Köprü Anasayfa

Küresel Kriz ve Said Nursi'nin İktisat Görüşü - II

"Yaz 2009" 107. Sayı

  • İktisat Risalesi Perspektifinden Küresel Kriz

    Global Crisis in the Context of the Economics Booklet

    Sami USLU

    SAÜ Öğretim Görevlisi, Gazeteci-Yazar

    Giriş

    Bediüzzaman Said Nursi’nin İktisat Risalesi adlı eserinde ve Risale-i Nur’un bazı başka bölümlerinde kurguladığı iktisat; kutsal mahiyetli bir kavram ve faaliyettir. Çünkü, kaynağı Kur’an’dır ve kainattaki düzenin sosyal alandaki bir parçasıdır. Bediüzzaman’ın özünü Kur’an’a dayandırdığı iktisat kurgusu bugün de yaşadığımız küresel krizin nedenlerine işaret etmekte ve geleneksel iktisat öğretisinin çelişkilerini ortaya koymaktadır. Bu çalışmada İktisat Risalesi perspektifinden küresel ekonomik krizin bir değerlendirilmesi yapılacaktır.

    1. Bölüm: İktisat Risalesi’nin Giriş Kısmı

    Said Nursi, Mukaddeme’sinde “İktisat ve kanaate, israf ve tebzire dairdir” sözleriyle risalenin temasını ve çerçevesini açıklıyor. İkinci cümlede; “yiyin, için fakat israf etmeyin” mealindeki A’raf Suresi’nin 31. ayetini, görüşlerine dayanak yapmaktadır.

    Bu bölümde; geleneksel ekonomi ile İktisat Risalesi’nin giriş bölümünde tanımlanan, görev ve fonksiyonları Kur’an tarafından belirlenen ve Bediüzzaman tarafından tutarlı bir model haline getirilen iktisadın mukayesesi yapılmıştır. Bu bağlamda, yürürlükteki ekonominin sınırlı kaynaklar ve sınırsız ihtiyaçlar ve istekler varsayımlarının gerçeklere uygunluğu sorgulanmıştır. Bu arada, kaynak ve ihtiyaçlar konusunda İktisat Risalesi ve Risale-i Nur’da nasıl bir yaklaşım gösterildiği irdelenmiştir. Risalenin giriş bölümü, tüm risalenin ve dolayısıyla da, Bediüzzaman’ın inşa ettiği iktisat modelinin bir özetidir. İzleyen yedi nüktede ise, girişteki temel fikrin çeşitli açılardan ve ayrıntılı sunumunu görüyoruz.

    Bu noktada geleneksel iktisadın temel görüşlerini, İktisat Risalesi’nde insanlara sunulan ekonomik görüşle karşılaştırmalı olarak incelemeyi gerekli görüyoruz.

    Geleneksel İktisat Öğretisi ve Uygulamasıyla İktisat Risalesi’nin Mukayesesi:

    Geleneksel İktisat, kaynakların kıtlığı ile ihtiyaç ve isteklerin sınırsızlığı varsayımlarına dayanır. Klasik ve modern ekonomik teori ve yaklaşımların çoğunun temelinde hep bu varsayımlar yatar. Halbuki, kaynakların kıtlığı çürük bir iddiadır. Özellikle, rüzgar enerjisi, dalga enerjisi, çöplerden elde edilebilecek enerji, med-cezir enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynakları bu görüşe büyük darbeler indirmektedir. Geleneksel ekonomi, kaynakların çevreyi tahrip mesabesinde müsrifçe, sorumsuzca kullanımına çare aramayıp, kaynakları kıt diye ilan ederek çelişkiye düşmektedir. Bilimsel veriler ışığında, kaynakların gerçek anlamda ihtiyaçları karşılama özelliğine sahip üretimi devam ettirmeye fazlasıyla yeterli olduğu açıktır.

    İhtiyaç ve isteklerin sınırsızlığı savı ise, saçmalık derecesinde gerçeklere aykırıdır. Gerçi, insanoğlunun açgözlülüğü Kur’an-ı Kerim ve hadislerde yer almıştır. Ancak, açgözlülük temel ihtiyaçlarını karşılayan ve bununla yetinmeyip daha fazlasını isteyen insanlar için geçerli bir tanım olabilir. Bediüzzaman, ihtiyaçları (rızk) gerçek ihtiyaçlar ve gerçek olmayan ihtiyaçlar olarak tasnif etmekte ve hayatın idamesi için gerekli olan gerçek anlamdaki ihtiyaçların (rızıkların) temininin tüm canlıları kapsayacak şekilde Yaradan’ın taahhüdü altında olduğunu, diğer gereksinimler için ise böyle bir taahhüdün söz konusu olmadığını, dolayısıyla Allah tarafından bazen ihsan edilip, bazen edilmediğini hatırlatmaktadır. Bu konuda, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi yaklaşımı da Bediüzzaman’ı doğrular mahiyettedir. Maslow’a göre insan önce beslenme, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını (Üstad’ın tanımıyla gerçek rızıkları) karşılamaya yönelir. Ancak, bunları temin ettikten sonra, mesela estetik gibi ihtiyaçlar hissedebilir. Gerçekten, geçim derdiyle uğraşmak zorunda kalan bir kimsenin sanata karşı ilgi duyması imkansızdır.

    Öyleyse, dünya nüfusunun dörtte üçünün yeterli şekilde beslenemediği, barınamadığı bir ortamda, insanların sonsuz isteklerde bulunabilmesi akla mantığa aykırıdır ve fiilen böyle bir durum sözkonusu değildir.

    Daha fazla tüketim için, televizyon, radyo, reklamlar ve kredi kartı gibi tahrik edici enstrümanları sonuna kadar kullanıp bir yandan da insanları sonsuz isteklerde bulunmakla vasıflandırmak geleneksel ekonominin ciddi bir ikilemidir.

    İktisat Risalesi, ihtiyaç ve kaynak meselesini kökünden çözmektedir. Şöyle ki;

    Bediüzzaman, Kur’an ayetini kaynak göstererek, iktisadın konusunun, israfı engellemek ve bu bağlamda, her türlü tüketim ve harcamada iktisat ve kanaat etmek olduğuna işaret eder. Hatta, cömertlik ve yakın arkadaşlara hediye gibi ulvi gayeler için dahi israf sayılabilecek eylemlerin zararlı sonuçlar verdiğini bizzat kendi deneyimine dayanarak aktarmıştır. Böylece, Bediüzzaman’ın kurguladığı ekonomik sistemde kaynakların kıtlaşması en baştan engellenmektedir. Sermaye, emek, topraktan oluşan üretim faktörlerinin ve doğadaki her türlü tabii kaynağın sadece ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olarak idareli, amacına uygun kullanılması halinde kaynak azlığının sözkonusu bile edilemeyeceği ortadadır.

    Öte yandan, Risale, sadece hayatın idamesi bakımından gerekli olan maddelerin (rızıkların) temininin Yaradan tarafından taahhüt edildiğini bildirmekte ve insanoğlunun sadece bu tür ihtiyaçlarını temin için çabalamasını öğütlemektedir. Yani, geleneksel ekonominin istekleri hiç bitmeyen, aç gözlü homo economicus’un aksine, Risale İnsanı, isteklerini kendiliğinden zaruri maddelerle sınırlar.

    Bir yandan kaynakların idareli şekilde istimal edilmesi, diğer yandan insanların isteklerini gönüllü olarak zaruri ihtiyaç maddeleriyle sınırlandırması sayesinde; yeryüzünde fakirliğin barınamaması, bereketin artması, gelir dağılımında adaletsizliklerin ortadan kalkması, çevre kirliliğinden eser kalmaması son derece mantıki bir sonuçtur.

    Teori ve uygulamaya hakim olan yürürlükteki geleneksel iktisat, insanlığın hiçbir sorununu çözemediği gibi, tersine sayısız krizlerin, savaşların nedenini teşkil etmiş, bireysel planda da mutsuzluk, doyumsuzluk ve fakirliğe yol açmıştır.

    Buna karşılık, kainatın işleyişine paralel olarak israfa izin vermeyen ve kanaatkarlığı salık veren İktisat Risalesi’ndeki ekonomi öğretisi hem idareli ve amaca uygun kullanım sayesinde kaynakları gelecek nesillere noksansız şekilde aktarır hem de kanaatkarlık ile zenginlik veya fakirlik düzeyi ne olursa olsun, her insana huzur ve mutluluk sağlar. Risalede bizlere sunulan ekonominin doğruluğu yürürlükteki iktisadın sonuçlarından da bellidir. Ayrıca, yaşamakta olduğumuz küresel finansal kriz ve kuraklığın sebep olduğu gıda maddeleri kıtlığı, Bediüzzaman’ın tasarladığı ekonominin uygulanmaması halinde dünyada huzur olmayacağının en son delilidir.

    İktisat Risalesi’nde dizayn edilen ekonomi teorisi; kuşkuya hiç mahal bırakmayacak şekilde akla, mantığa, ahlaka ve nihayet kainatın düzenine uygundur. Şöyle ki: Kainat yasalarının bir parçası olarak İktisat Risalesi, fertleri ve toplumları selamet ve mutluluğa götürecek yoldur. İktisat Risalesi alternatif bir model değil, tam tersi alternatifi bulunmayan bir modeldir.

    Bediüzzaman, Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz” (A’raf Suresi, 231) ayetine istinat etmek suretiyle iktisadın mukaddes bir kavram ve uğraş olduğunu ortaya koymuş ve aynı zamanda onun çerçevesini çizmiştir. Kur’andaki (İsrâ Sûresi, 17:27) “İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir” ayeti de Bediüzzaman’a ait iktisat görüşünün başka bir dayanağıdır.

    Öte yandan, “İktisat ve kanaat hikmet-i ilâhiyeye tevfik-i harekettir” saptamasıyla, Bediüzzaman, iktisadın kainatın düzenine uygun bir uğraş olduğunu bize öğretmiş, iktisat biliminin evrenselliğini ve kutsallığını pekiştirmiştir. Geleneksel iktisat (ekonomi), normatif bir sosyal disiplindir; fizik, kimya gibi doğa yasalarını inceleyen bir pozitif bilim dalı değildir. Risaledeki iktisat ise, Allah’ın ilmine, kainatın düzeniyle uyum içinde bir faaliyet olup, onun koyduğu doğa yasalarıyla paralellik arz eder. İktisat evrensel kanunlardan biridir. Çünkü, dünyada ve kainatta hiçbir şeyin israf edilmediği, her bir nesnenin belli bir amaca hizmet ettiği bilimsel bir gerçektir. Çünkü, Allah’ın yaratıcısı ve hakimi olduğu kainatta herhangi bir canlı veya cansız nesnenin lüzumsuz ve yararsız addedilmesi ve israf edilmesi akla mantığa sığmaz.

    Bediüzzaman, israfın önlenmesinin iktisat biliminin en öncelikli fonksiyonlarından biri olduğunu (olması gerektiğini) ilan etmiş, hatta iktisat bilimini israf karşıtlığı eksenine oturtmuştur. İktisadın buna mümasil diğer temel görevi ise tutumlu ve idareli davranmaktır.

    Gerçekten, ilahi düzen dahilinde işleyen kainatta israfa asla yer yoktur. Kur’an’da açıklanan, Said Nursi tarafından yorumlanan ve temel olarak israf etmemeyi emreden bu iktisat yaklaşımı kainat düzeniyle asla çelişmez. Zira kainatta hiçbir şey israf olmaz. Bir madde başka bir maddeye veya madde enerjiye veyahut da enerji maddeye dönüşür. Belli bir sistemde (mesela bir fabrikada) fire olarak sistem dışına çıkan madde başka bir sistemde (mesela başka bir fabrikada) veya doğada kullanım alanı bulur. Yani, sonuçta evrensel skalada, girdi eşittir çıktıdır. İnsanın ölümü dahi bu kuralı bozmaz. Ceset diğer canlılar gibi kainata karışır ve toprak ve/veya bitki haline dönüşür. Ruh ise başka bir boyutta yaşamına devam ettirir.

    Evrenin işleyişini düzene koyan sabit kurallar olduğunu biliyoruz. Örneğin su mutlaka 100 derecede kaynar. Attığımız taş, yerçekimi nedeniyle, mutlaka yere düşüyor. İyi ama bu kanunlar neden var? Ve dahası neden oldukları gibiler?

    Evrim teorisi üzerinde kafa yoranlar bu soruyu uzun süre ihmal etmişlerdi. Konuyu ele alan ilk bilim adamı, aynı zamanda bir felsefeci olan Lawrence Joseph Henderson oldu. Henderson, 1913 yılında yayınlanan "The Fitness of the Environment" (Doğanın Uygunluğu) adlı kitabında, Darwinizm’in temel bir unsuru olan "uygunluk" kavramını doğaya adapte etti. Buna göre, başta su olmak üzere, yeryüzündeki "malzeme", hayata imkan sağlamak için olabilecek en ideal yapıdaydı.

    Yani, eğer evrim gerçekten dört milyar yıl sürmüş büyük bir gösteri ise, bunun "sahnesi" çok iyi hazırlanmıştı.

    Bu görüş, 1960’larda fizik alanında elde edilen yeni bulgularla güçlenmeye başladı. Tüm doğa kanunlarının temeli olan yerçekimini, nükleer kuvvetleri ve elektromanyetik kuvveti inceleyen fizikçiler, bunların şaşırtıcı derecede "iyi ayarlanmış" olduğunu düşünmeye başladılar. Çünkü bunların değerlerinde en ufak bir farklılık olsa, üzerinde yaşamın yeşerebileceği Dünya gibi gezegenler hiçbir zaman var olmayacak, hatta maddeyi oluşturan elementler bile ortaya çıkmayacaktı

    Yaratan-yaratılan ilişkisinde, Bediüzzaman “Heme ost”u (Her şey o dur) değil, “Heme ezost” (Her şey onda/ondandır) yaklaşımını kabul eder. Ona göre, eşyanın gerçekliği hayal ve vehim değildir. (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 84-85.)

    Geleneksel ekonomide mal ve hizmetler olarak deyimlendirilen somut ve soyut ürünler Risalede, nimet kavramıyla ifade edilir. Bunlar Yaradan’ın yarattığı ve insanoğluna bahşettiği varlıklardır. Gerçi, eşya vahdet-i vücutçuların savunduğu gibi, Hakk’ın bir sureti değildir, ama Hak’tan gelmedir ve bu nedenle de, Yaratıcısına hürmeten iktisatlı, idareli kullanılmalı ve israf edilmemelidir. Aksi bir tutum, yani israf ve savurganlık insanı Allah’a karşı nankörlük, hatta şirke varan bir zillete düşürebilir. Nesneleri Allah’ın eserleri olarak gören Üstad, onları hiçbir şekilde insana mal etmez. Ekonomi deyimiyle mal ve hizmetler ihtiyaçlarımızın karşılanması için Yaratanın bize ihsanıdır. Böylece her türlü mal ve hizmet ve iktisadi olmayan değerler “nimet” kavramına dahil olur.

    Özetle, Bediüzzaman’ın İktisat Risalesi ve Risale-i Nur’un bazı başka bölümlerinde kurguladığı iktisat, kutsal mahiyetli bir kavram ve faaliyettir. Çünkü, kaynağı Kur’an’dır ve kainattaki düzenin sosyal alandaki bir parçasıdır.

    Homo Economicus

    Doğal olarak her makro ekonomik model kendisine uygun insan tipini yaratır. Klasik iktisat görüşüne göre, ekonominin aktörü veya ajanı “homo economicus” olarak adlandırılan insan tipidir. Latince bir deyim olan Homo economicus’un İngilizcesi “economic man” (ekonomik insan) deyimidir. Homo economicus modeli halen Batılı ekonomilerde geçerliliğini büyük ölçüde sürdürmektedir. Öneminden dolayı geleneksel iktisadın bu temel kavramını incelememizde yarar bulunmaktadır.

