Köprü Anasayfa

Şeriat Nedir?

"Güz 94" 48. Sayı

  • Neden Şeriat

    Arıyı başsız, karıncayı emirsiz bırakmayan Rabbimizin nebiler aracılığıyla insana göndermekle insanı sevdiğini gösteriyor ve ona en büyük nimetini sunuyor.

    Gözümüzü dünyaya açmamızla, nazarımızı kâinata salmamızla başlıyor hayat yolculuğumuz. Sonra, o eşsiz manzaralarm gerisinde bir düzeni, bir intizamı tanıyor; onun da gerisinde o düzeni Verenin özellikleri ile tanışıyoruz.

    Sonra, yolumuz insanlık alemine yürüyor. Ve ne iç dünyamızda, ne de beraberce yaşayan insanlarm dünyasında aynı mükemmellikte bir düzen görünmüyor. Zira, insan iradesini yanlış tercihte kullanmakla, düzene muhalefet edebiliyor; kâinatın düzenine aykırı davranıp kendi âlemini fesada verebiliyor.

    Ve işte orada, insanın âlemini düzenleyen emirler, kanunlar ile yüz yüze geliyoruz. Arıyı başsız, karıncayı emirsiz bırakmayan Rabbimizin nebiler aracılığıyla insana göndermekle insanı sevdiğini gösteriyor ve ona en büyük nimetini sunuyor.

    Öylece anlıyoruz ki, "şu kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine Odur." Şu kâinatı rahmetini, sevgisini, hikmetini, ilmini, kudretini… "Ol!" emriyle tecelli ettirerek var eden kim ise, vahy ile din ve şeriatı bildiren de Odur.

    Sözün özü, kâinatın sahibi kim ise, dinin sahibi Odur. Kâinatta gördüğümüz kanunları Koyan kim ise, dinin getirdiği emirlerin sahibi Odur. Yaratılış kanunlarmm yani "şeriat-ı fıtriye"nin Şârü kim ise, vahiyle gelen şeriatın Şârü odur.

    İşte bunu tesbit için, "Din ve şeriat-ı Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığmı gösteriyor" der Bediüzzaman Said Nursî. Ve işte bu yüzden, "İslâmiyet ve şeriat kâinatı kendiyle beraber tarif etmektedir."

    Yani, şeriat ve kâinat ayrı değildir. Kâinatta iş gören yaratılış kanunları ayrı, vahyin gefirdiği emirler ve kanunlar ayrı değildir. İkisi bir bütündür. Biri birisiz olmaz. Gerçek veçhesiyle şeriat, bu bütünü temsil eder. Şeriat, "şeriat-ı fıtriye" ile vahiyle gelen şeriatı beraberce içerir.

    İnsan, iradesinin söz konusu olmadığı yerde, zaten Allah’ın kâinata koyduğu nizama göre yaşıyor. Yememiz, içmemiz, sindirim, kan dolaşımı zaten Yaratanm ağza, mideye, kalbe, damarlara verdiği emirler dahilinde gerçekleşiyor. Kezâ, yürürken, otururken yerçekimi kanununa tâbi oluyoruz. Tohum ekip toprağı gübrelerken, yine yine o nizama uyuyoruz. Biliyoruz, "eken, biçer." Çalışıp çabalarken de o nizama, yani fıtrî şeriata göre hareket ediyoruz. Biliyoruz, "Çalışan kazanır."

    Ve her bir kabiliyetimiz, bize fıtrî kanunlara uymayı emrediyor. Kudretin verilmesi çalışmayı emrediyor. Zekânın verilmesi ilmi emrediyor. İlmin verilmesi, o ilimle işgörmeyi emrediyor.

    Bu mânâda, hepimiz nizama tâbiyiz; zira hepimiz fıtrî kanunlara, fıtrî şeriatın emirlerine uyarak yaşıyoruz.

    Peki, irademizin söz konusu olduğu yerde ne yapacağız? Meselâ bir alışveriş ânında, o ilâhî emre nasıl uyacağız? Veyahut bir insan ile konuşurken, konuşmamızın konusu ne olacak ve nasıl konuşacağız?

    İşte bu noktada, cevabı, iki şeriat birden veriyor. Ve Hz. Peygamber (a.s.m.) hem vahiyle gelen şeriatın ilk muhatabı, hem de şu kâinatta işgören fıtrî şeriata tâbi olan bir insan olarak, bize ıŞık tutuyor, yol gösteriyor rehber oluyor.

