Köprü Anasayfa

Bilim ve Din

"Kış 2005" 89. Sayı

  • Risale-i Nur ve Bilim-Din İlişkisi

    Risale-i Nur and Science-Religion Relationship

    İshak Aslan

    Dr.

    Giriş

    Günümüzde bilim-din ilişkisini çözümlemeye dönük her teşebbüs, zorunlu olarak bizi bu iki temel okuma biçiminin yüzyıllardır süregelen tarihi derinliği ile yüzleşmeye sevk eder. Bu tarihi derinliği hesaba katmaksızın yapılacak her değerlendirme ve varılacak her sonuç, en azından yüzeysel kalacak, meseleyi kavrayışımız güncel yorumların geçici ömrüyle sınırlanmış olacaktır. Bu sınırlanmayı asgariye indirmek ve geleceğe dönük tutarlı bir perspektif edinmek üzere din-bilim ilişkisinin söz konusu tarihsel arka planını modern bilimin başlangıcı sayılan 17. yüzyıldan başlayarak kısaca şöyle özetleyebiliriz.

    17. yüzyıl: Bilimsel Devrim

    Ortaçağ’ın Aristoteles sistemi ile Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam gibi kitaplı dinleri mezcederek geliştirdiği yer merkezli ve sonlu-kapalı kozmos anlayışı 17. yüzyılda yerini güneş merkezli ve sonsuz-açık bir evren anlayışına bıraktı. Organik, bütüncül ve dolayısıyla canlı, ruhlu dinamik evren tasavvuru, mekanik, saat gibi işleyen, her bütünün temel parçacıklarından oluştuğu cansız, durağan, mekanistik bir evren haline geldi. Evrenin işleyişi ve hareket yasaları sebep-sonuç zinciri ile açıklanmaya başlanınca klasik evrenin her an her şeye kadir Tanrı’sı, artık sadece ilk hareket ettirici ve ara sıra evrene müdahale eden atıl bir Tanrı’ya dönüştü. Sistemi kuran ve geliştiren Descartes ve Newton gibi gerçekte dindar öncülerin takipçileri, bu mekanistik-deterministik evrende Tanrı tasavvuruna artık ihtiyaç kalmadığını fark ederek 18. yüzyıla geçerken din-dışı modern Batı biliminin de temellerini atmış oldular.

    18. yüzyıl: Aydınlanma Çağı

    18. yüzyıl, bilimsel devrimin, genel siyasi ve ekonomik etkenlerin yanısıra özellikle yeni teknolojik buluşların ve keşiflerin de ivmesini arkasına alarak geniş kitleler nezdinde meşruiyet kazandığı dönemdir. Astronomi, matematik, fizik ve biyoloji alanları başta olmak üzere bu yeni kavrayışın, bütün sosyal bilimlere, sosyal-kültürel alanlara ve gündelik yaşam biçimine kadar yayıldığı bu dönem, felsefî sonuçları da hesaba katılarak ‘aydınlanma yüzyılı’ olarak kabul edilmiştir. Bu yüzyılın aydınlanma ismini alması, aklın ışığında ilerlemeye başlayan insanın, ironik bir biçimde büyülü, canlı, ruhlu, anlam dolu ve kutsal evren anlayışının, cansız, maddî, profan, keşfedilmeye, daha da ötede her türlü keyfi kullanıma ve sömürüye açık, insanla muhatap olan değil, insanın mücadele etmesi ve mağlup etmesi gereken bir meta’ya dönüşmesi sürecini imgeler.