    Homo economicus modelinde anlatılan insan, içinde bulunduğu çevrenin sunduğu fırsatlar ve kısıtlamalar tahtında, kişisel menfaatini azamiye çıkarmak için gayret eder. Homo economicus mümkün olan en düşük maliyete katlanarak, daha önce saptadığı spesifik hedeflere mutlaka ulaşmayı arzular. Homo economicus modelinin saf versiyonları, sözkonusu hipotetik bireyin uzun dönem fiziki, ruhsal sağlığı ve maddi menfaati için en iyinin ne olduğunu bildiğini ve her zaman doğru kararlar verdiğini varsayar.

    Homo economicus, karar ve tercihlerini kendine ait fayda fonksiyonuna (utility function) dayandırır. Ekonomik davranışlarında ahlaki endişe taşımaz, tüm sosyal ve manevi değerleri inkar eder. Sadece menfaati olduğunda bu değerlere uygun hareket eder.

    Homo economicus konusundaki varsayımlar bazı ekonomi antropolojistleri tarafından sert bir şekilde tenkit edilmiştir. Bu bilim adamları geleneksel toplumda üretim ve mübadelenin karşılıklılık kalıbına dayandığını ve bunun da homo economicus modelindeki postülatlara hiç benzemediğini ileri sürdüler. Geleneksel toplumlar pazar ekonomisinden ziyade hediye ekonomisi olarak adlandırılmıştır ve akraba esaslı bir karşılıklılık arzeder ki bu da geleneksel toplumu bir arada tutan bir öğedir. Thorstein Veblen, John Maynard Keynes, Herbert Simon gibi tanınmış ekonomistler, homo economicus’u haddinden fazla makro ekonomi bilgisine sahip olan ve tahminlerinde aşırı ölçüde isabetli bir ekonomik aktör olduğu için tenkit ettiler. Halbuki, onlara göre, mükemmel bilgi diye bir şey yoktur ve her ekonomik faaliyet mutlaka risk içerir.

    Ancak, yadsınamayacak bir gerçek var ki, homo economicus ahlaka ne kadar aykırı olursa olsun, Batılı rekabetçi pazar ekonomisinde ciddi ölçüde fonksiyonel olmuştur, hâlâ olmaktadır.

    Genel olarak, liberal kapitalist ekonominin bir alt versiyonu olan ve bazen rasyonel adam deyimiyle de tanımlanan "homos economicus"un zannedildiği kadar akıllı ve düşünceli davranmadığı da kriz sayesinde keşfedilen gerçeklerden birisidir. 2008’in kriz ortamında diğer yöneticilerle beraber 18 milyar doları prim olarak cebe indirmekte beis görmeyen, hayasızca yaptıkları kaçamakların faturasını dahi kendilerine emanet edilen şirketlere fatura eden, modern firavunlar diyebileceğimiz CEO’lar hep "homos economicus" yaklaşımının ürünü değil mi?

    Risaledeki İnsan Tipi

    Bediüzzaman’ın kalemindeki insan ise, homo economicus’a hiç benzemez. Homo economicus, rasyonel sıfatı altında egoisttir, onda toplumsal sorumluluktan eser yoktur, başkalarını asla düşünmez. Gerekli gördüğünde en yakınlarını bile menfaati için gözden çıkarabilir. Tek endişesi daha çok kazanmak ve azami ölçüde tüketmektir. Hedefine doğru yürürken, ahlaki ve toplumsal bir endişesi yoktur.

    İktisat Risalesi’nde tanımlanan insan ise her şeyden önce kendini yaratana karşı sorumlu hisseder. İlaveten, diğer insanlara karşı sorumluluk ve acıma duygusu asla körelmemiştir. Nitekim, Dördüncü Nükte’deki “Hem, bu fakr-u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayrı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor.” cümlesinde Bediüzzaman, haram para kazanan kimselerin bile, aç ve muhtaç insanları düşündüğünü ve bu yüzden, parasının sağladığı tatmin ve zevki tam olarak hissetmediğini söyler.

    Risaledeki insan da çalışır, çabalar, kazanç elde etmeye çalışır. Ama, bunu yaparken, ahlak ve namus dairesinden çıkmaz. Tembel değil, çalışkan ve gayretlidir; ama elde ettikleriyle yetinmesini bilir. Başkalarının hakkına karşı son derecede hassastır. Her türlü iktisadi işlemde, kul hakkı yemek en büyük korkusudur. Azami kazanç değil, helal kazanç peşindedir. Ekonomik (ve sosyal hayattaki) başarısını kendi yetenek ve becerisi olarak değil, Allah’ın bahşettiği bir nimet olarak görür. Sahip olduklarını böyle değerlendirince, gurur ve kibire kapılmak yerine şükreder. Böylece, kendisine verilen nimetlerin ve onların gerçek sahibinin kim olduğu hususunda bilinçli olduğunu gösterir. Çalışmalarının sonucu ne olursa olsun, tevekkül ve kanaat içindedir. Tüketimde amacı, ekonomik adam gibi fayda maksimizasyonu değil, iktisatlı davranmak, israfa yol açmamaktır.

    Homo economicus’un başkalarını, toplumu düşünmesi için hiçbir nedeni yoktur. Çünkü, umuma karşı sorumluluk duymasını gerektirecek hiçbir motivasyon faktörüne sahip değildir. Ama risaledeki insan için idareli ve kanaatkar olmak, çalışmalarının sonucunu tevekkülle karşılamak, özellikle nimetler karşılığında şükür etmek bir ibadettir, kul olmanın gereğidir. O, ilahi buyruklara inanarak Yaradanı memnun ettiğini, nimetler karşılığında Allah’a şükür borcu bulunduğunu ve şükrettikçe verilecek nimetlerin artacağını bilir. Bu nedenle, kazancının sadakasını gönül huzuruyla verir. Sadaka vermeyi bir fedakarlık olarak görmez, kendisine verilenin nimetin bir kısmını başkalarıyla paylaşmayı doğal ve dinen, vicdanen zorunlu bir eylem addeder.

    Homo economicus, maneviyat, manevi değerler gibi kavramları tanımaz. Onun için başarının ölçülmesinde sadece rakamlar önemlidir. Risale adamı ise maneviyata her şeyden fazla ehemmiyet atfeder. İktisadi anlamda faaliyette bulunurken, önceliği Allah’ın rızasını istihsal etmektir, bunun için de kaynakları idareli kullanır ve kanaat eder.

    Homo Economicus’un Makro Ekonomiye Yansıması: Merkantilizm

    Geleneksel ekonominin insan modeli homo economicus, bunun makro ekonomik alandaki versiyonu ise, merkantilizmdir. İşte, temel düsturu “komşunu dilenciye çevir (beggar my neighbour)” olan merkantilizm böyle bir insanın veya böyle bir insanı tasarlayanların yaklaşımı olarak doğdu. Merkantilizm etimolojik kökü itibariyle İtalyanca’daki tüccar anlamına gelen “mercante” kelimesinden gelir. Merkantilizm; ticaretle uğraşmak, ticaret yapmak, mal satmak demektir. “Beggar my neighbour” deyiminin karşılığı bizim “pişti” dediğimiz iskambil oyunudur. Piştide taraflar mümkün olduğu kadar çok puan toplamaya çalışır. Kazanılan her puan rakip oyunculardan eksiltilen bir puandır. Yani, taraflardan birisinin kazancı diğerlerinin kaybıdır.

    Merkantilizmin, dünyadaki ilk sistematik iktisat öğretisi olarak, M.S. 1450 ila 1750 yılları arasında dış ticaret anlayışına egemen olmuştur. Merkantilizm, iktisadî konularla olduğu kadar dış politika ve jeopolitikle yakından ilişkilidir.

    Merkantilizmin içerdiği fikirler özetle şöyledir:

    Bir ulusun zenginliği ve gücü o ülkenin sahip olduğu altın ve gümüş gibi değerli madenlerin stoku ile ölçülür.

    Her ülke, ihracata ağırlık vererek, altın ve gümüş mevcutlarını azamiye çıkarmaya gayret etmelidir. İthalattan ise olabildiğince kaçınılarak altın stokunun azalmasına yol açılmamalıdır. İhracat zenginleştirir, ithalat fakirleştirir. (o tarihlerde altın ve gümüş paraların tedavül ettiğini hatırlayalım.)

    Devlet, gerekli gördüğü hallerde ekonomiye ve dış ticarete müdahale etmelidir. Merkantilizm, himayeci ve müdahaleci bir iktisat politikasıdır.

    Dünyadaki toplam değerli maden, dolayısıyla servet stoku sabittir artırılamaz.

    Dış ticaret yapan taraflardan biri mutlaka kaybeder, diğeri kazanır. Yani, her iki tarafın da kazanması imkan dışıdır.

    Politik sistem olarak, mutlak kraliyeti öngörür.

    Merkantilizm, Fransa’da “Colbertizm”, Almanya ve Avusturya’da “Kammeralizm”, İspanyada “Bulyonizm” olarak adlandırılmıştır.

    Kanaatkarlık

    Kanaatkarlığın insan hayatında çok önemli olduğunu, kutsal öğretiler dışında, insanlara rehberlik eden, bu konuda kafa yoran filozof ve düşünürlerin hayatından da anlıyoruz. Bunlardan bir kaçına şöyle örnek verebiliriz:

    Sokrat: Sahip olduğu ile kanaat etmeyen, sahip olmak istediği ile de kanaat etmez.

    Lao-Tzu (Çinli filozof): Kanaat eden zengindir.

    Buda (Budizm’in kurucusu): Sağlık en büyük armağan, bağlılık en iyi ilişki, kanaatkarlık en büyük servettir.

    Benjamin Franklin: Kanaatkarlık fakiri zengin, kanaatsizlik ise, zengini fakir yapar.

    Charles Dickens (İngiliz Romancı): Neşe ve kanaatkarlık en büyük güzelleştiricidir.

    Rochefoucauld (Fransız Yazar): Kanaatkarlığı kendi içimizde bulamazsak, onu başka yerde aramanın anlamı yoktur.

    Fred A. Allen (Amerikalı komedyen): Tabutuma sığmayacak hiçbir şeyin sahibi olmak istemem.

    Yukarıdaki düşünürlerin yorumlarının ortak bir noktası, kanatkarlık kavramıdır. Ancak, kanaat ile birlikte tevekkül, kanaatkarlığı hem tamamlar hem de onun gerçek anlamını açıklar. Şöyle ki, kanaatkarlığımız; yani sahip olduklarımızla mutlu olmamız, mevcuda rıza göstermemizin gerekçesi tevekküldür. Yani, Allah’a nihai ve mutlak şekilde güvenmemiz nedeniyle, her türlü neticeyi hoşnutlukla karşılar ve ona rıza gösteririz. Tevekkül sahibi olduğumuz için, her şeye peşinen kanaat ederiz. Kanaatkarlığımızın dayanağı tevekküldür.

    Ancak, kanaatkarlık ve tevekkül yanlış anlamaya ve yanlış uygulanmaya son derece müsait iki kavramdır. Gerçeği söylemek gerekirse, kanaatkarlık ve tevekkül İslam dünyasında pasifliğin, randımansızlığın, duyarsızlığın ve çağa ayak uyduramamanın mazereti olarak takdim edilegelmiştir, hâlâ edilmektedir. “Tabii ki, kanaat ve tevekkül ilerlemeyi engellemiştir” şeklinde bir yargı tamamen saçmadır. Ama, atalet ve bağnazlığın mazereti olarak tevekkül ve kanaat mefhumları istismar edilmiştir.

    Müslümanlarla birlikte Hristiyanların da düştüğü bu ortak bir hatayı ve idraksizliği, Said Nursi düzeltmekte ve şöyle demektedir.

    “Sebepler dünyasında sebeplere başvurmamak tembellik, sebeplere başvurduktan sonra sonucu kabul etmek tevekkül, bütün sebeplere başvurduktan sonra kısmetine düşeni benimsemek ise kanaattir.”

    Kanaat, insanın çalışma eğilimini güçlendiren bir tavırdır. İnsan sürekli daha fazlasını elde etmeye gayret etmelidir, çünkü mevcutla yetinmek himmetsizliği gösterir. Çalışmak, kazanmak vs. gibi fıtrî kanunlara karşı ihmalkârlığın cezası da fakirlik ve sefalettir.

    Yani, dürüstlükten şaşmamak şartıyla, bir Müslüman var gücüyle çalışacaktır. Bu hususta, Amerikalı’dan, Alman’dan Japon’dan aşağı kalmamıza hiç lüzum yoktur. Hatta, ülkemizin durumu veya kişisel yahut ailevi halimiz gerektiriyorsa, onlardan daha fazla çalışmamız son derecede doğaldır. Peki, çalışmamızın sonuçlarını nasıl karşılayacağız?

    İşte, (bilinçli) Müslüman’ın farkı bu noktada ortaya çıkar; bütün iyi niyetine rağmen, sonuçlar önceden planlandığı gibi çıkmazsa bile isyan etmez.

    İngiliz şair, Charles Lamb Müslüman olmamasına rağmen bu durumu sezinlemiş ve “Aza kanaat ederim, ama daha fazlasını arzu ederim.” demiştir.

    Kanaatkarlık Japonya mu’cizesinin gerçekleşmesindeki başlıca faktör olan toplam kalite yönetimi ilkelerinden sürekli gelişme demek olan Kaizen ilkesinde görülür. İşletmelerin mükemmele ulaştırılmasında Japonlar Amerikalıların seyrek ama sıçramalı gelişme yaklaşımı yerine, azar azar ama sıkça yapılan ilerleme felsefine benimserler. Bu uygulama sıçramalı gelişmelere de engel değildir. Japon kültürünün binlerce yıldır bir parçası olan Kaizen, Japonca "Kai"; "Değişim" ve "Zen" ; "iyi olmak" kelimelerinden türemiştir. Birleştirilmiş haliyle ‘daha iyiye değişim’ olarak tanımlayabiliriz. Kaizen Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen ekonomisinde, yapı taşı olarak yer alan bir yönetim felsefesi olmasına karşın, Kaizen günlük yaşantımızda uygulayabileceğimiz küçük ve sürekli değişimlerle yaşam kalitesini arttırmayı hedefleyen bir Japon felsefesidir. Yönetim sistemi olarak bakıldığında Kaizen’in dayandığı temel öğe verimliliktir.

    Kaizen sürekli ve küçük gelişimlerle verimliliğin arttırılması amacını taşır. Verimliliği arttırmak için kullanılan yöntemlerden biri tasarruf ya da israfı önlemektir. Örneğin, Japonların bisikleti sıklıkla kullandıkları ülkemizde bilinmektedir. Bu alışkanlığın özünde, zamandan ve enerjiden tasarruf yatar. Aynı şekilde özel otomobil ya da otobüsün yerine tren kullanımının çok daha yüksek oranda olmasının sebebi de aynı felsefenin uygulanıyor olmasından kaynaklanır. Japonlarda zenginlerin gösterişli ve lüks hayat yaşamaları görgüsüzlük olarak addedilir ve toplumca ayıplanır.

    Global Kriz ve İktisat Risalesi’nin Giriş Bölümü

    Popüler iktisatın yanlış varsayım ve verileri yöneticileri yanlış yola sevketti.

