Köprü Anasayfa

Türk Müslümanlığı

"Bahar 99" 66. Sayı

  • Kur’ân Müslümanlığı

    Atilla Yargıcı

    Arapça olan İslam kelimesi, dört harfli olan "esleme" fiilinin mastarıdır. Kelimenin aslı ise üç harfli olan "seleme" fiilidir. Bunun mastarı da, "silm", "selm" veya "selam" şeklinde gelmektedir. Kök olarak "selm", tek bir ipe bağlı kova anlamında kullanılmaktadır. Üç mastarın da ortak anlamı "sulh"tur. Aynı zamanda bu mastarlar, zahirî ve batınî âfetlerden ârî olma anlamlarını da taşımaktadırlar. Allah’ın isimlerinden biri olarak zikredilen "es’Selâm" insanlarda ve diğer mahlukatta bulunan ayıp ve kusurlardan berî olan demektir. Teslim razı olmak, İslam da boyun eğmek anlamına gelmektedir.1

    Burada İslam’ın kelimenin kök anlamlarıyla bir bağı olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Örneğin, tek bir ipe bağlı kova anlamına gelen "selm" mastarıyla islam arasındaki bağlantı, Kur’ân’da din olarak islama "hablullah" (Allah’ın ipi) denmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bu konudaki ayetin meali şu şekildedir:"Hep birlikte Allah’ın ipine, sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birlerştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız." 2

    Suyutî’nin İbn-i Mes’ud’dan rivayet ettiğine göre, ayette geçen "hablullah",yani Allah’ın ipi, "Kur’ân" demektir. Bunun Allah’ın emri ve ahdi,3 Allah’ın dini4 anlamlarına geldiği de belirtilmektedir. İşte İslam dininden veya Kur’ân’dan istiâre olarak kullanılan bu "ipe" sım sıkı tutunmakla, alçalmaktan, tedennî ve tereddîden kurtulmak mümkündür.5

    Türkçemizde kullanılan Müslüman ise, Arapça’da "esleme" fiilinin ism-i faili kalıbındaki "müslim" anlamını çağrıştırmaktadır. Müslüman olmak, Kur’ân’da iki farklı şekilde zikredilmektedir. Bunlardan birisi, Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, "imansız İslamiyet" kavramıdır. Bu konuda zikredilen ayetin önce nüzul sebebini zikredelim:

    İmansız İslamiyet veya Bedevî Müslümanlığı

    Rivayetlere göre, Esedoğullarından bir topluluk, bir kıtlık senesinde Medine’ye gelerek, iman ettiklerini söylemişler ve Hz. Peygambere, ‘Sana yüklerimiz ve ailelelerimizle geldik. Seninle falan oğulları gibi savaşmadık" demişler, iman ettiklerini ifade etmişlerdi.6 Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:

    "Bedeviler, ‘inandık’ dediler. De ki, siz iman etmediniz, ama ‘İslam olduk’ deyin. Henüz iman kalblerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine iteat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." 7

    Buna göre dil ile iman edildiğinin ifade edilmesi yanında, kalb ile de o imanın tasdik edilmesi , imanın kalbe yerleşmesi gerekmektedir. Bedevilerde böyle bir iman oluşmamıştır. Onun için, onların imansız bir islamiyete sahip olduklarına vurgu yapılmaktadır. Ayette zikredilen İslam, inkıyad etmek, barışa girmek (sulh), şehadeti izhar etmek, muharebeyi terketmek demektir.8 Burada bedevilerin bir menfaat elde etmek için iman etmiş göründükleri ortaya çıkmaktadır. Onların islâma girmesi, Müslümanlarla barışık olmak, onlarla savaşmamak, müslümanlara taraftar olma, müslümanlara boyun eğme anlamında bir islamı ifade etmektedir. Bu ayette, imansız islamiyeti ifade etmek için, bir "bedevi müslümanlığı"ndan bahsedilmektedir.

