın güzel ve bâki” bir şiirinden bahseder. Bu söz, hikmetin nerede bulunursa alınabileceği hakikatine bir işaret olmakla birlikte sanat ve edebiyatın evrensel boyutlarına da dikkat çekmektedir. Güzel ve bâki olanı yakalayan her eserden, her yazardan istifade edilebilir.

    Bediüzzaman İslâm’a uygun bir sanat ve estetik anlayışının temellerini atmıştır Risalelerde. İnanan insana ümit vermiş, inanmayan insanın ümitsizliğe battığını, cehennem girişinde, hatta ölümün ilk dakikasında tüm ümitlerini yitireceğini belirtmiştir.

    Dalâlet yolunda giden ve ezici bir ümitsizliğe gömülen insana hiçbir tekemmül, hiçbir bilimsel buluş, hiçbir kemal, hiçbir medeniyet bir fayda sağlayamaz. İnsan ruhunun muhtaç olduğu gerçek teselli, sadece Allah’a imandadır. Allah, birtakım insanların güvenip bel bağladığı tabiat, esbap, servet, güç, şerik, keşif, terakki, teknolojik harika, millet, bâtıl mabud vb. her ne varsa hepsini de o inkârcılarla baş başa bırakacak, fakat inkârcılar onlardan hiçbir fayda göremeyecektir. Ölüm karanlığı, kabir, berzah, mahşer ve Sırat günleri gelecektir. Allah “Haydi, bana ortak koştuğunuz şeylere seslenin!” buyuracak, onlar da çağıracaklar. Ancak hiçbir cevap alamayacaklar. Arada uçurumlar olacak. Mücrimler, suçlu-günahkârlar ateşi görecek, oraya düşeceklerini anlayacaklar; fakat kaçacak yer bulamayacaklar. Dünya hayatındaki çabaları boşa gidecek. İnkârcılar da, şeytanlar da diriltilecek, sonra da cehennemin çevresinde diz çökmüş hâlde toplanacak. Sonra da her topluluktan Rahman’a isyanda en ileri gidenler çekip çıkarılacak.

    İşte bu kesinleşmiş hükümler henüz gerçekleşmeden, henüz vakit varken dalâlet ehlini uyarıyor Bediüzzaman: Siz, diyor, fıtratınızda yerleştirilen ve Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfat ve esmâsına sarf edilmesi gereken muhabbet ve mârifet istidadını, şükür ve ibâdât cihazâtını nefsinize ve dünyaya gayr-i meşrû bir sûrette sarf ettiğinizden cezayı hak ediyorsunuz, çekiyorsunuz. Çünkü, Cenâb-ı Hakka ait muhabbeti nefsinize verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Her şeyi gücü yetene tevekkül ile teslim olmadığınızdan sürekli elem çekiyorsunuz. Allah’a yöneltilmesi gereken sevgiyi dünyaya verdiniz, taksim ettiniz; belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, o sevgililerinizin, peşinden koştuğunuz fanilerin bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor, sevse de size bir fayda vermiyor; dâimâ hadsiz ayrılıklardan ve ümitsiz dönmemek üzere zevallerden azap çekiyorsunuz. Hayatın mutluluğu, insanın tekemmülü, medeniyetin güzellikleri, yenilikleri ve hürriyet lezzeti dedikleri şeylerin iç yüzleri ve mahiyetleri bu. Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir, geçici olarak hissettirmez. Kur’an yolu ise insanın zaaf ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîme tevekkül ile tedâvi eder. Hayat ve vücudun yükünü, O’nun kudretine, rahmetine teslim eder, kendine yüklemez. Kendisinin konuşan bir hayvan değil, hakiki bir insan ve Rahman’ın makbul bir misafiri olduğunu bildirir. İnsan, Allah’ı dört yolla tanır: Kur’an, Hz. Muhammed (asm) , kâinat kitabı ve vicdan.

    Risale-i Nur’da sanatçılara, sanatçı ruhu taşıyan insanlara “şairane bir fikir ve kalp sahibi” (Sözler), “şair denilen bülbüller” (Muhakemat) gibi ifadelerle atıf yapılmıştır. Gerçekten de sanatçılar, güzellikleri, evrenin özündeki hakikatleri, ruhtaki inkişafları, gelgitleri, sonsuzluk özlemlerini fark edip ifade eden insanlardır. Sanatçının özel bir duyarlılığı, özgün bir bakışı vardır. O, herkesin göremediğini veya görüp de ifade edemediğini söyler. Bilinmezi, derinlerde olanı, derunî parıltıyı keşfeder. Sanatçı kaleme alan, resmeden, nağmeye döken, kısacası ifade eden insandır. Herkes yalnız kalabilir; fakat bunu “Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge/ Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” diye dizelere dökmek Fuzuli’ye nasip olmuştur. Bediüzzaman Mevlana Cami için “fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan” (Sözler) ifadesini kullanır. Tasavvufu Yunus Emre’siz ve Mevlana’sız; hikmeti Nabi’siz, direnişi Nuri Pakdil’siz; medeniyet dirilişini Sezai Karakoç’suz, aşkı Fuzuli’siz, metafizik ürperişleri Necip Fazıl’sız düşünemeyiz. Sanat edebiyat duyarlılığı taşıyan insanlar da bu duyarlılıkları nispetinde sanat eserlerinden etkilenirler. “Bu dershane-i âlemde zümre-i insan/ Bakılsa her biri bir nüsha-i mücelleddir” diyen Nabi, “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” diyen Şeyh Galip, “Tennure giymiş ağaçlar” diyen Asaf Hâlet Çelebi unutulabilir mi? Hüseyin Su’nun “Gülşefdeli Yemeni”si, Necip Tosun’un Otuzüçüncü Peron’undaki “Yağmur”u, Ramazan Dikmen’in “Afife Abla’nın İncileri” öyküsü, Arif Ay’ın “Dokuz Kandil”i, Mustafa Ulusoy’un “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” romanı görmezlikten gelinebilir mi?

    Bediüzzaman, Siyah Dutun Meyvesi’nin içeriğinden “şiir kıyafetinde birkaç hakikat” diye söz eder. Bir risaleyi “Kalbe Farisi Olarak Tahattur Eden Bir Münacat” olarak kaleme alır. Sözler’in sonundaki Lemeat da çok farklı, sanatkârâne bir üslupla ortaya çıkmıştır. Yine bir mektubunda “Bak kitab-ı kâinatın safha-i renginine, ilh.” olan rengin ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiirle semânın yüzündeki yıldızlara baktım. “Keşke şair olsaydım, bunu tekmil etseydim” dedim.”14 ifadesi, Bediüzzaman’ın zengin ve derin ruhunu, sanatkârâne yönünü, sanata verdiği değeri göstermektedir.

    Bediüzzaman, doğrudan doğruya sanatçıya hitap etmese bile iman etmiş sanatçıya kâinat kitabını iyi okuması gerektiği konusunda ipuçları vermekte, İslâm sanatı için evren manzaralarını, evrenin ruhunu bir imkân olarak takdim etmektedir. Bir Müslüman için kâinat tesbih eder vaziyettedir. Evrenin ve insanın fıtrî hâli güzeldir, temizdir. Evrendeki düzen günahlarla, kötülüklerle bozulmakta, hatta yeryüzü bu günahlardan dolayı hiddetlenmektedir. Deprem gibi olaylar da tesadüf oyuncağı değildir.

    Bediüzzaman, peygamber kıssalarıyla, peygamberlere yaptığı göndermelerle de insan ruhunun estetik eğitimine eğilmiştir. Örnekler:

    Birinci Lema’da Hz. Yunus. (insanın kâinat ortasındaki konumuyla ilgili)

    İkinci Lema’da Hz. Eyyub. (sabır, hastalık, günahlar, musibetlerle ilgili)

    Sekizinci Mektup’ta Hz. Yakup ve Hz. Yusuf. (şefkat ve aşkla ilgili)

    Yirmi Üçüncü Mektup’ta Hz. Yusuf. (ölümle ilgili)

    Bunlardan sadece birisi üzerinde, Birinci Lema’daki Hz. Yunus kıssası üzerinde biraz duralım. Birinci Lema’da Hz. Yunus’la bizim hayatımız arasında derin bir bağ kuran Bediüzzaman, etkileyici bir anlatımla insanın kâinattaki konumu üzerinde durmuştur. Hz. Yunus “Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette, karanlıklar içinde”dir. Bu durumdayken Allah’a niyazda bulunmuş ve kurtuluşa ermiştir. O durumdayken kurtulma ümidine yönelik sebepler tamamen ortadan kalmıştır. Hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem de gökyüzüne geçebilecek Biri, Hz. Yunus’u kurtarabilirdi. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve balık ittifak etmiştir. Bu üçünü birden emrine boyun eğdirebilen bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilirdi. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın (sebeplerin) tesiri yok. Cenab-ı Hak, Hz. Yunus için balığın karnını bir denizaltı gemisine; sarsıntılı kocaman dalgalar içindeki denizi güvenli bir sahraya dönüştürdü; ayı da bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlûkat, her yönüyle ona dostluk yüzünü gösterdiler.

