Köprü Anasayfa

Avrupa Birliği

"Kış 2004" 85. Sayı

  • Avrupa Birliği'nin Kültürel Entegrasyonu

    The Cultural Integration of The European Union

    Ali Murat Yel

    Yrd. Doç. Dr., Fatih Üniversitesi öğretim üyesi

    Yirminci yüzyılın sonu sosyal bilimciler için bir hayli problemi de beraberinde getirmiştir. Özellikle küreselleşme denilen olguyla birlikte, modernitenin sanki ebedi olarak varlıklarını sürdüreceği zannedilen pek çok kurumu sarsıntılara maruz kalmış ve nihayetinde de dünya görüşlerimizin temelli değişmesine sebep olmuştur. Mesela, on yedinci asrın ikinci yarısından -Westphalia anlaşmasından- itibaren siyasetin artık ulus-devlet kavramı çerçevesinde gerçekleşmesinin dışında başka bir ihtimalin akla bile gelmeyeceği sanılırken; artık network (ağ) kelimesi birdenbire dilimize yerleşmiş ve kurumlardan söz edilmez olmaya başlanmıştır. Bununla birlikte, ister makro, ister mikro seviyelerde olsun milliyetçilikler de canlanmaya başlamıştır; hatta dünyanın eski düzeni ve onunla birlikte merkez-taşra ayırımları da yok olmaya yüz tutsa da yeni bir düzen kurulmaya başlanarak, eskisinden biraz farklı tarzda imparatorluklar bile kurulmaya çalışılmaktadır.

    1946 yılında Zürich’te yaptığı bir konuşmada Winston Churchill, "Avrupa Birleşik Devletleri tarzında yeni bir yapılanma inşa etmeliyiz" diyerek savaşın Avrupa için ne denli yıkıcı ve kaçınılması gereken bir olgu olduğuna vurgu yapıyordu. Fakat bir "barış projesi" olarak temelleri atılan Birlik daha çok Fransa ve o zamanlar ki Batı Almanya tarafından ancak 1951 yılında Paris’te imzalanan bir anlaşma ile Avrupa Kömür ve Çelik Birliği şeklinde ortaya çıkmıştı. Üye ülkelerin sanayide kullanılan kömür ve özellikle de silah yapımında kullanılan demir ve çelik üzerinde söz sahibi olmalarıyla savaşın da önlenebileceği düşünülmüştü. Eğer, II. Dünya Savaşı’ndan beri Batı Avrupa ülkeleri arasında her hangi bir savaşın çıkmadığı da göz önüne alınacak olursa, yeni oluşumun yarım asırdır başarılı bir "barış projesi" olduğu çok rahat iddia edilebilir.

    Eğer genişleme sürecini de göz önünde bulunduracak olursak, Birleşik Avrupa özellikle ulus-devlet ve yeni imparatorluklar açısından incelenmeye değer bir konu olacaktır. Aslında, ulus-devletin klasik yapılarına ters düşse de yeni milliyetçiliklerin ortaya çıkmasına da engel olamamaktadır. Avrupa Birliği eskilerini tamamen yok etmeden yeni kurumsal bir yapı inşa etmeye çalışmakta, böylelikle de ekonomileri ve kültürleri farklı ülkeleri tek bir Avrupa çatısı altına almaya uğraşmaktadır. Fakat bu yeni oluşumun keyfiyeti için Avrupa Birliği’nin elitleri henüz bir karara varamamışlardır. Üzerinde tartışılan bu hususta Avrupa’nın geleceği ya bir federasyon veya ulus-devletlerden oluşan bir birlik olması görüşleri daha çok öne çıkmaktadır.

