Köprü Anasayfa

Din ve Siyaset

"Bahar 95" 50. Sayı

  • İslâm ve Demokrasi

    Mesut Toplayıcı

    Siyaset bilimci. KÖPRÜ Dergisi Genel Yayın Yönetmeni.

    Halk hakimiyeti anlamını dile getiren "demokrasi," aralarında hiçbir ayrılık gözetilmeksizin bütün vatandaşların katıldığı bir hükümet biçimidir. Bir başka tarifi de şöyledir: "Siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın iradeleri ile seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, sosyo-ekonomik özellikleri ne olursa olsun bütün yurttaşların eşit sayıldığı toplumsal örgütleniş biçimidir."1 Demokrasi, M.Ö. VIII. yüzyılda tek kişinin hakimiyeti anlamına gelen mutlakiyete (yani monarşiye) ve soyluların hakimiyeti olan "aristokrasi"ye karşı Atina’da gerçekleşmiştir.

    M.S. 17. ve 18. yüzyılda "democracy" kelimesi geliş-meye bir engel olarak görülen despotluk ve feodalliğin kalıntılarına karşı bir parola gibi ortaya çıktı ve ona olan inanç çok güçlüydü. Fransa 19. yy’da halkın hakimiyetini arttırmayı hedefleyen pekçok devrim ve anayasa değişikliklerine sahne oldu. İngiltere ise uzlaşma yoluyla geçirdiği değişikliklerle demokrasi davasının gelişmesine yardımcı olacak pekçok hareket yaşadı. A.B.D.’de ise demokrasi cereyanı kamu görevlerinin büyük bir bölümünde görevlilerin halkın seçimiyle tesbiti, görevlerin nöbetleşe üstlenilmesi şeklindeki politikayı doğurdu. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçildiği yıllarda ise demokrasi halkın yasama teşebbüsü (initiative), seçtiklerini azil (recall) ve kamuoyuna başvurulması (referandum) gibi doğrudan demokrasi yöntemleri ile bu üç ülke içinde en ileri noktalara ulaştı.

    18. yüzyılda, önce Amerika sonra Fransız devrimleri İngiliz geleneğinin çabalarını sürdürerek büyük ülkelere uygula-nabilecek yeni bir demokrasi şeklini ortaya çıkardı: temsili demokrasi. Yurttaşlar aralarından temsilci seçerek ulusal meclise göndereceklerdi. Bundan sonra demokratik rejim "yönetenlerin yönetilenler tarafından seçilmesi" olarak tarif edilecekti. Demokratik rejimlerin seçim sistemleri, seçimle işbaşına gelen meclislerinin sayısı ve yapısı, yürütme gücüyle ilişkileri değişik biçimlerde olabiliyordu. Ortaya çıkışından bu yana "temsili demokrasi sistemi" de iki temel değişiklik geçirdi: genel oyun kabulü (ekseriyet) ve örgütlenmiş siyasal partilerin doğuşu.2

    Bu tarihi gelişme boyunca siyasal alanda demokrasi başlıca iki anlam kazanmıştır:

    1. Çoğunluk yönetimi: J.J. Rousseau’ya göre çoğunluğun yönetimi ilkesine dayanan bir yönetim biçimi olarak anlaşıldığında demokrasi, "Halkın sesi, hakkın sesi" sözüyle aynı anlamdadır. Çoğunluğun iradesi "hâkim"dir ve siyasi alanda neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar veren "hakem"dir. Azınlık her zaman yanlış yolda, yanlış düşüncededir, hiçbir hak ileri süremez ve sadece çoğunluğa katılma hakkı vardır ve her zaman çoğunluğa karşı mücadele vermek zorundadır. Rousseau’nun bu demokrasi anlayışını A.B.D.’de bir kısım demokratlar da benimsemişlerdi.

    2. Hürriyetçi yönetim: Stoacılar tarafından temeli atılan ve John Locke’in öğretileriyle daha kesin ve belirgin bir şekle sokulmuş olan bu demokrasi anlayışı bazı düşü-nürlerin "liberalizm" dedikleri şeyle aynı sayılır. Bu geniş anlama göre demokrasi, "Tüm gücün ve yetkinin tek bir elde toplanması tehlikelidir ve sınırlandırılmalıdır" anlayışı üze-rine kurulmuştur. Bir başka ifade ile tek doğru yönetim sınırlı yetkiye ve güce sahip olan yönetimdir. Bir otokratın ya da bir aristokratın mutlak iradesine ne kadar güvenilirse, çoğunluğun mutlak iradesine de o kadar güvenilmelidir. Tüm yönetimler hem azınlıkların, hem de fertlerin korunması için frenleme ve sınırlama usulleri ile kontrol altına alınmalıdır. Bu sınırlamaların az bir kısmı gücün kötüye kullanılmasını önlemek için başvurulan mekanik haller olmakla birlikte büyük bir bölümü vatandaşlık hakları ve kişisel insan hakları için verilecek güvencelerden oluşur. Yani, demokrasi "vatandaşların kişisel haklarının güvence altına alındığı ve yetkinin kötüye kullanılmasının engellendiği yönetim biçimidir." John Locke, kişinin kendisinin dahi feragat edemeyeceği bu hakları tabii hukukun temel unsurları olarak kabul eder. J. S. Mill ise medeniyetin te-rakkisi için bu hakların mutlaka tanınması gerektiğini ileri sürmektedir. Daha başkaları onların insan onurunun ayrılmaz parçalarını oluşturduklarına ve insanı hayvandan ayıran önemli özellikler olduklarına inanır. Tüm bu anlayışlarda demokrasi, rejim ve idare şeklinden ziyade hürriyet ile ilgilidir ve kişinin ve haklarının dokunulmazlığına hiç değilse toplumun çıkarı kadar önem verir.

    Demokrasinin altınçağı diyebileceğimiz 1900-1918 yılları arasındaki dönemde daha çok yukarıdaki bakış açılarından birincisi ile demokrasiye bakılıyordu. Halk arasındaki yaygın görüş çoğunluğun yönetimini o zamana kadar geliştirilen siyasal sistemlerin en yararlısı olarak kabul edi-yordu. Demokrasinin bazı kusurları varsa da bunlara zıt unsurlardan faydalanılarak değil, demokrasinin dozunu artırarak çareler bulunabilirdi. İşte bu görüş yüzünden 1918’den itibaren demokrasinin problemleri dile getirilmeye başlandı. Bu da "demokrasinin yıpranma dönemi"ne girildiğini gösteriyordu.

    Hürriyeti ön plâna çıkaran ikinci görüşe göre ise özgürlükle demokrasi arasındaki sıkı ilişki açıklama gerektirmeyecek kadar gerçekti. Demokrasi ile hürriyet arasındaki mutlak ilişkiyi ilk önce M.Ö. V. yüzyılda Perikles ortaya attı. Demokrasiyi "hoşgörüyü, yaşamın her alanında yeteneklere saygı gösterilmesini ve insani davranışların anlayışla karşılanmasını" ihtiva edecek bir şekilde idealleştirdi. Hürriyeti ise "Kime verilmiş olursa olsun, otori-teye ve kanunlara ve özellikle de ezilenleri koruyan kanunlara ve uymayanların herkesçe kınanmasına yol açan yazılı olmayan kurallara uyma, saygılı olma" sözleriyle tarif etti. A.B.D. Anayasasının kurucuları da demokrasi ile hürriyet arasında bulunması gerektiğini düşündükleri ilişkiyi açıkça ortaya koydular. Hürriyeti, temsili yönetim biçiminin yürütülmesi için gerekli ve demokrasinin vazgeçilmez bir öğesi olarak gördükleri içindir ki, hürriyetin korunmasından yana oldular. Fakat bu görüş korkunç saldırılara hedef oldu ve iki aşırı uçta muhalif görüşler oluştu. Bir uçta Hegelciler adeta devlete taparak hürriyeti "ferdin devlet otoritesine gönüllü olarak boyun eğmesi" olarak tanımladılar. Öteki uçta devletten nefret eden anarşistler her türlü yönetimi lânetleyip, ferdin iradesini sosyal faaliyetlerin en yüce belirleyicisi olarak gördüler. Bu iki uç da demokrasi ile hürriyetin arasının açılmasında önemli rol oynadılar ve onların sayesinde hürriyet anarşizme yol açan tehlikeli bir unsur olarak anlaşıldı. Bu eğilim günümüzde de devam etmektedir.

    Hürriyeti esas alan demokrasi anlayışına göre yönetimin temel esasları hürriyet, kanun karşısında eşitlik, kanun hakimiyeti ve parlamentarizm idi. Ayrıca bir değerler manzumesini veya bir ideolojiyi topluma dayatmak, hürriyetçi demokrasi için söz konusu değildi. Söz konusu hak ve hürriyetlerin çerçevesinde din ve vicdan hürriyetinin de yer aldığı düşünülürse, demokrasinin dinle kesişen bir yanı yoktu. Yalnız inançla bir ilgisi vardı; o da tabii hukukla ilgili idi. Stoacılardan ilham alan J. Locke tabii hukukun "yaratıcı bir kutsal güce inanan bir ortamın ürünü" olduğu için "Allah’ın emirleriyle aynı" olduğunu ifade etmiştir.

    1930’lardan sonra, demokrasi içinde hürriyetin korunması ve yaşaması gerekliliğine dair olan düşüncenin başta gelen savunucularından birisi de Franklin Roosevelt olmuştur. Ona göre, hürriyet hem korunup sürdürülmeli, hem de yeniden yorumlanıp toplum yararına yeni alanlara yayılmalı idi. Çünkü hürriyetçi demokrasiyi tehdit eden müstebit güçler vardı ve onlara karşı demokrasiyi korumanın yegâne yolu bu idi. Roosevelt bu konuda çok ısrarlıydı ve derhal harekete geçti. İlk olarak 1932’de yaptığı bir konuşmada Jefferson’u "mülkiyet haklarının kişi haklarını çiğneme tehlikesi yarattığı zaman devletin işe karışması gerektiği" yolundaki öğretisinden dolayı övdü. 1941 yılında yaptığı bir konuşmada ise hürriyetin yalnız Amerika’da değil dünyanın her yerinde gerçekleştirilip geliştirilmesi gerektiğini savundu ve dört hürriyet kavramını ortaya attı: (1) konuşma ve düşünceleri dile getirme hürriyeti, (2) din ve vicdan hürriyeti, (3) yoksulluktan kurtulma hürriyeti ve (4) korkudan kurtulma hürriyeti.3

    Bütün bunlardan çıkaracağımız anlam kısaca şu olmalıdır: İdeal demokrasi hürriyetle ilgili kavramlarla tanımlanmalıdır. Fakat halkın iradesinin dile getirilmesiyle doğrudan ilgili olduğu için "hürriyet" ile aynı şey değildir.

    Genel olarak, halk hakimiyeti anlamına gelen demokrasinin pratikte dört temel prensibe dayandığı görülmektedir:

    1. Ferdi hürriyet ve hakların korunması ve kanunlarla güvence altına alınması

    2. Halkın oy kullanarak yönetime katılması.

    3. Halk yönetiminin müşahhas bir ifadesi olan parlamento sistemi.

    4. Yönetimin çoğunluğa dayanması. Demokrasinin muhtevası incelendiğinde ise şunlar göze çarpar: Temel siyasi hürriyetler, yani çeşitli yollarla sağlanan siyasal katılım; fikir hürriyeti; eşitlik; din ve vicdan hürriyeti; can ve mal emniyeti.

    Demokrasi kendine muhalif olan monarşi ve aristokrasi gibi rejimlerle karşılaştırıldığında halkın ekseriyetinin rızasına dayanması ve şiddet kullanılmadan iktidarın el değiştirmesini mümkün kılan karakteriyle öne çıkar. Demokrasi geliştikçe "devlet" ferdin hak ve özgürlüklerini koruyan, şerefini ve bağımsızlığını güvence altına alan koruyucu bir rol üstlendi. Fert, devlet ve anayasalar tarafından güvence altına alınan siyasal haklarla mânen yüceltildi. Halkın temsil yoluyla yönetime katılması demek olan parlamento, yasama yetkisine sahipti ve yetki verdiği hükümetin icraatlarını kontrol etme durumundaydı. Ayrıca demokratik parlamenter rejimlerin yasamaya referans teşkil edecek anayasalara sahip olduğunu görüyoruz. Bir başka ifade ile yasama "anayasa" ile sınırlandırılmış ve kontrol altına alınmıştır. Burada demokrasinin bir de iktidarı sınırlama gibi bir özelliğinin olduğu ortaya çıkmaktadır.

    İktidarı sınırlamaya elverişli bir yöntem olarak demokraside yönetenlerin yetkisini sınırlandırma yolları; yönetenlerin güçsüz kılınarak yetkilerinin sınırlandırılması, seçim, güçlerin bölünmesi ve yargı denetimi ile sağlanır. Eğer seçim dürüstçe yapılmışsa, yöneteni yönetilene karşı hesap vermeye zorlayacaktır. Güçlerin bölünmesi ise yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılmasının yanısıra bütün güçlerin bölünmesini içermektedir. Meselâ iki meclis sistemi, federalizm, adem-i merkeziyet gibi yollar bunlardan bazılarıdır. Yargı denetimi ise sadece yargının bağımsızlığı değil, aynı zamanda yargıya belli kurallar çerçevesinde icraat yapması beklenen yürütmeyi denetleme görevinin de verilmesi ile sağlanmaktadır. Bu yolların dışında bir yol daha vardır: yönetilenleri güçlendirerek, yönetenlerin yetkilerini sınırlandırmak. Özel güçlerin gelişmesi ile bu gerçekleşecektir. Bu terimden, vatandaşların yönettiği ve vatandaşlara devlet nüfuzuna karşı koyma imkanı sağlayan bütün kurumları anlıyoruz. Bugün ticaret ve endüstri teşebbüsleri, özel mülkiyet, şirketler, sendikalar, gazeteler hükümetin herşeyi yapabilme gücüne karşı çıkan fiilî engellerdir.

    Buraya kadar demokrasinin nazarî esaslarını ve uygulamaya ait olan unsurlarını ana hatlarıyla gözden geçirdik. Şimdi de demokrasi hakkındaki değerlendirme ve tahlillere kısaca bir göz atalım. Tarihte demokrasi hakkında ilk değerlendirme ve tahlil Platon tarafından yapılmıştır. M.Ö. 427-347 yılları arasında yaşamış olan Yunan filozofu Platon’un ünlü eseri Devlet’te demokrasiden şöyle bahsedilir: Avamın kurduğu "demokrasi devleti"nde herkes hürdür. Her yerde bir hürriyet havası eser. Vatandaşlar serbestçe konuşur, dilediklerini serbestçe yapar. Hürriyetin olduğu yerde de her insan yaşantısına dilediği düzeni verebilir. Böyle bir devlette çok değişik insanlar bulunur. Bu düzen görünüşte düzenlerin en güzelidir. Ama bu devlette bir düzen bulunmaz. Çünkü hürriyet olduğu için bütün düzenler vardır orada. O kadar ki, bir devlet kurmak isteyenler bir demokrasi devletine gidip diledikleri düzeni seçerler. Demokrasi bir düzen panayırıdır. Beğen beğendiğini al; çeşit bolluğuna diyecek yoktur. Demokrasilerde kimse kimseye zorla bir iş yaptıramadığı gibi, herkes bir komutan, bir yargıç gibi davranabilir. Bu devletin cömertliğine ve hoşgörülülüğüne de diyecek yoktur. Hürriyet demokrasinin temelidir ve hür doğan bir insan da ancak böyle bir devlette yaşar. Böyle bir düzende eşitlik vardır, sığıntılar yurttaşlarla eşit olur, yerli-yabancı ayrılığı da kalmaz. Satın alınmış köleler satın alan kadar hürdür, kadınlarla erkekler eşit olur. Hayvanlar bile bu düzende hürdür. Her yerde dolup taşan bir hürriyettir kısacası. Yalnız bu hürriyet demokrasiyi köleliğe çevirir, çünkü her aşırılığın ardından her zaman bir tepki gelir. Aşırı hürriyetin tepkisi, insanda da, toplumda da aşırı bir kölelikten başka birşey olmaz.4

    Toplumun iç barışını sağlayan bir araç: demokrasi. Buraya kadar yapılan tesbitlerin ışığında bir değerlendirme yapacak olursak, demokrasinin toplumun iç ahengini ve sosyal barışı sağlayan sadece bir araç olduğunu görürüz. Ferdin kendi kaderini kendi tayin etmesi veya başka bir ifadeyle kendi kendini tanımlayabilmesi ve her ferdin hak ve özgürlüklerini birlikte yaşayabilmesi prensibine dayanır. Gerçekten de kendi felsefî tercihlerinin dışında da tercihlerin olabileceğini kabul edecek kadar hoşgörü sahibi ve herkesin farklı hayat tarzlarını meşru sayabilen fertlerin yaşadığı toplumlar, bir ahenk ve sosyal barışa sahiptir. Toplumun uyumu ve iç barışı gibi bir hedefi sağlayan demokrasi bir araç olarak pozitif fonksiyon kazanmıştır. Çünkü bireyin kendini tanımlayabilmesi onun insan haklarını tanımasını gerektirir. Ferdin kendi özel alanında hakim olabilmesi, kendini tanımlayabilmesi için kişilik hakları ne kadar gerekliyse, farklı fertlerin ortak veya içtimai kimliklerini belirlenmesinde etkili olabilmeleri için de o kadar gereklidir. Kişiye kimlik kazandırmanın dışında ortak siyasal veya içtimai mukadderatına da fert ancak "siyasal haklar" yoluyla hakim olabilir. Fertler kendi amaç ve değerlerini demokrasiden bağımsız olarak seçerler. Bu konuda demokrasi onlara yol gösteremez; çünkü demokrasinin ideolojisi olmaz; herhangi bir ideolojiyi dayatmaz; kimse için belli bir değeri ve bir dünya görüşünü zorunlu kılmaz. Fertlere hayatını nasıl yaşaması gerektiğini göstermez, kâinata ve insana ait bir teori, bir düşünce sunmaz. İşte, değerlerini kendi başlarına seçen irade sahibi, hür fertler kendileri gibi kendi değerlerini seçmiş başka fertlerle bir arada yaşamak zorunda kaldıklarında "demokrasi" devreye girer. Böyle farklı değerlere sahip fertlerin bir arada yaşamasının barışçı yollarını demokrasi sağlar. Öyleyse demokrasi farklı fertlerin veya toplulukların kendi değerlerini ve temel amaçlarını çatışmadan gerçekleştirebilmelerine bir araçtır. Onun içindir ki, demokrasi gerçekleştiğinde herşey bitmiş olmaz, ondan sonradır ki, fertler kendi iradeleri ile seçtikleri değerlerini yaşamak ve amaçlarını gerçekleştirmek için kendi hayatlarını kurarlar. Özet olarak ifade etmek gerekirse, demokrasi, tek bir kişinin bile tüm topluma karşı kendi inancını, doktrinini, bakışını savunma hakkıdı, biraradalık rejimidir; farklılıkların doğallıkla biraradalığıdır.5

    Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Demokrasi herşeyden önce siyasal toplum içinde yer alan çeşitli dünya görüşlerine mensup bütün kişi ve grupları, bütün farklı kimlikleri kucaklayan, ama onların hiçbirisi ile özdeş olmayan bir ortak platformun adıdır.6

    İslami yönetimin esasları

    Seçim: İslâmiyette devlet ve hükümet işleri hilâfet esasına dayanan bir yönetim şekli ile yürütülmektedir. Mevdudi’ye göre "halife" yani devlet başkanı seçimle iş başına gelir ve kendine tevdi edilen "vazife" dolayısıyla diğer insanlardan farklı bir üstünlüğe veya imtiyaza sahip değildir. Devlet otoritesi ancak İslâm cemaatinin hakkıdır.7 Kur’ân’ın hükmüne göre bütün Müslümanlar fert fert müsavi şekilde ve aynı imkanlarla halife olmak hakkına sahiptirler. Dört halifenin seçimle işbaşına gelmesi İslâmın yönetim şeklinde seçimin belirleyici şart olduğunu göstermektedir. Hz. Ebûbekir’in halifeliğe seçilmesi, Medine halkının biatı ve tensibi ile olmuştu. Mevdudî Medine halkını hemen hemen bütün İslâm memleketlerinin mümessilleri olarak kabul etmektedir.8 Hz. Ebûbekir’den sonra halifeyi tesbit etmek üzere görevlendirilen altı kişilik heyetin kararı Hz. Ömer’in hilafeti üzerinde gerçekleşti. Medine halkının seçim anlamında biatı ile de halifeliği meşruiyet kazandı. Hulefa-yı Raşidin’in dördünün de temsili bir seçimle işbaşına geldiği açıkça ortaya çıkmaktadır

    Meşveret: İslam yönetiminde dinin zaruriyatı dışında olan dünyevi, iktisadi ve siyasi işler için kanunlar ve düzenlemeler yapan kurum "meşveret"tir. Hulefa-yı Raşidin’in dördü de hükümet işlerinde ve teşriî meselelerde ümmetin ileri gelenleri ile istişare etmeksizin karar almazlardı. Halifeler Müslümanların itimadını kazanmış, emanet ve ehliyet sahibi, genellikle bilinen ve hükümet kararlarına iştirak eden kimselerle istişare edebilirlerdi. (Onların işleri aralarında meşveret iledir. Şurâ Sûresi, âyet 38.) Danışma yoluyla yönetme diyebileceğimiz "meşveret" günümüzün "parlamento" esasına tekabül etmektedir. Elbette o devirlerden farklı olan günümüzün şartları Müslümanların itimadını kazanmış, emanet ve ehliyet sahibi kimselerin teamül yoluyla tespitini zorlaştırdığından seçim usulü bu itimadın göste-rilmesi için bir yol olarak kabul edilebilir.

    Adalet: Siyasi iktidarı kullanan halife bütün icraatında "adalet" esasına riayetle mükelleftir. Adaletsiz bir hükümet, yani mazlumun hakkını koruyamayan ve hukuk karşısında eşitliği sağlayamayan hükümet müstebiddir. Adalet Kur’ân-ı Kerim’in dört esasından birisidir. İslâmın eşitliğini şekillendiren bu kurumdur ki, bir sahabîye, hutbe esnasında Hazret-i Ömer’e, "Sende bir eğrilik görürsek kılıçlarımızla doğrulturuz" dedirtmiştir.

    Kanun üstünlüğü: Dört halifeden hiçbiri kendi şahsiyetini hiçbir zaman kanundan üstün kabul etmemiştir. Kanun karşısında onlar da bir vatandaş idi. Şer’i hukuku uygulayan kadılar, halifeleri serbestçe muhakeme edebilmekteydi. Hz. Ömer’in halifeliği esnasında Ubey bin Kaab ile muhakeme edilmeleri ve ikisine hâkim tarafından eşit muamele edilmesi buna bir örnektir. Hz. Ali de halifeliği sırasında ehl-i zımmeden bir Yahudi ile muhakeme edilmişti. O halde İslâm yönetiminde kanun üstünlüğü esasına harfiyen uyuluyor ve yöneten ile yönetilen kanun karşısında aynı muameleye tâbi tutuluyordu.

    Otoriteye itaat: Adaletli, meşveret kaidesini tatbik eden siyasi otoriteye, halife veya devlet başkanına itaat edilmelidir. Fakat adaletsizliğin bir müeyyidesi de vardır. İslâm dini ihtiva ettiği esaslar dahilinde "icra-yı adli" emretmiş ve Müslümanlara karşı sorumluluk Allah’a karşı sorumlulukla aynı sayılmıştır. O kadar ki, halife hak yolundan ayrıldığı takdirde Şeriatın tayin ettiği hükümler dairesinde suistimaline engel olmak, yahut da kendisini "hal" etmek bütün Müslümanlar üzerine vacip olur. Zalim bir hükümete hükümet demek bile abestir. O bu isme layık değildir. Çünkü istibdat şer’an da, aklen de reddedilmesi gereken bir batıl fikirdir.9

    Devlet işlerinin ehline verilmesi: Yönetimle ilgili Kur’ân-ı Kerim’in koyduğu bir esas da "emanet" olan devlet işlerinin ehline bırakılmasıdır. Dini ıstılahta "mesalih-i amme" denilen kamu yararları ile ilgili işleri üstlenecek kimseler vazife ve memuriyetlerine ait bilgi ile mücehhez ve doğruyu düşünme ve doğruyu yapmaya muktedir kimseler olmalıdır.

    Devlet başkanının sorumluluğu: Meşveret ve adalet devlet başkanının halka karşı mükellef bulunduğu vazifeleri ve iktidarının sınırlarını belirler. İkisi de bir emr-i İlahî olan adalet ve meşveret, devletin kendini frenlemesini mümkün kılar. Adalet ve meşveret esaslarına uymayan devlet başkanını hal etmek Müslümanlara farz olmaktadır. Yalnız ehl-i sünnet alimlerinin büyük kısmı, "Zulümden kısmen şikayet edilir, emirin karşısında hak söz söylenir, isyan etmek doğru değildir" demişlerdir. Ekseriyete göre haksız yere kan dökme bile ayaklanma için yeterli sebep değildir. İmamların bu konudaki görüşleri Hz. Ebubekir’in halifelik biatından sonra verdiği ilk hutbesine dayanmaktadır: "Ben, Allah’a ve Onun Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat edeceksiniz. Eğer Allah’a ve Resulüne itaatsizlik yoluna saparsam, o takdirde bana itaat etme mükellefiyeti üzerinizden kalkar."

    Hz. Ömer de, "Bir insan meşveret etmeksizin biat isterse meşru değildir" buyurmuştur.

    İnsan hakları: Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde, bilhassa Hz. Resulullahın Veda Hutbesinde dile getirilen temel hak ve hürriyetler gerek Fransız İnsan Hakları Beyanname-sinde, gerekse A.B.D. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde de yer almıştır:

    * Devlet vatandaşların canlarını, mallarını ve ırzlarını korumakla mükelleftir.

    * İnsan hürdür ve suçu sabit olmadıkça, hürriyeti elinden alınamaz.

    * Herkes fikir hürriyetine ve fikrini açıklama hürriyetine sahiptir. Fiile dökülmedikçe kimse fikirlerinden dolayı suçlanamaz. Hz. Ali’nin Haricilere gönderdiği haber şöyledir: "Kan dökmediğiniz, yol kesmediğiniz ve zulmetmediğiniz müddetçe istediğiniz durumda olunuz. Eğer bunları yaparsanız, size harp ilan ederim."10

    * Devlet vatandaşların zaruri ihtiyaçlarını garanti etmelidir. Sadece Müslüman olanlar değil, zımmîler de bu hükme dahildir. Hz. Ömer’in Yahudi bir zımmiye beytü’l-malden tahsisat ayırması buna en güzel örnektir. Halid bin Velid’in Hive halkına yazdığı mektupta da böyle bir uygulamadan söz edildiğini görüyoruz.

    Anayasa: Mevdudi’ye ve daha birçok düşünüre göre İslâm devletinin anayasası yazılı olmayan bir anayasadır. Esasen 18. yy’a kadar bütün devletlerin anayasası, bugünkü İngiltere’de olduğu gibi yazılı olmayan bir anayasa idi. Bununla birlikte İslâm devletinin ilk kuruluş yıllarında yazılı bir anayasa örneği bulunmaktadır. Medine Toplumunun üzerinde ittifak ettikleri 47 maddeden müteşekkil ayrı dinlerden olan bütün Medine sakinlerinin bir arada yaşama formülünü içeren bir vesikayı "ilk yazılı anayasa" olarak kabul edebiliriz. Hakikaten bu yazılı anayasa bir Yahudi kavminin bozgunculuk yapmasına kadar yürürlükte de kalmıştır. Daha sonra ilk olarak Osmanlı devletinde ve çeşitli Müslüman devletlerde yazılı anayasa örneklerine rastlıyoruz. Bu anayasalar İslâm fıkhına dayalı, İslâm kaynaklarından alınan anayasalardır.

    Kuvvetlerin ayrılığı: Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’e göre devlet teşkilâtında kuvvetler ayrılığı uygulaması Hz. Ömer devrinde başlamıştır. İdare ve hayır ayrımı yapılmış, bunun yanında devletin en yüksek müzakere ve karar organı olarak bir şura meclisi kurulmuştur. Bu meclis, kabile mümessilleri ile halk temsilcilerinden teşekkül etmekteydi.11

    İslâm ve demokrasi

    İslâm dininin akidesi ile hürriyetçi demokrasinin temel prensipleri arasında çok iyi uyum sağlayan paralellikler görmek mümkündür. Çünkü demokrasinin temel prensibi olan "hürriyet" İslâm akidesinin de temel şartıdır. Zira bütün İslâmi mükellefiyetler akıl-baliğ olan hür Müslümanlar içindir. İman ise cüz’i iradenin sarfıyla ilgilidir. Hürriyetsiz cüz’i irade söz konusu olamayacağına göre hürriyet imanın da esasıdır. İman ve cüz’i irade ilişkisini bütün müfessirlerin ve kelâm alimlerinin eserlerinde görebiliriz. Bediüzzaman Said Nursi de İşârâtü’l-İ’caz adlı Kur’ân tefsirinde Sa’d-ı Taftezani’nin, "İman Cenâb-ı Hakkın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur" dediğini nakletmektedir. Yani iman dahi bir bakıma "tercih" ve "tasdikten" ibarettir. Bütün ehl-i sünnet alimleri bu hususta müttefiktir. Bediüzzaman 1911 yılında neşrettiği ve meşrutiyeti bütün yönleriyle konu alan Münazarat adlı eserinde hürriyeti imanın "hassası," yani imana ait olan bir özellik olarak kabul eder. Ona göre imanın kuvveti oranında hürriyet yaşanacaktır. Çünkü cüz’i iradesini sarf ederek imanı elde eden insan artık kainatın sultanına bağlanmıştır. Başkasına boyun eğmez ve başkasının istibdadını kabul etmez. İmanın bir gereği olan şefkat de başkasının hürriyet ve haklarına tecavüz etmesine mani olur.12 Demek iman bünyesinde barındırdığı hürriyet özelliği sayesinde mü’minin istibdada boyun eğmemesini ve hak ve hürriyetlere de tecavüz etmemesini gerektirmektedir. Yine Bediüzzaman hürriyeti "kanundan başka hiçbir şeyin kim-seye tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun mahfuz kalması şartıyla meşru dairedeki serbestiyet" şeklinde tarif etmiştir.13 Ona göre herkes istediği gibi düşünebilir ve asa-yişe ilişmemek şartıyla bu düşüncelerini açıklayabilir.14 Hatta fikir hürriyeti olmaksızın bu zamanda bir devletin üzerine düşen vazifeleri yapması imkânsızdır. Çünkü, "hürriyet-i efkâr medeniyetin kılıcı ve kuvveti"dir.15

    Din ve vicdan hürriyeti: İnsan haklarının ana umdelerinden din ve vicdan hürriyeti zaten İslâmiyetin özünde varolan bir hürriyettir. Çeşitli dinlerin mensupları İslâm hükümeti içinde serbestlikle dinlerinin gereğini yerine getirmişlerdir. Bediüzzaman bu hükümet-i İslâmiye içinde her zaman başka dinlerin mensuplarının da bulunduğunu nazara verir, ona göre, "asayişe ve emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikriyle mesul olamaz."16

    Ayrıca Şualar’da "Dinde zorlama yoktur" âyet-i ke-rimesinin bu zamana bakan bir tefsirini ortaya koyarken artık dünyadaki hükümetlerin laik cumhuriyetlere döndüğü gerçeğini dile getirmiş ve böylece lâikliğin din ve vicdan hürriyetinin bir ifadesi olarak kabul edilmesi halinde zaten İslâmdaki hürriyet ile çatışmayacağını ifade etmiştir.17

    İnsan hakları: Bediüzzaman’ın ifadesiyle hukukta eşitliği esas alan İslâmiyette "şah ve geda birdir." Karıncaya bilerek ayak basmamayı emreden Şeriat, insan haklarını zaten ihmal etmeyecektir. İmam-ı Ali’nin sıradan bir Yahudi ile muhakemesi bu uygulamaya en güzel örnektir.18 İslâm toplumunda yaşayan muahid zımmilere eziyet etmek, haklarını elinden almak hadis-i şerifle men edilmiştir.19 İnsan haklarından olan can, mal ve ırz güvenliğini sağlayan İslâmiyet, yoksulluktan kurtulmak için fırsat eşitliği ilkesini de koymuş ve yaşatmıştır. Bediüzzaman’a göre gayr-ı müslimler de dahil bütün vatandaşlar memuriyetle yönetimde yer almak, ticaret ve sanatla uğraşmak gibi her türlü işte çalışmak fırsatında eşittirler. Çünkü askerlik gibi kaymakamlık ve valilik de hizmetkârlık olarak görülmesi gereken memuriyetlerdendir.20 Bütün vatandaşların sahip olduğu seçme ve seçilme hakkına gayr-ı müslimler de sahiptir. Parlamentoda yer alıp reylerini izhar edebilirler.21 Fikir hürriyeti ise İslâm hükümeti içinde yaşayan diğer dinler ve mezheplerin varlığı ile açıkça ortadadır. Bediüzzaman Eskişehir Mahkemesi Müdafaalarında hak ve hürriyetin bu yanını nazara vererek, "hükümet ele bakar, hususi işlere, kalbine ve hanesine karışamaz" denmektedir.22

    Meşveret ve parlamento: Demokratik sistemlerde halkın iradesini temsil eden ve halkın yönetime iştirakinin yegane yolu olan meclis sistemi, Asr-ı Saadette ve Dört Halife Devrinde gerçekleşmiştir. Esasen Şura Sûresi: 38, (Onların aralarındaki işleri istişare iledir) ve Al-i İmran Sûresi 159 âyetinde (Ve işlerde onlarla istişare et) emredilen meşvereti Bediüzzaman bu zamandaki yönetimin en esaslı temel taşı olarak görmektedir. Modern demokrasilerdeki parlamentonun yerini tutan meclis için "meşveret" ifadesini de kullanan Bediüzzaman’a göre parlamenter sistem Şeriata en uygun sistemdir. Çünkü, rey ve fikir birliğine dayanan icma-yı ümmet Şeriatın delillerinden ve kaynaklarından biridir; ekseriyetin reyi Şeriatta bir esastır. Başka bir deyişle Şeriat kamuoyuna itibar eder ve saygılıdır. Yine Bediüzzaman, 1922’de Ankara’da Büyük Millet Meclisine "Ey hall-i akd!" şeklinde hitap ederken, seçimle teşekkül eden Meclisi, Hulefa-i Raşidin Dönemindeki ve Asr-ı Saadetteki şura ile aynı gördüğünü de ortaya koymuştur. Yine, "Meşverette hüküm ekseriyetindir, ekseriyetin oyu ise ancak hak ve maslahat üzerine gerçekleşir; hak ve maslahat ise Şeriatta esastır" sözleriyle Meclisteki çoğunluğun ittifak ettikleri meselelerin hak ve maslahat olacağını ve bunun da Şeriata uygunluğunu ifade ederken "çoğunluk" rejiminin zımnen Şeriattan tasvib gördüğünü tesbit etmektedir. Bazan dinen haram kabul edilenlerin zaruret karşısında helal olacağı prensibini de göz önünde bulundurarak Meclisin hilâf-ı Şeriat gibi görülen uygulamalarının da zamanın ilcaatı ile ortaya çıkmış zaruretler olarak kabul edilmesi gerektiğini ima etmektedir.23 "Bir ince teli rüzgâr her tarafa çevirebilir, fakat reylerin toplanması ve birleşmesinden kırılmaz bir zincir hasıl olacaktır."24 Böylece kolay etki altında kalabilen münferid irade yerine daha kuvvetli olan Meclis iradesinin toplum ve medeniyet için hayatiyet taşıdığını görüyoruz. Bu zamanda sosyal hayatın bağları çoğalmış, geçim vasıtaları artmış ve teknoloji o kadar ileri gitmiş ki, milletin kalbi hükmünde olan parlamento, kamuoyu makamında olan şer’i meşveret ve kalkınmanın kılıcı ve kuvveti sayılan fikir hürriyeti o devleti taşıyabilir.25 Münazarat adlı eserinde Meclis-i Mebusanı millet hakimiyetinin tecelli ettiği yer olarak gösterirken artık devlet işlerini bir şahs-ı mânevinin daha kolaylıkla ve maharetle yürüteceğini öne sürmektedir. Çünkü meclis yüzde doksan dokuzu iman, ilim, ahlâk ve ibâdetten, yüzde biri siyasetten ibaret olan Şeriatın değişmez hükümlerinin dışında kalan iktisadi ve içtimaî konularda kanun yapmakla görevlidir. Meclis, bu görevini yerine getirirken, fertlere ve ya kurumlara nisbeten daha fazla isabet kaydedecektir. Çünkü ekseriyetin fikrinden hasıl olan bir görüş ve metodun yanılma ihtimali daha azdır.26 Bir kişinin reyi her tarafa çevrilebilir, etki altında kalması kolaydır; fakat ekseriyetin reylerinden hasıl olan bir kuvvetli şahs-ı maneviyi yanıltmak kolay olmayacaktır. Meclise dayanan bir hükümet de görevlerini daha iyi yerine getirecektir. Çünkü ülkenin her yanından seçilerek gelen temsilcilerin üretecekleri fikirler ve milletin dertlerine bulacakları çareler ülkenin gerçeklerine uygun olacaktır. Böyle bir sistem, "Hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden mes’ulsünüz" (Müslim, 20) hadisinin sırrına da uygundur.27 Bediüzzaman’ın, Mecliste görev yapabilmek için herkesin eşit hakka sahip olduğu görüşünde olduğunu, Hıristiyan ve Yahudilerin Mecliste bulunmalarını tasvip etmesinden anlı-yoruz.

    Adalet: Adaleti sağlama demokratik bir yönetimin varoluş sebebidir. Prensip olarak bütün yönetimler adaleti esas alırlar. Çünkü yaradılış itibariyle sosyal bir varlık olan insan toplum hayatını sürdürürken herşeyin yerli yerinde olması, herkesin hakkını alması anlamına gelen adalete muhtaçtır. Herkes kendi aklıyla adaleti idrakten aciz olduğu için, adaleti sağlayacak bir külli akla ihtiyaç vardır ve bu külli akıl kanundur. Yönetim ise kanun yolu ile adaleti tesis edecek müessesedir.

    Demek siyasi otoritenin, adaleti sağlamak, hükümleri icra etmek için var olduğu apaçık bir gerçektir.

    "Adaletin temininde hükmü icra eden yönetim tarafsız davranmalı, hükmü veren adalet müessesesi de hiçbir harici tesirin baskısı altında kalmamalıdır. Yönetim organları içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmeye, harici tesirlerden en fazla tarafsız kalmaya mükellef olan mahkemedir,"28 diyen Bediüzzaman, "yargının bağımsız-lığını" adaletin temini için olmazsa olmaz bir şart olarak kabul etmektedir.

    Kanun üstünlüğü: Demokratik bir yönetim sisteminde kanun hakimiyeti ve kanun üstünlüğü prensibi adaletin te-mininde en önemli esası teşkil etmektedir. Hz. Ömer’in ve Hz. Ali’nin maiyetlerindeki sıradan insanlarla, hatta zımmîlerle kanun karşısında eşit olarak muhakeme edilmeleri de bu prensibin uygulanma göstergelerindendir. Bediüzza- man "Hukukta şah ve geda birdir,"29 "Müsavatsız adalet, adalet değildir"30 derken, adaletin ancak eşitlikle gerçekle-şebileceğini tesbit etmektedir. Eğer kuvvet kanunda olmaz- sa, istibdad tevzi olunmuş, yani dağıtılmış olur.31

    Anayasa: Demokratik yönetimlerde iktidarı sınırlayan bir kurallar manzumesi olarak kabul edilen anayasa İslâmiyetin zaruriyatı ve değişmeyen ahkâmında yazılı hale gelmemiş bir şekilde mevcuttur. İlk İslâm devletinde, Medine’de yaşayan toplumların üzerinde ittifak ettikleri ve birarada yaşama şartlarını ihtiva eden vesika ilk yazılı anayasa örneği olarak kabul edilebilir. 19.yüzyıl sonlarına doğru Osmanlıda kabul edilen Anayasa diğer bir yazılı anayasa örneğidir. Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini belli sınırlar dahilinde birbirinden ayrı ve dengeli bir biçimde çalıştırmayı hedefleyen anayasa mefhumu İslâmi yönetim tatbikatında yer almakla birlikte İslam devletlerinde görülen yazılı anayasanın zaten İslâmiyetin kurallarına dayanılarak hazırlandığı bilinen bir gerçektir. Bediüzza- man’a göre parlamentoyu içinde bulunduran anayasal sistem hem adaleti ve kanun üstünlüğünü temin edecek, hem de bu zaman için gerekli olan bir yönetim biçiminin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Yalnız bir şart ile ki, anayasa maddeleri Kur’ân’ın genel hükümlerinden çıkarılmalı ve düsturlarının Kur’ân’dan alındığı gösterilmelidir.32

    Siyasi partiler ve muhalefet: İslâmın ilk yıllarında Hz. Resûlullahın döneminde ve diğer üç halife döneminde şûrada görüşülen meseleler üzerinde muhalefet oluyor, fakat düzenli teşkilatlı bir partileşme şekline dönüşmüyordu. Hz. Osman’ın öldürülmesiyle açıkça Müslümanlar, Hz. Ali’nin ve Hz. Muaviye’nin etrafında ikiye bölünmüş olarak toplandılar; gerçi Hz. Ali ve Hz. Aişe’nin Hz. Ebubekir’e geç biat etmeleri İslâm yönetiminde belirgin olan ilk muhalefet örnekleri olarak kabul edilmektedir. Daha sonra Hz. Ali’nin, Hz. Osman’a karşı muhalefet tavrının ise öncekilere nisbeten daha teşkilatlı ve yaygın olduğu göze çarpmaktadır.33

    İslâm tarihinde Hz. Muaviye’nin karşısında bir Hz. Ali Şiasından bahsedilir. Şia kelimesi, Arapça "grup, taraf, bir fikrin taraftarları" anlamına gelir. Bunu bugünkü anlamda parti olarak düşünebiliriz. Muaviye taraftarlarına Şia denmemesinin sebebi Muaviye’nin yönetime bütünüyle hakim olup yalnız bir partinin başı olmaktan çıkması idi.

    Hz. Ali’ye karşı başlayan muhalefet hareketine de "Hariciye" denildi ve tam bir parti gibi davranan bu grubun temel felsefesi "Kur’an bize yeter" anlayışına ve "Hakimiyet Allah’ındır" sloganına dayanmaktaydı. Hz. Osman’a ve taraftarlarına zaten karşı olan bu grup, Hz. Ali’ye karşı da tam bir ihtilal temâyülü ile muhalefet ettiler. İhtilâlcilikleri hiç çekinmeden Müslüman kanı dökecek kadar ileriye gitmişti ve üstelik bunu da "cihad" adına yapıyorlardı.

    Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Muaviye döneminde bugünkü siyasi parti davranışlarına benzer davranışlara sahip bazı grupların varlığını biliyoruz. Günümüzde de siyasi partiler arası iktidar yarışını bünyesinde barındıran temsili demokrasi, partileşmeyi belli düsturlar çerçevesinde gerçekleştirmektedir. Artık siyasi sistemin vazgeçilmez unsuru olan partilerarası rekabet ve muhalefet, anahatları anayasa ve siyasetin teamülüyle belirlenerek kanunlar ve belli prensipler çerçevesinde cereyan etmektedir.

    Yâni bir partinin kuruluşu, çalışma esasları, görev ve sorumlulukları kanunlar ve tüzükler ile netleştirilmiştir. Ekseriyete dayalı yönetim şeklinin seçim sistemi, siyasi partilerin de varlığını zaruri kılmıştır. Bediüzzaman’ın Sünuhat adlı eserinde partileşmeyi yeni anayasal parlamenter sistemin bir gereği olarak kabul ettiğini görüyoruz. Bediüzzaman, siyasi parti olgusunu kabul etmekle kalmıyor, bizdeki parti davranışına bir tenkid yönelterek, kendi anlayışındaki siyasi parti davranışının nasıl olması gerektiğini de ortaya koyuyor. Bediüzzaman’a göre bizdeki partilerin fikirlerinin bir uzlaşma noktası bulmak üzere birbirlerine meylettikleri görülmemekte, adeta biri diğerinin varlığını reddetmektedir."34

    Devlet ve sorumlulukları: İslâm devletinde iktidarı elinde bulunduranların asli görevi "adaleti" gerçekleştirmekti. Kitap ve sünnete dayanarak, icma ve içtihad ile yapılan kanunların uygulanması, ülkede yaşayan herkesin can ve mal güvenliğinin sağlanması, hak ve hürriyetlerin korunması, kalkınma ve sosyal refahın sağlanması devletin başlıca görevleri arasında idi. Devletin bu sorumlulukları göz önüne alındığında İslâmda asıl olanın "devlet" değil toplum olduğu ortaya çıkar. Devlet, toplumun ihtiyaçlarını gidermekle ve iç düzeni sağlamakla sorumludur. "Halkın efendisi, ona hizmet edendir," (Keşfü’l-Hafa, I:463) hadis-i şe-rifince devlet, toplumun hizmetindedir. Devlet işlerini yürütmekle görevli seçimle işbaşına gelen hükümet de millet için fedakarlıktan kaçınmayan kimselerden teşekkül edecektir.35 Çünkü demokratik bir yönetim milletin hakimiyeti demektir. Yani millet hakimiyetinin cisimleşmiş bir misali olan meclis hâkimdir, hükümet hâdim ve hizmetkârdır.36 Böyle bir devlette gayr-i müslimler de vazife alabilirler, memuriyete girebilirler, hatta saatçi ve makineci oldukları gibi vali ve kaymakam da olabilirler. Çünkü milletin hâkim olduğu demokratik bir yönetimde hükümet hizmetkârdır. Memuriyet de hizmetkârlıktır.37 Kaymakam ve vali reis değiller, ücretli hizmetkârlardır. Başka bir ifadeyle, devletin ve hükümetin sorumluluğunda olan işler mekanik ve teknik işlerdir.

    Devletin yargı ve din ile ilgili işleri ise tamamen düzenleme mahiyetindedir. Çünkü din işlerine bakan diyanet dairesi ve mahkemeler bağımsız olmalıdır. Hakiki adalet, harici hiçbir müdahaleyi kabul etmeyeceğinden yargı tamamen bağımsız hareket etmelidir, aksi halde adalet gerçekleşmeyecektir. Diyanet dairesi ise bir meclise istinad etmelidir. Çünkü, nasıl hükümeti ilgilendiren yürütme ile ilgili işler ülkenin her tarafına gelen temsilcilerden müteşekkil bir meclise dayanmaktadır, aynı şekilde diyanet dairesi de çeşitli hak mezheblerden, muteber âlimlerden teşekkül eden bir meclise dayanmalıdır.38

    Otoriteye itaat: Şeriatla ve tecrübe ile sabittir ki, sağlam, dindar, hakperest ulü’l-emre itaat farzdır.39 Çünkü devlet işlerinin kolay yürütülmesi ve dolayısı ile toplum hayatının ahengi için siyasi otoriteye itaat şarttır. İtaatsizlik diğer Müslümanların hukukuna tecavüzdür. Hukuk-u umumî "hukukullah" hükmüne geçeceği için Şeriat itaati farz kılmıştır. Yalnız yönetenler zulmeder veya yönetim için gereken şartları kaybederler ise değiştirilmeleri gerekecektir. Onların Şeriatten ayrıldıkları noktalarda da itaat etmek şart değildir. Bediüzzaman da ehl-i sünnet alimlerinin bu görüşünü, "Padişah Peygamberimizin emrine itaat etse ve yolundan gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah dahi olsalar, haydutturlar"40 şeklinde ifade etmiştir.

    Demokrasinin problemleri

    Demokrasiyi ekseriyet sistemi olarak kabul eden görüşün 18. yy’dan itibaren uygulamada olduğunu daha önce ifade etmiştik. Uygulamadaki demokrasinin içinde barındırdığı problemler pekçok ilim adamında ve bazı topluluklarda kuşku uyandırmaya devam etmektedir. Bu problemlerin başında demokrasinin temelinde yer alan hürriyet görüşü yatmaktadır. Batılı demokrasilerin hürriyet tarifi, uygulamada önemli problemler meydana getirmektedir. Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’nde (1789) şu tarif yer almaktadır: "Başkasına zarar vermeyen herşeyi yapabilmektir." Ferdin hürriyeti başkalarının hürriyeti ile sınırlandırılmakla birlikte böyle bir hürriyet anlayışı ferdin kendine zarar verme ihtimalini ortadan kaldırmamaktadır. Bu durumda kendi iç düzenini sağlayamamış, ruhi yönden istikrarsız fertler ise toplumun ahenkli yapısını ve istikrarını bozacaktır. Aslında kişinin temel hakları da böyle bir tarifin doğurduğu neticeler itibarı ile zarar görecektir. Meselâ hayat hakkı kişinin doğuşundan gelen ayrılmaz kişilik haklarından biridir. Bu hakkın başkası tarafından ortadan kaldırılması nasıl bir hak tecavüzü ise, kişinin kendi kendine bunu yapması da aynı şekilde bir hak tecavüzüdür. Bu eksiklik Bediüzzaman tarafından yeni bir tarifle giderilmiştir: "Hürriyet odur ki, ne kendine, ne gayrıya zarar versin." Ayrıca Bediüzzaman’a göre başkasına zarar vermemek kaydıyla olsa da kişinin gereksiz eğlence ve kötü alışkanlıklara müptela olması hürriyet değil, nefsin, yani insanın kötülüklerini isteyen benliğinin (egosunun) esareti altına girmesidir. Başkalarının hürriyetleri ile sınırlı olan kişi hürriyeti, aynı zamanda kişinin kendine karşı korumakla yükümlü olduğu hakları ile de sınırlıdır. Mesela, temel insan haklarından olan can güvenliği kapsamına giren sağlıklı yaşama hakkı ferdin kendisi de dahil kimse tarafından gasp edilmemelidir. Gerçi uygulamadaki demokrasilerin bir kısmında bu yönde uygulamaların olduğu da bir gerçektir. Alkolizme, uyuşturucu bağımlılığına karşı başlatılan kampanyalar ve ferdin elinden bunları kullanma hakkını (!) alan kanunlar buna örnektir.

    Seçim esasına dayalı çoğunluk yönetimi olan demokrasiler demokrasiyi savunan Leslie Lipson, T. Jefferson, W. Churchill, Schumpeter gibi bütün düşünürlerin göz önüne aldığı önemli bir problemle daha karşı karşıyadırlar: "çoğunluk diktatoryası." Seçim yoluyla oluşan parlamento, yasama ve yürütme gücünü elinde tutmaktadır. Doğrudan demokrasi günün şartlarında mümkün olmadığı için vekâlet yoluyla oluşturulan temsili sistem çoğunluk sultasına müsait bir zemindir. Yarış ve rekabet üzerine kurulu bir toplum yapısı hem ticari kuruluşları, hem de siyasi partileri aynı arenada yarışa sokmuştur. Çünkü Batı toplum yapısını, bilhassa üst yapıyı (kültürel yapıyı) ekonomik (alt) yapı ve üretim şekilleri belirliyor. Kapitalizmin etkisiyle serbest piyasa ekonomisinin yaşandığı Batı toplumlarında ticari-iktisadi rekabet nasıl toplumun zararına olan tröstleşmeyi-kartelleşmeyi getirmişse, siyasi partileri de içine alarak aynı yapıya endekslemektedir. Başka bir ifadeyle ekonomik tekeller rakiplerini aşabilmek için siyasete de girmektedirler. Bu da neticede oligarşik bir yapıyı doğurmaktadır. Bu ise azınlık haklarının kaybolması demektir. Kısacası azınlığın haklarını zedeleyecek bir icraat çoğunluğa dayanılarak yapılabilecektir.

    Bir diğer problem de demokrasinin oluşmasında gerçek fail olan "halk"ın yanıltılabilmesidir. Basın ve propaganda halk kitlelerini kolayca yanıltabilir. Bunun örnekleri çok görülmüştür. Halk o zaman doğrudan yana tavır koymayabilir. Zaten sözünü ettiğimiz haksız rekabet ortamı halkın aldanma ve aldatılması faktörünü de içine alır. Bu durumdan hareketle Joseph A. Schumpeter, "Demokrasi halkın kendini yönettiği rejim değil, halkın tasvip ettiği rejimdir" der. Leslie Lipson’a göre bütün bu mahzurların giderilmesinde, bu problemlerin aşılmasında en kayda değer çare "tecrübe"dir. Toplum aldanacak, aldatılacak, fakat tecrübe kazanacaktır. Deneme-yanılma yoluyla doğruyu bulacak ve bir daha aynı hatayı tekrarlamayacaktır. Aslında uygulamada olan demokrasilerde basın ve propagandayı denetleyen, haksız rekabeti önlemeye çalışan mekanizmalar kurulmuştur.

    İktidarın çoğunluk sultasına dönüşmemesi için temel hak ve hürriyetleri koruma altına alan ve icrayı sınırlandıran anayasalar da mevcuttur. R. Aron’un da dediği gibi, "Anayasaya bağlı çoğulcu rejimler bütün politik rejimler gibi oligarşiktir. Ama demokrasi bilinen bütün rejimlerden daha az oligarşiktir." Winston Churchill de bu hakikati gizlemez; "Demokrasi en iyi yönetim şekli değildir, kötü tarafları en az olan yönetim şeklidir" der. Ayrıca sivil kurumlar yapmak, devlet yapmamak kaydıyla bir demokratik devletin benimsediği Anayasa, "insan hakları" ve "hukuk devleti" ilkeleri ile kendisini sınırlar. Çünkü "insan haklarına" dayalı olmayan hukuk devletleri, demokrasiyi kişilik hak ve özgürlüklerini gasbetmekte kullanmış olurlar. Başka bir ifadeyle demokrasi, kişilik hak ve hürriyetlerini gasbetmekte kullanılan bir aracın kurum halini alması demektir.

    Bazı düşünürlere göre, bu kurum şöyle oluşacaktır: Demokrasinin sağladığı hürriyet ortamı kavram kargaşasına sebep olduğu gibi, hürriyet ve hakların sınırını koruyamayan kişi ve kurumlar toplumda belli bir anarşiyi de doğuracaktır. Bu durumda devlet günlük toplum hayatının düzenli işleyebilmesi için teknik düzenleme ve müdahalelerde bulunacaktır. Devletin günlük hayata müdahaleleri ise statükoculuğu getirecektir. Yani devlet statükoyu korumaya yöneldiğinden eşitlik, hürriyet gibi demokratik hedefleri tehdit etmeye başlayacaktır. Tocqueville gibi bir düşünür böyle bir durumda devletin küçülmesi veya sınırlandırılmasının çare olma-yacağı görüşündedir. Ona göre etkin ve güçlü siyasal kurumlar gerekmektedir.

    Bir başka problem de halkın yürütmeyi denetleme imkânının hayli sınırlı olmasıdır. Meselâ, halk iktidara verdiği destekten vazgeçtiği zaman, seçim süresini beklemekten başka çaresi görülmemektedir. Demokrasilerde 4-5 yıl gibi olan bu süre zarfında halkın istemediği gelişmeler de olabilir. Bu problem bazı demokratik ülkelerde seçimleri yenileme yetkisini gündeme getirmiştir. Anayasada hükümeti fesih ve seçimleri yenileme yetkisi yine demokratik yollarla oluşmuş cumhurbaşkanlığı, başbakanlık gibi kurumlara verilebilmektedir.

    Devlet despotizmini önlemek için devlet ve sivil toplum alanlarında iktidar temellerini güçlendirecek mekanizmaların oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Bu ise demokra-sinin kendi kendini felç etmesi demektir. Burada çare, iktidarın çok sayıda ve çeşitli ellere dağıtılmasındadır. Bu da şu yollarla olacaktır:

    1. Kuvvetlerin ayrılması.

    2. Siyasal iktidarın sık el değiştirmesi

    3. Farklı eğilimlerde olan siyasal iktidarların sırayla gelmesi.

    4. Vatandaşların devlet mekanizmalarına katılması (jüri sistemi gibi).

    5. Sivil birliklerin varlığı.

    Diğer mekanizmalar zaten anlaşılır ve açık olduğu için burada sivil birlikler üzerinde duracağız. Sivil örgütler, demokratik bir toplumun "Olmazsa olmaz" şartıdır. Çok sayıda sivil birlik demokrasiyi gerçekleştirmek için zorunludur. Bu sivil birliklere Tocqueville, "toplumun bağımsız gözü" adını vermektedir. Çünkü kendilerine mahsus örgütlenme biçimleri olan bu birlikler devamlı birbirleriyle etkileşim halindedirler ve hak ve hürriyetlerini tehdit eden tehlikelere karşı devamlı uyanıktırlar. Bu şekilde varolan çok sayıda sivil birlik demokrasi için vazgeçilmez zorunlu unsurlardır. Şunlar örnek olarak gösterilebilir:

    1. Bilim ve edebiyat çevreleri.

    2. Okullar.

    3. Yayınevleri.

    4. Yurtlar.

    5. İmalat atölyeleri ve fabrikalar.

    6. Dini teşkilatlar.

    7. Belediyeler.

    8. Aile.41

    Tocqueville’in ifadesiyle, kişi hak ve hürriyetlerini muhafaza etme yolunda devletin yetki sınırlarını daraltan "toplumun bağımsız gözü," Bediüzzaman’ın Münazarat adlı eserinde de yerini almıştır. Kamuoyunu nurani bir sütuna benzeten Bediüzzaman, topluma ait gayret, hamiyet ve murakabenin daha kuvvetli ve tesirli olacağını öne sürer. Yöneticilerin gerek kabiliyet, gerekse çalışma açısından kifayetsiz kalmasının kaçınılmaz olduğunu kabul ederek, "Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder" formülünü ortaya koyar. Yani toplumun her bir ferdi kendi hak ve hürriyetlerini korumada aklıyla hareket ederek, fertleri kendi gayreti neticesinde bir kamuoyu murakabesinin meydana geleceğini söyler.42

    Demokrasinin uygulama esnasında ortaya çıkan problemlerinden biri de kemiyetin keyfiyete tercih edilmesidir. Bir başka ifadeyle hiçbir sıfat gözönüne alınmaksızın sandık başında herkesin eşit olması, demokrasinin bir problemidir. Yönetenlerin seçilmesinde sayı çoğunluğu önemli rol oynadığı gibi teşri mekanizmasının çalışması esnasında da önemli rol oynamaktadır. İlmî ve tecrübi açıdan yönetim konusunda bir derinliği olmayan kitleler yönetimde belirleyici rol üstlenmişlerdir. Bunu bir problem olarak kabul edenler demokrasiyi ideal olmayan, fakat halk desteğini sağlamış bir yönetim şekli olarak görürler. Demokrasiyi savunanlar toplumun iyi bir eğitim alması sonucu böyle bir problemin aşılacağını kabul etmektedirler. Bediüzzaman Said Nursî ise halkı zaten belli bir seviyede rasyonel olarak görmektedir. Yani toplum neyin ne olduğunu tam olarak anlayıp anlatamasa bile kendi kâr ve zararının farkındadır. Avamın gidişata ve neticeye bakarak iyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini ayırdedebileceğini kabul ederek, kendisine sorulan, "Nasıl anlayacağız, biz cahiliz" şeklindeki soruya, "Cahilsiniz, fakat akıllısınız" diye cevap vermiştir.43 Zira insan cahil olsa da aklını kullanarak birbirine benzeyen olayların sonuçlarına bakarak doğruyu bulabilir. Kaldı ki, teşri mekanizması sadece yönetimle ilgili kanunları yapacaktır, ekseriyetin oyları ile teşekkül eden yürütme ise bu kanunlar çerçevesinde icraatta bulunacaktır. Yönetimle ilgili teknik konularda meydana gelen problemler esasa taalluk etmeyen problemlerdir.

    Bediüzzaman ve demokrasi

    1908 yılında Meşrutiyetin ilanıyla birlikte parlamento ve anayasanın yeniden yürürlüğe girmesini Şeriat adına alkışlayarak sahip çıkan Bediüzzaman meşrutiyetin hakikatlerini "sarahaten ve zımnen ve iznen" dört mezhepten çıkarılacak hükümlere dayandırmanın mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Anayasa, meclis, kanun üstünlüğü, adalet, eşitlik gibi meşrutiyet çatısı altında toplanabilen bütün hakikatlerin ya açık hükümler halinde veya işari olarak veyahut izinle dört mezhebin bünyesinde yer aldığını; dolayısı ile meşrutiyeti "delail-i Şeriat" ile kabul eden Bediüzzaman, Şeriatin hakiki mesleğinin bu hakikatler olduğunu söyler. Böyle yapmaktaki maksadı İslam alimlerini istibdat taraftarı olarak kabul eden ve Şeriatı istibdada müsait zanneden zihniyetin bertaraf edilmesi idi. Alimler ve Şeriat böyle bir zan altında kalmaktan kurtarılmalıydı. Lakin bu zanna kuvvet verecek temayüller de yok değildi. Meşrutiyet görüntüsü altında ve hürriyet zemininde yeni bir istibdadın gelme ihtimali vardı. Bazı insanlar ortamdan istifade ile kendi maksatlarına meşrutiyeti alet etme peşinde idiler. Buna mani olmak ve yeni tip bir istibdadın önüne geçebilmek icin Bediüzzaman, Ayasofya’da bir nutuk irad ederek parlamenterleri "meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telkin ve öyle telakki" etmeleri yolunda uyarmıştır. Çünkü meşrutiyet uygulamalarının Şer’i olduğu ve Şeriat çerçevesinde kalınması gerektiği açıktır. Cahil fertler ve avam tabakası hürriyeti kayıtsızlık olarak anlarsa sefahat ve itaatsizliğe süriikleneceklerdir. Hürriyet Şeriatın adabı içinde yaşanmalıdır. Zaten hakiki hürriyet de başkalarının sınırlı olan hürriyetlerinden müteşekkilclir. Hürriyeti sınırsız yaşama uğruna kul olduğunu unutan fert, nefsin istibdat ve esareti altına girmiş olacaktır.44

    Bediüzzaman, dünyevi saadet, yani sosyal refah ve kalkınma için, kaçınılmaz bir şart olarak gördüğü o zamanın anayasal parlamenter rejimi olan meşrutiyeti "hakiki adalet ve meşveret-i Şer’iyyeden ibaret" olarak tarif etmiştir.45 Hakiki adaletin gercek­leşmesi için gerekli olan parlamento, Şeriatin iki ayetle emretmiş olduğu meşveretin bir tezahürü, kanun üstünlüğü ise bir diğer şarttır. Kanun önünde eşitlik olmaksızın adaletten söz etmek mümkün değildir.

    Bediüzzamana göre her zamanın bir modası vardır ve yönetimler bulundukları zamanın modasına, yaşadıkları toplumun o günkü yapısına uygun olarak ortaya çıkarlar. Buna göre, istibdadın hakim olduğu zamanlarda nokta-i istinat kuvvettir; "hakim, hissiyat ve cebr"dir. Meşrutiyet yönetiminde ise kuvvetin yerini hak, cebrin yerini muhabbet, hissiyatın yerini ise fikir almıştır. Meşrutiyet zamanlarının hakimi "hak, marifet, kanun ve efkar-ı amme"dir. Meşrutiyetin esaslarından olan parlamento, Şeriatin emrettiği meşveret olduğu gibi, efkar-ı amme (kamuoyu), çoğunluğun iradesi ve seçim gibi esaslar Şeriatin kaynaklarından olan "icma-i ümmet ve rey-i cumhur" esaslarına tam bir uygunluk arz etmektedir.

    Bediüzzaman Meşrutiyet yıllarında yazdığı eserlerinde meşrutiyeti Şeriat adına savunurken, "Şeriatin ve müsemma-i meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim" diyerek ismin değil, muhtevanın ve mananın önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Başka bir ifade ile meşrutiyet ismini taşıyan şey ile Şeriatin uygunluğunu iddia ederek ispatlamıştır. Bu tavır gerçekten dikkat edilmesi gereken bir tavırdır ve Bediüzzaman’ın bu tavrı "tebeddül-ü esma ile hakikat tebeddül etmez,46 ölçüsüne uy­gundur. Meşrutiyet bir isimdir, önemli olan onun hakikati, yani müsemmasıdır. Bu ölçüyü te’yiden yine Bediüzzaman bir makalesinde, "Umum makalatımdaki umum hakaikta nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i Şeriatle davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa zamanın ilcaatına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim" demektedir. Zamanın modasına göre libas giydirmek ve çatlayan yerleri yamalamak tabirleri bizi Bediüzzaman’ın "O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş,47 ve "cumhuriyet ve demokrat manasındaki meşrutiyet"48 ifadelerine götürmektedir. 1909’da gazetelerde neşrettiği makalelerini 50’li yıllarda yeniden neşrederken yaptığı düzeltmeler ve düştüğü dipnotlarında yer alan bu ifadeler, aynı ölçünün uygulanmasından başka birşey değildir. Zaten anayasal parlamenter sistemin o günkü ifadesi olan meşrutiyeti destekleyen Bediüzzaman, cumhuriyet zamanında çok partili demokratik hayata geçildiğinde Demokrat Partiyi destekleyerek, hem demokratik bir uygulama olan siyasal katılımda yerini almış, hem de nazari olarak demokratik parlamenter sistemin savunucusu olmuştur. "Elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder ki, ben eskiden beri cumhuriyetçiyim. Zira Hulefa-i Raşidin hem halife, hem de cumhurreisi idiler" şeklindeki ifade bu çizginin bir göstergesidir. 1935’de Eskişehir Mahkemesinde yaptığı müdafaada kullandığı bu ölçü 1911’de Münazarat adlı eserinde ortaya koyduğu ölçü ile de aynıdır. Meşrutiyet döneminde ortaya koyduğu esasların cumhuriyet döneminde de geçerli olduğu su götürmez bir hakikattir. Daha sonra sadece zamanın modasına göre bir elbise giydirilmiştir. Zaten eski eserlerini yeniden neşrederken "Nur Talebelerine bir ders-i içtimaidir" notunu düşmeyi ihmal etmemiştir.

    "Önemli olan isim değil ifade ettiği mana ve muhtevadır" gerçeğinden hareketle, Bediüzzaman’ın cumhuriyet öncesi yazdığı eserlerinde açıklığa kavuşan müsemma-yı Meşrutiyet ile Şeriatın uygunluğu demokrasiye Şeriatın uygunluğu olarak anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzaman’ın Meşrutiyet için yaptığı tarif ve açıklamalar bugünün yönetim biçimi olan demokrasiye uygulandığında hiçbir çelişki ve uyumsuzluk görülmemektedir. 1935’de Eskişehir Mahkemesi müdafaasında öne sürdüğü söz konusu iddiaya adeta 1911’de kendisine sorulan bir soru kaynak teşkil etmektedir: "Şimdiki meşrutiyet nerede, onların harekatı nerede, hilafet ve saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musafaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar vardır." Bediüzzaman cevabında hakikatlerin değişik şartlar ve farklı zamanlarda değişik isimler kazanmalannın mümkün olacağını vurgulayarak Meşrutiyeti kanun kuvveti olarak tarif ettikten sonra dört halife dönemi ile esaslı bir paralellik arz ettiğini ifade ediyor.49 Anayasal parlamenter rejimin veya diğer bir ifadeyle demokratik yönetim şeklinin Şeriata muhalif olduğu iddiasına ise "Ruh-u Meşrutiyet Şeriattandır" diyerek ruhu, yani mana ve muhtevayı öne çıkaran bir cevap veriyor. Bununla birlikte, zamanın hükmü olan "ilca-yı zaruret" yani zaruretin getirdiği ile teferruatta geçici olarak Şeriata muhalif uygulamaların da olabileceğini kabul ederek bu durumun "muvakkat" olacağını öne sürüyor. Böyle demokratik bir yönetim esnasında bütün yapılanların demokrasinin gereği olarak addedilmemesi lazım geldiğini ise onun "Meşrutiyet zamanında ne oldu ise Meşrutiyetten veya onun müsemmasından kaynaklanmadığı" şeklindeki tesbitinden çıkarmak mümkündür. Çünkü demokratik bir yönetimde meydana gelen birtakım bozukluk ve aksaklıkların demokrasiden kaynaklandığı iddia edilerek demokrasi veya onun müsemmasının mahkum edilmesi elbette adaletli değildir. Buradan hareketle denilebilir ki, demokrasinin uygulamalarında Şeriata uymayan teferruata ait hadiselerin gösterilmesi demokrasinin Şeriata uygun olmadığını ispat için yeterli değildir. Bediüzzaman’a göre Şeriata muhalif gibi görülen bu haller ilca-i zaruret ile ortaya çıkmış olabilir. Zaten "yeryüzünde hangi şey vardır ki, her cihetle Şeriata uygun olsun; hangi adam var ki bütün halleri Şeriata uysun." Öyleyse bir şahs-ı manevi olan hükümetin de tamamiyle masum olması beklenemez. Kusursuz bir yönetim ve hükümet Bediüzzaman’a göre hayalidir ve muhaldir. Ayrıca böyle haller zaruretten kaynaklanmışsa Şeriatın "zaruretler haramlan mübah kılar" kaidesince zaruretin gereğini uygulamak da vaciptir. Mesela; kangren olmuş bir parmak kesilmelidir.50 Bu konudaki bir diğer yaklaşım da hükümet ve parlamentonun işleyişi ile ilgilidir. Dinin zaruriyatı hükmünde olan değişmeyen ahkam, parlementonun teşri, yani yasama yetkisi dahilinde değildir. Meclis siyasi maslahatlar ve iktisadi politikalann gerekleri üzerine çalışacak ve yürütmeyle ilgili kanunlan yapacaktır.51 Kaldı ki meclisin veya hükümetin ilca-i zaruret ile yaptıklannın Şeriata uygun olmaması halinde yine endişeye gerek yoktur; çünkü "Şerlatın ancak binde biri siyasete taalluk eder. Siyasetteki bir ihmal ile Şeriat ihmal edilmiş olmaz. "52 Eğer yöneticilerin İslamiyeti yaşayıp yaşamamalanndan doğan bir endişe de yersizdir. Çünkü hükümet hizmetkardır; idare bir maharet ve sanattır; iş ve sanat konusundakişinin mahareti gözönüne alınmalı, günlük yaşantısı ölçü olmamalıdır; çünkü "Fasık bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık iken iyi saat yapabilir."53

    Anayasal parlamenter rejimin Şeriata uygun olmadığını iddia edenler, "Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler ancak zalimlerdir" ayetini delil olarak gösterdiklerinde ise Bediüzzaman’ın cevabı nettir: "Hükmetmemek, tasdik etmemek manasındadır."54 Sözkonusu iddiaya göre anayasa ve parlamentonun yaptığı kanunlar çerçevesinde icraat yapan hükümet Allah’ın indirdikleriyle hükmetmediği için Şeriata uymayan bir durum ortaya çıkmaktadır. Halbuki bu ayetlerin Yahudileri muhatap alarak onların o zamandaki bazı tavırlarını kastettiğini bilen, hükümlerin bazısının mutlak olmayıp mukayyet olduğunu, yani zaman ve şartlara göre yorumlanıp anlaşılması gerektiğini ve Kur’an’ın ıstılahınca "hükm"ün "tasdik" olduğunu bilen bütün müfessirler gibi Bediüzzaman da "hükmetme"yi inkar etmemek olarak almış ve "İmtisal etmemek inkar etmek değildir" düsturuyla durumu değerlendirmiştir. Demokratik bir rejimde diğer dinlere ve inançlara mensup olanlarla birlikte yaşamanın da Şeriata muhalif olmadığını izah eden Bediüzzaman, "Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmayınız" ayetiyle yasaklanan dostluğun "onların Yahudilik ve Nasraniyet cihetlerine ait" olduğunu vurgulayarak diğer dinlerin mensuplanyla yapılan ticaretler, anlaşmalar ve kurulan paktlann onların sanat, ticaret ve diğer sıfatlan ile ilgili olduğunu ifade eder. Kanunlar çerçevesinde onlarla birarada aynı toplumun içinde yaşamak sözü edilen ayetin hükmüne dahil değildir. Onlarla kurulan dostluklar ve münasebetler dinleri ve zatları için değil, sanatları ve sıfatları içindir. Çünkü bir kafirin bütün sıfatları kafır olmak gerekmez. Bir Müslüman diğer insanların güzel sıfatları ve sanatı için dostluklar kurabilir, münasebetler geliştirebilir. Zaten Şeriatın da gayr-i müslim kadınlarla evlenmeyi yasaklamamış olması bu ölçüye binaendir.55

    Sonuç: Meşrutiyeti şer’i deliller ile meşru kabul eden Bediüzzaman Said Nursi, Şeriat adına hürriyet ve meşrutiyeti müdafaa ederken, kendi ifadesi ile, "nam-ı mukaddes-i Şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle ila’ ve meşrutiyeti Şeriat kuvvetiyle ibka" etmeyi hedeflemiştir. Şimdiki ifade ile "Şeriatın mukaddes ismi meşrutiyetin kuvveti ile yükselecek ve meşrutiyet de Şeriat kuvveti ile ayakta duracak, varlığını devam ettirecektir." Bu hedefi bugünkü şartlara uygulayacak olursak, İslamiyet, demokratik yönetimlerin tatbik edildiği ortamda en yüksek mevkide yerini alacak ve onun yüceliği herkes tarafından kabul edilecektir. Mükemmel manadaki demokrasi de ancak İslamiyetin yaşandğı ortamda gerçekleşecek ve devam edecektir.

    Dipnotlar

    1. Orhan Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986, s. 87.

    2. Mourice Duverger, Siyasal Rejimler, Çev. Teoman Tunçdoğan, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1986, s. 17.

    3. Edward Mc Nall Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850-1950, Çev: A. Penel, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara 1984, s.17.

    4. Platon (Eflatun), Devlet, Çev. Sebahaddin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul 1992, s.241-248.

    5. M. Ali Kılıçbay, "Demokrasiye geçit vermeyen düşman kardeşler: dincilik ve laiklik," Türkiye Günlüğü, Sayı 29.

    6. M. Erdoğan, "Demokrası, laiklik, resmi ideoloji," Türkiye Günlüğü, Sayı 29.

    7. Ebu’l ala el-Mevdudi, İslam Anayasası, Çev. İhsan Toksarı, Nadir Yayınları, İstanbul 1969, s.34.

    8. a.g.e., s. 90.

    9. Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul 1991, s. 42-43.

    10. İslam Anayasası, s. 61.

    11. Ali Fuat Başgil, Anayasa Prensipleri, c. I , s. 63.

    12. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993, s. 59.

    13. a.g.e., s. 57.

    14. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 357.

    15. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993, s. 66.

    16. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Sözler Yayınevi, İstanbul 1959, c. II, s.127.

    17. Şualar, s. 243.

    18. Münazarat, s. 66.

    19. a.g e., s. 72.

    20. a.g.e., s.75-80.

    21. a.g.e., s. 41.

    22. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1944, s. 196.

    23. Münazarat, s. 41

    24. a.g.e., s. 40.

    25. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 67.

    26. Münazarat, s. 41-42.

    27. a.g.e., s. 23-27

    28. Tarihçe-i Hayat, s. 216.

    29. Münazarat, s. 66.

    30. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 494.

    31. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 35.

    32. a.g.e., s. 53-55.

    33. Julius Wellhousen, İslamiyetin İlk Devirlerinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, Çev.Fikret Işıltan, TTK Yayınları, Ankara 1989, s. 18-61.

    34. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşr., İstanbul 1993, s. 68

    35. Münazarat, s. 36.

    36. a.g.e., s. 42.

    37. a.g.e., s. 79.

    38. a.g.e, s. 80.

    39. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 24.

    40. Münazarat, s. 42.

    41. John Keane, Demokrasi ve Sivil Toplum, Çev. Necmi Erdoğan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1994, s. 81.

    42. Münazarat, s. 45.

    43. a.g.e., s. 50.

    44. Divan-ı Harb-i Örfi, ss. 12-16.

    45. a.g.e., s. 14.

    46. a.g.e., s. 29.

47. a.g.e., s. 49.

48. a.g.e., s. 53.

49. Münazarat, s. 38.

50. a.g.e., s. 39.

51. a.g.e., 5. 41.

52. a.g.e., 5. 53.

53. a.g.e., 5. 56.

54. a.g.e., 5. 124.

55. a.g.e., 55. 70-71.

 

Bibliyografya

1. Muhammet Ammara, İslâm Devleti , çev. Ahmet Karakulak, Salih Balık; Endülüs Yayınları, İstanbul 1991.

2. Ahmet Akgündüz, İslam Anayasası, Timaş Yayınları, İstanbul 1991.

3. Ali Bulaç, İslam ve Demokrasi, Beyan Yayınları. İstanbul 1993.

4. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993.

5. —————————-, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993.

6. —————————-, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993.

7. —————————-, Sünühat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993

8. —————————-, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994.

9. —————————-, Emirdag Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994.

10.  ————————–, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994

11. Ebu’l ala el-Mevdudi, Hilafet ve Saltanat , çev. Ali Genceli, Hilal Yayınları, İstanbul.

12. ————————, İslam Anayasası, çev. ihsan Toksarı, Nadir Yayınları, İstanbul 1969.

13. John Keane, Demokrasi ve Sivil Toplum, Çev. Necmi Erdoğan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1994.

14. Julius Wellhousen, İslamiyetin İlk Devirlerinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, Çev: Fikret Işıltan, T.T.K. Yayınları, Ankara 1989.

15. Mehmet Niyazi, İslam Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1990.

16. Mourice Duverger, Siyasal Rejimler, Çev. Teoman Tunçdoğan, Sosyal Yayınları, İstanbul 1986.

17. Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müslimler, M.Ü. İIahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1989.

18. Orhan Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986.

19. Platon (Eflatun), Devlet, Çev. S. Eyüboğlu ve M. A. Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul 1992.

20. Süleyman Demirel, İslam ve Demokrasi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1987.

21. Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul1991.

22. Türkiye Günlüğü, Sayı 29, Temmuz-Ağustos 1994, Ankara.