Köprü Anasayfa

Devlet-i Aliyye

"Kış 99" 65. Sayı

  • Devlet-i Âliyye

    Editör

    Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılı münasebetiyle zengin bir “Devlet-i Âliyye” dosyası ile karşınızdayız. Dünya ve İslam tarihlerinin önemli bir kesitini oluşturan Osmanlı dönemi bir çok ciddi çalışmaya konu olmakla birlikte, hak ettiği düzeyde araştırmalara muhatap olamamıştır. Toynbee ve Braudel’e kadar, Dünya tarihçilerinin Osmanlı Tarihine bakışı, 19. yüzyılın “Şark Meselesi” çerçevesini aşamamıştır. Hatta, birçok araştırmacı, Osmanlıların yaptığı her şeyi sadece yakıp-yıkmak olarak görü-yor, fakat Devlet-i Âliyye’nin altı asır hükümran olabilmiş bir toplum yapısını nasıl inşa edebildiğini görmek için hiçbir gayret göstermiyordu.

    Yerli tarihçilerimiz ise, “resmi tarih tezi” ve buna tepkilerinin beslediği subjektif değerlendirmelerden kurtulup, “olgulara da-yalı bir tarih anlayışını”—birkaçı müstesna—geliştirememişlerdir. Bu açıdan, Osmanlı devrini değerlendirmek için gerekli olan “teknik bakış açısı”, yeterince sağlanamamıştır. Somut bilgiye ve metodolojiye dayanmayan tarihçiliğimiz, iki önemli uç geliştirmiştir. Bunlardan birisi, “Osmanlı biziz” derken diğeri, “Osmanlı değiliz” demektedir. Bu sloganları aşarak Osmanlıya analizci bir tutumla, iyi ve kötü yanlarıyla bakabilenler, bu çabasında bilimsel metodları kullananlar azınlıkta kalmışlardır. Bu durum, hem toplumlar için hayati önem taşıyan tarih şuurunun, toplumumuz için gelişmesini engellemekte hem de bilgi çağı olan 21. yüzyılın dinamiklerine ters düşmektedir.

    Osmanlı Devletinin kuruluşunun 700. yılında, “Ulu Hakan” ve “Kızıl Sultan” simgeleriyle sivrilen hoyrat tarih tutumları, analitik bir seviye kazanmalıdır. Bediüzzaman’ın deyimiyle artık Haydar’ı “Haydar Ağa” ve/veya “Haydo” olarak tanımlayan yaklaşımlardan vazgeçilmeli ve “her şeyi olduğu gibi tavsif” etmelidir. Tarih biliminin müşahhas kriterleri ve belgeler yoluyla sağlanan analitik yaklaşımla ulaşılan tarihi gerçeklerin, günümüze ve geleceğe ışık tutacağı açıktır. Böylelikle Osmanlının, Cumhuriyetin alternatifi olmadığı da anlaşılmış olacaktır. Aslında bu iki devir aynı sürecin farklı zamanlardaki kesitlerini oluşturmaktadır. Osmanlı-Cumhuriyet sürecinde yaşanan siyasal kesinti, Cumhuriyetin geçmişi inkar etmesinin meşru zeminini oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, bu kesintiye dayanarak kendisini Osmanlı Devletinin sıradan bir varisi olarak tanımlamıştır. Hatta yeni devlet, kendi ideolojisini oluşturma yolunda ilk zamanlar redd-i mirasa da teşebbüs ederek “yoktan varolan” bir devlet ve “uygarlık” olduğu propagandasını—resmi eğitimi de dahil olmak üzere—bütün kurumlarına yaptırmaktan geri durmamıştır. Fakat, kurumsal süreklilik dikkate alınırsa, Cumhuriyet Türkiyesinin, Osmanlının tabiî ve aslî varisi olduğu, kaçınılmaz bir gerçek olarak kendini gösterecektir.

    Bunların yanında, Cumhuriyetin bir arada yaşamaya dair çözemediği sorunlar bilinmektedir. Osmanlı Devletinin değişik etnik ve kültürel özelliklere sahip insanları altı asır bir arada yaşatabilmesi, bugünün Türkiyesi ve çok uluslu toplumları için önemli mesajlar içermektedir.

    Dergimizle sizleri baş başa bırakırken, “Türk Müslümanlığı” kavramının dosya konusu yapıldığı BAHAR/99 sayımızda yeniden buluşmayı diliyoruz.