    Etkin Piyasa Teorisine Aşırı İnanç ve Köpüklenme: 1980’li yıllarla birlikte şirketler, bankalar, diğer finans kurumları, spekülatörler ve kişilere tarafından yüksek kaldıraç oranlı kredi kullandırılması giderek arttı. Yani, cüzi bir öz sermayeye katılan aşırı borç miktarıyla yatırım yapmak yaygın hale geldi. II. Dünya Harbi’nden sonra, kredilerdeki artış, milli gelir artışından çok daha hızlı olmuştur. Ancak, krediler artış oranının iyice artışı ve köpüklenme halini alışı, 1980’li yıllarla beraber gelmiştir. Bu dönemde, finansal piyasaların kendiliğinden dengeye gelme eğilimi taşıdığı ve dengesizliklerin nadiren, rastlantısal olarak ve ancak dış faktörler nedeniyle oluşabileceği görüşü hakim olmuştur.

    Bu teorinin bir alt versiyonu olarak, bireylerin sadece şahsi menfaat peşinde koşmalarının serbest bırakılması, hatta teşvik edilmesi ve piyasaların yasal olarak serbestleştirilmesi (deregulation) görüşü zemin kazanmıştır. Ancak, unutulmamalı ki, aşırı mevzuatlaşmanın ve devlet müdahalelerinin genellikle kötü sonuç vermesi, piyasaların mükemmel olduğunu sonucuna götürmez.

    Finansal piyasaların entegrasyonu, sermayenin ülkeler arasında serbestçe hareket etmesini sağladı ve devletlerin onu vergilendirmesini ve mevzuata bağlamasını çok güçlendirdi. Bu koşullarda, finans şirketleri çok kâr etti, finans sektörü çok büyüdü. Yani, pazar fandımentalizmi yanlış varsayıma dayansa da, sermaye sahipleri ve fon yöneticilerinin işine çok yaradı. Piyasa mekanizmasına aşırı güven bilimsel bir veriye dayanmadığı halde, 1980’lerde rehber niteliğinde bir ekonomik ilke olarak benimsendi ve sonunda kaçınılmaz olarak kötü sonuçlarını gösterdi.

    Gerçekten, 1980’den bu yana bir çok finans krizi yaşandı. Ancak, krizin negatif sonuçlarını yaşayan merkezdeki ülkeler değil, finansın çevresindeki ülkeler oldu. Küresel sistem, en başta IMF’de veto hakkı bulunan ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin kontrolü altındadır. ABD ekonomisinin en güvenilir ve istikrarlı ekonomi oluşu, dünyada tasarrufların ABD’ye akmasına neden oldu ve bu ülkenin milli gelirinin % 7’si oranında büyük bir cari açık verebilmesine imkan tanıdı. Krizler, devlet müdahalesiyle atlatıldığı halde, sanki piyasalar kendi kendini düzeltmiş gibi bir tavır takınıldı. Neticede, FED Başkanı ve Hazine Bakanı piyasa mekanizmasının her şeyi otomatikman düzelteceğine kendilerini inandılar. Özellikle, FED Başkanı Alan Greenspan, türev ürünleri icat edenlere serbesti tanımanın son derecede yararlı olduğunu ve karşılığında ufak tefek aksilikler olarak gördüğü krizlerin çıkmasını ucuz bir bedel olarak değerlendirdi.

    Köpüğün oluşması devrelerinde, Greenspan haklı gibi göründü ama krizin patlak vermesiyle olayları ne kadar yanlış tahlil ettiği anlaşıldı ve kendisi de hatasını kabul etmek zorunda kaldı.

    Ceoların nasıl birer modern firavun olduklarından yukarıda bahsetmiştik. Öte yandan, 2007 sonunda en büyük menkul değerler firmaları elemanlarına bonus olarak tam tamına 66 milyar dolar ödedi. Bu para, güya bilançoda beliren kârdan ödenmişti. Ama, şirketlerin kârda değil, zararda olduğunu kamuoyu sonradan öğrendi. Çünkü, 2008 yılında aynı firmalar 100 milyar dolarlık alacaklarını tahsili imkansız olduğu için defterden sildi. Şimdi buna sadece, ihmal ve fütursuzlık denebilir mi? Yoksa yapılan kasıtlı bir suç mu? Yöneticiler en geç 2007 sonuna kadar mortgage kredilerinin çoğunun çürük olduğunu bilmiyorlar mıydı? Buna rağmen, Wall Street tarihinin en yüksek ikramiyelerini cebe indirdiler. Bu haram paraları sonradan masum vergi ödeyicilerine ödetmek üzere tabii.

    Halbuki, İktisat Risalesi’ndeki insan tipi katiyen böyle bir zillete düşmezdi. Şöyle ki:

    2. Bölüm: Birinci Nükte

    İktisat Risalesi’nin Birinci Nükte’si aynen aşağıdaki gibidir.

    “Halık-ı Rahim, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. Evet, iktisat, hem bir şükr-ü manevi, hem nimetlerdeki rahmet-i ilahiyeye karşı bir hürmet, hem kati bir surette sebeb-i bereket hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevi dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkur hizmetlere muhalif olduğundan, vahim neticeleri vardır.”

    İktisat ve İsraf

    Bu nüktede bir yandan israfın kötülükleri sıralanırken, diğer yandan iktisadın faziletleri anlatılmaktadır. Bu bağlamda; nimetlerin Yaradan tarafından verildiği ve karşılığında şükür istendiği net biçimde ortaya konmaktadır. Bediüzzaman’a göre israf, şükrün tersi bir aksiyondur ve nimete karşı alçakça bir aşağılamadır. Halbuki, Allah’ın emri ve iktisat biliminin hedefi olan iktisat; nimete karşı yararlı bir saygı demektir. Ayrıca, iktisat dolaylı ve manevi bir şükretme biçimi ve nimeti bağışlayana karşı hürmet ifade eden bir davranış olup bereket meydana getiren bir unsurdur. Bereket nicel olarak açıklanması imkansız ve nicelliği aşan bir kavramdır.

    Bereket kavramı dinimizin ve İktisat Risalesi’nin incelemeye değer önemli kavramlarındandır.

    Bereket Kavramı

    Bereket, Allah tarafından ihsan edilen bolluk, çokluk, feyiz gibi manalar içerir. Daha gerçek anlamıyla, bereket, az maldan veya az paradan çok fayda elde etmek, demektir. Geleneksel ekonomi terminolojisine göre ifade edersek, bereket, girdi/çıktı oranının yüksekliğini, daha doğrusu düz mantık veya matematikle açıklanamayacak kadar fazlalığını anlatır. Hadis ve İslam alimlerine göre, bazı olay ve davranışlar bereket veya bereketsizlik meydana getirir. Mesela,

    – Evde Mushaf bulundurmak berekettir.
    – İyilik edenin malı bereketli olur.
    – Tarlayı abdestsiz sürmek bereketsizliğe sebeptir.
    – Seher vakti kalkıp pencereleri açmak bereket getirir.
    – Yemeği, toplu olarak yemekte bereket vardır.
    – Besmele ile yenen yemek bereketli olur.
    – Bereket, yemeğin ortasına iner. Onun için kenarından yiyin, ortasından yemeyin.
    – Sahura kalkmakta ve sahur yemeğinde bereket vardır.
    – Yemekten önce ve sonra, elini yıkayanın evinin bereketi artar .
    – Sıcak yemekte bereket olmaz.
    – Balda bereket ve şifa vardır.
    – Sirkede, hurmada, sütte bereket vardır.
    – Rızkına razı olanın bereketi artar, razı olmayanınki bereketsiz olur.
    – Alış verişte çok yemin etmek, malın bereketini giderir.
    – Ticarette bereket vardır, ticarete yalan, hıyanet karışınca bereket gider.
    – Kız çocuğu bereketlidir.
    – Çocuksuz ev bereketsiz olur.

    “İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler.” diyen Bediüzzaman, bir yandan ekonomik davranmanın erdemini ve bereket meydana getirdiğini, diğer yandan da, bereketin aritmetiği aşan bir kavram olduğunu açıkça bildiriyor.

    İktisat Etmenin Diğer Yararları

    Yiyeceklerin israfsız ve idareli kullanımı kendiliğinden bir diyet uygulanmasını sağlar. Modern tıp otoriteleri, uzun ve sağlıklı yaşam için az yemenin tek çare olduğunda hemfikirdir. Doktorlar perhiz yapmayıp aşırı yemek yiyenleri mezarlarını dişleriyle kazan insanlar olarak tanımlıyor.

    Öte yandan, iktisatlı davranıp imkanlarını, kaynaklarını idareli kullananlar kişi, şirket veya ülke bazında başkalarına muhtaç olmaz. Çünkü idareli davranış tasarruf meydana getirir. Tasarruf, gelirin harcanmayan bölümü veya ertelenmiş harcama olarak tanımlanabilir. Gelecekte bir zaman noktasında gelirin masrafları karşılayamaması halinde, açığı kapatacak olan tasarruflardır. Ama bugün tasarruf etmeyerek geliriyle giderini aynı düzeyde tutanlar, ileride giderin geliri aştığı durumlarda ister istemez başkalarına muhtaç olacak ve bunun ezikliğini yaşayacaktır. Tasarruflu davrananlar ise, şeref ve haysiyetinden hiçbir şey yitirmez. İş hayatında başından iflas ve haciz gibi olaylar geçen insanlar, hayatta en büyük mutluluk ve zenginliğin borçsuzluk olduğunu söylerler. Yine bu tür acı deneyimleri olanlar bilirler ki, iş ve özel hayatta zora düşmemek için tek çare idareli, hesaplı davranmaktır.

    Yediği içtiğinde azı karar çoğu zarar diyerek, tüketimini cüzi miktarda tutanlar yiyeceklerden hiçbir zaman aşırı doygunluk veya usanç duymazlar. Tersine, her yediklerinden lezzet alırlar. Tecrübeyle sabittir ki, lezzetsiz zannedilen birçok yiyecek az miktarlarda tüketildiğinde gerçek bir haz verir. Fazlaca yenilip, içilen en leziz yemek dahi belli bir noktadan sonra haz vermemeye ve nihayet ızdırap vermeye başlar. Azalan marjinal fayda teorisi bu gerçeği çok güzel açıklar.

    İsraf ise insanı ticari hayatta müflis, özel hayatta ise zelil duruma düşürür. İktisatlı olmanın yukarıda anlattığımız bütün güzelliklerini silip süpürür. Zengin olmak asla israfı mazur göstermediği gibi, en büyük servetler dahi israf karşısında eriyip gider.

    Global Kriz ve Birinci Nükte

    Krizin nedenlerinden biri, CEO ve diğer banka yöneticilerinin inanılmaz ölçüde israfa yönelmeleridir. Krizde batan şirketlerin yöneticileri hem kendi hayatlarında müsrifçe davranmışlar, hem de şirketlerini israfa sokmuşlardır. Nitekim, ABD ve İngiltere’de yöneticilerin maaş ve primlerine devletçe sınır getirilmesi bu israfın resmen tescilidir.

    3. Bölüm: İkinci Nükte

    İktisat Risalesi’nin İkinci Nükte’si aynen aşağıdaki gibidir:

    “Fatır-ı Hakim, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış; ağızdaki kuvve-i zaikayı bir kapıcı, asab ve damarları, telefon ve telgraf telleri gibi. Kuvve-i zaika ile, merkez-i vücuttaki mideyle bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa ‘Yasaktır’ der, dışarı atar. Bazen de, bedene menfaati olmamakla beraber zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

    İşte, madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hakimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hakimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nevinden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Ta ki, kapıcı gururlanıp baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilalcileri saray dahiline sokmasın.

    İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para, diğer lokma en ala baklavadan on kuruş olsa, bu iki lokma ağza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsavidirler. Belki bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zaikayı okşamak noktasında, yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için, kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.

    Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. ‘Hakim benim’ der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilal verecek, yangın çıkaracak. ‘Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün’ dedirmeye mecbur edecek.

    İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i ilahiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-i hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’i bir iştiha-i kazibi ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.“

    Görev Ayırımı (Separation of Duties) İlkesi

    İkinci Nükte’nin birinci paragrafında Bediüzzaman, insan vücudunun da farklı organların değişik görev ve fonksiyonları olduğuna dikkat çeker. Bediüzzaman, bedendeki organları yaptıkları görevlere göre tasnif ediyor, beslenme ve sindirim işleminde her bir organın işlemin sadece bir parçasını yürüttüğünü, hiçbir organa olayın tamamını yürütme görev ve yetkisinin verilmediğini anlatıyor. Bu meyanda, ağızın tad alma hassası olduğunu, sinir ve damarların ise, ağız ile mide arasında iletişimi sağladığını, vücuda giren yiyeceklerin yararlı olup olmadığını tesbit edip bu malûmatı vücudun sindirimle ilgili azalarına bildirdiğine dikkat çekiyor. Mide ise, Bediüzzaman’a göre vücudun merkezidir. Bediüzzaman’ın vücutla ilgili açıklamalarından anlıyoruz ki, insan bünyesindeki organlar çağdaş işletmecilikteki görev ayırımı ilkesine göre işliyor.

    Bu bizi çağdaş şirket ve devlet yönetiminin temel ilkelerinden biri olan görev ayırımı (separation of duties) ilkesine götürüyor.

    Bu ilke, bir işin başından sonuna kadar tek bir insan veya aynı departman tarafından yürütülmemesi gerektiği anlayışından doğar. Bazen, görev ayırımı yerine, görev parçalanması deyimi tercih edilir. Deyimin siyasi hayattaki karşılığı “kuvvetler ayrımı”dır (seperation of power). Basit gibi görünmesine rağmen, uygulanması oldukça zordur. Esas olarak, görev ayırımı şirketteki elemanların çalışmaları üzerinde uygun ölçüde kontrol ve denge sağlar (checks and balances).

    Görev ayrımı ilkesinin uygulanmasındaki başlıca amaç, hata ve yolsuzlukların önlenmesidir. Bunun için, görevler parçalara ayrılır ve bu parçalar ayrı ayrı bireylere dağıtılır. İlkenin geleneksel ve tipik olarak uygulandığı işlemlerden birisi çek üzerine konan iki ayrı imzadır. İmzalardan birisi çeki düzenleyene diğeri ise kontrol edip onaylayana aittir.

    İşletme yapıları, cesametleri ve doğası çok değişiklik göstermekle beraber her işletmede kritik fonksiyonlar dörde tasnif edilebilir. Bunlar; yetkilendirme, emanet alma – muhafaza etme, kayıt tutma ve hesap mutabakatıdır. Mükemmel bir sistemde, hiçbir çalışan birden fazla fonksiyon üstlenemez.

    Özellikle, bankacılık ve diğer finans kuruluşlarında görev ayrımı prensibinin uygulanması çok önemlidir. Finansta, mesela para ve menkul değerleri muhafaza edenle muhasebe kaydını yapanlar mutlaka birbirinden ayrılmalıdır. Veya, bir fon transferi kararını veren ile işlemi bizzat yapan farklı kimseler olmalıdır. Ayrıca, hesap mutabakatını yapan da diğerlerinden farklı bir eleman olmak zorundadır. Her işlemde yetkiyi veren ile işlemi bilfiil yapan farklı kimselerden oluşmalıdır.

    Şirket büyüklüğü, icra edilen fonksiyonların ve bu fonksiyonları icra edecek kimselerin nitelikleri değişiklik arz eder. Şayet görev ayrımı ilkesi herhangi bir nedenle uygulanamıyorsa telafi edici işletme içi kontroller ihmal edilmemelidir.

    Görev ayırımı modeli suistimal edilebilecek yetkilere ve yetkililere uygulanır. Model şu şekilde hayata geçirilebilir:

    Önce yapılması kaçınılmaz olan ama istismar edilebilecek bir fonksiyonu seçin.

