Köprü Anasayfa

İslam’ın Yeniden Yorumlanması

"Kış 2001" 73. Sayı

  • İslami Yaşayış ve Düşünüşün Yeniden İnşası

    Adnan Aslan

    İslam dünyası ahlakî ve fikrî bir kriz içindedir ve bu kriz, ferdî, toplumsal, ekonomik ve siyasi problemlere kaynaklık etmektedir. Bir zamanlar görkemli bir medeniyet kuran Müslümanlar bu yüzyılda ferdî ve toplumsal problemlerle mücadele ederek varlığını devam ettirmeye çalışmakta, bu meselelerin nasıl üstesinden geleceğini de pek bilememektedir. Şimdi Müslüman entelektüeller, bir taraftan yıkılmış bir medeniyetin kalıntıları ve diğer taraftan hakim bir batı dünyasının zihnî ve sosyal dayatmaları ile karşı karşıyadır. Bu sebeple, önce İslam geleneğinin tarihi süreci hakkında düşüncelerimizi ifade edeceğiz ve sonra İslam’ın bu çağdaki önemli problemi olarak moderniteye işaret ederek, onu İslam’ı insanından koparan bir fenomen olarak nitelediğimizi ifade edeceğiz. Sonunda bir tez olarak, İslamî yaşayış ve düşünüşün yeniden inşasının ahlakı bilmenin şartı sayan bir epistemolojinin gerçekleştirdiği sosyal ve entelektüel yapılanma ile mümkün olacağı fikrini savunacağız. Dolayısıyla, konuyu önce tarihi süreç ve algılanması, ve sonra sosyal kırılma olarak modernite ve en sonunda da fikrî ve sosyal yeniden inşa olmak üzere üç merhalede ele alacağız.

    a) Tarihî Süreç ve Algılanması

    İnsanlık tarihinin en önemli hadisesi belki de Allah’ın elçileri vasıtasıyla insanlığa vahiy göndermesidir. Allah her yerde ve her dönemde insanlara bilgi ve hikmetle doğru yolu gösteren peygamberler göndermiştir. İnsanlık bu semavî ışıkla kendini, çevresini ve ışığın kaynağı olan Yaratıcısını tanımış ve onunla yeryüzünde medeniyetler kurmuştur. Allah ahirzamanda Hz. Muhammed’i elçilerin sonuncusu, Kur’an’ı da insanlığa son vahiy olarak göndermesi neticesinde Hz. Peygamber bir toplum ve Kur’an da bir medeniyet inşa etmiştir. Kur’an’ın nefsinde kemal olarak somutlaştığı Allah Resulü bir İslam toplum oluşturmuş ve diğer taraftan Kur’an ise İslam medeniyetine kaynaklık eden bir bilgi ve kültür yaratmıştır.

    İlk İslam toplumu Kur’an toplumudur. Allah Resulü peyderpey gönderilen vahiyle 23 yılda bir inananlar toplumu meydana getirmiş ve bunlar Kur’an yoluyla kainatı, insanlığı ve hayatı yeniden anlamlandırmışlardır. Sahabeler peygamberde temessül etmiş Kur’anî hakikati, ferdî planda ahlakî ve manevî kemal, toplumsal alanda ise bir yaşayış tarzı ve kültür haline dönüştürdüler. Allah Resulünün vefatından sonra, ellerindeki Kur’an ve Peygamberin davranış ve sözlerinden oluşan sünneti esas alan bu toplum, önce siyasi başarı ve daha sonraları bu siyasi ve toplumsal başarının neticesinde kültür ve medeniyet oluşturdular.

    Her medeniyetin temelinde vahiy olduğu gibi İslam medeniyetinin temelinde de vahiy yani Kur’an vardır. Kur’an bu medeniyeti oluşturduğu ideal insan tipi yoluyla bir toplum, ilim yoluyla bir kültür inşa etmiştir. Allah Kur’an vasıtasıyla Elçiyi eğitmiş, manevî ve ahlakî idealleri onun şahsında somutlaştırmış ve insanların her bakımdan hayranlık duyacakları ve derin bir sevgiyle sevebilecekleri ideal tip haline getirmiştir. Etrafındaki insanlar bu melek-insanın manevî ve ahlakî cazibesinin etkisindeydiler. Onu bu derece farklı yapan şeyi bilmek isteyenler onun yanında bulunup sözüne kulak verip, Elçinin davasına ve getirdiği yeni dine inandılar. İnanan bu topluluğun en büyük ideali onun gibi, en azından onun sevdiği biri gibi olmak için Peygamberin emirlerini itina ile yerine getirmekti. Onunla birlikteliğin bir neticesi olarak, inananlar birlikte davranmayı ve hatta birlikte düşünmeyi öğrendiler. Birbirlerine din ve sevgi bağıyla bağlı ve aynı ideali paylaşan bu toplum, manevî ve ahlakî açıdan mükemmeldi.