    Avrupa, daha doğrusu Batı Avrupa, bu coğrafyanın dışarısında kalanlar için şimdiye kadar hep ekonomik zenginlik ve refah içerisinde medeni olmayı sembolize ettiği için herkesin ulaşmayı hedeflediği son noktayı temsil etmektedir. Bu yüzden, Avrupa kültürü denilen şey her zaman onun dışında kalanların ister istemez ilgisini çekmiş ve böylece bir nevi standart oluşturmuştur. Üstelik, Avrupa bu konumu itibariyle de sadece arzu edilen bir gelecek değil, aynı zamanda ulaşılması gereken bir değerler manzumesi olarak görülmüştür. Küreselleşme denilen olgu Amerika Birleşik Devletleri’ni diğer ülkelere alınması gereken bir model olarak sunması gibi, coğrafi yakınlık itibariyle de Avrupa’nın dışında kalanlar için Avrupa Birliği de yeni bir merkez olmaya başlamıştır. Özellikle de bu konumda olan ülkelerdeki sivil toplum kuruluşlarını -belki de Avrupa Birliği’nden mali destek almaları sebebiyle- kendi devletlerinin fakir ve verecek parası olmaması düşüncesine iterek Avrupa Birliği yanlısı olmalarına yol açmıştır.

    Fakat Avrupa Birliği’nin içerisinde durum hiç de bu kadar açık ve sarih değildir. Zira Avrupalı olma ya da Avrupalı kimliği edinme Benedict Anderson’un hayali cemaat tabir ettiği yapay bir oluşumdan ileri gidememektedir. Yani, "bazı Avrupalıların diğerlerinden daha fazla Avrupalı" olma durumu söz konusudur. Bütün Avrupalıları tek bir kültürel kodun altında birleştirmeye çalışmak pek çok zorluğu da beraberinde getirmektedir; öncelikle küçük bir Avrupa köyünde yaşayan bir kişi kendi müşahhas devletinin vatandaşı, ama aynı zamanda mücerret bir ekonomik merkeze bağlı olma zorunluluğunu hissetmektedir. Yani, mücerret bir ekonomik merkez müşahhas bir siyasi ve karar alma merkezini destekleme durumundadır.

    Üstelik böylesine paradoksal bir durumda Avrupa için bir de anayasa yazılması söz konusudur. Hâlâ Avrupa’nın tarifi ve sınırları belirtilmemesine rağmen siyasi bir topluluğun tarihi, kültürü, değerleri ve siyasi tercihlerini ifade etmesi anlamına gelen anayasa belki de sadece bu öğeleri çok muğlak bir şekilde yansıtabilecektir. Daha önceleri Avrupa’yı diğer ülkeler nezdinde örnek model olarak gösteren kuvvetler, artık özellikle son yıllarda önemini kaybetmeye başlamıştır. Hele Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra artık demokrasi ve özgürlük kavramları da değerlerini yitirmişlerdir. Ekonomik entegrasyon o kadar sağlam bir yapıya oturmaya başlamıştır ki, artık kıtayı daha önce iki defa büyük felaketlere sürükleyen siyasi ihtilafların bir daha düşünülmesi bile söz konusu değildir. Ama savaş sonrasında refah arayışları da tamamen tatmin edilebilmiş değildir. Özellikle, Avrupa Birliği’nin 15’ten 25 üyeye genişlemesi ekonomik eşitsizliği de beraberinde getirmiştir. Zaten, Doğu Avrupa ile Batı Avrupa ülkeleri arasında asırlardır var olan bu durum soğuk savaş döneminde kendisini daha da hissettirmiştir. Almanya’nın eski Doğu Almanya ile birleşmesinde ortaya çıkan zorluklar Avrupa Birliği’nin diğer doğu ülkeleri de içine almasıyla daha da katlanacaktır. Eğer, Avrupa’yı yaklaşık yarım asırdır bir arada tutan bağlar bugünlerde zayıflamaya başlamışsa başka alternatif bağlar bulmanın mümkün olup olmadığı sorusu gündeme gelmiş ve Birliğin kurucularından sayılan Jean Monnet’nin ölmeden önce söylediği şu sözleri bugünkü siyasi elitlere ilham vermiştir: "Avrupa entegrasyonuna bugün yeniden başlasaydım kültür ile başlardım."