    Fonksiyonu (veya görevi) müstakil adımlara bölün. Her bir adım fonksiyonun tamamı için gerekli veya o görevin istismarına imkan sağlayacak nitelikte olmalıdır.

    Her bir adımı (görev parçası) gerçekleştirmek üzere ayrı ayrı elemanlar tayin edin.

    Görev ayırımı ilkesi, işler ve çalışanlar üzerinde otomatik bir kontrol sağlar. Bu ilkenin uygulanması sayesinde bir elemanın yaptığı hata bir sonraki adımdaki işi yapan tarafından düzeltilir veya suistimal teşebbüsü aynı görevin daha ileriki adımındaki birey tarafından farkedilir. Çağdaş kurumda, iç kontrol hayati bir fonksiyon olduğundan dolayı görev ayırımı bir kültür olarak benimsenmeli ve uygulanmalıdır.

    Global Kriz ve İkinci Nükte:

    CEO sistemi, görev ayırımı ilkesine tamamen zıttır. Risalenin diliyle, CEO hem ağız hem mide görevini üstlenmiş ve sonuçlar tabii ki hüsran olmuştur. Çünkü, hem genel müdür hem de yönetim kurulu başkanı sıfatıyla CEO’yu denetleyecek hiçbir merci yoktur. Ayrıca, kriz vesilesiyle, bankalarda risk kontrolü fonksiyonun bağımsız çalışmadığı ve yeterli uzman kadrolarla donatılmadığı ortaya çıktı.

    4. Bölüm: Üçüncü Nükte

    Üçüncü Nükte şöyledir:

    Sabık İkinci Nüktede, “Kuvve-i zaika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için israfata ve bir dereceden on dereceye fiyata çıkmamak gerekir.

    Fakat hakiki ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zaikası – Altıncı Sözdeki muvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zaikası – rahmet-i ilahiyenin matbahlarına bir nazır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zaikada taamlar adedince nizamcıklarla nimet-i ilahiyenin envaını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü manevi suretinde cesede, mideyi haber vermektir. İşte, bu surette kuvve-i zaika, yalnız maddi cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek ve enva-ı niam-ı ilahiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hadise ve bir keramet-i Gavsiye:

    Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Azam (k.s) Şeyh Geylani’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:

    “Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”

    Hazret-i Gavs tavuğa demiş:

    “Kum biiznillah!”

    O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabında dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi keramat-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerameti olarak, manevi tevatürle nakledilmiş.

    Hazret-i Gavs demiş:

    “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”

    İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlunun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hakim olsa ve lezzeti şükür için istese o vakit leziz şeyleri yiyebilir.”

    Tüketimde Farklı Amaçlar

    Üçüncü Nükte’de Bediüzzaman, geleneksel ekonomide rastlamadığımız çok ilginç bir yaklaşım sergiliyor. Geleneksel iktisat, haz konusunda tüketiciler arasında ayırım yapmazken, Bediüzzaman, bu konuda çoğunluğu teşkil eden ortalama insan ile cismaniyetini aşmış yüksek şahsiyetler arasında ayırım yapmakta ve her ikisi için geçerli ilahi kurallardan bizi haberdar etmektedir. Gerçi, ortalama insan dünya zevklerinden tamamen mahrum kalmamalı, ancak aşırıya da kaçmamalıdır. Normal insan kendini mutlaka kontrol etmeli ve kısıtlamalıdır. Çünkü, onun zevk duygusuna kapılıp israf yapması her zaman için ihtimal dahilindedir. Böyle insanlarda, ağız organı, müsaadesi kıt bir kapıcı gibi iş görüp ancak sınırlı ölçüde yiyeceğin vücuda girmesine izin vermelidir. Çünkü vasat kişilikler dünya nimetlerinden haz almada belli bir ölçünün üzerine çıkmamalıdır. Bediüzzaman, sözkonusu kimseleri şöyle vasıflandırmıştır.

    – Ehl-i gaflettirler, yani zevkine ve hevesatına kapılarak, Allah’ın emirlerini unutabilir, kolayca hataya düşebilirler, önemliyle önemsizi seçemeyebilir, ölçüsüz davranabilirler.

    – Ruhen terakki etmemiştir, yani akılda, ilimde geri kalmış, İslamiyet’i algılama ve uygulamasında geridedir.

    – Şükretmede ilerleyememiştir ki, bu son derecede doğaldır. Ehl-i gaflet ve ruhen terakki edememiş bir insanın şükür mesleğinde ileri gitmesi imkansızdır.

    Bu nitelikte insanın ağzının tadına fazla ehemmiyet atfedip, israfa yol açması hatalıdır.

    Yukarıdaki örnekte, dinen yüksek mertebeli bir şahsiyetin tad alma hassasının sadece mideye hitap etmediği; muhtemelen kalbe, ruha ve akla da hitap ettiği gözler önüne serilir. Böyle bir şahsiyetin vücudundaki ağız midenin fevkinde bir önem ve etkiye sahiptir.

    Böyle bir şahsiyetin bile lezzet peşinde gitmesi için bazı şartlar mevcuttur. Şöyle ki:

    – İsrafa kesinlikle mahal vermemek,

    – Şükür görevini ifa amacını gütmek,

    – Allah’ın insanoğlu için yarattığı çeşitli yiyeceklerin mevcudiyetinden haberdar olup, onları tanıma şartını yerine getirmek,

    – Tüketilen nimetlerin meşru çalışma eseri olması ve bahse konu yiyeceklerin aşağılanma ve dilenciliğe yol açmaması,

    – Lezzetli yiyecekleri, sadece tad almanın verdiği güzel duyguları, şükür ibadeti sırasında dile getirmek için yemek.

    İşte, Bediüzzaman’ın örnek olay olarak sunduğu olayda, Hazret-i Gavs oğlunun durumuna acıyan kadına, oğlunun tavuk yiyebilmesi için, lezzeti sadece şükür için isteyip, nefsine tam olarak hakim olma mertebesine ulaşması gerektiğini; bu bağlamda midesine esir olmadan, aklını ön plana alabildiğinde leziz şeyleri yemesinde sakınca olmayacağını söylüyor.

    Global Kriz ve Üçüncü Nükte:

    Global krizin patlak verdiği ABD banka ve finans piyasasında, “gençlere fırsat vermek “ gibi bir yönetim politikası bahane edilerek, kıdemsiz insanlara aşırı maaş ve ikramiyeler şirketlerin sırtından ödenmiştir. Tahsilli olmalarına rağmen, bu noktada yetersiz bu insanlar, aldıkları astronomik ücretlerin verdiği şımarıklıkla banka veya şirketlerini aşırı risklere sokmaktan kaçınmadılar. Mideyi aklın önüne geçirdiler.

    5. Bölüm: Dördüncü Nükte

    Dördüncü Nükte şöyledir:

    “İktisat eden, maişetçe aile belasını çekmez” mealindeki (iktisat eden sıkıntı çekmez) hadis-i şerifi sırrıyla, iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.

    Evet, iktisat kati bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kati deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şahadetleriyle diyorum ki: İktisat vasıtasıyla bazen bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler.

    Hatta dokuz sene- şimdi otuz sene- evvel benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekatlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim. Cay-ı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekatlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillahilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kafi geldi, benim yüzsuyumu döktürmedi, beni haklara arz-ı hacete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nastan istiğna”mesleğimi bozmadı.

    Evet, iktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda israfata medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus, rüşvet alınıyor. Bazan, mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zarar ile maddi yüz paralık bir mal alınır.

    Eğer, iktisat edip hacat-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse, “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır” (Zariyat Suresi: 58. ayet) sırrıyla, “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” (Hud Suresi 6.ayet) sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu ayet taahhüt ediyor. Evet, rızık ikidir:

    Biri hakiki rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu ayetin hükmü ile, o rızık taahhüd-ü Rabbani altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa, o zaruri rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.

    İkincisi rızk-ı mecazidir ki, su-i istimalat ile hacat-ı gayr-ı zaruriye hacat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbani altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda, çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.

    Hem, bu fakr-u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayrı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acib bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lazımdır. Çünkü, sırrıyla haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını alamaz. Evet, muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.

    İktisat, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delalet eden bir vakıa:

    Bir zaman, dünyaca sehavetle meşhur Hatem-i Tai, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş; cesedine batıyor, kanatıyor. Hatem ona dedi:

    “Hatem-i Tai hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”

    O muktesit ihtiyar demiş ki:

    “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hatem-i Tai’nin minnetini almam.”

    Sonra Hatem-i Tai’den sormuşlar:

    “Sen kendinden daha civanmert, aziz, kimi bulmuşsun?”

    Demiş:

    “İşte o sahrada rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”

    İhtiyaçların Sınıflandırılması ve Garantili Rızk

    Bu nüktede Bediüzzaman, insan ihtiyaçlarını iki kategoriye ayırır. Birinci kategori, hakiki rızık olarak hayatın idamesi için gerekli fıtri ihtiyaçlardır ki, bunların temin edilmesi Allah’ın taahhüdü altındadır. İnsanın 20 gün kadar bir süreyle hiçbir şey yemeden açlığa dayanabilmesi, bu ihtiyaçların fıtri özelliğine ve bu konudaki ilahi taahhüdü kanıtlar mahiyettedir. Kainattaki tüm canlıların yaşam için gereksindiği ihtiyaçlar (rızk) ilahi taahhüde dahildir. Buna rağmen 20 gün dolmadan ölüm, ancak bir hastalıktan veya alışkanlıkların ve huyların terkedilmesinden ileri gelebilir. Mübrem ihtiyaçların temini için kimsenin haysiyet ve namusundan fedakarlık yapmasına gerek kalmaz.

    Dünyada açlıktan öldüğü söylenen insanların % 20’sini Hindistan’da, % 35’ini ise Afrika’da yaşayan bir yaşının altındaki çocukların meydana getirdiği ifade edilmektedir. Anlaşılan odur ki, insan vücudunda ve çevresinde her an hazır bekleyen mikroplar, vücudun zayıf olduğu anlarda hemen bedene hakim olarak onu alt edebilmektedir. Özellikle çocuklar, bu hususta en zayıf durumda olduklarından, fazla oranda ölüme maruz kalırlar. O halde açlıktan öldüğü söylenenler, rızkın bitmesinden değil, rızkın azalmasından meydana gelen hastalıklardan ölürler.

    Bu hususta, Prof. Dr. Sabahattin Zaim şu ifadeleri kullanır: Gıda istihsalinin (üretiminin) en yetersiz olduğu Uzakdoğu, Güney Amerika ve Afrika’da dahi, son 30 yılda nüfus başına gıda üretim miktarının düşmeyip sabit kaldığını, diğer bölgelerde ise % 16 ile % 50 arasında arttığını ifade etmektedir. Zaim, dünyanın bazı bölgelerinde aç sayılacak insanların varlığını, insan faktöründen azami istifade edilmeyişiyle açıklamaktadır. Zaim’in araştırmasında, bu gibi ülkelerde, üretim faktörlerinden olan sermayenin bol olduğuna işaret edilir. Bu arada gelişme için kaynaklarda ve diğer imkanlarda görülen inkişafların, bütün ülkelerde, milli gelirin nüfustan daha hızlı artmasını sağlayacak durumda bulunduğu belirtilir.

    Bu konuda İngiltere’de yapılan araştırma sonuçlarına göre, yeterli gübre kullanımı ile gıda üretimini en az 10 kat artırmak mümkün olabilecektir. Bu ise yaklaşık 31.5 milyar insanın beslenmesine imkan sağlamak demektir. Rezzakiyet (rızık verme) kanunu, kainatta umumi bir şekilde devam eder. İnsanlar oksijen alıp karbondioksit verirken, bitkiler de karbondioksit alıp oksijen verirler. Bu bitkiler topraktan bazı maddeleri alarak, güneş ışığı sayesinde organik maddeleri meydana getirirler. Bitkiler, hayvanlar için rızık oldukları gibi, hayvanların bir kısmı diğer hayvanların, bir kısmı da insanların rızkıdır. Besin zincirindeki bu kanun devamlılık arz eder ve böylece yeryüzünde rızkı verilmeyen hiçbir mahluk kalmaz.

    Kur’ân’da: “Yeryüzünde yürüyen, hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun rızkını taahhüt altına almış olmasın.’ (Hûd/6) "Kuvvet ve metanet sahibi Hz. Allah, Rezzak-ı âlem odur. Evet, rızkı veren odur." (Zariyat/58) meâlinde daha pek çok âyet var. Bunların hepsi de rızkın taahhüt-ü Rabbânî altında olduğunu gösterir. Kimse açlıktan ölmemektedir. Ancak, insanlar bilmelidirler ki, vücutlarının zaruri ihtiyacı olan rızıkları taahhüt altına alınmıştır; ama zaruri ihtiyaçlarının dışındaki rızık taahhüt altına alınmamıştır. Yani israfla, su-i istimalle, su-i itiyatla, kötü alışkanlıklarla rızık sayılmayan bir kısım şeyler, onun için zaruri rızık haline gelmişse ve o insan, o türlü rızıksızlıktan ölüyorsa, böyle bir rızk taahhüt altına alınmamıştır ki, bu ölen insanlara da, "rızıksızlıktan ölüyorlar" diyelim. Bunu bir kısım basit misallerle gösterebiliriz. Meselâ: bir afyonkeş, afyona alışıyor. Onu afyondan alıkoydukları zaman çıldırıyor. Belki de, alışkanlık derecesine göre ölüyor. Bu adamın ölümü, rızıksızlıktan değil, afyonun kesilmesinden kaynaklanıyor. Mesela; bir insanın vücudunun günlük ihtiyacı elli gramlık bir protein karşılamasına karşılık, o her gün bir-iki kilo yemeye alışmışsa; hatta bu arada, aynı şahıs bunlara ilaveten fazlasıyla diğer yiyeceklerden yiyorsa, bu alışkanlığı terk edince sarsılabilir, hatta hastalanabilir ve ölebilir. Halbuki, bir insan normal olarak 50-l00 gram ağırlığında meyve almış ve o kadar da protein kullanmışsa, günlük ihtiyacını görmüş demektir. Belki bu aldığı şeyler -alışmaya bağlı- bir kaç gün de yetebilir. Hücreler, şuhum-u müdahhare (ihtiyaç stoku) halinde stoklarını alırlar. Ve sonra dıştan gıda gelmezse, o stoklardan azar azar kullanırlar ve böylece de vücud beslenir gider. Bunun gibi, şurada, burada açlıktan ölen kimseler var. Bunlar eğer Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lütfettiği rızkı mukannen olarak alsalar; meselâ diyelim ki, Cenab-ı Hak bir insana, bir çuval buğday veriyor. O ise, bu bir çuval buğdayı, hemen iki ayda bitiriyor. Ondan sonra on ay aç kalıyor ve bir müddet sonra da acından ölüyor. Ama o insan, o bir çuval buğdayı, mukannen kullanmak suretiyle, her gün birer avuç yese idi, bir sene ona yetecekti ve tabii esbap açısından ölmeyecekti. Demek ki, insanlar ölüyorlarsa, rızıksızlıktan, açlıktan ve ihtiyaçtan değil, belki Allah’ın verdiği rızık bir sene kendilerine yetecekken, o rızkı çarçur ettiklerinden ve vücutlarında da su-i itiyat hâsıl olduğundan ötürü, âdetlerini terk ediyor, dolayısıyla, şeriat-ı fıtriyenin kanunlarının mahkumu olarak ölüyorlar. Rızıksızlıktan ölmüyorlar.