    Kur’an bunu belirtmekle beraber, daha sonraki ayette gerçek imanı tarif ettiğinden dolayı, böyle bir islamı veya müslümanlığı tasvip etmediğini göstermektedir. Bu ayete göre " gerçek mümin, ancak Allah ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte sadık olanlar ancak onlardır." 9 Bu sebeble İslamiyete taraftar olmak, müslümanlık anlamını ifade etse de, imanı içermediği takdirde bu makbul bir müslümanlık değildir. İşte böyle bir islamı kastederek, Said Nursî, imansız islamiyetin kurtuluşa vesile olmayacağını belirtmektedir. Bediüzzamanın bu konudaki tesbitleri, konumuza da ışık tutmaktadır:

    "Ulemâ-i İslâm ortasında, "İslâm" ve "îman"ın farkları çok medâr-ı bahsolmuş. Bir kısmı, ‘ikisi birdir’; diğer kısmı, ‘ikisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz’ demişler ve bunun gibi çok muhelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:

    "İslâmiyet iltizamdır, îman iz’andır. Tâbir-i diğerle, İslâmiyet hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek, o dinsiz, bir cihette, hakkın iltizamıyla islamiyete mazhardı; ‘dinsiz bir Müslüman’ denilirdi.Sonra bazı müminleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; ‘gayr-i müslim bir mümin’ tâbirine mazhar oluyorlardı.

    "îmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz îman da medâr-ı necat olamaz." 10

    "İmansız islâmiyet" ve "islâmiyetsiz iman" kurtuluşa vesile olmadığına göre iman ve islamı birlikte mütalaa etmek gerekmektedir. Bediüzzaman’ın bu konudaki fikirlerinden ikisini birlikte düşündüğü anlaşılmaktadır.İşte bu islamın ikinci anlamını içermektedir ki bunun içinde kalb ile iman ve tasdik, fiil ile yapmak, Allah’ın ahkamının hepsine teslim olmak, onlara tarafgirlik göstermek bulunmaktadır. Cenâb-ı Allah’ın Hz. İbrahim’e, "Müslüman ol" demesi üzerine onun, "Alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum"11 demesi böyle bir islâmı ifade etmektedir.

    Bazı müfessirler, Allah’ın Hz. İbrahim’e "Müslüman ol" emrini, "izan ve itaat et" şeklinde tefsir ederlerken,12 bazıları da bunun, islam üzere sebat etmeyi, nefsini Allah’a teslim etmeyi, O’na tevekkül etmeyi, O’nun hükümlerine razı olmayı, istikamet üzere olmayı ifade ettiğini belirtmişlerdir. Bu görüşe göre Hz. İbrahim, ay, güneş, yıldızlar gibi kaybolup giden şeylerin Allah olmadığı inancına ulaştıktan sonra, Allah’ın "Müslüman ol" hitabına mazhar olmuştur.13 Hz. İbrahim’in, Yahudi veya Hıristiyan değil, Müslüman olduğunun bildirilmesi14 de bu anlamı destekliyor.

    İslamın her iki anlamı ifade edilirken karşımıza çıkan gerçeklerden biri, Kur’ân’ı Allah ve resulünü kalbleriyle tasdik etmeyerek gerçek imana sahip olmayan bedevilerin "Müslüman olduk deyin, iman ettik demeyin" şeklindeki bir tavsiye ile karşılaştıklarıdır. Bu da onların imansız bir islamiyete sahip , islama ve müslümanlara yalnızca taraftar olduklarını göstermektedir. Diğer bir gerçek de, gerçek müslümanlığın, Hz. İbrahim örneğinde gösteriliyor olmasıdır. Buna göre, istidlal yoluyla Allah’ı bulan, ona inanan, onu kabul eden bir kimsenin, daha sonra da onun emir ve hükümlerine itaat, teslim, rıza göstermesi gerekir. Bu yüzden mümin olup da O’na bu anlamda bağlanmayan bir kimsenin imanı da tam bir iman olmaktan uzaktır.

    İslam ve müslüman kavramlarına kısaca temas ettikten sonra, "Türk müslümanlığı" kavramına zikredilen hususlar doğrultusunda bakitığımızda karşımıza çıkan tablo şu şekildedir: Ondokuzuncu asır, dünyada milliyetçilik akımlarının güçlendiği bir asır olması hasebiyle, bu rüzgar Osmanlıyı da etkilemiş, aydınlardan bir kısmı Türkçülüğü savunmaya başlamıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kurulması, bu Türkçülük anlayışının ulusal devlet şeklinde tezahür etmesine ve resmî ideolojinin de ırkçı bir temele oturmasına sebeb olmuştur. Hem de bu ırkçı politika, milletin bin yıldır bağlı olduğu islam kültürünü de yok etme politikalarıyla birleştirilmiştir.