    Fakat gündelik hayatın sekülerleşmesi ve rasyonelleşmesinin yanı sıra devletin de hemen hemen her kamusal alanda kendisini hissettirmesiyle birlikte kültür ve din de özel hayatın bir parçası haline gelmiş ve toplum oluşturmada, kimlik ve dayanışma duygularını harekete geçirmekte aciz duruma düşmüşlerdir. Eğer, Avrupa’nın gerçek kültürü onun müzik, edebiyat, sanat ve mimari geleneğine dayanıyorsa, bu kültürel kimliğin korunması ve geliştirilmesi de Avrupa’nın temel vazifelerinden birisi olmalıdır. Fakat bu gelenek devletler tarafından oluşturulmadığı ve ancak onun geliştirilmesi, korunması ve yenilenmesinden başka bir katkıda bulunamayacağı için halklar bu hususta ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla Avrupa’nın kültürel entegrasyonu da aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşebilir. Bu süreçte de elbette kültürün bizzat kendisi önemli bir role sahiptir. Gerek antropologlar ve gerekse diğer sosyal bilimcilerin kültür tarifleri henüz tam olarak kabul görmemesinden ötürü çok genel ve kuşatıcı, ama aynı zamanda işlevsel olduğu için Samuel Huntington’un "bir halkın genel hayat tarzı" şeklindeki tarifinden hareket edersek, kültürün hem fikirleri (değerler, normlar ve düşünce biçimleri) hem de davranışları (adet ve gelenekler) ihtiva ettiği görülecektir. Kültür, insanların dünya görüşlerini şekillendirdiği gibi, aynı zamanda toplumun ürettiği eşyalar (tabak-çanak, sanat eserleri, heykel ve bayraklar, günlük konuşmalar ve lisan), adetler (törenler, kutlamalar ve diğer gündelik davranışlar), kurumlar (bürokrasiler, dinler, hatta futbol kulüpleri) ile değerler (hukuk ve hürriyet, aile ve refah) gibi unsurlardan da etkilenir. Kültürün aynı zamanda dini fikirler ve pratikleri de içerdiği de göz önüne alındığında, kültürün ne ölçüde dinden etkilendiği, hatta kültürün ne kadarının din olduğu şeklindeki sorular gündeme gelecektir. Aslında, Avrupa’nın dinden uzaklaştığını iddia etmek onun geleneksel dinden hiç etkilenmediği anlamına da gelmez. Din, inanmayı bırakmış olsalar bile hâlâ insanların algısını ve gündelik hayat akışlarını etkilemeye devam etmektedir. Hatta, dinin siyaseti bile doğrudan etkilediğini söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Belki de Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda bahsettiği sadece çalışmak için çalışmak, lükse kavuşmak veya hayatiyetini devam ettirmek için değil de ondan zevk alındığı da çalışmak prensibine uyan yeni bir insan tiplemesi ancak, materyalizmin bile açıklayamayacağı bir şekilde vazife ahlakı veya dinsel bir çağrı olgusuyla açıklanabilir. Bir başka deyişle, fertlerde meydana gelen radikal değişimlere sebep olan etmenler büyük bir oranda dinde bulunabilir.

    Yeni katılımların da söz konusu olduğu bu dönemde bir de Avrupa’nın anayasasının olup olmayacağı tartışmaları da giderek şiddetini arttırmaktadır. Bu tartışmaların bir kısmı da bu anayasada dine yer verilip verilmemesi hususundadır. Dinin anayasada yer alıp almaması aslında bizzat dinin kendisinden ziyade Avrupa Birliği’nin kültürel entegrasyonu ile yakından ilgilidir. Zira, "Avrupa’nın dini mirası" denilen şey doğrudan kültürel, siyasi, ahlaki ve sembolik değerleri etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda Avrupa’nın sosyal birleşmesi sürecinde de etkin bir rol oynamaktadır. Öncelikle, din olgusu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde Avrupa’nın sınırlarını belirlemektedir. İkinci olarak, Avrupa ülkelerinin vatandaşları arasında paylaşılan bir belleği temsil ederek ortak bir zihniyeti meydana getirmektedir. Son olarak da din Avrupa’nın karşılaştığı yeni durumları tarif ederek onları değerlendirebilmesinde önemli ölçüde rol oynamaktadır. Fakat 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliği’ne yeni üye olan Orta Avrupa ülkelerinin tamamı yaklaşık 40 yıl süren bir komünist idare altında din hürriyetinden büyük ölçüde yoksun yaşadıkları için bu ülkelerin siyasi ve ekonomik yapıları değişirken kiliselerinin de değişime ayak uydurabilmeleri ve genel Avrupa dini söylemine uyum sağlayabilmeleri, ortak bir dine sahip olmalarından ötürü çok da zor görünmemektedir.