    Hz. Yunus için böyle bir tablo çizen Bediüzzaman, asıl anlatmak istediğini işte burada söylüyor ve sözü bakın nerelere getiriyor: “İşte, Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”15

    Gerçek durumumuzun böyle olduğunu belirten Bediüzzaman bütün sebeplerden yüzümüzü çevirmemiz ve doğrudan doğruya Müsebbibü’l-Esbab olan Rabbimize iltica etmemiz gerektiğini vurguluyor. “İstikbal, dünya ve nefis” bağlamında nefis bir çözüm sunuyor. Geleceğin ve dünyanın ancak gaflet ve dalâlet sebebiyle aleyhimizde ittifak ettiğini, hevâ-yı nefsin zararlarını yalnızca “ istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresinde” olan Allah’ın def edebileceğini söylüyor. Bunu akıl ve mantık süzgecinden geçirebileceğimiz kanıtları da gözler önüne seriyor: En ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi bilebilecek, bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandırabilecek ve dünyanın yüz bin boğucu dalgalarından kurtarabilecek sadece Allah’tır. Nasıl ki o yakarış sonucunda Hz. Yunus için balık bir binek ve denizaltı, deniz bir güzel sahra, gece mehtaplı bir lâtif suret almıştır; biz de iman nuruyla, Kur’ân’ın mehtabıyla geleceğimizin ışıması, gecemizin dehşet ve vahşetinin ünsiyet ve tenezzühe dönüşmesi için o yakarışla Allah’a yönelmeliyiz. Kurtuluş sahiline erişebilmek için; hayatın sürekli değiştiği, ölümün kol gezdiği, yılların, yüzyılların dalgaları üstüne hadsiz cenazelerin bindiği ve gözden kaybolduğu dünyamız ve zeminimizde, Kur’an tezgâhında yapılan bir manevi gemi hükmüne geçen İslâmiyet hakikatinin içine girmeli ve selâmetle o denizin üstünde gezmeliyiz. Böyle olduğu takdirde o denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, ibret ve tefekkür nazarını keyiflendirir, okşayıp ışıklandırır.

    İnsan geniş ve derin bir yapıya sahip olduğundan sıtmadan, depremden, kıyametten elem duyar. Mikroptan, kuyruklu yıldızdan korkar. Evini, koca dünyayı, küçük bahçesini, sonsuz ve sınırsız cenneti sever. Elbette, böyle bir insanın Mâbudu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksudu bütün kâinata, atomlara ve gezegenlere sözünü geçiren, emri altına alan Allah olabilir. İşte Bediüzzaman, sözü Hz. Yunus’tan nerelere getirdi? İnsan ruhunun mahiyetini çözdü, gerçekten mutlu olmanın, ruhsal doyuma ulaşmanın haritasını çizdi.

    İnsanın güzeli bulması, güzele ulaşması, güzellikle yaşaması için insana İlâhî kudret tarafından bir yol haritası çizilmiştir. Bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve latif bir mizaçla yaratılan insanda o mizaç yüzünden, çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister. Şu eğilimler gereğince yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok sanatlara ihtiyacı vardır. O sanatların tümüne vâkıf olmadığından, diğer insanlarla iş birliği yapmaya mecbur olur. Böylece her bir insan, farklı alanlarda çalışarak, derinleşerek başkalarına yardımcı olur; toplumsal hayat ortaya çıkar. Fakat insandaki “kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye” Sani tarafından sınırlandırılmadığından ve insanın cüz-ü ihtiyarisiyle yükselmesini sağlamak için bu kuvveler başıboş bırakıldığından, muamelelerde zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, insanlık âlemi çalışmalarının meyvelerini değiş tokuş ederken adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun da, ancak Allah’ın koyduğu kurallardır.

    Bediüzzaman, sanat edebiyat eserlerinde mananın esas alınması taraftarıdır. Onun belagat konusundaki görüşlerini özetlemeye çalışalım:

    Duygu ve düşüncenin tabiî (doğal) mecrası anlamın uyumlu, akıcı, açık, duru bir biçimde ifade edilmesidir. Anlamın uyumlu, düzgün bir şekilde ortaya konabilmesi için sağlam, muhkem bir mantık temeline oturması gerekir. Mantığın üslûbu ise birbiriyle kenetlenmiş bir hakikat zinciri ile mümkündür. Hakikatlere giren fikirler ise, karşısındaki mahiyetlerin inceliklerine nüfuz eder. Mahiyetlerin incelikleri ise âlemin en mükemmel ve görkemli nizamına dayanır, ondan medet ve destek alır. Âlemdeki mükemmel ve görkemli nizamda her bir güzelliğin kaynağı olan çok kapsamlı hüsn-ü mücerred (saf, özgün, soyut güzellik) saklanmıştır. Hüsn-ü mücerred ise, mezâyâ ve letâif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanından gelen sesler ise cennet gibi yaratılış harikası muhteşem bahçelerde cilvelenen çiçeklere perestiş eden ve şair denilen bülbüllerin nağmeleridir. Bülbüllerin nağmelerine rûhanî ahenk veren ise, anlamın güzel, edebî ve sanatlı bir biçimde dile getirilmesidir.

    Kısa, kuru, çorak sözler, belagatı baltalamıştır ve baltalar. Sanat edebiyat duyarlılığı taşımayan, edebî zevkten yoksun avam için yazanlar, yüzeyselliğe önem verirler. Onlar söz peşindedir, mana, düşünce, derinlik peşinde değil! Gitgide “lafız, mânâya hizmet” eder duruma gelir. Oysa belagatın doğasına taban tabana zıttır bu. Örnek istersen Harirî’nin Makamat’ına bak da o edebiyat dâhîsinin lafz sevgisine nasıl yenildiğini, lâfızperestlik hevesinin o değerli sanatını nasıl lekelediğini gör. O koca Abdülkahir Cürcani (ö.1078) bu hastalığı tedavi etmek için Delâil-i İ’câz ve Esrarü’l-Belâgat’ın üçte birini onun ilâçlarıyla doldurmuştur. Evet, lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır. Bir zarafet nüktesi veya kafiyenin hatırı için, birçok edebiyatçı, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.

    Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla. Mananın suretine haşmet verilmeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Üslûba parlaklık verilmeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve onu razı etmek şartıyla. Hayale cevelân ve görkem verilmeli, fakat hakikati incitmemek, ağır gelmemek, hakikate misal olmak ve hakikatten yardım istemek şartıyla…

    Kelâmın hayatlanması ve neşvüneması, manaların cisimleşmesiyle, cansızlara ruh üfleyerek içlerine konuşma ve söyleşmeyi atmakla mümkündür.

    Her hayalde nohut tanesi kadar olsun bir hakikat bulunmak şarttır.

    Kelâmın göz alıcı giysisi, cemali ve sureti, üslûp ile yani kelâmın kalıbı iledir. Üslûptan muradım, kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Belâğat yönünden faydası, kıssaların değişik yerlerdeki dağınık parçalarını bir araya getirmek, bitiştirmektir. Bir parçayı gösterir, bütünü hakkında fikir verir. Güya mütekellim, üslûbun bir köşesini muhataba gösterse, muhatap kendi kendine velev bir derece karanlık olsa da tamamını görebilir. Söz gelimi “mübareze” kelimesi, pencere gibi, savaş meydanını, içinde savaş yapılır durumda sana gösterir. İşte böyle çok kelimeler vardır ki hayalin sinematografisi denilse yeridir.

    Üslûp mertebeleri çeşit çeşittir. Bazen o kadar lâtif ve rakiktir ki, seher yelinden daha âheste eser. Bazen o kadar gizli oluyor ki, bu zamanın harbinin diplomatlarının savaş desiselerinden daha gizlidir. Bunları anlayabilmek için bir diplomat sezgisi lazımdır.

    Kelamın gücü, içindeki kayıtların birbirine cevap vermesi, özelliklerinin birbirine yardım etmesi, karınca kadarınca olsun asıl amaca işaret etmesiyle mümkündür. Kayıtlar akıntılar ve dereler gibi asıl maksada akmalı, asıl maksat bir havuz gibi olmalı. Her kelime, her cümle, her söz sanatı, her imge, her sembol, asıl amaca hizmet etmeli; içi boş, birbirine yardım etmeyen, birbirinin sorusunu cevaplamayan sözlerden kaçınmalı. Tenasüp, uyum, hüsün ve cemal ancak böyle parlar.