    19. yüzyıl: Pozitivist Rüya

    18. yüzyılda kitlelere yayılan ve sağduyu’nun parçası haline gelmeye başlayan modern anlayış, 19. yüzyılda pozitivist bir rüyaya dönüştü. Kadîm evren anlayışından kalan son metafizik kırıntıların da mekanikselleştirilmeye çalışıldığı ve ‘yeni bilimin ışığı ile’ aydınlanan insan aklının gelecekte bütün alanları kuşatacağı hayali, giderek Tanrı’nın yerine kendisini koymaya teşebbüs eden modern insanın haddini aşmışlığına tanık oldu. Yeni coğrafi keşifler, doğal kaynakların, teknolojik amaçlar doğrultusunda ölçüsüzce kullanılması, fizik, kimya, tıp, biyoloji, antropoloji, paleontoloji, psikoloji vs. alanlarındaki hızlı gelişmeler, yeni teoriler, evrenin başlangıcından, insan zihninin kompleks yapısına, evrenin uzak köşelerinden, atomun mahiyetine kadar şimdiye dek insani bilme çabasının ulaşamadığı son zirvelerin de keşfiyle A. Comt’la özdeşleşen pozitivist rüyanın gerçekleşeceği umudunu yerleştirmişti. Böylece insan kendi imkanlarıyla ve hiç bir aşkın güce başvurmaksızın, kendi kaderini yine kendisi tayin edebilecek, kuracağı dünya cennetini sonsuza kadar yaşatabilecekti.

    20. yüzyıl: Yeni Bilim

    19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, keşfedilmeyi bekleyen son zirvelere doğru bilimsel çabanın heyecanla giriştiği her teşebbüs önce yerini şaşkınlığa sonra hayal kırıklığına bıraktı. Makroskobik alanda evren, insanın hayal gücünü çok aşan biçimde milyonlarca ışık yılıyla hesap edilebilen devasa bir büyüklüğe sahipti, daha da ötesi bu devasa yapı genişliyordu. Öte yandan mikroskobik alanda maddenin nihai temel yapı taşlarının çözüleceği beklenirken, tam tersine atom altı dünyanın sayısız alt parçacıklardan oluşması, karmaşık, kompleks yapısı ve sonsuz derinliği her türlü deney-gözlem ve ölçüm aracını çaresiz bırakıyordu.

    Bu yeni dünyanın fizik kanunları, hareket yasaları bütünüyle farklıydı. Pozitivist doğa tasavvurunun tersine atomaltı dünya, belirsizlik ilkesiyle malul, indeterminist karakterli, olasılık yasalarıyla işleyen ve beklenin aksine nihai parçacıklardan oluşmayan tümüyle farklı bir dünya idi. Bu farklı dünyanın şaşırtıcı sonuçları, etkisi fizik bilimleriyle sınırlı kalmayacak yeni bir bakış açısının kapılarını aralıyor, insan-evren ve Tanrı ilişkilerine kadar uzanan yeni bir devrim öneriyordu.

    21. yüzyıl: Metafiziğin Dönüşü?

    17. yüzyıl bilimsel devriminin 18. yüzyılda toplumsallaşması gibi, 20. yüzyıl bilimsel devrimi de, halen içinde yaşadığımız ve şekillenmeye devam eden 21. yüzyılda toplumsallaşacaktır. Belli bilimsel ortamlar ve sınırlı kimi çevreler hariç, 20 yüzyılın ilk çeyreğinde şekillenen 20. yüzyılın yeni bilimi, metafizik yorumlara açık potansiyeline, özellikle mistisizm ve dini anlayışlarla iç içe geçen derin ilişkilerine rağmen henüz bu etkileşimin sonuçları olgunlaşmamış, elde edilen bazı sonuçlar da sosyal alana yeterince ve sağlıklı olarak taşınmamıştır.

    Madde, bilinç, ruh, yaşam gibi her çağda düşünme çabasına konu olan temel hususların yanısıra bilim-din ilişkilerinin de derinden sorgulandığı 21. yüzyıl, taşıdığı belirsizlikler kadar yepyeni çözümlemelere ve gelişmelere de gebedir. Ancak, 21. yüzyılın gelişmelere açık zemininin pozitif yönde değerlendirilmesi, ciddi, sağlıklı, özgün çözüm önerilerine ve istikrarlı çalışmalara bağlıdır. Bu noktada, gerek İslam düşüncesinin tarihi birikimini, gerekse bu birikimin güncellenmiş son halkalarından birisi olan Risale-i Nur’un yaklaşımlarının önemli bir potansiyel teşkil ettiği hatırlanmalıdır.