    İkinci kategoride ise Bediüzzaman’ın mecazi rızık olarak adlandırdığı ihtiyaçlardır ki, bunlar yaşam için zaruri olmayan suni ihtiyaçlardır veya ihtiyaç bile değillerdir. İnsanların yanlış algılaması ve zihinlerde ihtiyaç diye kurgulaması yüzünden öyle zannedilirler. Alışkanlıklarımız da, birçok nesneyi (mal veya hizmeti) ihtiyaçmış gibi görmemize neden olur. Basit bir örnek verirsek; günümüz süpermarketlerinde 30 bin – 40 bin arası mal pazarlanmakta ve satılmaktadır. Bu kadar mal çeşidinden hepsinin zaruri maddeler olduğunu ileri sürmek hiç akla mantığa sığar mı? Fakat, zekice uygulanan pazarlama ve tanıtım taktikleri, hiçbir ihtiyacımızı gidermeyen binlerce nesneyi satın almamıza yol açar. İsraf, hor kullanma, alışkanlıklar, gösteriş saiki, suni ihtiyaçların ortaya çıkmasında başlıca amildir.

    Bu noktada, insan ihtiyaçlarıyla ilgili Maslow teorisi Bediüzzaman’ın görüşlerini anlamamızda bize yardımcı olabilir.

    Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi

    Abraham Maslow adlı ekonomist 1943 yılında “A Theory of Human Motivation (İnsan Motivasyonuna Dair bir Teori)” isimli kitabında insan ihtiyaçlarını beşe ayırmıştır. Aynı kitabın 1971 yılındaki genişletilmiş baskısında ise ihtiyaçları yediye çıkarmıştır. 1990’lı yıllarda ise ihtiyaçların sayısı sekiz olmuştur.

    Maslow da ihtiyaçları zaruri olanlar ve olmayanlar diye tefrik etmekle beraber, her iki kategoriyi de kendi içinde ayrıca türlere ayırmıştır. Bediüzzaman için ihtiyaçların Allah’ın garantisi altında bulunup bulunmaması esas ölçü olduğundan, iki kategoriyi alt bölümlere ayırmaya gerek yok idi. İlginçliğine ve Bediüzzaman’ın yorumunu açıklayıcı özelliğine binaen Maslow’un teorisini incelemeye değer buluyoruz. Gerçekten, bu teori, Bediüzzaman’ın rızıkları tasnif şeklini bilimsel olarak kanıtlar mahiyettedir. Çünkü, risalede Allah tarafından mübrem ihtiyaçlar hakiki rızık deyimiyle garanti altına alınmıştır. Diğer taraftan, hayatın idamesi için gerekli olmayan rızıklar da vardır ki bunlar nimet kavramına dahildir. Nimetlerin ihsanı tamamen takdir-i İlahi’ye bağlıdır; bu nimetler bazen verilir bazen verilmez veya bir kısmı verilir bir kısmı verilmez.

    Bu vesileyle, Maslow’un ihtiyaçlar teorisini incelemek risalenin bu bölümünü anlamamız bakımından yararlı olacaktır.

    Maslow insan ihtiyaçlarının belli bir hiyerarşi gösterdiğini ve bir ihtiyaç türünün karşılanmadan diğerinin hedeflenmediğini savunmuştur.

    Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi basamaklı bir piramid şeklinde tasvir edilebilir. En alttaki dört basamak fizyolojik ihtiyaçları, en üst basamak ise ilerleme, büyüme (kişisel gelişim) ihtiyacını temsil eder. İlk önce eksik (deficiency) ihtiyaçlar giderilmelidir. Ancak, bunlar giderildikten sonradır ki, insan kişisel ilerlemeyi sağlayan ihtiyaçlarını tatmin etmeye bakar. Daha düşük ihtiyaçlar tatmin edilince psikolojikman bir üstteki ihtiyaçların giderilmesine odaklanılır. Birey bir sonraki seviyeye çıktığı zaman daha düşük seviyedeki ihtiyaçların önceliği kaybolur. Daha düşük seviyedeki ihtiyaçlar tatmin edilmeyince bu ihtiyaçların giderilmesine tekrar öncelik tanır ama bu seviyeye tekrar düşmez.

    Maslow teorisi, insanların belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamalarıyla, kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturan daha "üst ihtiyaçlar"ı tatmin etme arayışına girdiklerini ve bireyin kişilik gelişiminin, o an için başat olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğini söz konusu etmektedir. Maslow’un kişilik kategorileri kendi aralarında bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık gelir.

    Maslow, gereksinimleri şu şekilde kategorize etmektedir:

    1. Fizyolojik gereksinimler
    2. Güvenlik gereksinimi
    3. Ait olma gereksinimi
    4. Sevgi, sevecenlik gereksinimi
    5. Saygınlık gereksinimi
    6. Estetik gereksinimi
    7. Kendini gerçekleştirme gereksinimi

    Maslow’a göre birey için o an başat olan gereksinimler hangi kategoriye ait gereksinimler ise, diğer deyişle günlük etkinlikleri ağırlıklı olarak hangi gereksinimleri doyurmaya yöneliyorsa, kişilik gelişmişlik düzeyi de onun istencinden ya da seçiminden bağımsız olarak bu gereksinim kategorisine karşılık gelen düzeyde bulunacaktır.

    Belirli bir kategorideki gereksinimler tam olarak karşılanmadan kişi bir üst düzeydeki kategorinin gereksinimlerini algılamaz, böyle gereksinimleri yoktur. Örnek olarak günlük olarak karnını doyurabilen fakat güvenlik içinde bulunmayan, kendini sürekli olarak olası bir tehdit altında algılayan bir insan, dünya görüşünü geliştirmek için kitap okumak gibi bir gereksinim hissetmez.

    Belirli bir gereksinim kategorisindeki gereksinimlerin karşılanması durumunda kişi, bir üst kategorideki gereksinimleri karşılamaya yönelecektir. Bu durum kişilik gelişme düzeyini de bir üst düzeye sürükleyecektir.

    Maslow psikoloji çalışmalarını "zihin özürlü" veya "sinir hastası" süjelerden değil, Albert Einstein, Jane Addams, Eleanor Roosevelt gibi örnek teşkil edebilecek insanlar üzerinde yoğunlaştırmıştır. “Özürlü, gelişmemiş, olgunlaşmamış, sağlıksız, kendi kişiliklerini tayin edememiş, insan ilişkileri çarpık, agresif, provokatör, kompleksli, tutarsız, kaypak süjelere dayalı araştırmaların, özürlü bir psikoloji ve felsefeye temel oluşturacağını” savunmuştur.

    Özetle; bu teorinin özüne göre, fizyolojik ihtiyaçlarını zorlukla karşılayabilen insanların, daha üst seviyedeki, bilişsel, estetik vs. ihtiyaçları hissetmesine imkan yoktur. İnsanlığın bugünkü durumuna baktığımızda, güvenlik, aidiyet ve saygınlık gibi ihtiyaçlarını tamamen karşılamış ve daha üst düzeydeki ihtiyaçları tetiklenmiş insan sayısının dünyada azınlık oluşturduğu apaçık ortadadır. Bu durumda, insanları sınırsız istekler peşinde koşar gibi algılamak ve göstermek geleneksel ekonomiyi daha en başından yanlış, gerçek dığı temellere oturtmuştur.

    Malthus Doktrini : Rızkın İnkarı

    Gerçek rızkın, yani yaşamı sağlayan başlıca unsurlardan olan yiyecek, içeceklerin tüm insanlık için Yaradan tarafından taahhüt edildiğini inkar eden doktrindir. Malthus adlı İngiliz iktisatçı tarafından ortaya konmuştur. Malthus Kur’an’ın ve Bediüzzaman’ın söylediğinin tam tersini söylemiş, yani nüfus artışı sınırlandırılmadığı takdirde, mevcut tarım ürünlerinin insanları doyurmaya yetmeyeceğini ve bunun sonucunda kıtlık ve açlıktan toplu ölümler yaşanacağını savunmuştur. Fakat, zaman Bediüzzaman’ı haklı çıkarmış, Malthus’u tekzip etmiştir. Ancak, Malthus dikkatleri nüfus ve açlık meselesi üzerine çekerek bu konunun ekonomi çevrelerinde tartışılmasına neden olmuş, istemeyerek de olsa Bediüzzaman’ın haklılığının anlaşılmasına hizmet etmiştir. Malthus Doktrini halen ekonomi ve siyaset çevrelerinde güncelliğini koruması ve konumuzla direkt ilgisinden dolayı incelemeye değerdir.

    Malthus, toplum mutluluğuna ilişkin aşırı umutların; nüfus artışıyla her zaman maddi üretim artışını geçeceği için boşuna olduğunu ileri sürdü. Nüfus artışı denetim altına alınmadığı takdirde, nüfus geometrik olarak artarken yaşamı sürdürecek maddi üretim aritmetik olarak artacak ve sonuçta açlık, savaş ve hastalık ortaya çıkacaktır. Ancak kendi kendini sınırlama, bu artışı denetim altına alabilir.

    Malthus’un analizindeki mantık devrin bütün sosyal düşüncelerine derinden tesir etti. Onun 1880’lerden bu yana, kehanetlerinin neden doğrulanmadığını şu anda aramak gerektir.

    Suni İhtiyaç veya Lüks Tüketim

    Bediüzzaman, mübrem ihtiyaçları karşılayan yiyecek, içecek, giyecek gibi maddeler dışındaki nesneleri suni ihtiyaç olarak vasıflandırmakta ve güncel deyimle lüks tüketimi şiddetli bir şekilde eleştirmektedir.

    Said Nursi, hakiki ihtiyaçlarının temini için çalışanların bunu mutlaka elde edeceğini müjdelemekte, sahte ihtiyaç peşinde koşanların ise hüsranla karşılaşacağını ifade ederek insanlığı ikaz etmekte ve gerçek ihtiyaçlarının üzerinde lüks peşinde koşanların maddi ve manevi çok ağır bedeller ödemek zorunda kalacağını belirtmektedir. Şöyle ki:

    Müsriflik edenler, sonunda aşağılanır, olur olmaz insanların karşısında dik duruşunu yitirir, gurur ve haysiyetinden ödün vermek zorunda kalır. Yeri gelir, kendisine yapılan hakaretleri, aşağılayıcı söz ve davranışları sineye çekmek mecburiyetinde kalır. Gerçek hayatta, zengin ve meşhur olup da, sonradan dilencilik derecesine inen insanların ibretlik durumlarına her gün şahit oluyoruz.

    Bediüzzaman, bu arada çok önemli bir noktaya dikkatimizi çekiyor. Müsrifçe yaşanan hayat son derecede pahalıdır. Lüks otolar, yatlar, Paris ve Londra gibi pahalılığıyla ünlü kentlere seyahat, oralarda ikamet, alışveriş vs. hep paraya bakan işlerdir. Müsriflerin gece hayatı, içki, kumar, kadın gibi birbirini tamamlayan zafiyetlere düşmesi olağandır. İsraf içinde yaşayan memur, yönetici pahalı yaşamını finanse edebilmek için rüşvet alır. İsraf çok kere yapanı dinden eder; çok az bir maddi menfaat karşılığında misliyle büyük manevi kayıplar yaşanır. Allah’ın nimetlerine her gün nankörlük eden, hiç şükretmeyen birisinin dinini muhafaza etmesi mümkün müdür? Arkasındaki servet ne kadar büyük olursa olsun, müsrif insanın eninde sonunda sefalete düşmesi kaçınılmazdır.

    İslamiyet kanaati, tasarrufu, israftan ve lüksten kaçınmayı emreder. Tarih boyunca servet sahibi olmak, birçok mesuliyetleri beraberinde getirir. Servet; insanı gurura, kibre, gaflete, azgınlığa sevk edebilir.

    Günümüz ticaret hayatı, kredi kartları, her türlü harcamayı kapsayan bireysel kredileriyle lüks tüketimi tahrik edici yönde işliyor. Lüks hayat arzusu ve başkalarına özenme duygusu tüketim çılgınlığını tetikliyor. İnsanlar herhangi bir ürünün ihtiyaç olup olmadığına bakmaksızın hemen satın almaya yöneliyor. Böylece bilinçsizce taklit ve tüketim sadece aileleri ekonomik yönden sıkıntıya sokmakla kalmıyor, örf, âdet, kültür ve inanç değerlerini de hızlı bir şekilde aşındırıyor. Sonuçta zayıf iradeli, hayata karşı bir bakış ve duruşu olmayan, eşyanın nesnesi olmuş, tüketirken kendisi de maddeten ve manen tükenen tipler ortaya çıkıyor.

    Global Kriz ve Dördüncü Nükte

    Batı medyasına yansıyan haberlerden öğreniyoruz ki; şirketleri batma raddesine geldiği zamanlarda dahi yöneticiler, briç partisinde veya golf sahasında, saunada vs. keyif etmekteydiler. İflas eden bir uluslararası bankanın CEO’su, kriz esnasında New York’un en meşhur plazasında iki ofis almayı ihmal etmemişti. İnsanlık Bediüzzaman’ın da işaret ettiği şekilde, hakiki ihtiyaçlarının dışındaki mecazi ihtiyaçlara gayr-i ahlaki yollarla yönelmesinin faturasını ödemektedir.

    6. Bölüm: Beşinci Nükte

    Beşinci Nükte aynen aşağıdaki gibidir:

    “Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedaya (yani fakire) padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en ala baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.

    Cay-ı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları ‘hısset’ ile itham ediyorlar. Haşa! İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzirin zahiri merdane keyfiyetlerinin iç yüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta’da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

    Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanındaki üç kardeşime yedirmek ve Şaban-ı Şerif ve Ramazan’da o baldan iktisat ile otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, ‘Alınız’ dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine ikram etmek ve her biri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette ulvi bir haslet ile iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: ”Sizi, otuz kırk gün, o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!” dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımı iktisat ile sarf ettim. Bütün Şaban ve Ramazan’da hem ben yedim, hem, Lillahilhamd, o kardeşlerimin her birisine iftar vaktinde birer kaşık(Hâşiye1) verip, mühim sevaba medar oldu. Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telakki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civan mertlik telakki edebilirler. Fakat, hakikat noktasında, o zahiri hısset altında ulvi bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmese idi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkarane ve muntazırane bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir haleti netice verirdi.”

    İzafilik ve İzafiyet Teorisi

    Bediüzzaman fıkranın ilk paragrafında, lezzet, haz gibi mefhumların göreceliğine dikkat çekmektedir. Ona göre, bir fakirin siyah ekmekten aldığı lezzet, zenginin en güzel baklavadan aldığı lezzetten üstün olabilir. Bu olay, bilimsel ifadesini izafiyet teorisinde bulmaktadır.

    Bilim alanında çok tartışılagelen izafilik, Kur’anı Kerim’de tam bir açıklıkla anlatılmıştır.

    “Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac Suresi)

    “Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir.” (Secde Suresi )

    Melekler ve Ruh (Cebrail), O’na, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.” (Mearic Suresi )

    Bu Kuranî gerçeği çok iyi bilen Bediüzzaman, İktisat Risalesi’nin bazı diğer yerlerinde olduğu gibi, 5. Nükte’sinde de yorumlarında izafiliğe yer vermiştir. Bu vesileyle, izafiliğin ne olduğuna bir bakalım.