    Bu ülkede, ancak 1937’de Anayasa’ya giren laiklik ilkesinin "dindarlara baskı ve zulüm, dinsizlere, sefahetçilere tam serbestiyet" mantığıyla Avrupa’daki tatbikatından çok farklı bir şekilde tatbik edildiği tarihen sabittir. Bunu bir "tesbit" olarak söylediğimizin altını çizmek istiyoruz. Ülkede Türklüğü ön plana çıkaran söylemler, batı tipi bir yaşamı yaygınlaştırma çabaları, inanca karşı olmanın da resmî politika haline getirilmesi halkın dinden uzaklaşmasına sebeb olmuştur. Bütün bu çabalar sonucunda ise iki tip insan ortaya çıkarma hedefini gütmüştür.: Dinsiz bir müslüman veya gayr-i müslim bir mümin. Yani Kur’an müslümanların elinden alınamamış, ama insanlar, islamiyetten soğutulmuş, uzaklaştırılmıştır.

    Türkçülüğü esas alan bir idarenin ortaya çıkardığı müslümanlık işte böyle bir müslümanlık olmuştur. Egemen güçler tarafından desteklenen Türklere ait müslümanlık böyle bir müslümanlık olsa gerektir. Türk müslümanlığı veya Türkiye müslümanlığı kavramı içerisinde bu anlamın olmadığı iddia edilemez. Bu iki grup müslümanlık anlayışı da kurtuluşa vesile olmaktan uzaktır. Herkesin göğsünü gere gere "ben müslümanım" diyebildiğinin ifade edildiği bir ülkede, insanlar namaz kılıyor, içki içmiyor diye irtica yaftası adı altında bazı kurumlardan atılıyor, başörtüsü taktığı diye üniversitelere sokulmuyor ise, bunun önerilen Türk müslümanlığına uyulmadığından kaynaklandığı şeklinde bir tesbitte bulunulabilir.

    Buna göre, Türk müslümanı ya tam dinsiz olacak, din yerine ırkçılığı birleştirici bir unsur olarak görecek, ya da mümin olduğu halde, gayr-i müslim gibi olacak. Yani örf, adet ve yaşayışta Avrupalı, inançta ise mümin. Böyle bir müslümanlıkta Allah’a inanıldığı söylenmesine rağmen, büyük günahlar büyük bir zevkle işlenecek, zina suç sayılmayacaktır. Böyle bir müslümanlıkta inanç edebiyatı yapılmasına rağmen, Kur’ân’ın apaçık hükümleri çağdışı bulunacaktır. Böylece vaktiyle hıristiyan veya yahudilerin düştükleri, dini tahrif etme hatasına düşülmüş olacak, dinin menfaatlerine olan tarafı kabul edilecek, işlerine gelmeyen tarafı ise reddedilecektir. Böyle bir müslümanlık anlayışının Kur’ân’daki müslümanlık anlayışı ile hiçbir ilişkisinin olmadığı apaçıktır.

    Bugün, empoze edilen böyle bir müslümanlığa taraftar olanların, devletin, bütün Avrupa’nın ve Amerika’nın kabul ettiği din ve vicdan özigürlüğü ilkesine tamamen zıt olarak vicdanlara baskı anlamı taşıyan isteklere karşı tavizkar davrandıkları da bir vakıadır. Halbuki devletin millet için varolduğu gerçeği vurgulanarak, devletin kendisinin, milletin inanç kültürünü de nazara alarak değişime gitmesi gerektiği vurgulansa, müsbet bir yol takib edilerek demokratik haklar çercevesinde milletle devlet kaynaşmasının ancak bu şekilde olacağının altı çizilse, her halde hamiyetli ve basiretli devlet adamları bu seslere kulak vereceklerdir.

    Halkın inançlarını değiştirmeye çalışan bir devlet görüntüsü yerine, çağdaş dünyaya da uyarak, kendisini değiştiren böylece halka mutluluk ve huzur veren bir devlet görüntüsü de ancak bu şekilde ortaya çıkar. O zaman böyle çarpık bir Türk müslümanlığı anlayışı da ortadan kalkar. Herkes müslümanlığı Kur’ân’ın istediği gibi yaşar, devletine sahip çıkar, vatanına bağlı kalır.

    Kur’ân’ın Mesajı İnsanlığadır

    Gerek "Allah katında din İslamdır"15 ve "Ben sizin üzerinize nimetimi tamamladım. Ve din olarak İslâma râzı oldum"16 ayetlerinde olsun, gerekse İslamdan bahseden diğer ayetlerde olsun, İslâmın herhangi bir kabile, ırk, aşiret vb. ile kullanılmadığı dikkat çekmektedir. Kur’ân kendisini "apaçık Arapça bir Kur’ân" olarak vasıflandırmakla birlikte, "Arapların Kur’ân’ı" veya "Arap İslâmı", yahut da "Arap müslümanlığı" gibi tarihselliği, evrensel değil, yöresel bir din olmayı çağrıştıran ifadelerden şiddetle kaçınmıştır. Bunun da ötesinde Kur’ân’da, ırklara ve aşiretlere vurgu yapıldığı da görülmemektedir. Tam aksine bu dönemde Kur’ân’ın hitabı tüm insanlığa yöneliktir.

    Kur’ân’ın ilk hitap çevresi Kureyş kabilesi ve Mekke halkı olmasına rağmen, Mekke’de inen ayetlerin bir kabileye veya ırka adeta rüşvet verir tarzda hitap etmediği, kabileler arasında bir ayırım yapmadığı görülmektedir. Çünkü böyle bir tavır, yeryüzündeki diğer ırk ve kabililer arasında bir ayrımcılık anlamına gelecek ve Kur’ân’ın bütün insanlığa duyrulması gereken mesajları, "bir ırk veya kabile dini" damgası altında, muhtaç olan gönüllere ulaşmayacaktı.

    Türkiye’de uzun bir süredir çeşitli uslup ve ifadelerle gündeme getirilen "Türk Müslümanlığı" kavramına bu açılardan da yaklaşmak mümkündür. Bununla kastedilmek istenen ne olursa olsun, içinde Kur’ân’ın kendisine indiği Hz. Muhammed’in ve ona , onun getirdiği şeylerin tümüne kayıtsız şartsız iman eden ve her türlü zorlukları göğüsleyerek bu dine hizmet etmeyi birinci gaye haline getiren Arapların ırklarını nazarlara sunmayan, onu ön plana çıkarmayan ve insanlara bir "Arap Müslümanlığı" gibi bir model takdim etmeyen Kur’ân ölçü alındığında, elbette ki Kur’ân’a ne kadar hizmet ederlerse etsinler herhangi bir kabilenin veya ırkın kendi ırklarını islâma izafe ederek bir model oluşturmaya çalışmaları doğru görünmemektedir.

    İslam Umumun Mukaddes Malıdır

    Niyetler halis bile olsa, bazen iyilik yapıyorum zannıyla kötülük yapıldığının çok vaki olmasından dolayı, bu da iyilik zannıyla İslama ve müslümanlara bir kötülükten öteye gitmeyecektir. Üzerinde durmaya çalıştığımız "Türk Müslümanlığı" kavramı bu sebebten ve daha bir çok sebebten dolayı tehlikeli bir durum arzetmektedir.

    Her şeyden önce İslâm dini umumun mukaddes malıdır. Onu hiçbir partinin, hiçbir ırkın, hiçbir devletin inhisar altına alması mümkün değildir. İnhisar altına alındığı zaman bu, dine en büyük bir zarardır. Bu anlayış "Bu dini ancak biz temsil edebiliriz. Başka gruplar, ırklar, devletler buna layık değildir" gibi bir zihniyetin ürünüdür. Bu anlayışta, parti, devlet veya ırk enaniyeti göze çarpmaktadır.

    Ele alınan konu açısından meseleye bakıldığında, İslamın millî bir din haline getirilmeye çalışıldığı gibi bir imaj da uyanmaktadır. Dini inhisar altına almanın, "Umumun mâl-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavi bir ekseriyette, dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek"17 gibi bir tehlike de söz konusudur. Dini bir siyasi parti inhirası altına alırsa, diğer siyasi partilerde, bir ırk inhisarı altına alırsa, diğer ırklarda dine aleyhdarlık meyli uyandırma ve nazardan düşürme gayretleri olacaktır. Dini bir devletin inhisar altına alması da, diğer devletler de aynı duyguyu uyandırabilecektir.

    Örneğin, İslam dinini Arapların dini gibi göstermeye çalışanlar, Arap olmayanlarda , arapların şahıslarında görülen hataların İslama maledilmesi gibi bir yanlışa düşülmesini netice vermektedir. Halbuki bu inhisarcılık zihniyeti olmasa, bütün nazarlar İslam dininin kendisine çevrilecek, Kur’ân önplana çıkacak, şahısların hatası şahıslara münhasır kalacak, böylece de İslama karşı bir soğukluk değil bir meyil de uyanmış o-lacaktır. Türk Müslümanlığını nazarlara sunmanın da bu tür zararları olabilecektir.

    Çünkü Türk Müslümanlığı kavramıyla İster, Türklerin İslamın kıvamı oldukları tarihlerdeki hizmetleri ve İslama bir zırh oldukları dönemler hatıra gelmiş olsun, ister de Osmanlı’nın dağılmasından sonraki İslamla olan ilişkisi kastedilmiş olsun, her ikisi de bir tehlike arzetmektedir.

    Birinci çağrışım açısından konuya yaklaştığımızda, Türklerin İslâma hizmet ederken yaptıkları hataların İslamla özdeşleştirilip diğer milletlerin İslama bakış açılarında bir sapmanın olmasına sebeb olacağı açıktır. İkinci çağrışımda ise, Osmanlı’dan sonraki Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak düşündüğümüzde, Türklerin İslama hizmeti değil, onu Hıristiyanlıkla mukayese edip bir reforma tabi tutmayı amaçladığından dolayı, İslamiyeti yıkmaya çalışan bir anlayışın nasıl insanlığa din hususunda örnek bir model teşkil edebileceği sorusunu akla getirmektedir.

    Devletin bu menfi tavırlarına rağmen, Allah’ın inayeti ve lütfuyla bu milletin İslam ve iman ile olan bağlantısını devam ettirmeye vesile olan Said Nursî ekolünün yaptığı hizmetlerin Türklerin yaşadığı bir bölgeden zuhur etmiş olması bile, Türk Müslümanlığı gibi bir kavrama haklılık kazandırmaz. Ki Bediüzzaman da böyle bir kavramı benimsememiş, dine genel olarak inhisarcı bir zihniyetle yaklaşmanın tehlikelerine temas etmiştir.

    İslama Hizmette Irk Önplana Çıkarılabilir mi?

    İslama hizmet açısından bir ırkı öne çıkarmak, o ırkın beğenilmesini ve övülmesini istemek anlamı da taşıdığından "hizmet" veya tebliğ anlayışı ile de bağdaşmamaktadır. Çünkü bir ırkın övülmesi, hangi sebebten olursa olsun o insanlara bir ırksal haz verecektir. Haz ise maddi olmayan bir "ücret"tir. Halbuki bu yolda hizmet veya tebliğ, yalnızca tebliğ ve görev şuurunda olmayı gerektirir, ücreti de ise Allah’a bırakır. Kur’ân’da tebliğ mukabilinde hiç kimseden ücret taleb etmeyenlere uyulması istenmektedir.Hizmetleri mukabilinde hiçbir ücret taleb etmeyenler de hidayete ermiş kimseler olarak vasıflandırılmaktadır.18 Ki Allah’tan başka hiçbir kimseden ücret taleb etmeden hizmet etmek veya tebliğ vazifesini ifa etmek, peygamberlerin yolu olarak gösterilmektedir.19 Bu tıpkı bir insanın İslam dinini tebliğ ediyorum diye kendini beğenmesi, kendinin övülmesini istemesi, kibirlenmesi gibidir..Bu da insana "haz" verdiğinden, bir ücret olarak telakki edilebilir. Bu yüzden her ne şekilde olursa olsun, İslama yapılan hizmetlerde "ücret" taleb etmek, Kuir’ân’ın ruhunu aykırıdır.

    Bir başka açıdan bakıldığında, İslama hizmet adı altında bile olsa, bir ırkın önplana çıkarılması, insanlar arasındaki "insanlık" gibi ortak yönlerin değil, ırk gibi farklı yönlerin ve kutuplaşmaya sebeb olabilecek hususların dile getirilmesi, ırkçılık, kabilecilik, aşiretçilik fikirlerini ortadan kaldırıp, insanları İslam potasında eritmek isteyen Kur’ân’a aykırı gözükmektedir. Çünkü ırkların yaratılmasının bir hikmeti de tearüf içindir.Bu konuya temas eden ayette şöyle denmektedir:

    "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki, Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır." 20

    Bu ayet Bediüzzaman tarafından " Sizi, taife taife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabîle kabîle yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir." şeklinde tefsir edilmektedir.21

    Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, insanların farklı ırklar halinde yaratılmasının amacı, birbirlerine düşmanlık etmek değil, yardımlaşmak, birlik ve beraberliklerini korumaktır.Allah’ın insanları sevmesi onların Arap veya Türk olmamalarından değil, müttaki birer insan olmalarındandır. Hiçbir kimsenin de kendisinin müttaki, yani "salih" olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Çünkü bu İslamın yasakladığı "kendini beğenme"nin tuzağına düşmekle eş anlamlıdır.Bir kimsenin müttaki veya salih olup olmadığını tam olarak Allah bilir. Bir insanın bile salih veya muttaki olduğunun bilinmesinin zorluğu ortada iken, bir ırkın tam olarak salih olduğu iddiasında bulunmak anlamına da gelen "Türk Müslümanlığı" kavramını dile getirmek ırksal bir kendini beğenmişlik demektir.Bunun da yanlışlığı ortadadır.

    Bunun için de İslama giren herkes, kendi ırkını, kabilesini, aşiretini değil, İslama önplana çıkarmalıdır. Adeta İslamın ve Kur’ân’ın önünde perde değil, ayna olmalıdır.

    Toplumlarının İslama hizmet adına da olsa, Irksal bir narsizmle kendi ırkını öne çıkarması, başka ırktan olanlarında kendi ırklarını öne çıkarmasına haklılık kazandırmaz. Çünkü burada ölçü başkalarının yaptıkları değil, Kur’andır. Kur’ân ise aynı ırktan olanları değil, yalnızca "mümin olanları" kardeş ilan etmektedir.

    Böyle bir kavramı ortaya atıp toplumda yerleşmesini sağlamaya çalışmak, Said Nursî’nin ifadesiyle "güya din hesabına, İslamiyete sadakat namına, güya dini milliyetle takviye etmek için, zaafa düşmüş din şecere-i nurâniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek " hedefine yönelik olabilir. Halbuki burada bir "tahripkârlık" sözkonusudur. Çünkü , kainatın hakikatları içinde kökü yerleşmişi olan, İslamın tuba ağacı, "mevhum, geçici, cüzî, hususî, menfî, esassız, garazkâr, zulümkâr" milliyetçilik, unsuriyet, ırkçılık toprağına dikilmez. Nursî’nin ifadesiyle, "onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakâne ve tahripkarâne, bid’akarâne bir teşebbüstür."22

    "Türk müslümanlığı" kavramıyla kastedilen şayet, dini milliyetle takviye etme amacını güdüyorsa, bu ahmakça bir iş olduğu gibi, tahripçilik ve bid’acılıktır. Bu kavramla kastedilen, "milliyeti islamla aşılamak" ise, bu da islam milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.23 Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, İslam, ırkçılığın her ne şekilde olursa olsun bir üstünlük vasfı olmadığını bildirmektedir. İşte bu tür anlayışlar Said Nursî’nin ifadesiyle Türk unsuru içinde bile "inşikaka" sebeb olacaktır. Çünkü Müslüman olan Türklerin tamamı, böyle bir anlayışa sahip olmadığından, "islamı milliyet toprağına dikerek kuvvetlendirmek" isteyenlerle, "milliyeti islamla aşılamak" isteyenler arasında bir çatışma potansiyeli oluşacaktır.

    Müsbet milliyet anlayışı hakim olmalı

    Bunun dışında Nursî’nin tesbit ettiği gibi, milliyetçiliği İslamın yerine geçirmek değil, İslamın bir zırhı ve kalası durumuna getirmek isteyenler de tarihlerinden gelen bu misyonu üstlenerek, "müsbet" milliyet anlayışını ortaya koyacaklardır. Demek ki, burada birbirine benzeyen iki durum ortaya çıkmaktadır. Bu da "dini milliyetle takviye" düşüncesiyle, "milliyetçiliği İslama bir zırh ve kala" yapma düşüncesi arasındadır. Görünüşteki bu benzerlik içinde önemli bir farklılık vardır. Bunlardan birisi, İslamın ancak şu veya bu ırkla gelişebileceği tezine dayanmakta, diğeri ise, İslamın gelişmesinin hiçbir gruba bağlı olmadığı, ancak olsa olsa varolan ve gelişen İslam ağacını korumak tezine dayanmaktadır. Nursî’nin "Müsbet milliyet" adını verdiği bu yaklaşım, bir üstünlük esasına dayanmamakta, örneğin Türklerin olduğu gibi, Arapların da İslam hazinesini korumaya çalışabileceğini ifade etmektedir:

    "Müsbet milliyet, hayat-ı içtimâiyeyinin ihtiyac-ı fıtrîsinden ileri geliyor; teâvüne, tesanüde sebeptir, menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i islamiyeyi daha ziyada teyid edecek bir vasıta olur.

    "Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hadim olmalı, kal’a olmalı, zırh olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü, İslamiyetin verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; alem-i bekada ve alem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa, onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakane bir cinayettir." 24

    Bu bakış açısında başka ırkları tahrik ve tahkir olmadığı gibi, kendi ırkını üstün görme gibi bir şey de yoktur. Bu bakımdan İslam hazinesini taşımada, korumada bir gruba, bir ırka değil, islama giren her kesime ve herkese görev düşmektedir. Bu da birlik ve beraberlik şuurunu geliştirici bir motivasiyonu da sağlayacak bir kapasiteye sahiptir. Bu yaklaşım çatışma potansiyelini de ortadan kaldırmaktadır.

    Şayet "Türk müslümanlığı" kavramıyla, Türklüğün İslamın bir kalası olduğu anlatılmak isteniyorsa bu, anlam olarak doğru, fakat isimlendirme yanlıştır. Burada kastedilen müsbet milliyet anlayışı olsa bile, İslama hizmette diğer ırkları yok farzettiğinden ve onların husumetini üzerine çektiğinden, düşmanlığa kapı açacak bir özellik içerdiğinden, başkasını yutmakla beslenen menfi milliyetçilik kavramına hizmet etmiş olacaktır.

    Bu tür milliyetçilikteki "başkasını yutmakla beslenmek" özelliği "Türk müslümanlığı" kavramı içinde barınmaktadır. Çünkü burada da başka ırkların veya grupların İslama hizmetini görmezden gelme veya yutma gibi bir durum söz konusudur. Türk müslümanlığı kavramı içinde, diğer kavimlerin islama mensubiyetini olmasa bile, hizmetini küçük görme de vardır. Bu küçük görme içinde "düşmanlık" hisleri de barınabilir. Örneğini ortaya çıkacak olan Araplara karşı düşmanlık doğuracak tabirler, İslamiyete ve Kur’ân’a dokunur. Niyet, İslama ve Kur’ân’a hizmetteki farklılığı değil üstünlüğü vurgulamak olduğundan, bu onların kalblerinin kırılmasına sebeb olur. Müslümanların birlik ve beraberliklerin başlangıcı kalblerin bir olması olduğundan, bu birliğe zarar verilmiş olur. Bunun için "Türk Müslümanlığı" kavramı hangi açıdan bakacak olursak olalım, islamın özüyle bağdaşmamaktadır.

    Sonuç: Yaklaşık bin senedir İslamın bayraktarlığını, muhafızlığını, hizmetkarlığını yapan Türklerin, kavimlerini önplana çıkardıkları ve onunla övündükleri görülmememiştir. Onlar İslamın ırkçılık fikrini ortadan kaldırdığına tam olarak inanmış kimselerdi.

    Onlar milliyetlerini Kur’ân’a ve İslama kal’a yapmışlar, bütün dünyayı susturmuşlar, müthiş hocumları defetmişler böylece, "Allah sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir, ki bunlar Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayanın kınamasına aldırmazlar"25 ayetine masadak olmuşlardır.26

    İslama bu kadar yıl hizmet eden ecdadımız kendi ırklarını ön plana çıkarma gibi bir düşünce içinde bulunmadıklarından "Türk Müslümanlığı" gibi kaypak ve yanlış anlaşılmaya müsaid bir kavram ortaya çıkarmadıkları halde, kınayanların kınamalarından korkan, bu korku ile din adına taviz üstüne taviz veren onun bazı haleflerinin böyle bir kavramı bayraklaştırması, Kur’ân’ın tesbit ettiği böyle övülen bir toplum olma liyakatini de ortadan kaldırabilir.

    Onun için ille de bir kavram ortaya koymak gerekiyorsa, bunda da samimi olunacaksa, ırk yerine Kur’ân’ın kendisini önplana çıkarmanın daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Bu sebeble örnek alınacak bir müslümanlık varsa, onun da "Kur’ân müslümanlığı" olduğu bilinmelidir.

    Kur’an müslümanlığının en güzel yansıdığı dönem ise, asr-ı saadet olduğundan, asr-ı saadet müslümanlığı da, bu kapsamın içine girebilir. Ancak asr-ı saadette yaşayanlar Arap olduğu için, "Arap müslümanlığı" gibi bir kavramı ortaya atmak da, İslamın kendisine en büyük bir darbe indirmektir. İslamın özünden çıkmayan böyle bir kavramın, İslamın evrenseliğine karşı yerelliğini savunanlara da büyük bir haklılık kazandıracaktır. Bu yüzden bu tür kavramları kullanırken, kılı kırk yararcasına dikkatli olunması zarureti vardır.

    Dipnotlar

    1. el Isfahânî, Ragıp, Mu’cemu Müfredâti Elfâzi’l-Kur’ân, Dârü’l-Fikr, Beyrut, tarihsiz, "Selime" maddesi, s. 245: el Fîruz Âbâdi, Kamusu’l-Muhit, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1993, "es Selmü" maddesi, s. 1448.

    2. Âl-i İmran: 103.

    3. es Sanaânî, Ebu Bekir Abdürrezzak b. Hemâm, Tefsîru Abdürrezzak, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1991, C.I, s. 134.

    4. ez Zemahşerî, Ebû’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el Keşşâf, Dârü İhyâyi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1997, C.l, s. 422.

    5. Beydavî, Abdullah b. Ömer, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, (Hâşiyetü Şeyhzâde ale’l-Beydavî) kenarında, İhlas Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994, C.1, s. 58.

    6. el Vahidî, Ebu’l-Hasan Ali bin Ahmed, Esbabü’n-Nüzuli’l-Kur’ân, Darü’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, s. 412.

    7. Hücurât: 14.

    8. el Beydâvî, Abdullah b. Ömer, Envârü’t-Tenzîl, Müessesetü’ş-Şa’ban, Beyrut, tarihsiz, C.V, 89.

    9. Hücurat: 15.

    10. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, s.38.

    11. Bakara: 131

    12. ez Zemahşerî, Ebû’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el Keşşâf,C.1, 216.

    13. Şeyhzâde Muhammed Efendi, Hâşiyetü Şeyhzâde ale’l-Beydâvî, C.1, 427-428: el Âlûsî, Şehâbeddin es Seyyid Mahmud, Ruhu’l-Maanî, Dârü’l-Fikr, Beyrut, 1978, C.1. 388.

    14. Âl-i İmrân: 67.

    15. Âl-i İmrân: 19.

    16. Mâide: 3.

    17. Nursî, Said, Beyanat ve Tenvirler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1997, s.118.

    18. Yasin: 21

    19. Yunus: 72; Hud: 29, 51; Şuarâ: 109, 127, 145, 164, 180.

    20. Hücurât: 13.

    21. Nursî, Said, Mektubat, s. 309.

    22. Nursî, Said, Mektubat, s. 424.

    23. Nursî, Said, Mektubat, s. 424.

    24. Nursî, Said, Mektubat, s. 311.

    25. Maide: 54.

    26. Nursî, Said, Mektubat, s. 312.