    Bilim-din ilişkisi açısından İslam düşünce geleneğinin mirası incelendiğinde, yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan Batılı tarihsel serüvenden yöntemi, yapısı ve amaçları itibarıyla büyük oranda farklı bir tablo ortaya çıktığı görülür. İslam düşüncesi, geleneksel tasnif esas alınırsa ‘Beyan’, ‘Bürhan’ ve ‘İrfan’ olarak üç farklı temel katmandan oluşur. Bilim-din ilişkisinin tarihi gelişim seyri bütün diğer meseleler gibi, bu üçlü biliş tarzının ahenkli diyalektiği içinde olgunlaşmıştır. İslam düşünce geleneğinde, Batılı anlamda bir bilim-din çatışmasının bulunmayışı, bir yandan varlığın ve hayatın her alanını kuşatan ‘beyani önermelerin’, yani nassın hikmetli ve icazlı yapısı, bir yandan da bu beyanî zemin üzerine inşa edilen yöntem/lerin zerafeti ve tutarlılığı ile alakalıdır. Gazzali, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Arabi gibi İslam düşünce geleneğinin öncü simalarının aynı anda her üç biliş tarzını bilim ve din yönünde iki taraflı olarak tutarlı ve verimli biçimde kendi şahsiyetlerinde nasıl tecessüm ettirdikleri ise, Batılı anlamda bilim adamı ile İslam ilim geleneğinin kurucu ve asli unsuru olan ‘ulema’ arasındaki farka işaret eder.

    İslam Düşünce geleneğinin bilim-din ilişkisinde izlediği sağlıklı istikamet, bir yandan 17. yüzyıldan itibaren Batıda gelişen din-dışı modern bilimin her türlü dini-metafizik yaklaşımı dışarıda bırakan profan tutumu, öte yandan İslam düşünce geleneğinin kendi iç sorunları nedeniyle belli bir noktadan itibaren işlevini yeterince göremez hale gelmiştir.

    Bu noktada Risale-i Nur’un sergilediği yaklaşım, gerek bilim-din ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtmak, gerekse İslam düşünce geleneğinin günümüz açısından işlevselliğine katkıda bulunmak açısından büyük önem arz etmektedir. Modern bilimin din-dışı kainat ve insan kavrayışının ciddi tehlikelerini erkenden fark eden Risale-i Nur müellifi, bir yandan keskin ve kararlı biçimde bu saldırıları göğüslemeye çalışırken, eşzamanlı olarak, İslam düşünce geleneğinde ‘saykal vurulması gereken’ problem noktalarını çekinmeden eleştirir. Bu hayati nokta şimdilik bir yana bırakılırsa, bilim-din ilişkisi açısından Risale-i Nur’un gözettiği asıl amaca ve bu amaca ulaşmak için kullandığı özgün yönteme değinmekte fayda vardır.

    Risale-i Nur’un kullandığı en önemli metodik araçlardan birisi, Allah-insan, kainat-Kur’an, akıl-vahiy ilişkileri gibi insan aklının telif etmekte zorlandığı kavram çiftlerinden oluşan meselelerin çözümlenmesinde ‘nisbet’leri kullanmasıdır. Bu yaklaşım bilim-din ilişkisine uygulandığında, Batılı felsefe-bilim geleneğinde örneğini göremediğimiz yeni ve iki taraf açısından da dengeli bir sonuca ulaşılabilir.

    Mesela, insan benliği (ene) ile zat-ı İlahi’nin ilişkisini veya tabiat-İlahi irade ilişkisini incelerken ilgili yerlerde sıkça kullanılan analojiyi bilim-din ilişkisine taşımak mümkündür. Buna göre, evrendeki her şey gibi, bilim ve onun yasaları da mana-i harfi ile yahut mana-i ismi ile okunmasına göre mahiyeti ve sonuçları açısından değişiklik arz eder ve bizi farklı istikametlere yöneltir.