    İzafiyet teorisi, Albert Einstein’ın ismiyle özdeşleşmiş bir kavramdır. Einstein ismiyle özdeşleşen “İzafiyet Teorisi” zaman hakkındaki algımızı kökünden değiştirdi. Zaman, kütle ve hıza bağlı olarak değişiyordu. Eğer bir kişi ışık hızına yakın bir hızla hareket ederse onun için zamanın daha yavaş geçeceği matematiksel hesaplarla ortaya kondu. Einstein’ın teorik olarak ortaya koyduğu bu gerçek, deneysel olarak da ispatlandı. Bu deneyi İngiliz Ulusal Fizik Enstitüsü yapmıştır. Araştırmacı John Laverty zamanı mükemmele yakın bir şekilde doğru gösteren (300 bin yılda sadece 1 saniye hata yapan) iki saati senkronize etti. Saatlerden biri Londra’daki laboratuarda tutuldu, diğeri ise Londra’dan Çin’e gidip gelen bir uçağa kondu. Uçak yüksekten uçtuğu için, Dünya’daki çekim gücünden daha düşük bir çekimde hareket etti. Deney sonucunda iki saat arasında fark oluştuğu görüldü. Bu da bizlere zamanın izafiyetinin deneysel ispatı oldu.

    Fizik alimi Einstein, bilginin mutlak gerçek olduğunu savunan Euclidan Teorisine karşı çıkarak izafiyet teoremini ortaya atmış ve onun bu yaklaşımı sosyal bilimler ve ekonomiye de tatbik edilmiştir. Einstein’a göre mesela, bir insanın iyiliği veya kötülüğü içinde yaşadığı toplumda oluşturduğu izlenime göre değişir; onun iyi veya kötü olmasına dair mutlak bir gerçekten bahsedilemez. İyi veya kötü diye vasıflandırılmasında inanışlar rol oynar. İnanış da başkalarının gözüne nasıl göründüğüyle ilgilidir. Albert Einstein, 2. bölümde incelediğimiz “homo economicus” insan modelini tenkit ederken de mutlak ve kesin bir gerçek olamayacağını ileri sürmüş ve klasik ve neoklasik görüşün varsayımlarını reddetmiştir.

    Gerçekten ekonomi ve sosyal hayatta, kişisel, toplumsal ve ulusal olayların göreceliliği çok belirgindir. Mesela, kalkınmışlık düzeyinden bahsedersek, ülkemiz bugün 40 yıl öncesine göre tabii ki çok ileri vaziyettedir. Kişisel zenginlik de izafidir. Bir insanın bulunduğu çevredeki ortalama refah düzeyine göre zengin veya fakir diye vasıflandırılır.

    Toplam Fayda ve Azalan Marjinal Fayda

    Kardinal Fayda Teorisi, mikro iktisatta tüketici dengesi analizi için geliştirilmiş analizlerden birisidir. Ordinal Fayda Teorisi’nden temel farkı, faydanın ölçülebilir olduğu varsayımına dayanmasıdır. Bu durum, faydanın ölçülebilir olduğu varsayımı, uygulamada aksaklıklara neden olduğu için Ordinal Fayda Teorisi kadar kullanım alanı bulamamıştır.

    Kardinal Fayda Teorisi temel olarak üç varsayıma dayanır;

    – Toplam Fayda: Kişinin bir dönem boyunca bir malın tüketiminden elde ettiği faydaya verilen addır.

    – Marjinal Fayda: Kişinin her ilave birim mal tüketmesi sonucu toplam faydada meydana gelen değişikliktir. Toplam fayda fonksiyonunun birinci türevi bize marjinal faydayı verir.

    – Azalan marjinal fayda: Tüketicinin belirli bir dönemde kullandığı mal miktarı arttıkça, elde ettiği (her ilave birim için) fayda azalır. Marjinal faydanın giderek azalması durumuna azalan marjinal fayda ilkesi adı verilir.

    Marjinal faydanın “0”a eşit olduğu duruma doyum noktası denir. Sahip olduğu gelir ile satın alabileceği en iyi mal sepetini satın almayı amaçlayan bir tüketici, bir malı doyum noktasında ya da aşan bir noktada asla satın almaz.

    Tüketicinin gelirinin tümünü harcayarak faydasının maksimize ettiği duruma tüketici dengesi adı verilir. Tüketici dengesi analizinin amacı, tüketicinin nasıl davrandığında faydasını maksimize ettiğini ve tüketici denge koşulunun ne olduğunu açıklamaktır.

    Kardinal ve ordinal fayda teorisindeki iki temel varsayım, tüketicinin gelirinin ve satın aldığı mal fiyatlarının sabit olduğudur. Üçüncü bir varsayım da tüketicinin tercihlerinin azalan marjinal fayda ilkesine tabi olmasıdır. Böylece tüketici sadece bir mal alarak faydasını maksimize etmez.

    Kardinal fayda teorisinin iki tanımlayıcı koşulu vardır:

    – Tüketici gelirinin tümünü harcar;

    – Her mal için harcanan son liranın tüketiciye sağladığı marjinal faydalar eşittir.

    Yani tüketiciler gelirlerinin tümünü harcadığında, her mal için harcanan son liraların onlara sağladığı marjinal faydaların eşit olması durumunda tüketici denge koşulunu sağlamış olurlar. Buna “eşmarjinal ilkesi” adı verilir.

    Azalan marjinal fayda teorisi, akıl ve mantığa uygundur. Bu teoriyi günlük lisanla açıklarsak, bir yiyecekten daha az yiyen daha çok fayda (lezzet) alırken, daha çok yiyen daha az fayda elde eder. Bediüzzaman da, fakirlik veya iktisatlılıktan dolayı sadece mübrem ihtiyaçlarını tatmin edebilen fakirlere, Yaradan’ın zenginler gibi hatta onlardan daha fazlaca dünya nimetlerini ve onların lezzetlerini hissettirdiğini bildiriyor.

    Az miktarlarda yiyen içen insanların yediklerinden aldıkları lezzet hep üst düzeydedir. Başka bir deyişle, tüketimden sağladıkları marjinal fayda daima yüksektir. Buna mukabil, yediklerinde aşırıya gidenler usanç derecesinde doygunluk hissinden dolayı bir noktadan sonra hiçbir lezzet almazlar, hatta yedikleri kendilerine sıkıntı verir. Tüketimden sağladıkları marjinal fayda, sıfıra hatta eksiye döner. Böylece, fakirler ve fakir olmadığı halde iktisatlı davrananlar daha az yiyerek, daha çok haz alırlar; tüketimden elde ettikleri marjinal fayda ve toplam fayda aşırı yiyen zenginlerden daha fazla olur.

    İktisatlı Yaşamın Sonucu: Kendi Kendine Yeterlilik

    Kur’an-ı Kerim “insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Suresi; 53:39) der. Nursî’ye göre kişinin geçimini sağlayabilmesi ticaret, endüstri ve tarım yoluyla olur. Devlet memuriyetleri ise bereketsiz ve sosyal değişimi teşvik etme konusunda pasiftir.

    Kendi kendine yeterlilik; her ne üretiyorsak bu kişisel kullanımlarımız için yeterlidir, anlamını taşır. Başkalarından ödünç almamız gerekmez. Yani kendimize güvenebiliriz; genel ifadeyle kendi ayaklarımızın üzerinde durabiliriz. Aslında kendi kendine yeterlilik deyiminin daha geniş bir anlamı vardır. Yeteri kadarına sahip olup mevcut olandan veya mevcut durumdan tatmin duymaktır. Şayet insanlar doygun olursa daha az aç göz olurlar ve başkalarına daha az sorun yaratırlar.

    Başka bir tanımla, kendine yeterlilik dışarıdan hiçbir yardım, destek veya müdahale talep etmeme durumudur. Bu nedenle, kendine yeterlilik aynı zamanda otonomi (özerklik) demektir.

    Amerika Birleşik Devletleri’nde kırsala dönüş, ev ofisi gibi hareketler kendine yeterlilik çabalarıdır. Kendine yeterli insan sadece kendi ürettiğini tüketir.

    Bediüzzaman’ın Kendine Yeterli Yaşamı

    Bediüzzaman idare ve kanaatkarlık konusunda insanlığa örnek bir hayatı bizzat yaşamıştır. Son derece iktisatlı ve tutumlu bir hayatı vardı. Kendisi hiçbir şeyi israf etmez, aksini yapan talebelerini de hemen uyarırdı. Bir tek ayakkabıyla yıllarca idare eder, bir gömleği yırtılınca yama yapar yine giymeye devam ederdi.

    Bir ekmeği 15 günde bitirir, bir-iki zeytini veya bir yumurtayı da ona katık ederdi. Çok sade ve iktisatlı bir hayat sürerdi. Barla’da kaldığı günlerde talebelerinden birisi de Sıddık Süleyman’dı. Bir gün uzaktan misafirleri gelmişti. Sıddık Süleyman’a, “Kardeşim misafirlerimize çay ikram edelim” dedi. Sıddık Süleyman, odun ateşinde küçük demlikle çayı demledi, getirdi. Misafirlere dağıtmaya başladı. Çayları dağıttıktan sonra, yarım tane kesme şeker artmıştı. “Bunu ne yapayım?” diye düşünürken, o yarım şekeri boş bir bardağa atıverdi. Bunu gören Bediüzzaman’ı bir sıkıntı bastı, çok üzülmüştü. “Kardeşim,” dedi. “Yirmi kişiye daha çay verseydin de böyle yapmasaydın, o zaman ruhum bu kadar sıkılmazdı. Çünkü, sen iktisat etmedin.”

    Bu olay, Bediüzzaman’ın israftan kaçınma ve idareli davranmak hususundaki hassasiyetini yoruma gerek bırakmayan şekilde sergiliyor. Doğallıkla, böyle bir hayatı sürdüren bir insan olarak, hiçbir zaman başkalarına müdanaa etmemiş; hatta en yakınlarının sunduğu hediyeleri de asla kabul etmemiştir.

    Çarpıcı Bir Kural: Ulvi Bir Gaye İçin Bile İsraf Haramdır

    Bediüzzaman, çoğumuzu şaşırtacak ve muhtemelen yanlış bildiğimiz bir konuda çok kritik bir kural va’zediyor. O da, yüce gayeler için bile iktisatsızlığın haram olduğudur. Nitekim, aktardığı olayda birbirine bal ikram eden arkadaşların üçününde üç gün içinde balsız kaldığı anlatılıyor. Halbuki, Üstad, daha az miktarda bal ile bütün Ramazanı geçirdiği gibi, üç arkadaşına da ikram etmek imkanını buluyor. Bundan anlıyoruz ki, cömert olabilmenin koşulu, iktisat etmektir.

    Global Kriz ve Beşinci Nükte

    Geleneksel, faizli iktisat her kurumu ve her ülkeyi birbirine muhtaç hale getirdi. Global krizde, her banka ve finans kurumu aldığı riski başkasına yükledi. Öte yandan, başka bankadan risk devralanlar kendi finansal analizlerine güvenmek yerine başkalarının analizine bel bağladılar. Banka risklerinden korkmayan sigorta şirketleri şimdi iflasın eşiğine geldiler.

    7. Bölüm: Altıncı Nükte

    Altıncı Nükte aynen aşağıdaki gibidir:

    “İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlak-ı seyyieden olan tezellülden manen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden manen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Öyle de, ahlak-ı aliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kainattaki nizam-ı hikmet-i İlahiyenin medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkarlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş vardır. Bu hakikati teyid eden bir vakıa:

    Sahabenin Abadile-i Seb’a-i meşhuresinden olan Abdullah ibni Ömer Hazretleri ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Azam Hazret-i Ömer’in (r.a) en mühim ve büyük mahdumu ve Sahabe alimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübarek çarşı içinde alışverişte, kırk paralık bir meseleden iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Ruy-i zeminin halife-i zişanı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acib bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvalini anlamak ister. Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu:

    ‘İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?’

    Her birisi dedi:

    ‘Bana bir altın verdi.’

    O sahabe dedi:

    ‘Fesübhanallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemal-i rıza-i nefisle versin!’ diye düşündü.

    Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’i gördü, dedi:

    ‘Ya imam! Bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.’

    Ona cevaben dedi ki:

    “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemal-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir halettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır. İmam-ı Azam bu sırra bir işaret olarak: Hayırda ve ihsanda –fakat müstehak olanlara- israf olmadığı gibi israfta da hiçbir hayır yoktur.’ demiş.

    Bu nüktede Bediüzzaman’ın verdiği ders ikidir. Birincisi ve daha önemlisi; İslam, her konuda ifrat ile tefrit arasında bir orta yoldur. İkincisi ise, özel hayat ile iş hayatı birbirinden çok farklı hatta bazen birbirinin zıddıdır ve her ikisi de mutlaka kendi kurallarına göre yönetilmelidir.

    Altın Orta

    Orta kavramını tarihte ilk ortaya koyan Eflatun’un talebesi Aristo’dur. Bu meşhur Yunanlı düşünüre göre, bütün ekstremler (aşırı uçlar) kötüdür. Dolayısıyla, her işte “altın ortayı” (golden middle) bulmamız gerekir Mesela, 10 çok büyük, 2 çok küçük ise, 6 o şeyin kendisine nazaran (aritmetik) ortalamasıdır. Çünkü 6, ekstremlerden biri olan 2’yi 4 geçtiği gibi, öbür ekstrem olan 10’dan 4 noksandır. Bu aritmetik olarak ortalamadır. Fakat bize bağıntılı (göreceli) olan orta bu şekilde bulunamaz. Şayet, on liralık yiyecek bir adamın doyması için aşırı fazla ve iki liralık yiyecek aşırı az ise, bu söz konusu adam için altı liralık yiyecek uygundur, anlamına gelmez. Zira, altı liralık yiyecek de adama aşırı fazla veya aşırı az gelebilir. Yani, bize bağıntılı (göreceli) orta ise, bizim için ne çok fazla ne de çok az olanıdır ki bu orta herkes için farklı farklıdır.

    Fazilet (erdem) ortalamaya veya makul bir miktara yöneldiği sürece ılımlılığın bir çeşididir, yolun ortasıdır. Mesela, kızgınlıktan deliye dönmek kötüdür. Ama, başkalarına dehşet saçan olaylara karşı duyarsız kalmak da, karakter zaafıdır. O zaman, fazilet bir itiyat veya seçim konusunda eğitilmiş bir yetenektir ki, karakteristiği orta yol hakkındaki kişisel gözlem tarafından belirlenir. Orta yol, iki kötünün ortasındaki itidal ve ılımlılığı ifade eder; kötünün biri ifrat (excess) tarafı, diğeri ise tefrit (defect) tarafıdır. Ayrıca, bu iki kötülük duygu ve davranışta uygun ölçüyü ya aşar ya da onun gerisinde kalır. Sağduyulu insan orta miktarı bulur ve tercih eder. Kendi doğası içinde tanımlandığında, erdem ılımlılık ve orta karar olma halidir, fakat en iyi ve en doğru olanla ilişkisi açısından bakıldığında, mükemmeliyetin ekstremidir. Korkunun aşırısı korkaklığa sevkederken, cesaretin fazlası da aptallık demektir.

    Para kazanama ve para verme (mesela sadaka verme) meselesinde orta yol cömertliktir. İfrat, müsriflik, savurganlık; tefrit ise cimrilik, tamahkarlıktır. Her iki kötülük de, başarısızdır; müsrif aşırı ölçüde harcar, ama para kazanmada yetersizdir. Cimri ise, kazançta fazladır ama harcamada yetersiz kalır.

    İslam’da Orta Yol

    İslam’da iyilik (fazilet), tam orta yol demektir. Vasattan fazla veya az olmak, iyilikten ayrılmak sayılır. Orta yol, orta veya ortalama iki türlüdür. Bir şeyin fiziki veya matematik olarak tam ortası veya izafi takdiri ortadır. Din ve ahlakta geçerli izafi (göreceli) ortadır ki insandan insana değişir. Hatta her göreceli kavram gibi zaman ve mekana göre farklılık gösterir. İslami terminolojide aşırı fazla veya çok olana ifrat, aşırı ölçüde az veya küçük olana tefrit denir. Hak ikisinin arasındadır bir yerdedir. Bu nokta aritmetiksel bir orta veya ortalama değildir. Dolayısıyla, her Müslüman vasatı kendi sağduyusu ve iyiniyetli çabasıyla bulmak durumundadır.