    Avrupa Birliği içerisinde, dinden genel olarak, ancak kıtanın, modernitenin kaçınılmaz sonucu olarak sekülerleşmesi bağlamında söz edilebilir. Burada Amerika’nın modernleştiği halde bir istisna olarak hâlâ dindar olma konumunu koruyabilmesi, kuruluşu esnasındaki tarihi sebeplerle açıklanabilir.

    Avrupa Birliği ile din ilişkisini yorumlarken Birliğin kuruluşundan bu yana imzalanan pek çok anlaşmanın içerisinde sadece "üye ülkelerin din konusunda tam imtiyaz sahibi" olduklarını belirten 1996 Amsterdam deklarasyonun istisna olduğunu da belirtmek gereklidir. Bu cümlenin de zaten yeni oluşturulmaya çalışılan anayasanın 51. maddesi olarak aynen korunması görüşü hakimdir.

    Çok genel olarak Avrupa Birliği (European Union) şeklinde ortaya çıkan bu yeni oluşumun adı kısa tarihi boyunca pek çok kez değişmiştir. Son şeklinden bir önceki dönemde Avrupa Topluluğu (European Community), daha doğrusu toplumu olarak anılan Birliğin sadece üye ülkelerin ekonomik çıkarlarını koruyan bir süper devlet olmadığına vurgu yapılmak istenmiş, aynı zamanda, bu ülkelerin vatandaşlarının da bir cemaat oldukları inancını aşılamaya çalışılmıştır. Fakat böylesine büyük bir proje için sadece ismin yeterli olmadığını düşünen Avrupa Birliği elitleri, pratik olarak da pek çok kültürel entegrasyon programları geliştirmeye çalışmışlardır. İnsanların Avrupalılaştırılmaları elbette Avrupa Birliği’ne taraf ya da karşı olmaktan oldukça farklıdır. Bugün itibariyle Avrupa Birliği’nde insanlar kendilerini yaklaşık kırk farklı millet olarak tanımlamakta ve yetmiş kadar ayrı lisanı konuşmaktadırlar. Bu kadar farklı bir grubu kendi yerel milliyetlerini -mümkün olduğunca- terk ederek bir üst milliyetçiliğe ikna etmek hiç de kolay bir iş olmayacaktır. Üstelik de Avrupa teriminin henüz bir tarifinin bile yapılmamış/yapılamamış olması bu zorluğu arttırıcı niteliktedir.

    Ulus-devletlerin varlıklarını hâlâ sürdürüyor olmaları belki de Avrupa vatandaşlığı fikrinin önündeki en önemli sebeplerden birisidir. Zira yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan vize ve ülke sınırları, insanların kendi milliyetçiliklerine daha da fazla bağlanmalarını sağlamış ve bu bilinç bugüne kadar süregelmiştir. Nitekim, Avrupa Birliği’nin ilk yaptığı işlerden birisi de üye ülkeler arasındaki sınırları ve vizeleri kaldırmak olmuştur (Europe sans frontières). Zaten Avrupa Birliği tarif edilirken hep sermaye, mal ve işgücünün serbest dolaşımı üzerinde vurgu yapılmıştır. Her ne kadar bu üç unsur sadece kapitalizmin emellerine hizmet eder gibi görünse de aynı zamanda sınırların kaldırılmasıyla birlikte ulus-devletlerin milliyetçiliklerini de erozyona uğratmayı amaçlamıştır.

    Kültürel entegrasyonu artırmanın bir diğer yolu olarak da üye ülkelerin vatandaşlarının Avrupa Parlamentosu seçimlerine doğrudan katılmalarının sağlanmasıdır. Böylece Avrupa Birliği’nin meşruiyetinin sağlanmasının yanı sıra Avrupalılık bilinci de vatandaşlara kazandırılmış olacaktır. Seçimlerin dışında üye ülkeler arasındaki bürokrasinin azaltılması da bir başka yöntemdir. Mesela, öğrenci değişimi projeleri ve diplomaların denkliği, sivil toplum kuruluşlarının ortak eylem ve girişimlerinin kolaylaştırılarak desteklenmesi, üye ülkeler arasındaki ziyaretlerde vizenin kaldırılması yanında pasaport işlemlerinin de olmaması ile yerleşme ve iş bulma konularında sağlanan kolaylıklar bu bağlamda ele alınabilir.

