Köprü Anasayfa

Alevilik

"Bahar 98" 62. Sayı

  • Aleviliği Nasıl Anlamalı?

    Ahmet Yaşar Ocak

    Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

    Konuya girmeden evvel şu tesbiti yapmanın yararlı olduğunu düşünüyorum: Yaklaşık 1990’larda yükselişe geçen bu mesele on yıla yakın bir süredir Türkiye’de tartışılıp duruyor. Bu süre içerisinde hem Aleviler, hem Sünniler bu mesele üzerinde çok şey söylediler, söylüyorlar; çeşitli toplantılar, yayınlar yaptılar, yapıyorlar. Buna rağmen ben hem Aleviler’in hem de Sünniler’in bu meseleyi yeterli bir bilgi birikimi kılavuzluğunda ve doğru bir yaklaşımla, iki tarafın geleneksel önyargı ve ideolojik şartlanmaların bulaşığından, tepkisel tavırlarından arınmış bir biçimde ele aldığını söyleyemeyeceğim. Bunun böyle olmasını da bir dereceye kadar başlangıç için tabii karşılıyorum. Uzun yüzyıllar birbirine kapalı kalmış iki kesimin, birden bire soğukkanlı bir yaklaşımla birbirlerini tanımaya yanaşmalarını beklemek şüphesiz ki sosyoloji kurallarını bilmemek demek olur. Ancak aradan on yıla yakın bir süre geçtikten sonra artık bu tepkisel tavırların yavaş yavaş ortadan kalkması ve gerçekçi, bi-limsel bir zemine oturtulması gerekirdi. Oysa böyle bir durum hâlâ söz konusu değil.

    Normalde böyle bir durumda taraflara soğukkanlı bir yaklaşım telkin edip yol gösteren bilim çevreleri olmak gerekir. Ama Türkiye’de bilim çevreleri—Türkiye için hayati önemi haiz daha pek çok konuda olduğu gibi—hem bilgi birikiminden yoksun, hem de genellikle resmi ideolojiye bitişik bulunduğu için üzerlerine düşen rolü oynayamadılar. Bu role soyunanların çoğu, Aleviliği anlamak yerine, çarçabuk edinilmiş yüzeysel bilgi ve yarım yamalak gözlemlere dayanarak, genelde devletin veya tarafların kendi beklentileri doğrultusunda uygun cevaplar bulmaya yönelik niteliksiz iddialar, tahliller ve yorumlarla ortaya atıldılar. Oysa Alevilik gibi çok karmaşık bir meseleyi anlayabilmenin her şeyden evvel uzun bir bilgi ve gözlem birikimi istediği bugün çok daha açık bir biçimde ortada duruyor. Sonuçta geçen on yıla yakın süre içinde başlanılan noktadan öteye gidilemedi. Aleviler kendilerini çağdaş kavramlarla propaganda etmenin, Sünniler ise onları dolaylı ve dolaysız yoldan, “doğru inanca” çekme veya yargılama gayretinin dışında hiçbir şey yapmadılar. Taraflarca yapılan yayınlar—çok azı hariç—hâlâ bu çizginin dışına çıkmış değil. Bu arada Aleviliğin “İslam’ın içinde mi yoksa dışında mı olduğu” gibi, kanaatimce tamamiyle lüzumsuz ve faydasız, üstelik tehlikeli bir tartışma başlatılarak Aleviliğin anlaşılması önlendi. Bu katkıyı sağlamaya çalışanlar ise ya ciddiye alınmadılar veya çeşitli yaftalarla damgalandılar. Şimdi bu açmazdan çıkmak, Aleviliği, dolaylı yollarla onun gerçek İslam çizgisinde olmadığını ihsas eden, bulunduğu çizgiyi terk edip doğru çizgiye getirilmesini amaçlayan sorularla zaman kaybetmek yerine, onu anlamaya çalışmanın zamanı olduğunu düşünüyorum.

    Kanaatimce—Aleviler’i Sünni inanca yönlendirme amacını taşıdığı için daha çok Sünni kesim tarafından ısrarla üzerinde durulan—“Aleviliğin İslam inincının neresinde olduğu?” sorusu bugünkü durumda Türkiye’de Aleviliğin ne olduğunu anlamaya en ufak bir katkı getirmeyeceği gibi, aksine bilgisiz ve yeteneksiz, hatta daha korkutucusu, kötü niyetli ağızlarda çok tehlikeli tartışmaların doğmasına, birbirine yaklaşmak yerine, iki tarafın keskin tavırlar içerisine girmesine yol açacağına kesin nazarıyla bakılmalıdır. Böyle bir yaklaşım, tarafları zaten manipüle eden ve etmekte olanlara bekledikleri fırsatı yaratır. Bu itibarla konuyu bu noktadan almak tamamiyle yanlıştır. Üstelik bu yaklaşım, Aleviliği kendi tarihsel ve kültürel şartları içinde, kendi kavramları ve kendi mantığıyla anlamaya çalışmak yerine, Sünni mantık ve kavramlarla anlamaya çalışma gibi yanlış bir sonucu, dolayısıyla Aleviliği hiç anlamama sonucunu doğuracağı için de anlamsız bir yaklaşımdır.

    O halde nasıl hareket etmelidir? Daha önce de çeşitli yerlerde sözlü veya yazılı olarak pek çok defalar ifade etmeye çelıştığım gibi, bugünkü durumuna bakıp Aleviliği Şiilik ve dolayısıyla Ehl-i Beytle ilişki noktasında ele alarak “ileri derecede bir Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbeti” şeklinde algılamak kadar tarihsel sürece ters düşen bir yaklaşım olamaz. Kanaatimce Aleviliği doğru anlamanın tek yolu, Aleviliğin tarihini başlangıçtan bu güne uzanan bir süreç içinde Safevi öncesi ve Safevi sonrası olarak iki planda ele alarak incelemektir. Birinci dönem İslam’ın Orta Asya’da çeşitli Türk zümreleri arasında yayılmaya başladığı tarihten (X. Yüzyıl) XV. Yüzyıl sonlarına kadar gelir. Bu tarih-ten itibaren Anadolu’ya gelinceye kadar olan süre içinde algılayış ve anlaşılış biçimlerini, bu algılamayı yapan zümrelerin toplumsal yapılarıyla ilişkilendirerek sos-yolojik ve tarihsel perspektif çerçevesinde gözlemlemek gerekir. Bu süreç ise bizi, İslam’ın kitabî yorumuyla pek çok yerde örtüşmeyen, daha çok eski inançlar ve geleneklerin hakimiyetinde yüzeysel bir İslam anlayışından ibaret bir çeşit İslam heterodisisi gerçeği ile karşı karşıya bırakır.

    Safevi propagandası, aslında Oniki İmam Şiiliğindeki bilinen bir takım unsurları alarak merkezinde Hz. Ali’nin bulunduğu bir teoloji halinde, işte bu temelin üzerine aşılamak suretiyle Aleviliği (ama asıl tarihsel adıyla Kızılbaşlığı) bugün bildiğimiz haline getirdi. Bu teolojinin temelinde, XV. Yüzyıldan bu yana söylenegelen nefeslerin çok açık seçik ortaya koyduğu üzere, Muhyiddin-i Arabi tarzı bir Vahdet-i Vücut anlayışından ötede, Hallac-ı Mansur tarzı panteist bir Tanrı inancı yatar. Böylece Türkiye’de daha XIII. Yüzyıldan beri var olan heterodoks İslam anlayışı, XVI. Yüzyılda, ne Sünniliğe ne de On İki İmam Şiiliğine benzemeyen başka bir ifadeyle ortodoks olmayan (heterodoks) bir İslam mezhebi haline gelmiş oldu ve bugüne kadar geldi. Burada “mezhep” kelimesini dar anlamda klasik bir kelam veya fıkıh terimi olarak değil, daha çok sosyolojik anlamıyla sekt (secte) yerine kullanıyorum. Alevilik gerçekten de bir sekttir. Bu olay Türkiye topraklarına mahsustur ve Balkan Aleviliği de bunun—bazı yerel özellikler kazanmış—bir uzantısıdır. Bu Alevilik, daha doğrusu Kızılbaşlık, ne İran Şiiliğine, ne de Hatay (yahut Suriye) Ale-viliği diye de bilinen Nusayrilik’e benzer.

    Genellikle Türkiye’de resmi ideolojiye yakın bir takım Sünni—ve hatta bazı Sünniliğe yakın Alevi—akademisyen ve araştırmacıların kabule yanaşmadıkları bu perspektif, bugün bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu ilmen en geçerli perspektiftir.

    Burada meseleyi böyle görmek istemeyen—genelde bu konuda yüzeysel bir takım bilgilere ve gözlemlere sahip—söz konusu çevrelere şu soruyu sormak gereki-yor: Aleviliğin Sünnilikten farklı olduğu, ayrıca bilinen klasik On İki İmam Şiiliğiyle—çok yüzeysel bir benzerlik hariç—en ufak ilgisi bulunmadığı açık seçik ortada bulunduğuna göre, Alevilik bir takım Türk zümreleri içinde oluşmuş (şartları ve özellikleri ehlince malum) bir İslam heterodoksisi değilse nedir? Bahsettiğim kesim bu sorunun cevabını bu güne kadar veremediği gibi, bundan sonra da veremiyecektir.

    Ben, işte kısaca—ve bu sebeple mecburen çok konsantre bir şekilde—yukarıda açıklamaya çalıştığım yaklaşımla Alevilik olgusunu bu sağlam tarihsel perspektif ışığında dünden bugüne getirerek anlamaya çalışmalıdır. Bu tarihsel arkaplanın sağlam bir şekilde kavranmaması, Aleviliğin bu gününün anlaşılmasını engeller. Çünkü Alevilik bu tarihsel arkaplanın ürünüdür. Bu arkaplanı yeterince anlamadan Aleviliğin bu günkü durumu üzerine yazıp çizenlerin, spekülasyon üretmekten başka bir kazançları olacağını sanmıyorum.