    Nitekim, onun hayatına baktığımızda, vahyi biz insanlığa bildiren Hz. Peygamberin (a.s.m.) hepimiz gibi yiyen, içen, uyuyan, uyanan, çalışan, konuşan, gezen, alışveriş eden, sevinen, acı çeken, hasta olan, musibet gören bir insan olduğunu görüyoruz Her insan gibi, bir toplum içinde yaşadığmı görüyoruz.

    Ve gün geliyor, o Peygamber (a.s.m.) ashabıyla bir sohbet anında, bize aklımızdaki o "nasıl ve niçin"in cevabını sunuyor. Yakınlarınlarında bir yerden, bir Yahudînin cenazesi geçerken soruyor bir sahabi:

    "Ya Resulallah! Yanımızdan Yahudî cenazesi geçiyor. Ayağa kalkacak mıyız?"

    Peygamber (a.s.m.) cevap veriyor: "Evet, kalkınız." İşte "nasıl"ın cevabı… Ardından, "niçin" de cevlanıyor: "Çünkü siz, o Yahudî cenazesine kalkmıyorsunuz. İnsanların canını kabzeden Zât-ı Zülcelâlin azametini tasdik için kalkıyorsunuz."1

    Böylece, Hz. Peygamber, cenazeye kalkıp-kalkmama gibi en basit bir gündelik hareketin dahi ölçüsünü veriyor. Hem "nasıl"ı, hem "niçin"i gösteriyor. Şeriata uyarak yapacağımız fülin kalkma mı, kalkmama mı olacak ğını, o fülin "niçin"i ile beraber gösteriyor.

    Onun Sünrıetine tâbi olmayı çeşitli veçheleriyle ortaya koyduğu Sünnet-i Seniyye Risalesi’nde, Bediüzzman "doğrudan doğruya Sünnete ittiba etme"nin izahını o yüzden bu noktadan yapıyor. Öylece, ona uyularak yapılan ufacık bir hareketin dahi nasıl adetten ibadete dönüşeceğini açıklıyor.

    "Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek," öncelikle "Resûl-i Ekrem’i (a.s.m.) hatıra getiriyor"2 diyor Said Nursî. Ve o insan, o hatırlama ile Hz. Peygambere (a.s.m.) uyarak işlediği o hareketin, "şeriatm bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakka kalbi müteveccih olur. O dahi bir huzur verir."

    Yani, Peygamberin (a.s.m.) Sünnetine uyan, hareketini ona göre yapan biri, önce Hz. Peygambere, sonra onun getirdiği şeriata, sonra o şeriatı vahyedene yönelir ve sonuç olarak, o hareketi sanki Onun huzurunda imiş gibi yapar. Sanki, doğrudan Ondan "Bunu böyle yap. Bunu bunun için böyle yap" diye emir alıyormuşcasına yapar.

    Zaten, "en küçük bir muamelede, hatta yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeye mürâmat ettiği [uyduğu] dakikada, o adî muamele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor."

    Meselâ, bakkala gittik, diyelim. Alışveriş yapacağız. Ekmek, peynir, zeytin alacağız. "Üç lira, beş kuruş" hesap-kitap deyip, hemencecik alıp vermez insan, düşünür: "Nasıl alışveriş etmeliyim? Sünnete göre ‘nasıl’ın cevabı nedir?" Or’adan, Hz.Peygamberin "nasıl" yaptığına intikal eder. Ve o nasıl yapmışsa öyle yaparak, nasıl yapması gerektiğini vahiyle Bildireni, Şârü hatırlar. Kalbi Ona yönelir. O an, Onun huzurunda olduğunun şuuruyla, âdeta Ondan "Bunu böyle yap" emrini alarak, öyle alıp verir.

    Ve ardından, "niçin" gelir elbette. Şeriatın ve Sünnetin bildirdiği o emir içinde, Onun rahmeti, hikzxıeti, adaleti, sevgisi, şefkati, ilmi, iradesi, kudreti, kendisini gösterir O emre uymakla, o emirde tecelli eden Rahîm, Rahman, Hakîm, Vedud, Alım, Kadîr, Adl, Hakem, Mürid, Hannan gibi güzel isimlerine ayna olur. Meselâ, bakkaldan peyniri, zeytini alırken, kendisini o rızk veren Rezzak’ın, o ikram eden Kerîm’in, o ihtiyacımızı gören Rahîm’in, o nimeti veren Mün’imin huzurunda hissederek, alışverişini yapar. Hz. Muhammed’in o tek hadisede örneğini verdiği gibi, cenazeye kalkar; ama "Zât-ı Zülcelâlinin azametini tasdik için" kalkar. Zeytini nlır; ama Mün’imin, Rezzak’ın, Kerîm’in, Rahîm’in merhametine şahit olarak alır.