    Kur’an’ın Müslümanlara emrettiği davranış ve tutum kalıbı kesinlikle orta yoldur. Nitekim, Furkan Suresi 67. ayeti der ki: “Harcarken, ne israf, ne de cimrilik ederler; ikisi arasında bir yol tutarlar.”

    Bediüzzaman’ın Orta Yol Tarifi

    Gerçekten dinimiz her konuda aşırılıktan kaçınmayı ve orta yol tutulmasını emreder. Orta yol ise o konudaki ekstrem (aşırı uç) unsurları bünyesinde potansiyel olarak az çok taşır veya en azından çağrıştırır. Bu nedenle, doğru ve makul olan bazen aşırı olanla karıştırılabilir. Bediüzzaman, mükemmel bir anlatımla, orta yolun aşırılıkla zahiri benzerlik gösterdiğini hatırlatıyor ve yanılgıları engellemek üzere, bazı temel kavramların ekstrem halini tanımlamak suretiyle kavram kargaşasını önlüyor ve mealen diyor ki: İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlak-ı seyyieden olan tezellülden manen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden manen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Öyle de, ahlak-ı aliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kainattaki nizam-ı hikmet-i İlahiyenin medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hıssetle hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş vardır.

    İktisat, peygamberlere ait yüksek ahlak unsurlarından birisi ve en faziletli davranışlardan olduğu halde, onun şirazesinden çıkmış hali olan cimrilik, tamahkarlık lanetli bir davranıştır; alçaklık, cimrilik, tamahkarlık ve hırsın bir karışımıdır. İktisat, Kur’an-ı Kerim’in emri, kainattaki ilahi düzenin dünya hayatına yansımasıdır ve onun dozu kaçmış, aşırı hali olan ama içinde her türlü aşağılık ve rezilliği barındıran cimrilik ile özleri bakımından tamamen benzersizdir. Ancak, iktisatlı, hesaplı bir insan ile cimri birisinin davranışları, bazı olaylara reaksiyonu ve yaklaşımı dışarıdan çok benzer gibi görülebilir. Bediüzzaman, iktisat ile cimriliğin farklılığını daha açık biçimde ortaya koymak amacıyla özde apayrı, biçimde benzerlik arzeden başka vasıfları da anlatıyor. Mesela,

    Alçak gönüllük, sünnete uygun iyi huylardan olduğu halde, düşük ahlaklılara has zillet ve alçalmaya zahiren benzer. Vakar (gurur), kibir denen kötü özelliğe benzetilebilen müsbet insani vasıflardandır.

    Üstad, bu nüktenin ikinci bölümünde, bizleri tam olarak aydınlatabilmek için Halife Hz. Ömer’in oğlu, Hz. Abdullah’ın yaşadığı ve çok yönlü anlamları olan bir olayı bize naklediyor. Hz. Abdullah, çarşıda yaptığı bir alışverişte, ticaretin özü olan pazarlıkta katı ve sert bir tutum sergiliyor. Ancak, bu olayın hemen akabinden evi civarında rastladığı fakirlere severek ve isteyerek birer altın veriyor. İki davranış arasındaki farklılıktan kafası karıştığını söyleyen bir sahabeye hitaben, birinci davranışının cimrilik olmadığı gibi, ikinci davranışının da israf olmadığını söyleyerek bir ders mahiyetindeki sözlerini mealen şöyle tamamlıyor:

    “Çarşıdaki alışverişte gördüğünüz, ticaretin özü olan ve uygun fiyata uygun malı aldığımdan emin olmak maksadıyla yaptığım pazarlıktı; bu iktisatlı ve akıllı olmamın gereğiydi ve hasislik değildi. Hanemde yaptığım ise, kalbimin yumuşaklığı ve karakterimin olgunluğundan ileri geliyordu ve kesinlikle israf değildi.”

    Bediüzzaman, 6. Nükte’nin son bölümünde, hitabetini iyice güçlendiriyor ve İmam-ı Azam’ın bu konudaki vecizevi sözünü sunuyor. Büyük İmam Bediüzzaman’ın görüşlerini net bir şekilde doğruluyor ve;

    “Hak eden, doğru insanlara yöneltilmek koşuluyla hayır ve ihsanın israf sayılmayacağını, israfın hiçbir hayırlı sonuç doğurmayacağını” bildiriyor.

    Özel Hayat ile İş Hayatı Arasında Farklar

    İş hayatının kriterleri ile özel hayatın ölçüleri birbiriyle bağdaşmaz. Ticaret ve sanayide, kârlılık, verimlilik ve maliyet gibi maddi kavramlar ön plandadır ve öyle olmak zorundadır. Bir işletme yaşamını sürdürebilmek adına, alımlarını mümkün olan en düşük maliyetle gerçekleştirmek zorundadır. Sosyolojik bir birim olan hane halkı da, ekonomik kararlar alan ve uygulayan bir birliktir. Dolayısıyla, çarşıya pazara kendisi ve hanesinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere çıkan kişi ticaretin kurallarına uymalıdır. Yani, elindeki parayla mümkün olduğu kadar çok ihtiyacını gidermeye çalışmalıdır. Aksi takdirde, geliriyle giderini eşitleyemez, iki yakasını bir araya getiremez. İşte, Hazret-i Abdullah çarşıda alışveriş yaparken bu gerçekten hareket etmiş ve istediği malı biraz daha ucuza mal etmek amacıyla uzun ve çetin pazarlık yapmaktan kaçınmamıştır.

    Ticaretin katı maddi ölçülerine karşılık, özel hayat ve onun en önemli parçası olan aile hayatı manevi yönü ağır basan bir ilişkidir. Hane içinde herkes kendini güvende hisseder. Aile üyelerinin birbirine yaklaşımında menfaat rol oynamaz; onun yerine şefkat ve sevgi duygusu ve gerektiğinde fedakarlık yapılır. Aile olanaklarının dağıtımında, daha güçsüz ve muhtaç durumda olana öncelik verilir. Özel hayatında bir Müslüman sadece ailesine karşı değil, çevresindeki fakir fukaraya karşı da sorumludur. Dolayısıyla, iş hayatında ve alışverişlerinde ne kadar hesaplı olursa olsun, özel hayatında doğru kimselere yönelik olmak şartıyla özellikle aile reisi son derece cömerttir. İş hayatında iktisatlı davranmayı itiyat edinen insan, özel hayatında muhtaçlara karşı cömert olabilme imkanına kavuşur. Yani, iktisat cömertliktir söylemi hayata geçer.

    Global Kriz ve Altıncı Nükte

    ABD ve Avrupa’da banka ve finans yöneticileri iş ile özel hayatı birbirine karıştırdı. Aslında, yöneticilerin şirketleriyle olan mukaveleleri birçok özel hayata ait harcamanın (mesela klüp üyeliği gibi) şirkete fatura edilmesine izin verdi. Bu durumda, yönetici için özel hayat ve iş hayatı ayrışımı ortadan kalktı. İkisi o derecede birbirine karıştı ki, batan banka ve şirket yöneticileri çeşitli eğlenceler için yaptıkları masraflarını dahi şirketlerine fatura ettiler.

    Krizin sorumlusu yöneticiler, muhtaçlara en ufak yardımı bile düşünmediler. Sadece ceplerini doldurmaya baktılar. Bunu yaparken de, her türlü yolsuzluğu, usulsüzlüğü kendilerine hak gördüler. Sonunda, sadece kendi ülkelerini değil, tüm dünyayı ateşin içine attılar.

    8. Bölüm: Yedinci Nükte

    Yedinci Nükte aynen aşağıdaki gibidir:

    “İsraf, hırsı intac eder. Hırs üç neticeyi verir:

    Birincisi, kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar, şükür yerine şekva ettirir, tenbelliğe atar. Ve meşru, helal, az malı(Hâşiye2) terk edip, gayr-i meşru, külfetsiz bir malı arar ve o yolda izzetini, belki de haysiyetini feda eder.

    Hırsın ikinci neticesi: haybet ve hasarettir. Maksudunu kaçırmak ve istiskale maruz kalıp, teshilat ve muavenetten mahrum kalmak; hatta, “hırs, hasaret ve muvaffakıyetsizliğin sebebidir” olan darbımesele masadak olur.

    Hırs ve kanaatin tesiratı, zihayat aleminde gayet geniş bir düstur ile cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtri kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvanatın hırs ile meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azim menfaatine gösterir.

    Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi latif bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırs ile noksan ve mülevves rızıklarına saldırması, davamızı parlak bir surette ispat ediyor.

    Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkaranesi, mükemmel rızıklarına medar olması ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırs ile rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kafi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.

    Hem Yahudi milleti hırs ile, riba ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-i meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahranişinlerin (Yani bedevilerin) kanaatkarane vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kafi rızkı bulması, yine mezkur davamızı kati ispat eder.

    Hem çok âlimlerin(Hâşiye3) ve ediplerin(Hâşiye4) zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleriyle zenginleşmeleri katî bir surette ispat eder ki, rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Çünkü, çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir. “Kanaat tükenmez bir hazinedir” hadisinin sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir maden-i hasâret ve sefalettir.

    Üçüncü netice: Hırs, ihlası kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccüh-ü nası ister. Teveccüh-ü nasa müraat eden, ihlas-ı tammı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cay-ı dikkattir.

    Elhasıl, israf, kanaatsizliği intac eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar, hayatından şekva kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir.(Hâşiye5) Hem ihlası kırar, riya kapısını açar; hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.

    İktisat ise, kanaati intac eder.

    “Kanaat eden aziz olur; açgözlü olan aşağılanır.” hadisinin sırrıyla, kanaat, izzeti intac eder. Hem sa’ye ve çalışmaya teşci eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, mesela bir gün çalıştı, akşamda aldığı cüz’i bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır. Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında daima şakir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğna etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlas kapısı açılır, riya kapısı kapanır.

    İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede müşahade ettim. Şöyle ki:

    Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menabi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: “Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş-altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra, yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. ”Fesübhanallah,”dedim. ”Bu bağların mahsulatı, şehrin hacetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lazım gelir.” Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan ve bir hatıra-i hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menabi-i servetle beraber, o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir.” diyordu. Evet, zekat vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmek ile zekat vermemek, sebeb-i ref’-i bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır.

    İslam hükemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dahi-i meşhur Ebu Ali İbni Sina, yalnız tıb noktasında, “Yiyin, için, fakat israf etmeyin” (A’raf Suresi: 31) ayetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

    “İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.”(Hâşiye6)

    “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Suresi 32. ayet)

    Cay-ı hayret ve medar-ı ibret bir tevafuk: İktisat Risalesi’ni, üç acemi olarak, beş altı ayrı ayrı müstensih, ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshadan yazıp, birbirinden uzak, hatları birbirinden ayrı, hiç elif’leri düşürmeyerek yazdıkları her bir nüshanın elif’leri, duasız elli bir, dua ile beraber elli üçte tevafuk etmekle beraber, İktisat Risalesi’nin tarih-i telif ve istinsahı olan Rumice elli bir ve Arabi elli üç tarihinde tevafuku ise, şüphesiz tesadüf olamaz. İktisattaki bereketin keramet derecesine çıktığına bir işarettir. Ve bu seneye “Sene-i İktisat” tesmiyesi layıktır.

    Evet, zaman iki sene sonra bu keramet-i iktisadiyeyi İkinci Harb-i Umumiyede her taraftaki açlık ve tahribat ve israfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbur olmasıyla ispat etti.

    Hırsın ve Hırslı İnsanın Tanımı

    Önce genel olarak, hırsın ne olduğunu anlayalım. Hırs bir insanın hedefine varmak için abartılı, aşırı bir istek içinde olmasıdır. Hırslı insanın hedefleri de makul ölçünün üzerindedir. Ayrıca, muhteris insan sürekli bir tatminsizlik ve mutsuzluk içinde yaşar. Bir amacı tahakkuk ettiğinde, derhal diğerinin peşinde koşmaya başlar. Hırsın ne kadar kötü bir haslet olduğunu tarih boyunca akl-ı selim veciz olarak ortaya koymuştur:

    Hırs ve tamahın başladığı noktada saf duygular sona erer. (Balzac)

    İnsanların hırsı ve tamahı, mesut olmamalarının tek sebebidir. (Fenelon)

    Hırs ve para düşkünlüğü, belki de bütün diğer ihtiraslardan daha fazla suç sebebidir. (Aristotales)

    İnsanoğlu kocar da onda iki huy: hırs ve tûl-i emel gencelir. (Hz. Muhammed)

    Çok kazanmak isteyen kaybeder. (La Fontaine)

    Hırs ile mutluluk, birbirlerini hiç görmezler. (Benjamin Franklin)

    Yoksul, çok şey ister; hırslı ise herşeyi. (Publilius Cyrus)

    Hırsın Kaynağı: İsraf

    Nüktenin başında hırsın kaynağı olarak israf gösterilmiştir. Gerçekten, hırs maddi değerlere başta da paraya yönelik bir duygudur. İsraf edenin kazancıyla masrafı arasında boşluk doğar. Muhteris adamın hayalindeki kazanç, mevcut kazancın çok üzerinde olduğundan hırsa kapılır. Her halükarda, israf ile hırs birbirini besleyen ve körükleyen iki negatif duygudur.

    Hırsın İlk Neticesi

    Hırsın ilk sonucu kanaatkarlık duygusunu ortadan kalkmasıdır. Kanaatsizliğin sonuçları ise muhteliftir.

    Kanaatsiz insanda çalışma şevk ve arzusu kalmaz. Çünkü meşru çalışma ile maişet temin edilir ama kısa sürede servet edinilmez.

    Bu insan, şükretmek yerine sürekli halinden, çevresinden, diğer insanlardan şikayet eder, talihsizliğinden dem vurur.

    Tembellik kanaatsizliğin bir diğer olumsuz neticesidir. Çünkü, çalışarak kazanacağı haris adama nasıl olsa yetmeyecektir. Bu nedenle, az veya çok ama helal yasal yolları ve geliri bırakıp, zahmetsiz, külfetsiz para ve mal peşinde koşar. Bu arayış ise, onu şerefsizliğe kadar sürükler. Kısa yoldan, büyük ve hak edilmemiş kazanç peşinde koşmanın bilinen en yaygın yöntemlerinden birisi kumardır. Günümüzde, devlet kumarla mücadele edeceğine, Milli Piyango İdaresi adlı kamu kurumuyla kumarı yasallaştırıp, bütün millete oynatmaktadır. Ayrıca, her köşe başında devletten ruhsatlı iddaa, spor-toto, şans topu gibi çeşitli kumar oyunları oynatan bayiler, kumarı günlük hayatın bir parçası haline getirdi.

    Hırsın İkinci Neticesi

    Hırslı insan, hayal kırıklığı, hüsran ve kayıplara uğramaya mahkumdur. Aşırı hedefler seçtiği için genellikle amacına ulaşamaz. Muhteris insan, çevresindekilere itici gelir, onlara huzursuzluk verir, varlığıyla insanları rahatsız eder. Böyle bir insana kimse kolaylık sağlamaz, yardımcı olmaz, bilakis onu engellemeye çalışır. Sonuçta, hırslı insan “hırs kayıp ve başarısızlığın nedenidir” şeklindeki darb-ı meseli haklı çıkarır.