    Zat-ı Hakiki’ye nisbetle insan benliğinin, her an iş başında olan ilahi kudrete nisbetle tabiat’ın nisbi olarak varolması gibi, bilimsel yasaların işaret ettiği gerçekliğin de, dini alem-i hakikate nisbetle kendinden menkul hakikiliği bulunmamaktadır. Fakat bunu dile getirmek, kimi postmodern bilim eleştirilerinde yapıldığı üzere, bilimsel gerçekliğin tümüyle hayali olduğu varsayımını ileri süren bir anarşizme yahut bazı Uzakdoğu dinlerinin aşırı spiritüelliğine bizi sürüklememelidir. Çünkü, denklemin ikinci kısmına bakılırsa, bilimsel yasaların işaret ettiği gerçekliğin nisbi bir gerçeklik olduğu, yani tümüyle yok sayılamayacağı ve fakat daha üstün ve asli bir çerçeve içinde işlev gördüğü ortaya çıkar. Bilimsel gerçeklikle dini gerçekliğin aynı olduğu ve bir bütün teşkil ettiğini kabul etmek ne kadar sağlıksız ise, (çünkü bilimsel gerçeklik, teorilerden oluştuğu için zorunlu olarak sürekli değişime açıktır ve asla mutlak bir sonuca ulaşamaz niteliktedir) bilimsel gerçekliğin dini gerçekliğin bütünüyle dışında ve ondan bağımsız veya ona karşıt olduğunu söylemek de (çünkü bu kabul ona gerçekten bir varlık atfetmek anlamına gelir) o derecede yanlıştır. Öte yandan bu iki ucu birleştiriyor gibi gözüken popüler ‘uzlaşmacı’ yaklaşımlar, bütün pratik cazibelerine rağmen, hem mantıksal olarak tutarsız, hem de dinin gözettiği asıl maksatları hesaba katmayan palyatif çözümlerdir.

    Uzlaşma kavramı her iki tarafın kendi gerçekliklerinden kısmen taviz vermeleri ya da geçici olarak belli reddiyelerini geri çekmelerini çağrıştırmaktadır. Şu halde, bu anlamda uzlaşma gerçek bir çözümleme değil, sorunu geçici olarak dondurmaktır.

    Bilimsel hakikatler, ‘mahsusat aleminden’ alınan tek tek örneklerden hareketle ulaşılan genellemelerden oluşur. Vahye dayalı dini hakikatler ise mahsusat alemini nokta-i istinad olarak değil, tecelli mercii olarak kullanır. Bu dengeyi sürekli gözeten Risale-i Nur bilimsel bilgiyi dini hakikat seviyesinde mutlaklaştırmanın yanlışlığını Muhakemat’ta 8. Meselede şöyle dile getiriyor: "Mantıkta mukarrerdir, mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedehati inkar ederseniz, size nasihate bedel taziye edeceğim" diyor ve meselenin ilgili bölümünde mealen sorunu şöyle ortaya koyuyor: Mahsûsattaki vehmiyatı reddetmek; sübjektif gerçekliği objektif gerçekliğin yerine koymak. Gerçek durum böyle olmadığına göre, sorun bu tasarımı yapan zihinde, bu zihnin hususi çıkarımındadır. Bilinen mantık kaidesine göre, mahsusat -hislerle algılanan- âlemine dönük çıkarımlarda vehimlerin bulunması muhakkaktır. Çünkü her insanın hususî bir algılama, anlamlandırma, değerlendirme biçimi vardır, bu da gayet tabiidir. Buradaki problem mahsusatla ilgili çıkarımları mutlaklaştırmak, gerçeğin kendi hissiyatı ile aynı olduğunu vehmetmektir.

