Köprü Anasayfa

Meşrutiyet'in 100. yılında Türkiye Demokrasisi

"Yaz 2008" 103. Sayı

  • Meşrutiyet’in 100. Yılında Türkiye’nin Demokrasi Serüveni

    Türkiye’de Her Türlü Özgürlüğü Garanti Altına Almanın Tek Yolu Evrensel Hukuktur

    Mehmet ALTAN

    Prof. Dr. Bu konuşma, Risale-i Nur Enstitüsü tarafından 30 Mart 2008’de gerçekleştirilen “Meşrutiyet’in 100. Yılında Türkiye’nin Demokrasi Serüveni” başlıklı panelde yapılmıştır.

    Aslında Meşrutiyetin 100. yıldönümünde olduğumuzu söylemesek de, 1908’in görüntülerini biraz değiştirerek 2008’de, günümüzde yayımlasak, fazla da şaşırmayacağımız, çok yavaş değişen ya da değişmeyen bir görüntünün vatandaşları olduğumuzu görürüz. Gerçekten de 1908’deki gündemle bugünkü gündem arasında o kadar fark yok. Şimdi geriye düştü; ama birkaç zaman evvel en önemli gündem maddemiz gene sivil anayasaydı. Bu anayasayı simgesel olarak kerteriz alırsak Türkiye’nin normalleşmesini, sağlıklı bir şekilde ileriye yürümesini, önce insanı esas alan bir anlayışın hakimiyetini buralarda kuramıyoruz. Neden kuramadığımızla ilgili ben genel bir yüzyıllık perspektif içinden değerlendirme yaparsam; aslında en önemlisi ve öz anlatımla buralarda kuvvet kanunda olmuyor, kuvvet hep kanunun dışında bir yerlerde oluyor. Onun için de analiz yaparken “Niye burası hukuk üretemiyor, niye önce insanı esas alan bir toplumsal yapıyı kuramıyor?” sorularını sormak, bu açıdan bakmak lazım. Bunu değerlendirdiğinizde; yeryüzünde kanun, hukuk dediğimiz hadiseyi toplumsal çatışmalar doğuruyor. İnsanlığın serüveninde, insanlık öyle belalı aşamalardan geçmiş ki, bu aşamaların sonunda birbirinin canını acıtmayacak kurallar oluşturagelmiş. Bugün de oluşturmaya devam ediyor. Bu insanlığın kendi içinde, çeşitli aşamalarda birbiriyle çatışmasının sonucu, birbirine azap ve acı vermesiyle birlikte, uzun bir toplumsal dönüşüm sonunda ortaya çıkan toplumsal barışı ve huzuru sağlayan, tıp bilimi gibi, kendi içinde gelişmeyi de sürdüren kurallar bütünüdür hukuk. İnsanların insanlarla, insanların toplumla, insanların devletle ilişkilerini bir vicdani adaletin tartısında şekillendirmiş, netleştirmiş ve kesin kurallara bağlamış. Bizim topraklarımız, bu coğrafya, belki de Bizans’tan- Osmanlı’dan gelen bir atalet nedeniyle, kendi içinde farklılaşmaları, demokrasiyi pekiştirecek bir farklı sosyal değişimin ateşini yakamamış. Din, hukukun çok önemli girdilerinden biridir, besleyicilerinden biridir, nehirlerinden biridir, kaynaklarından biridir. Ama tek başına tabi ki hukuk değildir. Ayrıca da yaptırımları farklıdır. Bunun geçerli olabilmesi için, aynı zamanda o toplumun bir üretim anlayışı içinde olması lazım. Bir sosyal yapı değişikliği içinde, sürekli özgürlüklerini ve haklarını genişletecek bir ateşin etrafında yürüyor olması lazım. Üretim olmadığı vakit insan kendisini değerli kılmıyor. Üretim olmadığı vakit insan kendi hakkını ve hukukunu genişletme arzusu içinde olmuyor. Bu aynı zamanda o toplumun bir şekilde değişim sürecindeki en önemli ivmeyi de oluşturuyor. Baktığımız vakit, biz bu anlamda bireyi ortaya çıkartan, vatandaşı ortaya çıkartan, insanı ortaya çıkartan, onun değerli ve kutsal olduğunu, aynı zamanda da toplumsal işlevi nedeniyle bir kez daha perçinleyen bir sosyal yapı içinden gelemiyoruz. Onun için de insan önemli değil; hep burada bir şekilde yöneten, bir şekilde sarayda olan, bir şekilde suyun başında olan önemli oluyor. Onun için bu yüzyıllık süreç içinde hala bocalayıp durup, önce insana yönelik bir anlayışın bir normalleşmenin ve gücün gerçekten hukukta olabildiği bir Türkiye’yi yaratamadık. Ama bunun bir değişim sürecini de yaşıyoruz. İstediğimiz kadar hızlı olmasa da, istediğimiz noktada olmasa da bir değişim süreci yaşıyoruz. Bunun sihri; bir şekilde inançtan hukuka bakmak değil, hukuktan