    Manevî ve ahlakî ölçüler gözetildiğinde çağımızdan oldukça ileri olan bu erdemliler toplumunda, ‘sosyal insan’ olabilmek, topluma iştirak edebilmenin şartı sevgi, ibadet, doğruluk, fedakarlık, diğergam olmakla ahlakî ve manevî bir şahsiyet kazanmakla mümkündü. Bu toplumda en ideal insan, dolayısıyla en çok itibar ve takdir kazanan fert, Peygamberin kendinde somutlaştırdığı ahlakî ve manevî ideallere en çok yaklaşan fertti. Fertler oluşturulan bu manevî ve ahlakî alanda varlık buluyor ve sosyal benliklerini oluşturuyorlardı. Ahlakî ve manevî kemalin zirvelerine ulaşan bir Ebu Bekir, bir Ömer, bir Osman ve bir Ali ve daha niceleri sosyal alandaki varlıkları ve sosyal olaylara iştirakle toplumun manevî ve ahlakî tekamülüne katkıda bulunuyorlardı. Diğer taraftan bu sosyal alanı paylaşan fertler, bu ideal tipleri kendilerine örnek alarak, manevî ve ahlakî bakımdan eğitiliyorlardı. Yani toplum ve fert karşılıklı ilişki içinde bir birlerini etkileyerek varlığını ve benliğini oluşturuyordu.

    Evrensel ve hakim bir medeniyeti tesisi edebilmek için sadece sağlam ahlaklı ve sağlam karakterli bir toplum oluşturmak yetmiyor, aynı zamanda yüksek seviyede bir ilim ve kültür ortaya koymak gerekiyordu. Bu inanan topluluk daha ilk devirden itibaren Müslüman olmalarının gereği olarak kendilerini aynı zamanda bir ‘ilim’ faaliyetinin içinde buldular. Müslüman olan her fert Kur’an’dan bir kısım parçalar ezberlemekle sorumlu tutulmuştu. Okuma yazma bilme, önemli bir özellik olarak takdir ediliyordu. Bu yeni dinin bizzat bir Kitaba dayanması ve bu Kitabı okuma öğrenme ve anlamanın dini bir vazife ve bir ibadet olarak algılanması, Müslümanlardaki ilim kavramının oluşmasında önemli rol oynadı. Önce Kur’an’ı yazmak ve öğrenmek Peygamberin söz ve davranışlarını tekrar ederek nesilden nesile aktarmak ilmi faaliyetler olarak biliniyordu. Bununla birlikte Kur’an ve Peygamber doğru ve yanlış davranışların ne olduğunu tayin ediyor veya tayin etmenin yolunu gösteriyordu. Diğer taraftan toplum büyüdükçe çeşitli hadiseler görülüyor, imanın mahiyeti ve sınırları hakkında düşünceler ortaya çıkıyordu. Doğal bir seyirle gelişen bu toplumsal sürecin bir parçası olan bilme, bildirme ve problem çözmeden müteşekkil ilim faaliyetleri her geçen gün artmakta ve Müslüman toplumun önemli bir özelliği olmaktaydı.

    Bu ilmi faaliyetlerin neticesi olarak, Kur’an’ı okuyup anlamaya dair faaliyetler kıraat ve tefsir, Hz. Peygamberin söz ve davranışlarını kayıt ve nakil ise hadis, doğru ve yanlış olanı tespit etme yolu ve işi fıkıh, imanın mahiyeti ve sınırlarını tespite dair düşünce ve faaliyetler ise kelam ilminin nüvesini oluşturdu. İlk İslam toplumunda Kur’anın Peygamber vasıtasıyla oluşturduğu bu nüveler, Müslümanların siyasi ve askeri bakımdan genişlemesi neticesinde ulaştıkları geniş kültür havzalarında gelişip büyüdü. Her ilmî disiplin kendi metodu, konusu ve gayesini belirleyerek Kur’anî mesajın somut bir medeniyet olması noktasında rolünü mükemmelen oynadı. Kısaca, İslamî disiplinler, Kur’anî özle yaşayan hayat arasında aracılık ettiler. Diğer bir ifadeyle Kur’an, İslamî disiplinler yoluyla, fikir, davranış, düşünce, hüküm; siyasi vizyon ve hedef; dinî ve siyasi meslek ve teşkilatlar; şiir, musikî, mimari ve sanat olarak yaşayan hayatta somutlaştı. İslamî disiplinler o devirlerde İslam toplumunun mevcut problemlerini çözmekle görevlerini hakkıyla yerine getirdiler.

    Kur’an’dan neşet eden bu medeniyet zamanla gelişti ve olgunlaştı. Her medeniyetin kaderi olan bir düşüş ve yıkılış İslam medeniyetini bekliyordu. Yunan düşüncesinden alınan felsefe ve mantıkla İslam düşüncesi muazzam zihni ve dolayısıyla da hayattan kopuk sistemler oluşturmaya başladı. Böylelikle oluşla düşünce arasına sistemler girmeye başlamış ve hayatın dinamikliği ve canlılığı, artık taze düşünce ve fikir olarak ilim dünyasına yansımamaya başlamıştı. Bu durumda yaratıcı düşünce, mevcut muazzam zihni sistemlerin lâbirentlerinde adeta saklambaç oynuyor, bu lâbirent içinde yeni dehlizler ve yeni yollar keşfetmekle uğraşıyor ve bunu büyük buluş telakki ediyor ve zamanla kendini tüketiyordu. Böylelikle ilim ve düşünce, kalın duvarlı müesseseler ile toplumdan ve yaşayan hayattan ayrılmıştı; ilim adamlığı ise varlığını ve menfaatinin devamını gaye edinen bir sınıf olmaya başlamıştı. Dolayısıyla, Kur’an’ın diriltici soluğu, o sıcaklığı ve tazeliğinde topluma ulaşmadan büyük zihni sistemler, kalın duvarlı müesseseler, girişi ve çıkışı sıkı kontrol altına alınmış sınıflar içinde kayboluyor etkisi ve gücü asgariye indiriliyordu. Kur’an’ın diriltici soluğunu taşımak için var olan İslamî disiplinler ve müesseseler taşıma görevini yapma yerine, diriltici soluğun ulaşmasına engel olmaya başlamışlardı. Neticede, İslam toplumu, diriliğini, dinamikliğini ve canlılığını kaybetmişti.