    Kainatta ilk bakışta görülen ve bilimin ‘doğa yasaları’ olarak kabul ettiği düzenlilik (nizam) de aynı şekilde asıl merciye nisbet edilmesiyle anlam kazanır. Doğa yasalarının İlahi kudrete nisbetle varolduğu gerçeği görmezden gelindiğinde bu yasalar, katı determinist bir karaktere dönüşecek, bu yasalar görmezden gelindiğinde ise İlahi iradenin kusurlu ve keyfî olarak işlediği hükmüne kapı aralanmış olacaktır? Risale-i Nur, tabiat ve onun yasaları gibi ‘aciz vasıtaların’ konumu ve işlevini şöyle izah ediyor:

    "Ey esbabperest ve tabîata tapan bîçare adam! Madem her şeyin tabîatı, her şey gibi mahluktur; çünkü san’atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb gibi, zâhirî sebebi dahi masnu’dur. Ve madem her şeyin vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabîatı îcad eden ve o sebebi halkeden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlak’ın ne ihtiyacı var ki âciz vesaiti, Rubûbiyetine ve îcadına teşrik etsin. Hâşâ! Belki doğrudan doğruya müsebbebi, sebeb ile beraber halkederek, cilve-i Esmâsını ve hikmetini göstermek için, bir tertib ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci’ olmak için, esbab ve tabîatı dest-i kudretine perde etmiş; izzetini o suretle muhafaza etmiş. Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın; sonra saati çarklarla tertib edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa harika bir makineyi, o çarklar içinde yapsın; sonra saatin yapılmasını o makinenin câmid ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân haricinde değil midir? Haydi o insafsız aklınla sen söyle, sen hâkim ol!"1

    Yeni bilimle ortaya çıkan maddenin düalist karakteri ise, bu tartışmaya farklı boyutlar ilave etmektedir. Günlük hayatımızda, sağduyuya konu olan makroskobik bir nesne, mesela bir masa, asgari bir düzene, tutarlılığa ve kalıcılığa sahip görünmektedir. Fakat Kuantum fiziğinin gözlüğü ile aynı nesneye bakıldığında, masanın kendisinden meydana geldiği atomlar ve atomaltı parçacıkların tam tersine, düzensiz, kararsız ve geçici maddelerden, daha doğrusu maddemsi şeylerden oluştuğu görülmektedir. Sonuçta, tek ve aynı nesne bir açıdan bakıldığında keskin bir düzene ve yasalılığa, diğer açıdan bakıldığında düzensizliğe ve belirsizliğe bürünmektedir. Bu durumu bilim-din ilişkisini incelemede bir metafor olarak kullanmayı denersek, masa, hem makroskobik ölçekte sergilediği özelliklerle, (düzenlilik, kararlılık vs.) hem de mikroskobik ölçekte görünen özellikleriyle (kaos, belirsizlik) bize kendisinden ötede daha doğrusu üstünde asli bir gerçekliğe ilişkin ‘haberler’ vermektedir. Risale-i Nur’un kainatı bir kitap olarak yani bize haber getiren ve bize konuşan bir muhatap olarak kabul ettiği hatırda tutulursa, modern bilime çelişki gibi gözüken düalist yapı, bizim için daha derin bir gerçekliğin iki farklı düzey üzerinden ifşası anlamına gelir.

    Nasıl Bir Din-Bilim İlişkisi?

    20. yüzyılda ortaya çıkan İzafiyet teorisi ve Kuantum teorisi gibi bilimsel ‘sıçramalar’ın doğrudan veya dolaylı olarak ima ettiği dini-mistik yaklaşımlarla Risale-i Nur’un bilimle ilgili temel tezleri mukayese edildiğinde nasıl bir tablo ile karşılaşıyoruz?