    Nitekim, Said Nursî, işte bu sır içindir ki, "Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları [hükümleri) içinde, cilveleri intişar eden Esma-i Hüsnanın (Allah’ın güzel isimlerinin) her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi (bütün kâinatta görünen tecellileri temsil eden biri) olmaya çalış" der.

    Zaten, şu dünyaya, Sânünin isimlerini tanıyıp ona külli bir muhatap olmak için gönderilmiş insanın yaratılış sırrı, ancak böylece tahakkuk etmiş olur. Kuvvetlerine, duygularına had konulmayan insan, Allah’ırı güzel isimlerinin hadsiz tecellîlerine ancak böylelikle ayna olabilir.

    Ve insan, ancak bu şekilde, sonsuzluğu bulabilir. Bu şekilde aşağıların en aşağısından kurtulup, yücelerin en yücesine erişir. Bu şekilde, o sınır konulmamış duygular tohumunu çürütmemiş, bilâkis sınırsız kılmış olur.

    Yoksa?

    Aksi halde, yaratılış sırrma muhalefetle kendi kendine insanî mahiyetine konulan o güzel çiçeğin tohumunu çürütür insanoğlu. Ruhu cehennemler içinde yanan bir insan olarak yaşar, "acınacak bir misafir" olarak manen yaşadığı yere göçer. Bu kadarla da kalmaz, kendi âlemini fesada verdiği gibi, o ilâhî emirlere, şeriatın emrine uymamaktan gelen zulümler, kavgalar, hır-gürler ile âlemi de fesada verir.

    Binlerce yıldır dünyanın yaşadığı onca acının, onca dövüşün, onca savaşın, onca kargaşanm altında yatan da, bu değil midir?

    Hepimiz insanız. Hepimiz, bir devletin sınırları içinde yaşıyoruz, beraberce yaşadığımız başkaca insanlar var; bir toplumuz da. Ama, bütün bunlar insanı tarife kâfi gelmiyor. Keza, onun beslenme, barınma vs. gibi maddî ihtiyaçları da insanın ne olduğunu izahta yeterli olamıyor.

    Çünkü, insan, bütün bunlarla beraber merak ediyor, düşünüyor, seviyor, inanıyor, acı çekiyor, lezzet alıyor. Aklı var; nazar ediyor, düşünüyor. Duyguları var; hissediyor. Kalbi var; seviyor, inanıyor. Vicdanı var; iyiliği emrediyor. Nefsi var; kötülüğü mellediyor. Hevası var; kötülüğü emrediyor. İradesi var; tercihte bulunuyor…

    Böyledir insan.

    Ve bu haliyle, aşağıların en aşağısı ile yücelerin en yücesi arasında gelgitler yaşar durur.

    İnsanın yaratılış sırrına ermesi; her bir kabiliyetini veriliş maksadına göre kullanması, bu gel=git içindeki insanın duygularının, aklmın, kalbinin, her ne verilmişse, yücelerin en yücesine yönelişi ile mümkün olur.

    İşte, şeriat, getirdiği hükümler, koyduğu emirler ile insanın bu yönü tercihine; kendisine verilmiş herşeyin doğru yönde kullanılmasına kapı açıyor, yol gösteriyor, ışık tutuyor.

    Ve insanı bu yöne yine İslâmiyetin gösterdiği emirler dahilinde yöneltiyor. Zora, cebire başvurmuyor; birden bire kabule, düşünüp inanmadan iltizama mecbur etmiyor. Tazyik etmiyor; teŞvik ediyor. Kur’ân’da ayân-beyan görüldüğü üzere, öncelikle insanın gözünü, kulağına kâinata saldırıyor. Onu, gördüğünü, duyduğunu, tattığını… zahirî duygularıyla nazar ettiğini, aklıyla düşünmeye davet ediyor. O görülenin, o duyulanın gerisindeki fülleri bulmaya çağırıyor. İnsanın kâinata· dâvet edildiği henâyetin sonunda olduğu gibi, bu füller perdesi altındaki isimleri, o füleri işleyenin Hakîm, Alîm, Azîz, Rahîm, Vahid, Ehad, Samed.. bir Zât olduğunu bildiriyor. Onu bildirmesiyle kalbe imanı neşrediyor. Ondan haber vererek, vicdanı tahrik ediyor. Onun namına duygulara sesleniyor. Onun selâmı olarak, nefsin önüne yasaklar koyuyor. Onun iradesini bildirerek, cüz’î irademize doğru tercihi gösteriyor.