    Kelâmın zenginlik ve derinliğini onun düzenleniş biçiminden, asıl amacı gösterme biçiminden anlarız. Sözün düzenlenişinden doğan ima, işaret ve çağrışımlar, telmihlerle ve üslupların işaretleriyle bizi asıl amaca götürür. Zira telmih ve işaret, sakin vaziyetteki hayalleri titreştirir, sessiz duran yönlerini konuşturarak kalplerin en uzak köşelerindeki istihsanı ve alkışlamayı harekete geçirir. Evet, telmih ve işaret ise, yolun etrafını temaşayla tenezzüh etmek içindir. Kast ve talep ve tasarruf için değildir. Demek, mütekellim onda sorumlu olmaz.

    Ayetlerin î’câz (mucizelik) delillerinin anahtarı ve belagat sırlarının keşfedicisi yalnızca belâğat-ı Arabiyedir, Yunan felsefesi değildir.

    Kelâmın meyveleri ise, değişik tabakalarda, çeşitli biçimlerde oluşan anlamlardır.

    Kelâm denilen çeşit çeşit anlamların fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın içeriği şöyle oluşur: Dış etkiler dolayısıyla kalbin bir kısım duyguları titreşir. Ondan hava gibi tam algılanamayan anlamlar, bir derece aklın nazarına ilişmekle aklı kendine yönlendirir. Sonra o buhar hâlindeki anlamın bir kısmı yoğunlaştığından eğilimlerin ve tasavvurların bir kısmı havada kalır; bir kısmı da su damlasına dönüştüğünden akıl ona rağbet gösterir. Sonra sıvı hâldekilerin bir kısmı katılaşıp ortaya çıktığından akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o katı hâldeki anlam, özel bir resim ve biçimle göründüğünden akıl onun boyuna posuna göre, özel bir kelâm ile onu gösterir.

    Demek akıl, müşahhas hâle geleni kelâmın özel sureti içine alıyor. Katılaşmayanı ise kavramın eline verir. Oluşmayanı kelamın işaret ve niteliğine yükler. Damlaya dönüşmeyeni kelâmın ikinci plandaki anlamlarına havale eder. Buharlaşmayanı üslûbun titreşimlerine ve kelâmla arkadaşlık yapan kelam sahibinin tavırlarıyla bağlar. İşte bu silsilenin borularından, şu madenden ad verilen varlık, eylemin anlamı, delâlet ettiği anlam, hitabı uğurlayan ve tavırları harekete geçiren etkenler, içerik, sözün bütüncül anlamı, zaruri anlam ve daha başka kavramlar ortaya çıkar. Eğer seyretmek istersen, kendi vicdanına bak, şu mertebeleri göreceksin. Altının elde edilmesi de buna benzer. Muhtelif alet ve makinelerle, farklı borularla, değişik tortulaşmalarla, çeşit çeşit oluşumlarla gerçekleşen bir dizi işlemden sonra altın ortaya çıkar.

    Anlamlar, asıl maksada hizmetleri oranında önem kazanır. Böylece intizam ortaya çıkar; o intizamdan tenasüp, tenasüpten ahenk güzelliği, o ahenk güzelliğinden güzel geçim, o güzel geçimden kelâmın kemaline bir doğrulama ölçeği çıkar. Yoksa vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olan sözcükler, büyük rütbeye yükseltilince kibirlenerek tenasübünü bozup geçimi karıştırır. Demek, kelâmın kayıtlarının yeteneklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Evet, her şeyi yeteneği oranında terfi ettirmek lâzımdır. Zira göz, burun gibi bir organ ne kadar güzel olursa olsun, hattâ altından olsun, haddinden büyük olursa sureti çirkinleştirir.

    Herkes kendi sanatında büyüktür. Aynı şekilde o anlam katmanları içinde bazen bir küçük anlam başkan olur, değer kazanır.

    Belirsiz (muallakta) kalmış bazı anlamlar vardır ki muayyen bir şekli, özel bir yurdu yoktur. Müfettiş gibi her bir daireye girer. Bazen kendisine özel bir lâfız takıyor. Bu muallâk anlamların bir kısmı ise harf ve hava gibidir. Başka kelime onu derûnuna çeker. Bazen bir cümleye, belki bir kıssaya nüfuz eder. Ne vakit o cümle ezilse, ruh gibi o anlam damlar. Meselâ hasret, özlem, övgü, teessüf gibi anlamlardır.

    Belâgatın hayat düğümü, diğer bir tabirle beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise, dıştaki yani zihnin haricindeki hakikatlerin yasalarını ve ölçülerini göstermektir. Şöyle:

    Haricî hakikatlerin yasalarını temsilî kıyas yönüyle ve deveran yoluyla ve vehmin tasarrufuyla şairane olan mâneviyat ve durumlarda yerleştirmektir. Demek ayna gibi hariçten yansıyan hakikatin pırıltılarını gösterir. Güya kendi hayalî sanatı ve söz nakışıyla hilkat ve tabiatı taklit eder, kopya eder.

    Evet, kelâmda hakikat olmazsa da, en azından benzerinden ve nizamından yardım almak ve onun tohumu üzerinde sümbüllenmek gerektir. Fakat her tohumun özel bir sümbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sümbüllenmez. Beyanın felsefesi dikkate alınmazsa, belâgat hurafeler gibi, hayal de hortlak gibi, dinleyiciye hayretten başka bir fayda vermez.

    Beyanın felsefesine benzer biçimde nahvin yani gramerin de bir felsefesi vardır. O felsefe ise, gramer kurallarının hikmetini beyan eder.

    Söze beyan anlamlarını aşılama ve anlamların yerlerini değiştirme ve dönüşüme uğratma, kelimenin gerçek manasındaki asıl amacı veyahut muallakta kalan manayı birisini içirip içine çekmekle mümkündür. Zira bunlar sözlerin içine girdiği vakit, ev sahibi olan hakikate ve esasa dönüyor. Asıl lâfzın sahibi olan anlam ise, hayatî bir surete dönüyor, ona medet veriyor ve ikinci üçüncü planda kalan anlamlardan destek alıyor. Bu sırdandır ki, tek bir kelimenin birçok anlamı oluyor. Becayiş (anlam değiştokuşu) ve anlamları aşılama bundan çıkar. Bu noktadan gaflet eden, büyük bir belâgatı kaybeder.

    Kelâmın selaseti (akıcılığı) ise, hissiyattan bir derece uzaklaşmamak, tabiatı taklit etmek, hakikati göstermek, asıl amaçtan sapmamak, amacı apaçık bir biçimde belirlemektir.

    Kelâmda duyguları eksik bırakmak, amacı başka amaçlarla karıştırmak akıcılığı bozar. Yazının ahengini, düzenini bozacak şekilde pek çok mana peşinde koşmak, daldan dala atlamak, meseleyi dallanıp budaklandırmak yanlıştır. Hem de hayal unsurlarını kullanırken tabiata şakirtlik etmek gerektir; tâ ki tabiatın yasaları onun sanatında yansıyabilsin. Hem de ifade edilmek istenen tasavvurların gerçek dünyaya uygun olmasına dikkat edilmelidir.

    Kelâm meyvedar bir ağaçtır. Zarardan ve meyvelerinin koparılmasından korunmak için dikenleri ve süngüleri dizilmiştir. Güya o kelâm, birçok münazaranın neticesi ve pek çok muhakemenin özü, kaynağı olduğundan, gayet ulvî bir mertebede olduğundan evham şeytanları kulak hırsızlığı yapamazlar, eğri nazarla bakamazlar. Güya kelamı söyleyen, altı yönünü nazara alıp etrafına bir sur çekmiştir.

    “Söylenene bak, söyleyene bakma” denilmiştir. Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Niçin söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat açısından lâzımdır, hatta çok gereklidir.

    Sanat ve edebiyat, dinin yerini almamalıdır. Bediüzzaman’ın “Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat” diye nitelendirdiği edebiyat, “romanvari nazarla” Kur’an’daki letaif-i ulviyeti, mezaya-i haşmeti göremez ve hem tadamaz; kendindeki mihengi ona ayar edemez. Buradaki “romanvari nazar” kavramlaştırması, başlı başına bir araştırma konusudur ve üzerinde bilhassa durulması gereken bir anlayıştır. Aslında Bediüzzaman, bu kavramlaştırmasıyla ne demek istediğini sonraki cümlelerinde belirtmiştir. Bu ifadeleri incelediğimizde karşımıza “çocukça bir heves, sefihçe bir tabiat sahibi, zevk-i süfli, sefih, hem nefsi ve şehvani içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhiyi bilmez” gibi anahtar kavramlar çıkmaktadır. Bediüzzaman’ın “yabani edeb” dediği bu edebiyat, hamaset noktasında hakperest değildir. Bilakis zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder.