    Somut bu girişimlerin yanı sıra Avrupa Birliği düzenli bir şekilde Avrupa kimliğinin sembolik değerlerini de yaratma çabasındadır. Bu sembollerin içinde belki de en fazla göze batanı Avrupa Birliği bayrağıdır. Birliğin sponsor olduğu bütün projelerde bu mavi zemin üzerinde on iki sarı yıldızlı bayrağın yer alması kanuni bir zorunluluk haline getirilmiştir. Fiziki sınırların ortadan kalktığı bir ortamda bir ülkeden diğerine geçerken şimdilerde artık boş birer binadan ibaret olan eski kara ve deniz sınır kapılarında gözden kaçırılmayacak kadar büyük bir bayrak asılıdır ve panolarda da resmi bulundurulmaktadır. Olimpiyatlarda Avrupalı sporcuların da formalarının üzerinde bu bayrağı taşımaları konusu ise henüz tartışma aşamasındadır. Bayrağın olduğu bir ortamda Beethoven’den alınan bir milli marşın da olmaması düşünülemezdi. Bu marş da Avrupa Birliği’nin mevcut olduğu uygun ortamlarda (törenler ve sportif müsabakalar gibi) çalınması zorunlu bir parçadır.

    Avrupalılar arasında her halde Avrupalı olma bilincini en fazla, üzerinde Jean Monnet’nin resimleri bulunan posta pullarının sağlayacağı düşünülmektedir. İspanya ve Portekiz’in resmi üyeliklerinin ardından bu olayla ilgili pulların kullanıma sokulmasıyla sadece Avrupa Birliği’nin gündelik hayata girmesi değil, aynı zamanda ortak bir Avrupa tarihi meydana getirme çabası da söz konusudur. Kültürel entegrasyon projesi bağlamında medya da göz ardı edilmemiş ve bir gazete (European) ve televizyon kanalları da (SKY, Arté, Euronews, Eurosport vb.) devreye sokulmuştur. Film festivalleri, Eurovision şarkı yarışması ve belki de televizyonlardan en fazla izlenen programlar olma niteliğindeki futbol maçları (Avrupa Şampiyonlar Ligi) hep aynı amaca hizmet etmektedir. Son olarak da, Brüksel’e ziyarete gidenlerin üzerinde Avrupa Birliği logosu bulunan kalem, şemsiye, çay fincanı ve "I love Europe" yazılı t-shirtler gibi pek çok hatıra eşyalarını Avrupa Birliği’nin resmi para birimi Euro ile satın alabilecekleri AB dükkanları da açılmıştır.

    Bütün bu ve benzeri sembollerin Avrupa kültürel coğrafyası oluşturma veya Avrupalı kimliği edinme/edindirme amaçlarına ne denli katkıda bulundukları meselesi biraz karmaşıktır. Her ne kadar bazı politikacıların bu tür çalışmaları kozmetikten öte gitmeyen lüzumsuz para harcama yolları olarak görmesine rağmen, sembollerin siyasi realiteyi tanımlamalarındaki rolü inkar edilemez bir gerçektir. Fakat tepeden inmeci bir kültürel homojenlik de tarih boyunca hiç görülmemiştir. Avrupalıların kendilerinin çok daha iyi bildikleri sömürgecilik dönemlerinde bile yerel kültürler hiçbir zaman tamamen yok edilemediği gibi, tam tersine milliyetçilikleri tetiklediğine de şahit olunmuştur. Avrupa Birliği’nin bütün bu çabalara neden katlandığı sorusu ise anlamlı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira, küreselleşme ve liberal ekonomiye geçme adına ulus-devletlerin ortadan kaldırılarak böylece dünyayı ya da Avrupa’yı tek bir toplum haline getirme çabalarıyla ticari şirketlerin söz sahibi olmaları ancak vahşi kapitalizmin daha fazla kar elde etme ve dünyayı -ya da Avrupa’yı- siyasi olarak yönetme arzusuyla açıklanabilir.