insanın temel hak ve özgürlüklerine bakmaktan geçmektedir. Çünkü bizim gibi düşünmeyen, bizden farklı olan, bir şekilde aynı kültürden gelmeyen; hatta muarız olan, muhalif olan, karşıt olanlarla bir noktada bir konsensüsü, bir beraberliği, bir arada bulunmayı sağlayan tek şey yine o evrensel hukuktur. İnsanların bir şekilde temel hak ve özgürlüklerinin içinde inanç ve vicdan özgürlükleri de var. Bu özgürlüklerin de güvencesi hukuk. Ama bunlar üstünden hukuka değil, hukuk üstünden bizim bu temel haklarımıza baktığımız vakit; bir şekilde evrensel ilişkiler, toplumsal ilişkilerde bir başka sağlık oluşabiliyor. Şimdi bugünün geldiği noktada Türkiye, düşünün ki buradan Avrupa Birliği’nin herhangi bir üyesi -en yakın ülke bize Yunanistan’a, 200 – 250 km öteye gittiğimiz vakit, şu anda yine son dönemde yine içinde düştüğümüz ve bir şekilde 1908’den bu yana değişmeyen gündemin hiçbirisi kalmıyor. Sadece ülke değil, sanki gezegen değiştirmişiz gibi çok farklı bir gündemin, anlayışın, ilişki biçiminin ve demokratik kuralların geçerli olduğu bir başka coğrafyaya geçiyoruz. Şimdi bunun sağlanabilmesi, bunun yerleşik hale gelebilmesi, hukukun Türk toplumu tarafından üretilmesi, mevcut üretilmiş hukukun içselleştirilmesi ve temel yaşam kuralının da hukuk olarak içselleştirilmesi, din ve vicdan hürriyetine de hukuk üstünden bakmayı bir şekilde refleks haline getirmekten geçiyor. Türkiye’nin bunu sağlaması -demin söylediğim gibi bir taraftan normalleşmesi- yani buranın Türkiye’nin kendi kültürel yapısına, inancına, duruşuna şaibeyle bakmayan bir devlet algısı, bir toplum algısı ve bir demokratik özgürlük anlayışının geçerli olmasıyla mümkün. Bunu doğuracak şey tabi ki Türkiye’nin çok hızlı bir şekilde dünyalılaşmasıdır. Bugün Türkiye’nin normalleşmesini sağlayacak unsurlar nelerdir? Bir tanesi, bir Müslüman toplumunda; demokrat, insan haklarına saygılı, kurallarını işleterek dünyalılaşabileceğinin kabulüdür. Yani bu bir demokratik anlayışın laikliği de içeren bir şekilde Cumhuriyet’i sarmasıdır. Evrensel özgürlükleri ve hukuk kurallarını içeren bir şekilde demokratikleşmesidir. Bunun önündeki engellerden bir tanesi de Kürt sorunudur. Bugün yine bunun çözümünü arzulamayan bir statükonun da varlığını görüyoruz. Yani günümüzün en sıcak konularının yeniden alevlenmesinin nedeni Türkiye’nin bir taraftan da normalleşmeye çok yakın bir yere kadar ilerlemiş olmasından geçiyor. Yani bir Laik Cumhuriyet vurgusunun yerine Demokratik Cumhuriyet’in alabileceği, kendi Kürt meselesini devlet – birey ilişkilerini rahatlatarak çözmüş, aynı zamanda burada insanı yönetmeyi; önce insanı ve onun temel hak ve özgürlüklerini yönetmeyi esas olarak almış bir zihniyetin buralarda yaygınlığının ve yerleşmesinin mümkün olduğunu görebildikçe, statükonun daha azdığını, daha bir şekilde alevlendiğini, daha bir şekilde celallendiğini görüyoruz. Belki yüzyıl içinde farklı olan gündemde olan nedir? Bir yenisi Kıbrıs olabilir. Yani, Kıbrıs da, Türkiye’deki rejimin demokratikleşmesinin önünü kesmekle kullanılan bir araçtır. Nitekim orada da adım atılmaya kalkıldıkça, çözüme yaklaştıkça, statükonun orada da huzursuz olduğunu görüyoruz. Bunun tümünün çözülebilme ihtimali arttıkça da burada çekişmenin, burada bir kaotik bir ortam yaratmanın daha azdığını görüyoruz. Şimdi Türkiye Meşrutiyet’in 100. yılında Avrupa Birliği’nin "kritik eşik" dediğimiz temel hak ve özgürlüklerini ancak aşabilmiş bir noktada. Yani devletinin kendi halkına vermekle mükellef olduğu temel hak ve özgürlükleri henüz vermiş, tamamını bir şekilde topluma emanet etmiş, onun sahibine bunu bir şekilde teslim etmiş bir noktada değiliz. Öyle konular, Avrupa Birliği’nde o kadar sıradan olan temel hak ve özgürlük konuları, bizde tabu haline gelmiş ve gündemde değil. Mesela türban meselesini