    Günümüzde özellikle Batı dünyasında gerek bilim, gerekse teoloji çevrelerinde bilim din ilişkisini çözümlemede esas alınan yaygın uygulama, ‘bilimden kalkarak’ dini inceleme, bir yere koyma eğilimidir. Çeşitli bilimsel buluşların doğrudan doğruya bazı ayetleri ispatladığı veya bazı iman esaslarına taalluk ettiği yönündeki kabuller bu cümledendir. İlk bakışta cezbedici gelen ve dini açıklamaları destekliyor gibi görünen bu genel eğilim, başka bir açıdan bakıldığında dini ve mistik önermeleri ‘bilimin bıraktığı boşluk’lara dayanarak açıklama kolaycılığına düşmektedir. Mesela, makroskobik alanda ‘kara delikler’ mikroskobik alanda ‘kuarklar’ veya ‘belirsizlik ilkesi’ gibi henüz cari bilim tarafından çözümlenemeyen, belki teorik olarak çözülemeyecek olan ‘metafizik boşluklar’ zaman zaman ilahi iradenin fizik dünyadaki fiili göstergeleri olarak yorumlanmaktadır. Ancak ilahi iradeyi bu türden metafizik boşluklara indirgeyerek açıklamak, varlığın her an ve her seviyede müsebbibi ve gayesi olan yaratıcı iradeyi sınırlamak bir yana, mutlak ve sonsuz bir iradeyi, kategorik olarak geçici ve sonlu bir teoriye dayandırma riskini barındırmaktadır.

    Benzer biçimde Risale-i Nur’un ortaya koyduğu kainat tasavvurunda, modern bilimin doğa tasavvuruyla benzeşen, hatta birebir örtüşen kısımların olması mümkündür. Fakat unutulmamalıdır ki, Risale-i Nur daha baştan yöntemsel olarak istikametindeki farkı ortaya koyar, bilimden kalkarak dini değil, dinden kalkarak bilimi ve diğer akli çıkarımları konumlandırır. Bunu yaparken ne bilimi din adına yok sayar, ne de dini bilimin insafına terk eder.

    Mesela, Muhakemat’ta, Yasin suresinin 38. ayetini (veşşemsu tecrii li mustekarrillaha,) yorumlarken modern kozmoloji’nin sonuçlarını esas alır ve çekinmeden benimser. Çağdaşı olan bazı medrese çevrelerinde hâlâ gök cisimlerinin dönüşleri ve topluca bir yöne doğru hareket etmeleri tartışma konusuyken, o yıldız ve gezegenlerin dönüşleri ve ortak hareketlerini cemaatle ibadete benzeterek, teolojisini daha da genişletir, modern kozmolojinin rasyonel bulgularını özgüvenle sistemine dahil eder. Fakat mesela, aynı modern bilimin ortaya koyduğu determinist yaklaşımlara şiddetle karşı çıktığı gibi, sebep sonuç zincirine dayalı her türlü bilimsel açıklamayı kendi teolojik prensiplerine dayanarak çürütür.

    Şu halde, onun için esas olan bilimsel keşiflerin ortaya koyduğu veya yürürlükten kaldırdığı teoriler, bulgular veya tezlerin bizatihi kendilerinin kıymetli oluşları değil, din’in temelini oluşturan temel prensiplerin her çağa ve her insana hitap edecek şekilde güncellenmesi, bu faaliyet esnasında bilim de dahil her türlü insani bilme çabası ve ürününün hesaba katılmasıdır.

    Bu noktada, Batı dünyasının dini ve bilimsel çevrelerinde süregelen benzer tartışmalardan da faydalanmak mümkündür. Örneğin, ünlü İngiliz astronomu ve bilim adamı Sir Arthur Eddington sadece bilimsel bulgulara dayalı dini bir dünya görüşü temellendirmenin, başka bir ifade ile sürekli değişen bilimsel kavramlar üzerine kalıcı bir teoloji inşa etmenin tehlikesinin farkındadır. ‘Dindar okuyucu’ diyor, ‘yeterince memnun olabilir ki ona, Kuantum teorisiyle kendini açığa vuran ve dolayısıyla bir sonraki bilimsel devrimle süpürülüp atılmaya elverişli bir Tanrı’yı teklif etmedim’. Eddington, bir çok meslektaşı gibi din için pozitif kanıtın mistik tecrübeden kaynaklandığını düşünüyor ve "bu deneyim bizim saygımıza layıktır, çünkü zaten gördüğümüz gibi, fiziksel bilim soyut ve dolayısıyla fiziksel gerçekliğe yönelik yaklaşımında sınırlıdır, kısıtlıdır, çünkü farklı yaklaşımlara da bol miktarda yer bırakılmıştır" diyor. Modern bilim, din için, mistik tecrübenin yerine geçebilecek, onu temsil edebilecek bir delil teklif etmez, fakat cansız maddi özdek (substance) ve sıkı evrensel determinizm nosyonunu yürürlükten kaldırmasıyla o (modern bilim), spiritüel bir dünya görüşünü teşvik eder ve onun (spiritüel dünya görüşü) dayanak noktasını mistik kavrayışa bağlar. (20th. century Religious Thought, p. 247-248)