    Mâdem öyledir, ancak iradesi bu yolu gösteren; aklı, kalbi, vicdanı, duyguları bu yönde işleyen biridir ki, onun bildirdiği emirleri yaşayabilir. Ancak böyle biridir ki, onun getirdiği din ve şeriatı hayatına taşıyabilir.

    Tersinden alırsak, iradesi aksi yönü gösteren; aklı tabiat ve esbab içinde boğulmuş, Onun güzel isimlerini bulamamış; kalbindeki iman nuru sönmüş; vicdanı susmuş bir insan, Kur’ân’ın bildirdiği emirleri yaşayamaz. Bu durumdaki biri, vahiyle gelen ve Hz. Peygamberin bizzat yaşadığı ilâhî emirleri şeriatı hayatına taşıyamaz.

    Bediüzzaman Said Nursî’nin "Şu zamanda üç mesele var: biri hayat, biri şeriat, biri imandır"3 dedikten sonra koyduğu "Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı iman meselesidir" hükmünü, işte bu açıdan dikkatlice değerlendirmek gerekir. Öyledir, ama "şimdiki umumun nazarında ve hâl-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğü"nü söyler Bediüzzaman. Oysa, insanların üçü noktasında da birden vebir anda vaziyetlerini değiştirmelerini, fıtrî şeriatın gösterdiği emirler çerçevesinde, muhal bulur. Çünkü böylesi birşey, "nev’i beşerdeki câri olan âdetullaha ‘ muvafık gelmez."4

    Fıtratının gösterdiği gibi insanın düşünceden amele ulaşan hayat çizgisi, hayali kullanıp tahayyül etmekle başlar, hayaline suret giydirme ile devam eder; sonra akleder, kalbiyle tasdik eder, iz’an eder, iltizama erişir, itikad eder; ondan sonradır ki, o itikadına göre yaşar. Kur’ân’ın 49 defa "iman edenler ve amel-i salih işleyenler’ derken, bir defa olsun "amel-i salih işleyenler ve iman edenler" demeyişi, fıtrî şeriatın bu mutlak hükmüne bir işaret değil midir?

    Mâdem öyledir, Kur’ân’ın da işâret ettiği fıtrî şeriatın emri gereğince "en azim mesele yap(ıl)ıp, ötekileri esas yap(ıl)mayacaktır."5 Yani iman esas yapılıp, hayat ve şeriat esas yapılmayacaktır. Çünkü, fıtrî şeriatın emri budur. Çünkü, Kur’ân’m gösterdiği budur. Çünkü, Peygamberin (a.s.m.) gösterdiği budur. Çünkü, diğer ikisi de, esasında ancak böylelikle yaşanabilir.

    Bu bakımdan, Bediüzzaman Said Nursî’nin 31 Mart Vak’ası sırasında "Şeriat istiyoruz!" diye sokağa fırlayan askerlere söylediği söz, bilhassa dikkat çeker. Askerliğin bir nizamı vardır; bir emir-komuta zinciri vardır. O nizamın dışına çıkmak, fıtrî şeriatın zıddınadır, dinin emirlerine de zıttır. Onun için şöyle der Bediüzzaman:

    "Hem de şeriat istiyorsunuz. Fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz. Siz şeriat dersiniz, halbuki şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz."

    Bediüzzaman’m, "Sen de şeriat istemişsin" isnadı ile çıkarıldığı 31 Mart Divan-ı Harbindeki şu cevabı da, bu bakımdan önemlidir:

    "Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet [mutluluk sebebi] ve adalet-i mahz [mutlak adalet] ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin istediği gibi değil."

    Ki, Divanda Bediüzzaman, "şeriat"ı şöyle tarif. etmiştir: "Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibâdet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir."

    Dipnotlar

    1. Buhâri’den Seçme Binbir Hadîs, Sağlam Yayınları, s. 212, sıra no: 449.

    2. Lem’alar, s. 55.

    3. Kastamonu Lahikası, s. 57-58.

    4. A.g.e., s. 57-58.

    5. A.g.e., s. 57-58.