    Bu yabancılaşmış, bulanmış/ bunalmış edebiyat, güzellik ve aşk noktasında ise hakiki aşkı bilmez; şehvetengiz bir zevki nefislere aşılar. Gerçeği betimlemek istediğinde de kâinata İlâhî sanat suretinde bakmaz, evrende Rahman’ın damgasını, mührünü görmez, görmek istemez. Bilakis tabiatperestlik yapar. Telkini, tabiat aşkıdır. Kalbe maddeperestlik hissi yerleştirir.

    Mutlu, neşeli gibi görünse de mutsuzdur. Dalaletten kaynaklanan ruh ıstıraplarına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin, hem münevvim), hakiki fayda vermez. Tek bir ilacı bulmuş; o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez. Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz. Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış, dünyaya bir alufte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred (saf, soyut güzellik) tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi hatırlatır. Görünüşte sefahetin kötü olduğunu, insana yakışmadığını, zararlı olduğunu söylese de betimlemeleri ve söylemiyle zarar verir. Hâlbuki sefahete öylesine teşvik eder ki ağız suyu akıtır. Bir öğrencisi, Bediüzzaman’a yazdığı mektupta “diyanetten medet almayan, ehl-i gafletin gafletini ziyadeleştiren edebiyat denilen müthiş sarhoşluk” tan (Barla Lahikası) söz ederken elbette ki romanvari nazardan, cinselliğin ayrıntılarını yüceltip cömertçe sergileyen, insanın günah karşısındaki zaaflarını en insani ve meşru bir hâlmiş gibi sunan edebiyattan söz ediyordu. Bizzat Bediüzzaman da “Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edep böyleyse ve efkâr-ı umumî böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim.” ifadelerini kullanmıştır.

    Beşerî zaaflar, insana özgü yanlışlar, yanılgılar, nefis ve şeytanın tuzağına düşmeler, günahlar, günahta ısrarlar, yalanlar, kırılan kalpler, duyarsızlıklar, nezaketsizlikler… Bütün bunlar, yaşamın tamamı, insanın bütünü değildir. İnsan gerçeğinin asıl üzerinde durulacak, işlenecek kısmı ruhun yüceldiği, fıtrata dönüldüğü, aslın keşfedildiği durumlar ve zamanlardır. Sanat da elbette ki ideolojik bir öğütler zinciri şeklinde değil, duyumsatarak, sezdirerek, ruhu bir nakış gibi içten içe işleyerek, kavl-i leyyin güzellikleriyle doğruyu, iyiyi, hikmeti dokuyan bir yapıdır. Allah’tan kopan, uzaklaşan, O’nunla bağını koparan, hatta “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım.” söylemiyle vahye kulak tıkayan, hatta meydan okuyan bir sanat anlayışı sonsuzluğa sırtını çevirmiştir.

    Gözünü sadece bu fani hayata diken, olayları yalnızca sınıf çatışmalarıyla yorumlayan, insanı kâinatın ortasında yapayalnız zanneden, kötülük gibi görünen hadiselerin ardındaki hikmetleri okuyamayan, insanı sadece bedensel, cinsel yönüyle işleyip bu duyguları kışkırtan, her türlü tensel hazzı, ahlak dışı ilişkileri, her şeyi olduğu gibi anlatan, bu konularda hiçbir sınır tanımayan bir sanat, insana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hatta hayal ve diğer yetilerinin yüzlerini sonsuz hayata çevirme niyetinde değildir. Bu zihniyet “samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet” ilkelerinden uzaktır. Böyle bir anlayış, beşerin heves, arzu ve tutkularını uyandırmak, kışkırtmak için, büyüleyici, cazibedar nefisleriyle, uydurulmuş incelikleriyle ısırıcı kelimeler saçar. Materyalist, Marksist, seküler felsefeye yaslanan edebî eserlerde günahların cazibesine karşı insanın mağlubiyeti masum gösterilir ve insani, normal bir hâl olarak sunulur okuyucuya. Vahye kulak asmaz, kutsal değerleri hiçe sayar, onlarla alay eder hatta. Günah ânını yüceltir, ten hazzını kutsar. Oysa “Her günahın içinde küfre gidecek bir yol var.” diyen Bediüzzaman “ayn-ı lezzet” içindeki vahamete işaret eder. Eskişehir hapishanesinin penceresindeyken karşıdaki lisenin bahçesinde gülüşen öğrencilerin elli altmış sene sonraki vaziyetlerini düşünür, düşündürür. Meşru olmayan sevgilerin “nihayetsiz azap” ile sonuçlandığını hatırlatır. Sonsuzu, hep sonsuz hayatı nazara verir. 

    Fıtraten, şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılan küçücük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. İnsan kalbi kâinatı içine alabilir ve o kadar sevgi taşıyabilir. “Hattâ insan-ı mü’minde, hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedit alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i İlâhiyenin tereşşuhâtıdır. Hattâ insanın mütenevvi hissiyât-ı şedidesi, o istidad-ı muhabbetin istihaleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır.”16 Buradaki “başka şekillere girmiş reşhaları” ifadesi, bize her güzelliğin aslını ve bu asıldan yayılan güzellikleri düşündürmektedir.

    Bediüzzaman’a göre vicdanın ve ruhun dört esası olan “irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye”nin asıl amaçları şunlardır: İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. Takvânın içinde hepsi de vardır. Bunlar İlâhî buyruklarla yetişir, bereketlenir, süslenir ve asıl amaca yönlendirilir. Aslında Risale-i Nur’daki estetik, bu dört esasın, yani “irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye”nin eğitimine tahsis edilmiştir, denilebilir. İrade Allah’a ibadete, zihin Allah’ı tanımaya, duygular Allah’ı sevmeye, lâtife Allah’ın güzel isimlerinden yansıyan nakışları, cilveleri, güzellikleri görmeye adanacaktır. Bu bağlamda ölüm bile nimettir. Ölüm, sonsuz saadete bir başlangıçtır; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin başlangıcı da nimettir. Nitekim vacibin başlangıcı vacip, haramın başlangıcı haramdır. Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Dolayısıyla ruh, ceset kafesinden çıkarsa kurtuluşa erer. Ölüm olmasaydı, dünya, insanları istiab edemezdi ve insanlık müthiş perişanlıklara maruz kalırdı. İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, hayat şartlarına güç yetiremez, daima ölümünü isterler. Bunun için, ölüm nimettir. (İşaratü’l-İcaz)

    21. yüzyılın şu günlerine baktığımızda “Roman ölüyor mu, ölecek mi?” tartışmalarına rağmen “romanvari nazar”ın birçok zihinde hâkim olduğunu görmekteyiz. Bediüzzaman, “romanvari nazar” kavramlaştırmasıyla öykü, roman, tiyatro, sinema, resim ve heykel gibi sanatlara dair bir değerlendirme, bir izah yapmaktadır. Kur’an’ın, sanemperestliği ve sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de yasakladığını belirtir. Medeniyet ise, sûretleri kendi güzelliklerinden sayıp, Kur’ân’la muâraza etmek istemiştir. Hâlbuki gölgeli, gölgesiz suretler, taşlaşmış zulüm, cesetleşmiş riya veya cisimleşmiş hevestir. Bu gölgeli ve gölgesiz suretler, insanlığı zulme, riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. İnsanlığın şimdiki kötülüklere karışmış hırçın rûhunda, mütebessim küçük cenâzeler olan sûretlerin rolü ehemmiyetlidir. Bediüzzaman şimdiki hırçın ruhlardan söz ediyor. Semavi vahyi dinlemeyen, kendi bildiğine itimat eden enaniyeti sorguluyor. Bu hırçın ruhları estetik eğitimden geçirmek, asıl güzel olana istiyor. Derin psikolojik tespitler yapıyor Bediüzzaman, insanı hele hele çağın insanını çok iyi tanıyor. Sözler’deki vesvese bahsinde “Hem, bazen kalp yoruluyor; fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur. Pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.” tespiti de psikolojik bir tahlildir.

    Müslüman sanatçı, daha başka neler yapmalıdır? Edebiyatta üç cevelân meydanı vardır. Ya aşkla güzelliktir, ya hamâset ve şehâmet, ya da hakikatin betimlenmesi. Kur’an’dan yansıyan edebiyat ise işin içine hevâyı karıştırmaz; hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred (saf ve soyut güzellik) aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir ve aldatmaz. Kâinata tabiat cihetinde değil, ilâhî bir sanat olarak bakar; akılları şaşırtmaz. Allah’ı bilmenin nurunu aşılar, her şeyde O’nun ayetini gösterir. Vicdani simgelerle, mistik sembollerle, ülküsel gerçeklerle konuşur.

    Her iki edebiyat da rikkatli birer hüzün verdiği hâlde birbirine benzemez. Batı edebiyatı ahbap yokluğundan, sahipsizlikten kaynaklanan bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez. Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten ilham aldığı gamlı bir hüzün verir. Âlemi hem vahşetli bir yer olarak tanır ve tanıtır, hem de hem de güya mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabanîler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz. Kendine verdiği şu heyecan hissiyle gitgide ilhada kadar gider. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez. Kur’an’dan yansıyan edebiyat ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkàne hüzündür, yetimâne değildir. Ahbap ayrılığı dolayısıyladır, ahbap yokluğundan değil.

    Kâinat onun için kör tabiat değildir; şuurlu, rahmetli bir ilâhî sanattır. Tabiattan bahsetmez. Kör kuvvetin yerine, inayetli, hikmetli bir İlâhî kudretten söz eder. Onun için, kâinat vahşetzâr suret giymez. Bilâkis mahzun muhatabın nazarında bir dostlar, ahbaplar topluluğudur. Her tarafta cevap veren, karşılık veren dostlar, dostluklar, kardeşlikler var; ona sıkıntı vermez. Her köşede sevecenlik var, sıcak bir yakınlık var. Müştakane hüzün, o cemiyet içinde mahzunun yanındadır, onu anlatır; yüce bir duygu verir, gamlı bir hüznü vermez.

    İkisi de şevk verir. O yabanî edebiyatın verdiği bir şevk ile nefis heyecana düşer, heves, tutku ve bedensel hazlar azıtır; ruha ferah veremez. Kur’an’ın şevkinde ise, ruh heyecana düşer, insana yüce bir şevk verir.

    Aslında Bediüzzaman, kanaatimce üç grupta toplayabileceğim sanat ve düşünce dünyasını estetik eğitimine tâbi tutmuştur: Öykü, tutku, ezgi.

    Roman, tiyatro, öykü, şiir, mensur şiir gibi türleri ben “öykü” adıyla sembolleştiriyorum. Felsefeyi “tutku” adıyla sembolleştiriyorum. Müziği “ezgi” adıyla sembolleştiriyorum.

    İslâm sanatı için Risalelerden aldığım ilhamla alacakaranlığın çığlığı ifadesini kullanmak isterim. Hakikatler ve güzellikler güneş gibi aşikâr olduğu halde akla kapı açılır, irade elden alınmaz. Hakikatler, şu dünya hayatında insanın ihtiyarı elden alınmamak için perdelidir. Fakat gök yarıldığında, yıldızlar saçıldığında, denizler taştığında, kabirler deşildiğinde herkes ne yaptığını ve neyi geride bıraktığını tüm berraklığıyla görecek. Güneş dürüldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, defterler açıldığında, cehennem kızıştırıldığında, cennet yaklaştırıldığında her şey aşikâr olacak. Her nefis, o gün için ne hazırladığını öğrenmiş olacak. Oysa şimdi her yer alacakaranlık. Bir sessizliğin, bir kendine dönüşün, kendine yönelişin, sessiz çığlıkların zamanı ve adıdır alacakaranlık. Anlatacakları vardır düşünenlere, dertlenenlere, ıstırabı ve derinliği katık edenlere. Alacakaranlıkta aydınlığı bulabilenler, evrensel serinliğe, kalp sıcaklığına kavuşmuştur.

    Bediüzzaman’ın, öğrencilerine hitaben yazdığı mektuplarda, ifadelerde de ince bir ruh estetiği görürüz. En etkili çareyi “birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i mâneviyesini takviye etmek ve fedakâr hakikî kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamak” şeklinde ifade eden Bediüzzaman, zarafetten ve derinlikten yanadır. Zaten Risaleler, baştan sona bir kalbi okşar. Onlar, bize içselleştirilmemiş, duygu ve vicdanın kareköküne yerleşmemiş sözcükler söylemez. Bir kalbi okşamak, bir medeniyet kurmaya benzer. Kalpler okşandığı için insanlık değişmiş, kalplerden kin ve nefretler, karanlık ve ejderler sökülüp atılmıştır. Ruhlardaki medeniyet, yeryüzü medeniyetlerinin de doğmasına vesile olmuştur. Bediüzzaman, yazdığı mektuplarda “aziz, sıddık, metin, sarsılmaz, sebatkâr, fedakâr, vefakâr, bahtiyar, bu dehşetli asırda mükemmel tesellilerim ve vârislerim” gibi ifadeler kullanmıştır.

    Risale-i Nur’da her şeyin güzel tarafı gösterilirken yaratılanlara ve yaratılışa Allah hesabına bakma ilkesi esas alınmış, insanın hiçbir güzelliği, hiçbir varlığı ve zenginliği sahiplenemeyeceği vurgulanarak insan teselli edilmiştir.

    Allah, her bir nevi varlığın mahiyetini bir model hâline getirmiş, esmasının nakışlarını, sanatının güzelliklerini, cilvelerini göstermek için her bir can sahibine duygularla bezenmiş bir vücut giysisi giydirmiş, onun üstünde kader ve kaza kalemiyle nakışlar yapmıştır. Her bir varlığa da, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak, bir kemal, bir lezzet, bir feyiz vermektedir. (Mektubat, 24. Mektup) Dolayısıyla hiçbir varlığın Allah’a karşı hak dava etme hakları yoktur. İşte sorunlarımıza, şikâyetlerimize en köklü çözüm…

    Peki, yaratılmış olanların hakkı nedir? Cevabını da hemen veriyor Bediüzzaman: Daima şükür ve hamd ile, Allah’ın verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmek.

    Niçin? “Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.”

    Öyleyse madenler “Niçin bitki olmadık?” diye sızlanamazlar; madenî bir vücuda mazhar oldukları için, hakları şükrandır. Bitkiler “Niçin hayvan olmadım?” deyip şikâyet edemez; bilakis vücut ile beraber, hayata mazhar oldukları için, hakları şükrandır. Hayvanlar ise, “Niçin insan olmadım?” diye şikâyet edemez. Aksine hayat ve vücut ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakları şükrandır.

    Bediüzzaman bu konuyu açıklarken şikâyetçi insanı “kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil” sıfatlarıyla anmaktadır. Meselenin özünü de çok net bir biçimde vuzuha kavuşturuyor: Eğer şikâyet edeceksen nefsini Cenâb-ı Hakk’a şikâyet et; çünkü kusur nefsindedir. İşte bütün mesele gelip bu hakikate dayanıyor. Sanat eserlerinde daima karşımıza çıkan mesele. Pek çok insan, hayatta karşılaştığı zorluklar dolayısıyla Yaratıcıyı, kaderi suçluyor. Kendisini acındırıyor, başkalarına da İlâhî rahmetten daha fazla acımaya kalkışıyor; fakat hiç de kendi nefsini sorgulamıyor, kusurunu görmüyor, vücudunu, servetini, içinde bulunduğu bin bir nimeti kendisinden biliyor, diğer insanlara da bu nazarla bakıyor.

    Bediüzzaman hayattaki sıkıntılar, insanın şikâyetleri, ayrılıklar, ölümler konusunda kâinattaki nizamın, hilkatin anlamına eğiliyor sürekli: “Kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyir ve seyelân-ı eşya o kadar mânidardır ki, o faaliyetle Sâni-i Hakîm envâ-ı kâinatı konuşturuyor.”

    Eşya zevale ve yokluğa gitmiyor; kudret dairesinden ilim dairesine geçiyor, Şahadetten âleminden gayb âlemine gidiyor, fani ve değişen âlemden nur âlemine, bekaya yöneliyor. Esmanın nakışları yenilenir, tazelenir, güzelleşir. Cansızlardaki hüsün ve cemal de esmâ-i İlâhiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider; o aynaların değişmesiyle onlara bir zarar gelmez. Akıl sahibi olmayan canlıların zeval ve firakı ise, bir yokluk ve fenâ değildir; cismanî vücuttan ve hayat görevinin dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ruhlarına devretmesidir. Onların, o sonsuz ruhları da birer esmâ-i İlâhiyeye dayanarak devam eder, kendine lâyık bir saadete gider. Akıl sahibi canlılar ise zaten ebedî saadete, maddî ve mânevî kemâlâta medar olan beka âlemine, Sâni-i Hakîmin dünyadan daha güzel, daha nuranî olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü sefer etmektedir; bir mevt ve adem ve zeval ve firak değil, bilakis kemâlâta kavuşmaktır. Her mü’min, derecesine göre, Kur’an nuru ve iman sırrıyla bütün mevcudatın saadetleriyle, sonsuz hayata kavuşmalarıyla, hiçlikten kurtulmalarıyla ve kıymettar birer Rabbânî mektup olmalarıyla mesut olabilir ve dünya kadar bir nur kazanabilir. Herkes derecesine göre bu nurdan istifade eder. Dalâlet ehli ise kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatın helâketiyle, fenâsıyla ve zâhirî idamlarıyla, canlı ise elemleriyle yıkılır, üzülür. Yani, onun küfrü, onun dünyasına yokluk doldurur, onun başına boşaltır; kâfir daha Cehenneme gitmeden Cehenneme gider. Allah’ın isimleri mahlukatta farklı şekillerde tecelli eder. Kendi nakışlarının aynalarında cemal cilvelerini, kemal yansımalarını görmek ve göstermek isterler. Bir tek sayfada ayrı ayrı binler mektubu yazmak ve okutturmak isterler. Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâ’dan sana gönderilmiş mektuplardır. Demek her bir şey, o intisap noktasında, Allah’la irtibatı bağlamında hadsiz envâr-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır. Eğer o intisap olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara, zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünkü o halde, alâkadar olabileceği her bir mevcuda karşı bir firakı, ayrılığı ve bir zevali vardır. Demek, kendi şahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücutta kalsa da (intisapsız), evvelki noktasındaki o intisaptaki bir an yaşamak kadar olamaz. İnançsızlar nazarında dünya boş bir vahşet yeridir. Evet, nasıl ki bir ağaç meyvelerinin her birisi, ağacın başındaki bütün meyvelere karşı bir ilgisi, yakınlığı var. O ilgi ve yakınlıkla birer kardeşi, arkadaşı mevcut olduğundan, onların adedince ârızî vücutları vardır. Ne vakit o meyve ağacın başından kesilse, her bir meyveye karşı bir firak ve zeval oluşur. Her bir meyve onun için ölü hükmündedir. Öyle de, Ehad ve Samed olan Allah’ın kudretine intisap noktasında, her şey için bütün eşya var. Eğer intisap olmazsa, her şey için, eşya adedince haricî yokluklar var. Nasıl ki kör, sağır, dilsiz, akılsız adam için her şey ölüdür; öyle de, imansız nazarında her şey ölüdür, karanlıktır, korkunçtur. Kendisini ve sevdiklerini kurtaracak sonsuz bir güce inanmayan insan, gerçek anlamda nasıl mutlu olabilir? Sığınılacak bir köşe bulabilir mi? Hangi aydınlanma felsefesi, hangi öncü tiyatro akımı, hangi coşku tiyatrosu, hangi politik tiyatro, hangi film, hangi resim, Yaratıcıyı hiçe sayan hangi sanat eseri, onu bu ürkünç yalnızlıktan, korkunç ruh hâlinden kurtarabilir?

    Dini bazı sosyal şartların ürünü olarak görenler, dinin kitlelerin özlem ve beklentilerini karşılamak amacıyla insanlar tarafından uydurulduğunu iddia edenler, öteki dünyayı öne çıkararak sorunları çözmekten uzak kaldığını, böylece insanları uysallaştırıp egemen güçlerin elinde silaha dönüştüğünü ve ilerlemeye engel olduğunu savunanlar, doğada olup biteni Allah’a vererek insanı şaşırttığını söyleyenler, Bediüzzaman’ın getirdiği akla, mantığa uygun kanıtlar karşısında seslerini çıkaramıyor. Peki, niçin hâlâ o yolda olanlar var? İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar da ondan. Tuhaf bir şeytanî aldatmaca ile kendilerini aldatıyorlar.

    Ve soruyorum buradan? İnkârcılar, materyalist felsefeyi benimseyenler, Risale-i Nur’a cevap verebilirler mi? Bediüzzaman’ın vefatının üzerinden elli yıl geçti ve Risale-i Nur küfür ve dalâlet ehline hâlâ meydan okuyor, onları düşündürmeye çalışıyor, hakikate, vicdanın, aklın ve ruhun sesine, asıl güzelliğe çağırıyor. Bediüzzaman’ın izahlarına, hakikatlere cevap verebildiler mi, bunları eleştirebildiler mi, çürütebildiler mi? Elbette hayır. Durum ortadadır. Risale-i Nur’da sadece materyalist inkârcılara değil, Hristiyanlara, Yahudilere, diğer din mensuplarına da çağrı söz konusudur.

    Risale-i Nur’da ısrarla bu dünyanın ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil olmadığı vurgulanmaktadır. Burası Dârüsselâm menziline dâvetli mahlûkatın toplandıkları bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez. O lezzetlerden hiç kimse tam anlamıyla muradına eremez. Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez. Lezzetler ve o nefîs şeyler, ancak ibret ve şükre sevk içindir. Çünkü onlar Cenab-ı Hakkın ehl-i iman için Cennetlerde hazırladığı hakikî nimetlere nümunelerdir. İşte hayal kırıklığı yaşayan, beklentilerine kavuşamayan kimseler için hakiki teselli noktaları. Güzel olana çağrı.

    Dünyadaki güzellikler, fanilik ve yokluk için değildir. Onların suretleri, misalleri, anlamları, sonuçları alınır; sonsuzluk âleminde, ehl-i beka için ebedî manzaraların yapılmasına medar olurlar. Yahut ebedî âlemde Sâni-i Ebedî onları istediği şekillere sokar. Çünkü, o masnûat, beka içindir. Onların o zahirî ölüm ve fenâları, görevlerinden terhistir, idam değildir. Onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten fenaya gider, birçok yönden bâki kalır. (Mesnevi-i Nuriye)

    Sözün burasında bir gül örneği verir Bediüzzaman: Evet, nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllarda da akıllar adedince manaları kalır. Bunun gibi o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür, gider. Amma onu gören bütün insanların hafızalarında ve halefiyle hâmile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir. Demek, o gülün tohumu olsun, hafıza yetisi olsun, o gül çiçeğinin suretini, süsünü, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekası için birer menzildir. İnsanın da her bir hareketi, sözü o gül gibi saklanıyor. Her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir. Bütün bu hakikatlerle bizi donatan Kur’an’ın hükümleri “delâil-i akliyeyle müeyyed ve fıtrat-ı selîmenin şehadetiyle musaddaktır.” (Mesnevi-i Nuriye)

    Risale-i Nur’a göre; rahmetin rahmet olması ve nimetin nimet olması, ancak ve ancak haşir ve sonsuz saadete bağlıdır. (İşaratü’l-İcaz) Sonsuz saadet olmasa, en büyük nimetlerden sayılan akıl, insanın kafasında yılan vazifesini görmekten başka bir işlev görmez. Bunun gibi en latif nimetlerden sayılan şefkat ve muhabbet, ebedî bir ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına geçer. Haşri ve ahireti esas alan bir anlayışla, insan zorluklara, sıkıntılara, ayrılıklara tahammül edebilir.

    Ailede, vatanda, memlekette gerçek anlamda güvenliğin, güzelliğin sağlanması da ahirete imanla mümkündür: Ahiret akidesi “Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’ân dersiyle temkin verir. Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak. Aklı başlarına getirir. Zâlime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir. İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.”17

    Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir. Bunun izahı şöylece yapılır: (İşaratü’l-İcaz) Bir kişi, ezelî kudret tarafından, yokluk karanlıklarından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlar. Bir medet, bir yardım için merhamet istemek üzere tabiata ve anasıra baktığı vakit, kalbinin kasavetinden dolayı merhametsizlikle karşılaşır. Gökteki cisimlerden yardım bulmak amacıyla başını havaya kaldırır. O gök cisimleri, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli hâlleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî ihtiyaçları bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün yalnızlaşarak, vahşete düşerek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına sığınır. Bakar ki, vicdanı binlerce emel, niyet, arzu ile dolu. Bunların gürültülerinden cinnet getirecek bir hâle gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahsın, Allah’tan başka sığınacak bir mercii var mıdır? Korku, çaresizlik, âcizlik, vahşet ve gönül darlığı içinde, ümitsizce kıvranan o kişi, kendi kudretine bakar; kudreti âciz ve noksandır. İhtiyaçlarına bakar; def edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Her şeyi düşman, her şeyi garip görür. Dünyaya geldiğine bin defa pişman olur, lanet okur. Fakat o şahıs, doğru yola yönelip kalbi ve ruhu iman nuruyla ışıklanırsa, o önceki karanlık vaziyeti nurani bir hâle dönüşür. Hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakk’a dayanır, müsterih olur. Ebede kadar uzanıp giden emellerini, yetilerini, arzularını düşündüğü zaman, sonsuz saadeti tasavvur eder. O sonsuz saadetin hayat suyundan bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder. Başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar, her şeyle dostluk ve yakınlık hisseder. Gökyüzüne, oradaki cisimlere, yıldızlara bakar; onların hareketlerinden dehşet değil, dostluk, yakınlık, güven hisseder ve onların o hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder. Hangi gezegene, yıldıza baksa “Ey arkadaş, bizden ürkme. Hareketlerimizden korkma. Hepimiz bir Halıkın memurlarıyız.” diye, yakınlık, emniyet verici sevecen sesleri kalben işitmeye başlar. O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç, şiddetli elemlerden kurtulmak için, tesellilerle duygularını iptal etmek ve sarhoşlukla o hâlleri unutmak ister. İkinci durumunda ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe o saadetler artar ve ona manevi cennetlerin kapıları açılır.

    Bediüzzaman, insanın estetik eğitimi konusunda-o böyle adlandırmasa da kanaatimce bunlar ruhun güzellik eğitimidir- ümitsizlik, yaptığı iyiliklere güvenme, gurur ve kötü zan (yeis, ucb, gurur, su-i zan) hususlarına da dikkat çeker. Bu dört hastalığın nedenlerini ve tedavi çarelerini gösterir.

    Doğruluk da, insan ruhunun estetik eğitiminde temel esaslardandır. Doğruluk güzeldir. İslamiyet’in esası, doğruluktur. İmanın hassası, doğruluktur. Bütün kemalata ancak doğrulukla ulaşılır. Güzel ahlak, doğrulukla olur. Yükselmenin ve yücelmenin mihveri doğruluktur. İslâm âleminin nizamı, doğrulukla mümkündür. İnsanlığı güzelliklerin merkezine yöneltip ulaştıran doğruluktur. Ashab-ı Kiram’ı bütün insanlara üstün kılan, doğruluktur. Hz. Muhammed’i (asm) insanlık mertebelerinin en yükseğine çıkaran, doğruluktur.

    Yalan ve yalancılık çirkindir. Yalan, küfrün esasıdır. Yalan, nifakın birinci alametidir. Yalancılık, Allah’ın kudretine bir iftiradır. Yalancılık, Rabb’in hikmetine zıttır. Güzel ahlâkı yıkan şey, yalan söylemektir. İslâm âlemini zehirlendiren şey, yalancılıktır. İnsanlığı bozgunculuğa sürükleyen, insanlıktaki güzellikleri yok eden unsur, yalandır. Müseylime-i Kezzab ile benzerlerini âlemde rezil ve rüsvay eden şey, onların yalancılıklarıdır. (İşaratü’l-İcaz)

    Bediüzzaman, “lezzet-i ruhaniye” diye ifade ettiği hakikate, güzelliğe çağırır insanı. İç içe geçmiş olan “iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah” , insanı ruhani lezzete alıp götürür.

    Risale-i Nur’da bir estetik boyut olarak sonsuz saadet de iki kısım olarak açıklanır (İşaratü’l-İcaz): Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellisine, yakınlığına mazhar olmaktır. Bu saadetin ayrıntılarını anlatabilmek imkânsızdır. İkinci kısmı ise, cismanî (bedensel) saadettir. Bunun esasları mesken, ekl (yemek yemek) , nikah olmak üzere üçtür. Bu üç esasın derecelerine göre, cismanî saadet değişir. Bedensel saadeti ikmal edip tamamlayan, sürekliliğidir. Çünkü saadet devam etmezse, zıddına dönüşür.

    Meskenin en latifi, en cazibedar şekli, dört yanı türlü türlü gül ve çiçeklerle müzeyyen, bağ ve bahçelerle çevrili, altında sular, nehirler akan saray ve köşklerdir. Evet, cansız kalpleri aşk ve şevkle dirilten, sönmüş olan ruhları şen ve şad eden, şairlere sermaye olarak şairane teşbihleri, temsilleri, üslupları ilham eden, sular ile yeşillik ve bitkilerdir. Suların çokluğu, bahçelere daha ziyade menfaat, revnak ve güzellik verir. Bunun gibi küçük küçük arklardan tecemmu eden nehirler, daha güzel manzaraları teşkil eder. Bilhassa suları berrak, zülal, tatlı, soğuk olursa, fevkalade bir kıymet, bir lezzet veriyor.

    Saadetin ikinci esası olan ekl ise: Yiyecekler kuvvet verdiği cihetle, en iyisi, en lezizi, alışılmış kısımdır. Yani, insana garip, vahşi olmayan şeylerdir. Çünkü ülfetle, o nimetin kıymet derecesi bilinir. Lezzet vermesi yönüyle de lezzetin en büyük lezzeti, yenilenmesi ve değişmesindedir. Bunun gibi ekl lezzetini tamamlayan sebeplerden biri de, o rızkın, kendi amelinin ücreti olduğunu bilmektir. İkinci bir sebep de, o rızkın kaynağının daima göz önünde hazır bulunmasıdır ki, kalbi mutmain olsun, rızık için telaş etmesin.

    Saadetin esaslarından nikah ise: İnsanın ihtiyacını en fazla tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır. Böylece her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini birbirine sunar ve lezzetlerde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine yardımcı olurlar. Bir konuda şaşırıp kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalplerin en latifi, en şefkatlisi kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhi imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbi ünsiyet ve ülfeti itmam eden, suri ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, kötü ahlaktan temiz ve pak bulunması, çirkin arızalardan uzak olmasıdır. İnsan, bir eşe muhtaçtır ki, iki taraf aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri yardımlaşma suretiyle yapabilsinler. Rahmetin doğurduğu muhabbet gereği, diğerinin zahmetlerini hafifleştirsinler. Gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura dönüştürebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak eşiyle olur. Kadının en câzibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddi, samimi, nurânî şefkatidir.”

    “Cennette, dünya meyvelerinin yalnız isimleri vardır.” Yani isimleri birdir, fakat lezzetleri ayrıdır. Cennette lezzetin devamı meselesi ise: Lezzetin hakiki lezzet olması, zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir, hatta zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazi âşıkların eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylalar, hep mahbupların firak ve zevallerinin tasavvurundan kaynaklanan elemdendir. Pek çok geçici lezzetler var ki, zevalleri daimi elemleri sonuç verdiği gibi; çok elemlerin zevali de, leziz lezzetlere sebep olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.

    Cennetin çeşitleri, mertebeleri vardır. Cennetin her bir cüz’ü, Cennet gibi bir Cennettir ve her bir mü’mine düşen kısım, büyüklüğüne nazaran tam bir Cennet gibi görünmektedir.

    Risale-i Nur’daki estetik eğitiminin, yani hayattaki güzellikleri görebilmeye dair anlatılanların vurgu yaptığı hususlardan birisi de insanlardaki merhamet duygusunun eğitimidir (Şualar, 11. Şua). Bediüzzaman, insanın iman sayesinde hem ahiret hem dünya mutluluğunu da kazanacağını belirtirken ahiret imanının insanın kişisel ve sosyal hayatına ait “yüzer neticelerinden üç-dört tanesini” beyan eder. Özetle şunları anlatır: 

    İnsan, diğer canlılardan farklı olarak, eviyle ilgili olduğu gibi, dünya ile de ilgilidir. alâkadardır. Akrabalarıyla ilişkili olduğu gibi, insanlıkla da ciddî ve fıtrî biçimde ilişkilidir. Dünyada geçici bekasını arzuladığı gibi, bir ebedî bir diyarda bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Midesinin gıda ihtiyacını sağlamaya çalıştığı gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl, kalp, ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur, çabalıyor. Öyle arzuları ve istekleri var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. “Hattâ, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Ah!” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi.”18

    Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünkü, sonsuz Rabbânî rahmet, o korkan adama der: “Bana gel, tevbe kapısıyla gir. Tâ Cehennemin vücudu, değil korkutmak, belki sana Cennetin lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlûkatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin.”

    Eğer dalâlette boğulup onun içinden çıkamıyorsan, yine Cehennemin varlığı sonsuz idamdan bin derece hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünkü insan, hatta yavrulu hayvanlar bile, akrabasının, evlâdının ve ahbabının lezzet ve saadetleriyle lezzetlenir, bir açıdan mutlu olur. Kâfirin Cehenneme girmesi de, yok olmasından iyidir. Cehennem olmazsa Cennet de olmaz. Eğer bir kâfir cehenneme girse, varlık dairesinde kalmış olacak, sevdikleri, akrabaları ya Cennette mes’ut veya vücut dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek, kâfir bile cehennemin varlığına taraftar olmalıdır. Cehennem aleyhinde bulunmak yokluğa taraftar olmaktır ve hadsiz dostların saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır.

    İnsanlığın en büyük meselesi, cehennemden kurtulmaktır. Kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ışık-karanlık, sıcaklık-soğukluk güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Kötülük olmazsa hayır bilinmez. Elem olmazsa lezzet anlaşılmaz. Karanlık olmadan ışığın önemi olmaz. Soğuk sayesinde sıcaklığın dereceleri gerçekleşir. Çirkinlikle, güzelliğin tek bir hakikati, bin hakikat ve binler çeşit güzellik mertebeleri vücut bulur. Cehennemsiz, cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, her şey, bir cihette zıddıyla bilinebilir. Bir tek hakikatı, sümbül verip çok hakikatler olur. Hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler cennete akar; öyle de, kötülük, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler cehenneme yağar. Sürekli çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur.

    Risale-i Nur’da estetik bilince kapılar açıyor sürekli olarak Bediüzzaman. Estetik bilinçle evrene, ruha, surete, adalete, hikmete bakmamızı istiyor. Meşgul olduğu iman hizmetine karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin-mü’min olsun, kâfir olsun, sıddık olsun, zındık olsun-karşı gelmeye hakkı olmadığını söylüyor. Diyor ki: “İmansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebâirde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.”19 İnsandaki yeteneklerin, duyguların iyiliğe, güzelliğe çevrilmesini istiyor. Bu zamanda, öğüt veren bir kısım insanlar, ahlâksız insanlara “Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.” yani, “Fıtratını değiştir” gibi, görünüşte yapılamayacak bir teklifte bulunurlar. Eğer “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz.” deseler hem nasihat tesir eder, hem de o insanların kabullenebilecekleri teklif olur. Bediüzzaman’ın bu yaklaşımını hayat geçirebilmek için ne kadar çalışma yapılsa, ne kadar eser yazılsa azdır. İnsandaki duygu ve yeteneklerin yüzlerini hayra çevirmek, mecralarını değiştirmek noktasında güzel sanatların çok önemli rolü vardır. Çünkü çağımızda müzik, film ve edebiyat, eski çağlardan daha farklı ve etkileyici bir konumdadır.

    Risale-i Nur’daki güzellik anlayışı, insana estetik bir sorumluluk da yüklemektedir. Üstad Bediüzzaman’ın “iman, hakikat, nur, çiçek, ruh, suret, şefkat, adalet, merhamet, hikmet” ögelerini sadece estetik bir hoşlanma olarak değil, estetik bir sorumluluğa işaret etme anlamında düşünüyorum. Külliyat insanı imana, hakikate, şefkate, adalete, merhamete, nura çağıran ifadeler, kanıtlar, temsiller, örneklerle doludur. Bütün bu ayrıntılar, evrendeki maddi ve manevi güzellikleri nazara vererek insanı ruh güzelliğine ve hikmetin derin anlamlarına götürmektedir. “Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış.” (Sözler, 18. Söz) diyen Bediüzzaman, insanı saklı tebessümleri keşfetmeye, “bu dehşet-engiz tahavvülât içinde kahhârâne fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri”ni (Şualar) görmeye çağırmaktadır. Cemal ve cemal dengesi vardır çünkü kâinatta: “Cemalin gözünde celal, ne kadar cemildir; celalin gözünde dahi cemal, o kadar celildir.” (Mesnevi-i Nuriye)

    Bediüzzaman bir yenileyici olarak yeni sözler söyleyen insandır. 20. yüzyılda ortaya çıkan Risale-i Nur, inşallah, kıyamete dek sürecek bir nurun habercisi, taşıyıcısıdır. Bin seneden beri birikmiş meselelere, özellikle son birkaç yüzyılda ortaya çıkan kaosa, bunaltıya, arayışlara cevap bulmuş, kendi ifadesiyle “bir kuru çubuk hükmünde” olan bir şahsiyettir. Lezzetli üzüm salkımlarının sunulduğu bu mücevherat sarayının çevresinde, diplerinde sürekli bir kazı çalışması yapmak zorundayız. Elbette ki 19., 20. yüzyılda ve ilk on yılını idrak ettiğimiz 21. yüzyılda sanat, edebiyat, estetik alanlarında yeni anlayışlar, yeni arayışlar, yeni keşifler, yeni sorular, yeni cevaplar, yeni biçim ve biçemler ortaya çıkmıştır ve çıkmaktadır. Risale-i Nur’u bu anlayış, arayış, keşif, soru, cevap, biçim ve biçemlerle tanıştırmak; belki daha doğrusu bütün bunları Risale-i Nur’larla tanıştırmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum.

    Risale-i Nur, sadece Türkiye’deki sanatçı ve edebiyatçılara mı bir şey söylüyor? Hayır. O, herkesi çağırıyor. Peki, Risale-i Nur’daki sanat ve estetik boyutları ne ölçüde keşfedilmiştir? Bu alanda hem kuramsal hem de pratik açıdan yürümek, çok yürümek lâzım geliyor. Dublin’deki öykücünün, Paris’teki şairin, Venedik’teki denemecinin, Petersburg’daki romancının, Viyana’daki müzisyenin, İsviçre’deki ressamın, Tokyo’daki, Küba’daki sanatçının dünyası da, ahireti de Risale-i Nur’daki hazinelere muhtaç. Sanat, edebiyat, estetik dünyası, tüm dünyada Risale-i Nur’daki hakikatleri bilerek veya farkında olmaksızın arıyor. Risale-i Nur da onları güzelliğin başkentine çağırıyor. Güzellik konusundaki duyarlılığımız arttıkça, güzellikleri yeniden ve her an keşfetme cehdimiz arttıkça hayatımızın her alanında (ailede, eğitimde, ekonomide, politikada vb.) yeni pırıltılar, yeni şualar, yeni lemalar çağıldayacaktır.

    Öz

    21. yüzyılda sanat, edebiyat, estetik alanlarında yeni anlayışlar, yeni arayışlar, yeni keşifler, yeni sorular, yeni cevaplar, yeni biçim ve biçemler ortaya çıkmıştır. Sanat, edebiyat, estetik dünyası, tüm dünyada Risale-i Nur’daki hakikatleri bilerek veya farkında olmaksızın aramaktadır. Risale-i Nur, onları güzelliğin başkentine çağırıyor. Bu bağlamda Risale-i Nur’daki güzellik anlayışı, insana estetik bir sorumluluk da yüklemektedir. Bediüzzaman’ın “iman, hakikat, nur, çiçek, ruh, suret, şefkat, adalet, merhamet, hikmet” ögelerini sadece estetik bir hoşlanma olarak değil, estetik bir sorumluluğa da işaret etmektedir. Bu çalışma bu sorumluluk çerçevesinde; evrendeki maddi ve manevi güzellikleri nazara vererek insanı ruh güzelliğine ve hikmetin derin anlamlarına götüren Risale-i Nurdaki estetik derinliği ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.

    Anahtar Kelimeler: Estetik, güzellik, esma-i Hüsna, iman, hakikat, nur, çiçek, suret, şefkat, adalet, merhamet, hikmet

    Abstract

    In the 21st century in arts, literature and aesthetics areas new searches, understandings, discoveries, questions, answers, forms and contents emerged. Arts, literature, aesthetic world looks for the truths in Risale-I Nur all through the world with our without being aware. Risale-i Nur invites them to the capital of beauty. In this context, understanding of beauty in Risale-i Nur charges an aesthetic responsibility on human. Bediüzzaman’s “belief, truth, nur, flower, soul, face, mercy, justice, compassion, reason” elements not only refers to an aesthetic like, but also to an aesthetical responsibility. This study aims at revealing the aesthetic depth in Risale-I Nur that takes person to spiritual beauty and deep meanings of reason by considering material and spiritual beauties in the universe within the framework of this responsibility.

    Keywords: Aesthetic, beauty, esma-i hüsna, belief, truth, light, flower, face, compassion, justice, mercy, reason

    Dipnotlar:

    1. Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 110

    2. Doğan, M. Nur, Şehirlerin Dili, Hece Dergisi Özel Sayısı, Sayı:,150/ 151/ 152, Haziran, Temmuz, Ağustos, 2009

    3. Nursi, Said, Muhakemat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 96

    4. Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 203

    5. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 225

    6. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 587

    7. Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 141

    8. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 321

    9. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 294

    10. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 455

    11. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 221

    12. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 228

    13. Nursi, Said, İşaratü’l-İcaz, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 129

    14. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 25

    15. Nursi, Said, Lem’alar, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s.12

    16. Nursi, Said, Lem’alar, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 62

    17. Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 205

    18. Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 201

    19. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 66