    Öyleyse, bu kısa değerlendirmeden şu sonuçlara varabiliriz:

    1- Modern bilim, pozitivist eğilimlerin öne çıktığı bilim çağında varlığa ve oluşa dair her türden dini ve metafizik açıklamayı yadsıyan din dışı bir yaklaşım geliştirmiş ve bunu yaparken kendi sınırlı anlayışını merkeze koyan, diğerlerini dışarıda bırakan kalın bir duvar inşa etmiştir.

    2- Modern bilim, post modern bilim çağında özenle inşa ettiği bu duvarı yine kendi elleriyle yıkmıştır.

    3- Dini ve bilimsel yaklaşımları birbirinden keskin hatlarla ayıran fiziksel bariyerlerin kalkmasıyla farklı ve bütüncül kavrayışlar için uygun bir zemin doğmuştur. Yeni fizikle başlayan ve giderek bütün sosyal bilimlere yayılma eğilimi gösteren yeni bilimin yöntemi ve anlayışı, genelde Allah-kainat-insan ilişkilerini özelde bilim-din ilişkisini anlamlandırmada zengin bir potansiyel taşımaktadır. Bu çerçevede, Risale-i Nur’un ve ondan hareketle elde edilecek güncel çözümlemelerin ve yeni üretimlerin bu potansiyelin değerlendirilmesinde önemli rolü olacaktır.

    4- Nihayet, Risale-i Nur açısından tabiat ve tabiattan elde edilen bilim ve bilimden elde edilen yasaların mahiyeti ve işlevi şöylece özetlenebilir:

    "Elhasıl: Tabîiyyunların, mevhum ve hakikatsiz tabîat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise; ancak bir san’at olabilir, Sâni olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz."2

    Öz

    Bu kısa değerlendirmede, bilim-din ilişkisinin Batı düşünce geleneği açısından takip ettiği tarihi seyir kısaca özetlenecek, bu birikimin günümüz bilim-din ilişkisi bağlamında geldiği nokta tartışılacaktır. Ardından, İslam düşünce geleneği çerçevesinde Risale-i Nur’un bilim ve din ilişkisini kurmada nasıl bir yöntem izlediği ve modern bilimle benzeşip ayrıldığı noktalar araştırılacak, sonuç olarak da halen başlarında bulunduğumuz 21. yüzyılda yeni bilim tasavvurunun yol açtığı sorunlar ve imkanlar ışığında Risale-i Nur’un bilim-din ilişkisine yönelik yaklaşım ve önerileri, özellikle yöntemi açısından incelenecektir.

    Anahtar Kelimeler: Bilim, bilimsel devrim, pozitivizm, din, nisbîlik, determinizm, kanun, yöntem, kuantum fiziği, yeni bilim

    Abstract

    In this short article, I briefly summarise the progress of science-religion relationship from the point of Western tradition of thought in the course of time, and discuss the current position of this accumulation in the sense of science-religion relationship. Then, I focus on the methodology of Risale-i Nur in establishing the relationship between science and religion in the frame of Islamic tradition of thought. I also discuss the points on which it has similarity to or difference from the modern science. As a conclusion, I examine the approach and propositions of Risale-i Nur towards science-religion relationship, especially in respect to its method, under the light of opportunities and problems of New Science in the beginning of the 21st century.

    Key Words: Science, scientific revolution, positivism, religion, relativity, determinism, law, method, quantum physics, new science

    Dipnotlar

    1. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 189.

    2. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 189.