aşamadığımız gibi, bir vicdani red-Avrupa’daki Avrupa konseyindeki 46 ülkedeki 44’ünde çok sıradan inançları nedeniyle bir askerlik görevini farklı yapabilme anlayışı- bizim çok çok uzağımızda. Bu Avrupa konseyindeki 46 ülkeden ancak ikisinde bu özgürlükler yok. Onun için Meşrutiyet’in 100. yılında; ne yapacağımıza, nasıl hareket edeceğimize; yahut bu sıkıntıyı ne açıdan gerçekten aşabileceğimize bakmamız lazım. Bu Cumhuriyet’i demokratikleşmeyle, demokrasiyle taçlandıracağımız ve önce evrensel gücün evrensel hukukta olabileceği bir Türkiye’yi nasıl oluşturacağımıza baktığımız vakit, ben bunun bir yandan toplumsal boyutunu üretimde zenginleşmekte, bir şekilde ekonomik kalkınmada görüyorum. Bu olmadığı vakit insanlar haklarını, hukuklarını sürekli kendi taleplerini yükseltebilen bir anlayış içinde olamıyor ve burası hukuk üretemiyor. Çünkü, hukuk bir üretim olduğu vakit gerekli. Neden? Üretim sürekli bir istikrarı gerektiriyor. Ben her sabah kendi ekmek paramı kazanmak, kutsal saydığımız günlük hayatımı, yaşamımı idame ettirmek için bir üretim içinde bulunmam lazım. Bu üretimin sağlıklı, sürekli, düzenli olabilmesi için yerleşik değişmez kurallara ihtiyaç var. O kurallar olmadığı vakit, bir toplum kendini üretemez, bir toplum bir şekilde ekmek parasının peşinde daha huzurlu bir şekilde koşamaz. Onun için üretmeyen toplumun da hukuka ihtiyacı olmuyor. Üretimin hukuku sürekli kılması, talep etmesi, zorunlu hale getirmesinin bir boyutudur bu. İkincisi de hep söylediğim; ama bir şekilde yaygınlaştıramadığımız kendi inanç ve yerleşik alışkanlıklarımızın daha ağır bastığı, onun için de çok gündeme gelmeyen bir tek formülü daha var. O da Avrupa Birliği’nin temel haklar şartı diye, 2000 yılında Nice’de kabul ettiği, devletle bireyin ilişkisinin en ileri noktada bir hukuksal anlayışla nasıl olması gerektiğini bize anlatan bir metin. Eğer temel haklar şartı diye bir şekilde bilgisayara girip İnternet’e baktığınız vakit, çağın; 2008 yılında olduğumuz bu yeni çağın en son anlayışının hangi noktada olduğunu çok net görüyoruz. O zaman bütün hayata, inancımıza, vicdani eğilimimize, tüm varlığımıza yönelik özgürlük kalkanının hangi aşamada ve nasıl olduğunu da somutlaştırıyoruz. Türkiye’de her türlü özgürlüğü garanti altına almanın tek yolu evrensel hukuk üstünden onu sağlama almanın aranışlarıdır. Eğer biz bu aranışı, Cumhuriyet’i; bir tek parti anlayışının cumhuriyetini, demokratikleştirme amacıyla yapmadığımız vakit, Türkiye ister istemez eski alışkanlıklarına, laik -şeriat ikilemine geri geliyor. Laik- şeriat ikilemi; yahut bunun kavgasına düştüğü vakit de İttihat Terakki mantığının üste çıktığını görüyoruz. Laik – şeriat ikileminin tuzağına düşmeden, insanların özgürlüklerini garanti altına alacakları formül ise cumhuriyetin demokratikleştirilmesidir. O demokratikleştirmenin özü hep söylendiği gibi evrensel hukuktur. Onun nasıl olduğunun da en ileri reçetesi, formülü; yeryüzünün ürettiği temel hak ve özgürlükleri içeren temel haklar şartıdır. Oraya baktığınız vakit Türk halkının, bireyinin, yönetileninin bütün taleplerinin nasıl hukuksal garanti altına aldığını da görüp bir şekilde net olarak elinizde tutar hale geliyorsunuz. Benim dileğim, konuşmayı bitirirken, bu Meşrutiyet’in bundan sonrasını kutladığımız dönemlerinde, hala sivil anayasayı tartışmayan, halkının özgürleştiği, önce insanın kutsallığını kabul etmiş, ona göre cumhuriyetini yeniden düzenlemiş, ayarlamış bir Türkiye’ye de sahip olmamızdır. Umarım; bu bir şekilde, çok büyük sancılara gerek kalmadan, akıl yoluyla, bir suhuletle gerçekleşebilir. Ve biz bundan sonra Meşrutiyet’in yıldönümlerinde buluştuğumuzda, bu tür yüz yıl öncesinin benzeri resimleriyle değil; 200 km ilerideki çağdaş dünyanın oksijeni ve rüzgarlarıyla bir arada olmuş oluruz.