    Dinamikliğini kaybeden İslam toplumu önce düşünce planında yeni fikirler ortaya koyma yerine mevcudu öğrenme ve bir sonraki nesle nakletme yolunu seçti, böylece muhafazakarlık bir erdem haline getirildi. Bunu yapabilmek için ilimde bir nevi standartlaşmaya gitti ve bazı düşünce okulları ve bazı kitaplar resmileşti. İlim talipleri okullarda, resmîleşmiş kitapları okuyor ve en azından resmî anlayışın ve siyasal gücün devamını sağlamayı becerebiliyorlardı. Fakat bu durum fazla süremedi, Batı’da XVII ve XVIII. yüzyılda gerçekleştirilen zihniyet devriminin neticesi olarak, önce düşünce planında İslam dünyası farkına varmadan üstünlüğünü kaybetti. Descartes (1650), Spinoza (1677), Lock (1704), Leibniz (1716), Hume (1776), Kant (1804) ve Hegel’lerin (1831) yetiştiği dönemde, o zamanki İslam düşünce ve dünyasının temsilcisi olan Osmanlı’da, yaşadığımız hayatın tayinine tesir edebilmiş düşünce adamları maalesef yetişmedi. Farkına varmadan kaybettiğimiz kültürel üstünlüğün doğrudan neticesi, somut siyasî mağlubiyetti. XVIII ve XIX. yüzyılda bütün çabalara rağmen Osmanlı devletinin siyasi alandaki kayıp ve yenilgileri durdurulamadı ve I. Dünya Savaşı sonunda ise İslam dünyası hemen hemen bütün toprakları işgal edildi.

    XX. yüzyılda ise Müslümanlar çok farklı bir fenomenle karşı karşıya kaldılar. Siyasî hürriyetlerini görünüşte kazandılar ve fakat, seyahat ve iletişim araçlarının gelişmesiyle ortaya çıkan modernite/globalleşme, İslam’ın sosyal ve toplumsal üstünlüğüne son verdi. Bugün bütün İslam ülkelerinde, eğitim, yönetim ve iktisadi kurumlar, bütünüyle meslekler ve sinema, tiyatro, roman, müzik ve mimari gibi bütün sanat formları, ev döşeme usullerinden giyiniş ve davranış tarzları orijini itibarıyla İslamî değil batılıdır. Kültürel, siyasi ve sosyal üstünlüğünü birer birer kaybeden İslam dünyası bir konuda üstünlüğünü asla kaybetmedi: Din. Şimdi Müslüman nesiller bu üstünlük psikolojisinden hareketle, kaybettikleri kültürel, siyasî ve toplumsal alanların yeniden nasıl fethedileceğinin hayallerini kurmaktadırlar.

    b) Bir Sosyal Kırılma Olarak Modernite

    Kant’ın ‘insanın kendi kendine aşıladığı vesayet hissinden kurtulma’ diye tarif ettiği Aydınlanma, batıda, Hıristiyan geleneğinin gücünü kıran, iyiyi, doğruyu, güzeli ve yeniyi keşifte insana ve insan aklına güvenen bir zihniyet devrimi yaptı. Bu batı insanının tabiata, insana ve tarihe bakışını değiştirdi ve insanoğlu için yeni gayeler ve hedefler belirledi. Yönünü geçmişe değil, geleceğe yöneltmesini söyledi. Bu dünyada yalnız olduğuna, inanan insan önce kendine, kabiliyetlerine ve aklına güvendi ve sonra refahı, mutluluğu ve geleceğinin içinde bulunduğuna inandığı yeniyi arayıp araştırmaya başladı. Önce maddeye yöneldi, maddeden kendine teknoloji diye bir güç çıkardı. Kendisine kültürel, siyasî ve sosyal alanlarda üstünlük veren bu güç aynı zamanda, doğru yolda olduğunun güvencesi ve garantisini verdi. Modernite olarak niteleyebileceğimiz bu olgunun temel özellikleri şunlardır:

    1- Modernite meşruiyetini kendinden almaktadır. Modern düşünceye kadar tarihte her fikrî oluş kendini bir geleneğe bağlar ve bir düşünüş ve fikir hareketinin devamı olduğunu iddia ederdi. Modernite ise fikrî planda kendisini bir düşünce geleneğinin devamı olarak görmez, aksine öncekilerden ayrı ve farklı olduğunu iddia eder. İşte bu sebeple moderniteyi evrensel anlamda bir düşünce kırılması olarak niteleyebiliriz. Gelenek meşruiyetini aşkın bir alandan devşirirken, modernite gerçeği, doğruyu, iyiyi ve güzeli tayinde aşkın olanı değil kendini esas alır. Böyle davranmakla modernite, hem aşkın olan bir tavır geliştiriyor, hem de gittikçe kendine güveni artıyordu. Dolayısyla, gerçeklik aklın ve tecrübenin sınırları ile sınırlandırılmış, insan imajı değişmiş, insan Tanrı’nın yer yüzündeki halifesi olmaktan çıkarılmış ve hem cinslerinden daha fazla gelişmiş bir canlı olarak algılanmaya başlanmıştı. Otoritenin en çok gerekli olduğu ahlakî alan ise tartışmadan başka bir şey yapamayan aklın insafına bırakılmıştı. Kısacası modernite hem kendi varlığının meşruluğunu hem de bir dünya görüşü olarak doğru olduğunu metafiziğe veya tarihe dayanarak değil bizzat kendi esaslarına dayanarak iddia etmekteydi.

    2- Modern bakış açısı kutsaldan bağımsız aklı, toplumda ve düşüncede yegane otorite kabul etmektedir. Geleneksel toplumlarda gerçekliğin tayinini din yapmış ve ahlakî alana daima dinî otorite hakim olmuş, akıl ise daima dinî esaslara tâbi olmuştur. Modern toplum ve düşüncede akıl hakim otorite, din ise ona tabii hale getirilmiştir. Tanrı dahi var olabilmek için aklın varlık kriterlerinden geçmesi gerekir. Dolayısıyla ahlakî, metafizik ve insanî gerçekliğin vahiy vasıtası ile tayin ve tespiti Tanrı’dan alınmış, akılla tespit etmeye çalışan insana verilmiştir. Bu tavır neticesinde, dinin önce üretilen kültür ve bilgide ve daha sonra sosyal ve kamusal alanda hakimiyeti zayıflatılmıştır. Geleneksel toplumlardaki dinin yerini, modern toplumda akıl almıştır.

    3- Modern dünya görüşünde hakikat sadece rasyonel ve olgusal olanla sınırlandırılmıştır. Tabiat ve kainat, aklın ve tecrübenin ışığında ‘metafizik’ hurafelerden temizlenmiş ve insanın düşünce ve tecrübesine amade bir obje haline getirilmiştir. Teolojik anlamda Tanrı’nın, meleklerin ve ahiretin varlığı veya yokluğu rasyonel olarak ispat veya reddedilmeye çalışılmıştır.

    4- Modernite kendi varlığını, modern devlette ve onun bir yansıması olan, parlâmento, üniversite ve bankalar gibi bütün modern kurumlarda somutlaştırmaktadır. Bütün bu kurumlar hem çıkış kaynakları bakımından hem de işleyişleri açısından meşruiyetlerini dinî kültürden değil insan tecrübesi ve akıldan almışlardır.

    5- Moderniteye göre din, ahlak fizik ve metafizik alanı tayindeki tekelciliği bırakmalı, sosyal, siyasal ve kültürel hayata ise hiç karışmamalıdır.

    Şimdi akıllara şu soru takılmaktadır: Modernite burada neden insan hayatına büyük kolaylıklar getiren teknolojinin mucidi ve müreffeh ve mutlu bir toplum yaratmanın sebebi olarak görülmemektedir? Aksine sosyal bir kırılma tarzında negatif bir olgu olarak takdim edilmektedir? Moderniteyi bu tarzda algılama bir dünya görüşü ve bakış açısının neticesidir. İnsanoğlu daima semadan gelen ışıkla, yani vahiyle aydınlanmış ve bu ışığın aydınlığında kendini, toplumunu, kainatı ve Yaratıcısını tanımıştır. İnsanoğlu semadan verilen hikmetle, toplumu var eden ahlakî kuralları, kainata ve insana dair ilmî disiplinleri oluşturmuş ve semadan gönderilen ruhla vizyon yakalamış ve sanatına can vermiştir. Bu temel espiri insanlık tarihi ile birlikte her toplumda ve her coğrafyada modern döneme kadar devam etmiştir. Modern çağa gelindiğinde insanoğlu ilk defa, kendi aklı ile aydınlanabileceğini ve Tanrıya ihtiyacı olmadığına inandı. Bu ışığın aydınlığında bilim ve teknolojide büyük devrimler gerçekleştirmesine rağmen, manevî ve ahlakî bakımdan belki de en karanlık dönemini yaşıyor. Meseleye bu açıdan bakıldığında semavî dinlerle varlığını devam ettiren ve bir çok medeniyetler Kur’an insanoğlu belki de ilk defa semavî medeniyetler halkasını kırmış ve kendi aklına dayalı bir medeniyet kurmaya çalışmıştır. İşte bu sebeple modernite bir sosyal kırılma olarak görülmektedir.

    Fakat bu sosyal ve düşünsel kırılma bir ara, hatta bir geçiş dönemi olma durumundadır. Modernite insanlık tarihinin ulaşmak için büyük mücadelelerle tekamül ettirdiği bir son bir nihai nokta ve ulaşılabilecek en yüksek seviye değildir. Tarihin sonu gelmemiştir. Aksine, insanlık semadan gelen ışığın kıymetini daha iyi anlayabilmesi için zorunlu bir ara döneme girmiştir. Bu ara dönemde insanoğlu bir kez daha Tanrısız ve kitapsız yapamayacağını anlayacak ve yeniden Tanrı’ya yönelecek ve ondan insanlığa gelen mesaja, yeniden kulak verecektir. Zira insan kendine varlık veren ilahî özünü yok ederek varlık bulamaz. İnsanlık tekrar semaya ve Tanrı’ya yöneldiğinde önce kendi dinini yeniden keşfedecek ve daha sonra da semadan gelen son mesajı gündemine alacaktır.

    İnsanlık manevî açlığının ve ahlakî çözülmenin zorunlu bir neticesi olarak tekrar İslam’a yönelecektir. Fakat bu çağda insanlığa cazip gelen İslam’ın kendi tarihi içinde ve İslamî disiplinler çerçevesinde ortaya koyduğu entelektüel ve fikri birikimi değildir. İslam medeniyetini yeniden inşa gayesiyle sadece İslamî disiplinlere yönelmek, İslam’ı canlandıracak yerde tarihselleştirecektir. Bu şekilde takdim edilen İslam, çağdaş bir insanın gözünde, geçmiş milletlerin dini olarak kalacaktır.

    Bu çağın problemi, ortaçağ Hıristiyan dünyasında olduğu gibi, entelektüel zayıflık veya yeterince rasyonel olmama değil, tam aksine manevî ve ahlakî zafiyettir. Bu sebeple İslam’ı bir nevi rasyonelleştirme ameliyesi olan İslam modernizmi, İslam’ı bu çağda alternatif ruhî ve ahlakî bir yol tarzında takdim etmekten çok uzaktır. Onun yapacağı en iyi şey İslam’ı modern düşünceye entegredir. Dolayısıyla, İslam’ın Hıristiyanlıktan ve İslam düşüncesinin ise çağdaş batı düşüncesinden daha fazla veya en az onun kadar rasyonel olduğunu ortaya koymaya çalışan bu fikrî yönelişi fazla ciddiye almamak gerekir. İslam’ın bu çağa vereceği şey ahlak, maneviyat ve fazilettir. İslam’ın bu boyutunu entelektüel manada tasavvuf, sosyal boyutunu ise yaşayan İslam toplumu, cemaat ve cemiyetler temsil eder. Öyleyse önce ahlakın, faziletin ve maneviyatın en önemli kriter olduğu Sahabe toplumu gibi, erdemliler toplumu oluşturulması ve sonra bu sağlam sosyal zemin üzerine bilgi, kültür ve medeniyet inşa edilmesi gerekmektedir. Fakat bu nasıl olacak? Kur’an ve hadisler, iyi ve kötüsüyle bütün bir İslam tarihi, kelamı tasavvufu ve fıkhıyla İslamî disiplinler işte orada durmakta. Bunlardan bir ruh alıp, şu ölü topluma diriltici soluklarıyla kim can verecek. Bize göre, İslamî düşünüş ve yaşayışı ihya etme, entelektüel (knowledge) bir iş olmaktan ziyade bir ruh (presence) işidir. Bilgi kazanılır, ruh ise verilir. Tanrı’nın kendi katından hikmetle yoğurduğu yüce ruhlar, Kur’an ve İslam geleneğine mezc edilmiş canı kendi ruhlarından geçirerek şu ölü topluma can veren soluklarıyla dirilteceklerdir.

    c) Sosyal ve Entelektüel Yeniden İnşa

    İslamî yaşayışın yeniden ihyası bir entelektüel faaliyet olmaktan ziyade bir irşat işidir. Bu sebeple bir Müslüman entelektüel İslamî yaşayışın değil de İslamî düşünüşün yeniden inşası hakkında fikir beyan etmeye cüret edebilir; her ne kadar bu iki işin bir birinden tamamen ayrı olmadığını bilse de. İslamî düşünüşü yeniden inşayı düşünen her Müslüman entelektüelin karşısına uygun bir tavırla yönelmesi gerektiği iki farklı alan çıkacaktır. Bunlardan biri, tarihî İslam düşünce geleneği, diğeri ise içinde bulunduğumuz durumu her yönüyle tayin ve tespit eden, modern batı düşüncesi. İslamî düşünüşün yeniden inşasını hedefleyen Müslüman entelektüel bu iki alana bir plan ve proje dahilinde yönelmek durumundadır. Aksi takdirde, plan ve programsız yola çıkan Müslüman entelektüeller neyi alıp neyi bırakacaklarını bilmedikleri için, zihni enerjilerini ve fikrî cehtlerini çoğu zaman boşa harcamak durumunda kalacaklardır.

    İşaret edildiği üzere modernite batı toplumunu bütünüyle, diğer toplumları ise büyük ölçüde değiştirmiştir. İslam toplumu söz konusu olduğunda ise modernite önce devlet yapısı sivil ve askeri bürokrasiyi değiştirmiş, ve batı hukukunun kabulüyle kamusal alanda, batı tarzı yaşayış, zevk ve giyimini benimseterek kültürel alanda kendini kabul ettirmiştir. Dolayısıyla modernite önce kurum ve kuruluşlarıyla kamusal alanı tamamen işgal edip kendi hakimiyetine almış ve sonra sosyal ve ferdî alana yönelmiştir. Bugün Müslüman toplumların yapı taşı olan, geleneksel aile bile sarsılmakta ve hatta toplumun aşırı modernleşen kısımlarında yıkılışa doğru gitmektedir. Modernite Müslüman fertlerin sadece giyim tarzlarını değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda dünya görüşlerini de etkilemiştir. Binaenaleyh, dinden ve İslamî dünya görüşünden uzaklaşma tarzında neticelenen bu sürecin sebepleri irdelenmelidir. İçinde bulunduğumuz durumun tek sorumlusu olarak batının siyasi kültürel ve ekonomik hakimiyetini göstermek sorumluluktan kaçmak olacaktır. İslam’ı modern insanın algılayacağı bir dünya görüşü olarak sunamayan Müslüman entelektüeller bu durumdan en az batı kadar belki de daha fazla sorumludurlar.

    Fert olarak kendimizi, Müslümanlar olarak toplumumuzu ve devletimizi ve insanımızı bu denli değiştiren modernitenin mahiyetini anlamamız için batı düşüncesinin temellerini oluşturan, Descartes, Kant ve Hegel gibi düşünürlerine ulaşmak ve benimsemeden idrak etmek durumundayız. Bu ifade edildiği kadar kolay bir iş değildir. Batı düşüncesini benimsemeden idrak etmenin Müslüman araştırmacı için psikolojik ve zihnî problemleri vardır; zihni formatlarımız Batı düşüncesini olduğu gibi kavramamıza uygun olmadığı gibi, psikolojimizde ise az gelişmişliğin ezikliği vardır. Fakat dilemmadan kurtulmanın yolu kendi kimliğimizde ve kendi tarihimizde saklıdır. Önce hak dinin ve tarihte büyük başarılara imza atmış bir milletin mensubu olmanın getirdiği psikolojik üstünlüğü kazanmamız, ve sonra Batıdan neyi alıp neyin terk edilmesi gerektiğine işaret eden bir zihnî yapıya sahip olmamamız gerekmektedir. Birincisi her Müslüman Türk ferdinin doğuştan getirdiği, diğerini ise bir niyet ve gayretle elde edilmesi gereken hasletlerdir. Bir Müslüman araştırmacı batılı düşünürlerin düşünce dünyasına, bu niyetle ve bu özellikte girmediği takdirde, Kant ve Hegel gibi düşünürlerin büyük zihnî sistemleri, Müslüman araştırmacının düşünüş tarzını etkiler ve hatta kimliğini değiştirebilir.

    Bu çağdaki Müslüman fikir adamlarının bir çoğunun batı düşüncesinden etkilenerek ciddi bir mahiyet değişikliğine uğradıklarını görmekteyiz. Bunlardan bir kısmının düşünce dünyaları ve hatta egzistansiyel yaşamları tamamen batılı olup sadece ismen Müslüman kalmışlardır. Türkiye’deki sol ve laik entelektüel kesim bu zümredendir. Bunların benliklerinde imandan ve tarihten kaynaklanan psikolojik üstünlük hissi ve zihinlerinde bu hisle doğrudan alakalı esaslı bir proje olmadığı için, her hangi bir alanda asla orijinallik ortaya koyamazlar. Bunların yapabileceği en iyi şey batı düşüncesini Türkçe’ye tercüme etmek yada onu Türkiye şartlarında yeniden üretmektir. Sosyolojiden siyaset bilimine kadar, Türkiye’de sosyal bilimlerde yazılanlara bir göz atmak bizim bu tespitimizi doğrulayacaktır.

    Diğer tarafta ise, iman ve yaşayış ve entelektüel birikim itibarıyla Müslüman kalabilmiş, ve kısmen de psikolojik üstünlüğü muhafaza edebilmiş olmasına rağmen, gerek batı düşüncesinin üstünlüğünden, gerekse zihninde esaslı bir proje olmaması sebebiyle, batı düşünce ve perspektifini esas alarak İslam modernizmini benimseyenler vardır. Seyyid Ahmet Han, Muhammed İkbal, Fazlur Rahman ve memleketimizdeki bir kısım Müslüman entelektüellerin temsil etmeye çalıştığı İslam modernizmi özü itibarıyla batılı bir projedir. Bu yolun nihayetinde, özgün bir İslam düşüncesi veya bir İslam medeniyetine ulaşmak mümkün görünmüyor. Bu tavrın yapabileceği en iyi şey, global fikrî hakimiyetini her geçen gün güçlendiren batı düşüncesi içine İslam’ı uysallaştırarak entegre edebilmektir. Bu bakış açısı aynı zamanda, İslam düşüncesini yeniden inşasını sadece zihni bir çabayla yapabileceklerine inanmış olmasıdır. Halbuki biz, tamamen fikrî görülen bu inşanın sosyal zemininin ancak ahlak ve maneviyat ile kurulabileceğini düşünmekteyiz.

    Bütün bu mülahazalardan ilk ulaştığımız sonuç şudur: İslam düşüncesini yeniden inşa etmeyi hedefleyen Müslüman entelektüel önce batılılaşmadan veya batıcılaşmadan batı düşüncesini derinliğine nüfuz etmek durumundadır. Bundan sonra tarihi İslam düşüncesine yönelmelidir. Batıyı idrak etmede olduğu gibi, kendi geleneğimizle karşılaşma ve hesaplaşma sürecinde de bazı tehlikeler mevcuttur. Bunların başında düşüncede tarihselleşmek gelir. Kelamıyla, fıkhıyla ve İslam felsefesiyle sadece İslam’ın tarihî düşünce formlarını iyi bilmek, Müslüman alimleri tarihselleşmekte ve günümüzden uzaklaştırmaktadır. Bu durumda fıkıh, kelam ve tefsir bizim iç kimliğimiz olarak algılamakta ve bunların bize fikri ve yaşamsal realitenin kavranmasının kriterlerini verdiğini düşünmekteyiz. Bunun neticesinde, Gazali ve Razi’nin gözüyle moderniteyi anlamaya veya algılamaya çalışma veya fıkhın bir nevi tarım toplumunu esasa alarak geliştirdiği kurallarla endüstri sonrası modern toplumların problemlerini çözmeye uğraşma gibi bir çelişkilerin içine düşmekteyiz.

    Bu sürecin neticesinde bir tarafta, tarihî İslamî disiplinleri benimseyerek oluşturduğu entelektüel kimlikleriyle yarattıkları kendi dar alanlarında var olmaya çalışan İslam alimlerini, ve diğer tarafta yaşayışı, düşüncesi ve hatta dünya görüşü modernitenin prensipleriyle belirlenmiş, ‘Müslüman’ toplumları ve modern dünyayı tanımayan din alimleri bu toplumun kültürü, sanatı ve düşüncesine ve insanına kılavuzluk ve rehberlik edecek konumda değildir. Hatta sıradan insanlarla dahi iletişim güçlüğü çekmektedirler. Dolayısıyla bu devrin Müslüman alim ve aydınları toplumun içinde bulunduğu durumu esas alan, entelektüel ve sosyal manada kurtuluşun yeni stratejilerini belirlemek durumundadırlar.

    Sahihi bir yeniden inşa projesi, bir taraftan batılılaşmadan ve batıcılaşmadan modernitenin esasını oluşturan batı düşüncesini anlayıp tahlil edebilmeyi, diğer taraftan fikrî kimlik olarak benimsemeden İslam düşüncesini kavrayıp ihata etmeyi gerekli kılmaktadır. Fakat Müslüman entelektüel ister batı düşüncesine ve ister ise İslam düşüncesine yönelirken, bizzat kendinin oluşturduğu özgün bir zihniyetle meseleye yaklaşmalıdır. Diğer taraftan unutmamalıdır ki tamamen entelektüel bir faaliyet gibi görünen bu inşa meselesi, ahlakî ve ruhî bir iştir. Bu sebeple biz, bilgiyi ve bilmeyi sadece entelektüel bir faaliyet olarak değil aynı zamanda bir ahlak ve maneviyat meselesi olarak görmekte ve ahlakı ve manevî yetkinliği, bilginin şartı telakki etmekteyiz.

    Bu yeniden inşa projesinde, biz İslamî olan hiçbir şeye karşı çıkmıyoruz. Kur’an ve hadisler, İslamî dünya görüşünün esaslarını oluşturdukları için doğrudurlar. Eğer bunlardan bazıları modern zihne garip hatta yanlış görünüyor ise, problem Kur’an ve sünnette değil modern zihindedir. Bu durumda yapılacak şey, Kur’an’ı ve sünneti modern zihne uygun gelecek şekilde yorumlamak, hatta değiştirmek olmamalı, tersine modern zihnin esaslarını sorgulamak olmalıdır. Eğer Kur’an ve sünnetin toplumsal kuralları bu modern toplumda uygulanamıyor ise, yapılacak şey, bu kuralların uygulanabileceği bir toplum yaratmak olacaktır. Bu anlamda dinde reformu onaylamayız. Modern zihniyetin beklentilerine göre ve moderniteyi esas alan, önce Kur’an ve hadislerdeki topluma yönelik kaideleri hükümsüz kılan ve sonra ibadetlerin yapılış biçiminde dahi değişiklikler yapmayı hedefleyen bir dinî reformu tasvip etmeyiz. Diğer taraftan bu tarz bir reform, bize Kur’andaki bütünlüğün bozulmaması ve İslam toplumunun bu konudaki hassasiyeti sebebiyle mümkün ve olası da görünmemektedir.

    Şu son bir asırlık modernleşme ve batılılaşma maceramızda, batı önce siyasi, kültürel ve ekonomik bakımdan İslam toplumlarını değiştirdi. Modernleşme ve sekülerleşme kamusal alanda tamamen ve sosyal alanda ise kısmen gerçekleşti ve batı teslim alıp işgal edemediği tek yer olan dinî alanı ise İslam modernizmi ve dinde reform silahlarıyla sarsmaya başladı. Fakat İslam, tarihi entelektüel birikimi ve bir dinî kimlik olarak bütünlüğü ve güçlülüğü sebebiyle batının bu saldırılarına karşı koyacak potansiyele sahiptir. Bütün çabalara rağmen, Müslüman toplumlarda sekülerleşme olmasına rağmen, bizzat İslamda sekülerleşme olmamıştır. Dolayısıyla, İslam nihai planda kendi varlığına kasteden, İslam modernizmine ve toplumsal sekülerleşmeye karşı koymak zorunda kalacaktır. Aksi takdirde kendi varlığını dahi koruyamayacaktır.

    İslamî düşünüşün ve yaşayışın yeniden inşası sadece entelektüel kapasite ve birikim gerektirmez aynı zamanda ruhî ve ahlakî bir yetkinliği de öngörür. Bu durumda bilme aynı zamanda ahlaklı olmanın ve ruhî yetkinliğin de kriteri olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, bu inşayı tahakkuk ettirecek bilgi, sadece fikri ve zihinsel bir idrakten öte, bileni değiştirecek ve ahlakî ve ruhi bir transformasyona tabii tutacak bir bilgi olmak durumundadır. (To know is to be saved). Daha öncede ısrarla vurguladığımız gibi, İslamî yaşayışın hakim olduğu bir toplum inşa etmek fikir, ahlak, maneviyat ve aşkla mümkün olacaktır. Böyle bir toplumsal zemin üzerine inşa edilecek İslamî düşünüş ise ancak ahlakı ve manevî yetkinliği esas alan bir bilgi ile tesis edilebilir.

    Meseleye bu açıdan bakıldığında, İslamî disiplinler içinde manevî yetkinliği bilmenin şartı yapan tasavvuf, İbn Arabi, İmam Rabbanî ve Mevlana’da görülen felsefî boyutu ve yaşayan tarikatlarda varlık bulan toplumsal boyutu sebebiyle bu yeniden inşayı başaracak disiplin olarak karşımıza çıkmaktadır. Tasavvuf, tarihî fikri birikimi ve felsefî seviyesi bakımından batı düşüncesini ihata edecek ve hatta onu aşacak konumdadır. Bugün batıda, Mevlana ve İbn Arabi cemiyetleri kurulmakta ve akademik ve akademik olmayan dergilerde tasavvuf ve büyük mutasavvıflar hakkında her yıl yüzlerce makaleler ve kitaplar neşredilmektedir. Batıda tasavvufa yönelik bu teveccüh sadece entelektüel bir macera olarak kalmamakta aynı zamanda insanların benliklerinde değişim yapan bir sosyal olgu olarak da gözlemlenmektedir. Yapılan araştırmalar İslam’a ihtida olaylarında tasavvufun önemli bir etken olduğunu göstermiştir. Bu olgu aslında, çağımızdaki değişimi ve beklenen inşayı sadece fazileti, ahlakı ve maneviyatı esas alan bir bilginin yapabileceği şeklindeki iddiamızı da desteklemektedir. Fakat İslam memleketlerindeki tarikatlar geleneksel sufî tipini muhafaza etmeye çalıştıkları için, modern toplumda marjinal kalmakta ve zamanla da zayıflamaktadır. Bu durumda tarikatlar modern dünyada, geleneksel yapıyı devam ettirmekle, modern bir form kazanmak gibi zor bir dilemma ile karşı karşıya kalmışlardır. Tarikatların geleceğini bu dilemmayı çözmedeki başarısı tayin edecektir. Tasavvuf ancak bu dilemmayı çözdükten sonra, bu inşa projesinde gerçek bir rol oynayabilecektir.

    İslamî düşünüş ve yaşayışı yeniden inşanın sadece rasyonel ve zihni bir iş olmadığını, aksine ahlakî bütünlüğü ve ruhî yetkinliği esas alan bir bilgi vasıtasıyla başarılabileceğini ifade etmiştik. Bu durumda entelektüelliği aynı zamanda bir ruhî ve ahlakî talim ile birleştiren bilgi ve bu bilginin sosyal ortamlarda asimilasyonu ideal bir tarz haline gelmektedir. İbadet atmosferinde kazanılan bu bilgiden fikirle birlikte feyz alınacaktır. Bunun neticesinde oluşan cemaatin sosyal boyutu, ahlakî ve manevî boyutu kadar önemlidir. Bu açıdan bakıldığında, dindarlıkla sosyaliteyi özdeşleştirmiş ve hatta dinî ve manevî tekamülü sosyalite de arayan yeni bir Müslüman tipi ortaya çıktığı görülür. Bu yeni ve oldukça da farklı bir fenomendir. Geleneksel anlamda ruhî yetkinlik ve takvanın, daha fazla ibadet, çile ve inziva ile kazanılacağına inanılırdı. Fakat bugün, takvayı ve ruhi yetkinliği ibadetle birlikte sosyalitede arayan insanlar görmekteyiz. Modern dünyada, tarikatlar kendi varlıklarının devamını ve cemaatın geleceğini toplumdan soyutlanarak gettolar oluşturmada görürken, okuyarak manevi bakımdan yetkinleştiklerine inanan bu yeni ‘tip’ Müslümanlar, varlıklarının devamını ve geleceğini toplumsal olanda arayan sosyal dervişler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Dindarlık ve takva sosyalite ile yani sosyal faaliyetlerle kazanıldığı için, nihai planda bunların hedefi toplumu değiştirmek olacaktır. Binaenaleyh, Sahabe toplumunda olduğu gibi, seviyeli bir ahlakî standardı ve manevî yetkinliğe ulaşılır ise, İslamî düşünüşün sosyal zemini oluşmuş demektir. Asıl olan sağlam bir sosyal zemindir ve daha sonraki fikrî inşa kendiliğinden oluşacaktır.