    Hırs ve kanaatin nasıl birbirine zıt etkiler doğurduğunu Bediüzzaman, doğadan çok çarpıcı örneklerle anlatmaktadır. Mesela; yaratılıştan kanaatkar olan ağaçların hiç rızık peşinde koşmadığı halde, rızıklarının adeta onların peşinde koştuğunu söylüyor. Halbuki, hayvanlar bütün gün, rızık peşinde koştururken çok büyük meşakkat ve zorluk çekerler. Bütün heybetli görünümleri ve fiziki üstünlüklerine rağmen, bu hırslı hayvanlar, avlanma teşebbüslerinde beşte birden, onda bire kadar değişen düşük oranlarda başarı sağlayabilirler. Etobur hayvanlar ise, yırtıcıların tehdidi altında, bazen de kuraklığın pençesinde karınlarını doyurmak zorundadır. Özetle, kanaatkarlık numunesi olan ağaçların rızık teminindeki kolaylık ve rahatlıkları, buna mukabil çoğu hırs küpü olan hayvanların rızıklarını teminde karşılaştıkları sürekli zorluklar kanaatin olumlu, hırsın olumsuz etkilerini anlamlı bir ders olarak bize sunuyor.

    Öte yandan, insan ve hayvanlarda yeni doğan bebeklerin hemen her türlü besleyici özelliğe sahip, insan eliyle eşi yaratılamayan, ana sütüyle karşı karşıya kalması rızkın Allah tarafından taahhüt edildiğini en anlamlı bir biçimde ortaya koyuyor. Buna mukabil hırs dolu canavarlar için rızık temininde hiçbir kolaylık yoktur. Acz ve kanaat içindeki yavrulara gıdanın en mükemmeli sunulurken, hırs dolu canavar hayvanlar en basit şekilde ve kalitede karın doyurabilmek için, diğer yırtıcılarla rekabet ederek, avına saldırmak, yakalamak, öldürmek veya leş aramak zorundadır.

    Diğer bir çarpıcı örnek, safiyane yaşayan balık ile zeka dolu tilki ve maymuna dairdir. Kanaatkar balıkların beslenmesi kusursuzdur. Nitekim, “balık etinde” sözü güzel, sağlıklı, ne zayıf ne de şişman olan insanlar için söylenir. Yani, fazla zorlanmadan temin ettiği rızıklar sayesinde mükemmelen beslenir, mükemmel bir vücuda sahiptir, daima rahat ve huzur içindedir. Buna mukabil, maymun ve tilki çok hırslı, vahşi ve hilekar olmalarına rağmen, genellikle açlık içindedir, bir öğünlük yiyecek için pek fazla meşakkate katlanmak mecburiyetindedir.

    Başka bir karşılaştırma bu kez insanlar arasından verilmiştir. Yahudi milletinin bir kısmı çok kazanma hırsıyla hilebazlık, tefecilik ve başka yasa ve ahlak dışı işler yapabiliyor. Ancak, iş hayatı içindekiler bilir ki, bu tür faaliyetler birçok musibeti de beraberinde getirir. Halbuki çölde yaşayan bedeviler doğanın koynunda gerginlikten uzak, sakin ve huzurlu yaşam sürer. Rızıklarını doğadan fazla sıkıntı çekmeden ve yeterli miktar ve nitelikte sağlarlar. Yahudi milletinin katlandığı onca zillet, çektiği husumet ve düşmanlığa rağmen kazandığı rızkı bedeviden daha fazla olmaz.

    Haşiye bölümünde de hırsın yönettiği zekanın, bilim adamlarını bile zillete düşürebildiğine dair tarihten bir örnek verilmiştir. İran’ın meşhur veziriazamı, büyük insanlara has bir nezaketle, zekaveti tartışılmaz olan bilim adamlarının, hırsa yenilerek devlet adamlarının ayağına gitmesini tenkit etmektedir.

    Hırsın Üçüncü Neticesi

    Muhteris insan, ihtiyacının çok üzerinde aşırı ölçüde dünyalık peşindedir. Böyle birisinin içinde bulunduğu halet-i ruhiye itibariyle ihlas peşinde olması, yani ibadet ve diğer çalışmalarını sadece Allah rızasını istihsal etmek amacıyla yapması imkansızdır. Tam tersine, hırslı insan, dünyevi değerlerden olan şan ve şöhrete düşkün olur. Yani, diğer insanları etkileyerek, takdir ve beğeni kazanmak ister. Böyle olunca ihlası unutur. İslamiyet’te, cömertliğin ve bu meyanda zekat ve sadakanın kesin şartı ilgili kişi veya kurumdan yardıma mukabil hizmet, mükâfat, övgü veya teşekkür gibi herhangi bir maddî ya da mânevî karşılık beklememek (bk. el-İnsân 76/8-10), gösterişten, ve özellikle yardım edileni incitecek, küçük düşürecek tutumlardan dikkatle kaçınmaktır ve bu bir Kur’an-ı Kerim buyruğudur. (el-Bakara 2/261-265).

    Netice olarak, israf; kanaatsizlik husule getirir. Bu da insanda çalışma arzusunu zayıflatarak, tenbelliğe iter ve onu her şeyden müşteki hale getirir. Kendi hayatımızdaki örneklerden biliriz ki, hırslı insan sürekli bir şeylerden şikayet eder. Allah’ın takdiri yerine, insanların takdirini ikame eden kişinin riyakarlığa sapması kaçınılmazdır. Mürayilik ise izzet ve haysiyetin düşmanıdır.

    İktisadın Kanaate Yol Açması

    Buna mukabil, iktisat beraberinde kanaati getirir. Kanaatkar insan şeref ve haysiyet kazanır veya bu sıfatlarını güçlendirir. Aç gözlülük ise, toplumda reaksiyon uyandırır; açgözlünün cemiyette itibarı ve imajı sıfırdır. Aç gözlünün kul hakkı yeme ihtimali yüksektir. Bu yönüyle de toplumda aksülamel meydana getirir. Kanaatkar insan çalışmalarında arzuludur. Çünkü, kazancının miktarı cüzi de olsa memnun olur. Dolayısıyla, sürekli çalışarak rızkının genişletmeye motive olur. Sürekli gelir elde eden ve gelirini iktisatlı, idareli harcayan bir kimse de zaman için bütün ihtiyaçlarının üstesinden gelir. Müsrif insana gelince, o aza kanaat etmediği için, sürekli çalışmaz. Veya arzulu ve gayretli bir şekilde emek sarfetmez. İktisatlı ve kanaatkar insanlar şikayet nedir bilmez, ama devamlı şükrederler. Kanaatkar ve idareli kimsenin başkalarına müdanaa etmeye eğilimi ve ihtiyacı kalmaz. Bu tür insan sadece Allah rızası için herşeyi yapar. Allah’a sırtını dayadığı için başkalarına karşı mürayilik aklından geçmez, hiç kimsenin teveccühünü beklemez.

    Bediüzzaman, israfın feci sonuçlarını başından geçen bir olay vasıtasıyla bize aktarıyor. Geniş üzüm bağlarına sahip olmasına rağmen, ziyaret ettiği bir şehir fakirlik çekiyor. Bediüzzaman, sözüne güvenilir bir dostundan öğreniyor ki, şehir ahalisinin iktisatsızlığı, israfı ve zekatı ihmal etmeleri yüzünden söz konusu şehirde bereket kalmamış.

    Bediüzzaman, Yedinci Nükte’de son olarak çok iltifatkar bir şekilde takdim ettiği İbni Sina’nın tıp bilimiyle ilgili; “Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.” sözünü referans gösterek, her alanda iktisatlı, idareli davranmanın erdemini vurgulamaktadır.

    Global Kriz ve Yedinci Nükte

    Papa 2. Benedict, Hıristiyan toplumlara hitaben yaptığı bir konuşmada, global krizin tek nedeninin insanların ihtirası olduğunu beyan etti. Gerçekten, bu nüktede hırsın yol açacağı sonuçların hepsi krizle beraber yaşandı. Kriz patlayınca dün kral geçinenler bugün soytarı muamelesi görüyor. ABD Başkanı’ndan başlayıp, Hazine bakanı, Merkez Bankası başkanı hep basının alay malzemesi oldu. Ciddi bir analist, “Başkan Bush’a krizle ilgili konuşma ve eylem yapma yasağı getirilerek, ülkeye bir daha zarar vermesi engellenmelidir.” diyebildi. Merkez Bankası Başkanı Bernanke ile şimdiye kadar bir tek isabetli karar alamadığı için dalga geçiliyordu. Başka bir analist, 700 milyar dolarlık paketten bir doların bile, batan, kokuşmuş, beceriksiz şirketlere verilmemesini, onun yerine bu paranın borçlu mortgage müşterilerine aktarılmasını öneriyor. Bir başka tanınmış yazar ise, "bankalarını, şirketlerini batıran üst yöneticilere devletin parasını emanet etmek kuzuyu kurda emanet etmekten farksızdır" ifadelerini kullanıyor. Altın adam zannedilen CEO’ların lakabı "şişman fareler" oldu. İşinde, gücünde, devlete ve yasalara bağlı ortalama adam, üstün zekalı, mükemmel eğitimli diye başına yönetici kesilenlerin zillet içine düşmelerinden gizleyemedikleri bir hınç duyuyor. Ortalama adam, "en büyük benim" diyor, kamuda ve özel sektörde yaldızlı unvan taşıyanlara tepeden bakıyor. Batı dünyasında son yüzyılda değer verilmeyen, eğitim kurumlarında bilimin karşıtı olarak tanımlanan dini-manevi değerlerin tekrar yükselişe geçmesi kaçınılmaz görülüyor. “Bu felaket başımıza dinin ihmal edilmesi yüzünden geldi.” diyen Papa, kendi üslubuyla maneviyatın bir kenara itildiği yılların acısını çıkarıyor.

    Papa yakın zaman önce yaptığı başka bir hitabette, global krizin nedeni olarak, insanların gerçek tanrıyı terk edip, uydurma tanrıların peşinde gitmesini öne sürdü.

    Amerika’da başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan küresel krizin faturası her geçen gün büyüyor. Ülke ekonomileri küçülmede adeta birbiriyle yarışırken, dev şirketler de zarar üstüne zarar açıklıyor. 1929’da yaşanan "Büyük Buhran"dan sonraki en büyük kriz, milyonlarca kişiyi işsiz bıraktı.

    Dünyada hırsın yol açtığı felaketi görmek için rakamlara bakmak yeterli. Ülkelerin açıkladığı kurtarma paketlerinin toplamı 13 trilyon 394 milyar dolara ulaştı. Bu rakam 3,6 trilyon doların kül olduğu İkinci Dünya Savaşı’ndaki kaybın yaklaşık 4 katı. Toplam 5 trilyon dolarlık destek paketi açıklanmasına rağmen Amerikan ekonomisi son üç ayda yüzde 3,8 küçüldü ve son 25 yılın rekorunu kırdı. Avrupa ekonomisinin de bu yıl % 2 küçülmesi bekleniyor. Çin, 668 milyar dolarlık destek paketi açıklamasına rağmen 20 milyon kişi işini kaybetmekten kurtulamadı. Amerikan hükümetinin 150 milyar dolar destek verdiği sigortacılık devi AIG 99,3 milyar dolarlık zararla ekonomi çevrelerini şaşkına çevirdi.

    Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre 23 Şubat 2009 itibarıyla tüm dünyada yaşanan kayıplar 1 trilyon 114 milyar doları aştı. Uluslararası Para Fonu (IMF) ise zararın 2 trilyon doları aşacağını tahmin ediyor.

    Ülkeler, krizi aşmak için toplam 13 trilyon 394 milyar dolarlık paket açıkladı. Bu rakam, dünyaya 3,6 trilyon dolara mal olan İkinci Dünya Savaşı’nın kayıplarının yaklaşık 4 katı.

    Dünyanın en zengin ekonomileri arasında yer alan Rusya’da geçen ay 300 bin kişi işini kaybetti. AB’de ise yıl sonuna kadar 3,5 milyon kişinin işini kaybetmesi bekleniyor. Macaristan’da sadece son üç ayda 100 bin kişi işinden oldu. ABD’li Citigroup, tek seferde 52 bin kişiyi işten çıkardı. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), yıl sonuna kadar 20 milyon kişinin daha işini kaybedeceği tahmininde bulunuyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Türkiye’deki toplam işsiz sayısı 2 milyon 995 bin kişiyi bulurken, işsizlik Kasımda % 2,2 artarak % 12,3’e yükseldi. ABD, Almanya, Avustralya, G. Kore, Kanada gibi ülkeler krizin başladığı günden bugüne kadar merkez bankaları aracılığıyla piyasaya 3,8 trilyon dolarlık fon verdi. Ünlü dolar milyarderi George Soros, dünya finansal sisteminin etkili biçimde parçalandığını, krizin yakın dönemde çözümünün görünmediğini belirtiyor.

    Sonuç olarak, insanın yaratıcı ile bağını zedeleyen geleneksel iktisat öğretisi insanlığı krizlere sürüklerken, Bediüzzaman’ın Kur’an’a dayandırdığı ve İktisat Risalesi’nde ortaya koyduğu prensipler insanlığın kurtuluşu ve huzuru için uygulanmayı bekliyor.

    Öz

    Bediüzzaman Said Nursi’nin İktisat Risalesi adlı eserinde ve Risale-i Nur’un bazı başka bölümlerinde kurguladığı iktisat; kutsal mahiyetli bir kavram ve faaliyettir. Çünkü, kaynağı Kur’an’dır ve kainattaki düzenin sosyal alandaki bir parçasıdır. Bediüzzaman’ın özünü Kur’an’a dayandırdığı iktisat kurgusu bugün de yaşadığımız küresel krizin nedenlerine işaret etmekte ve geleneksel iktisat öğretisinin çelişkilerini ortaya koymaktadır. Bu çalışmada, genel iktisat öğretisi ve uygulamasıyla İktisat Risalesi’nin mukayesesine yer verilerek İktisat Risalesi perspektifinden küresel ekonomik krizin bir değerlendirilmesi yapılacaktır.

    Anahtar Kelimeler: İktisat Risalesi, iktisat, küresel kriz, ekonomik insan, merkantilizm, rızık, israf, kanaat, bereket

    Abstract

    The concept of economics that Bediüzzaman Said Nursi declared in Booklets of Economics and several places of Risale-i Nur Collections, is a holy activity. Because its source is Quran and it is a component of order in universe in social field. The concept of economics that Bediüzzaman based its abstract on Quran, points out the reasons of global crisis also we expose today and reveals the conflicts in doctrine of economics. In this study, it is placed the comparison between overall economy doctrine and its performance and Booklets of Economics, in addition assessment of global economic crisis from the perspective of Booklets of Economics will be made.

    Key Words: Booklets of Economics, economics, global crisis, economic, human, merkantilizm, provision, waste, contentment, fertility

    Dipnotlar

    Hâşiye1: “Yani, büyükçe bir çay kaşığı iledir.”

    Hâşiye2: İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.

    Hâşiye3: İran’ın âdil padişahlarından Nuşirevân-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürcmehr’den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? Halbuki, ilim emâretin fevkindedir.” Cevaben demiş ki: “Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani, ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini dahi bildikleri için, ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında fakr ve zilletlerine sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nâzikâne cevap vermiştir.
    Hüsrev

    Hâşiye4: Bunu teyid eden bir hadise: Fransa’da ediplere, iyi dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor. Süleyman Rüştü.

    Hâşiye5: Evet, hangi müsrif ile görüşsen, şekvalar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da, yine dili şekva edecektir. En fakir, fakat kanaatkar bir adamla görüşsen, şükür işiteceksin.

    Hâşiye6: Yani, vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstü