Köprü Anasayfa

Evrensel Barışa Çağrı

"Bahar 2003" 82. Sayı

  • Dünya Barışı İçin Yeni Bir Tarih Tasavvuru Zarureti ve Hodgson’ın Katkıları

    Nazmi Eroğlu

    Araştırmacı-yazar

    "Bu yerliler, dünyanın en iyi, en nazik insanları…
    kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar.
    Komşularını kendileri kadar seviyorlar.
    Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur.
    Her zaman gülüyorlar…
    Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur.
    Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine
    kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz."
    —Kristof Kolomb

    Giriş

    Dünyaya gelen ilk insanlardan itibaren fertler ve toplumlar sürekli birbiriyle ilişkiler içinde olmuşlardır. Bu ilişkiler, en iptidaî halden en gelişmiş ve karmaşık hale kadar hemen hemen aynı temelden hareketle meydana gelmiştir ve gelmektedir. Bunlar, barış ve çatışma gibi iki zıt anlayışın arasında çeşitli tonlarda kendini göstermektedir. Esasında bu, fıtrat kanununun da bir gereğidir. Zira kâinat zıtlarla kaimdir ve bununla bir bütünlük arz etmektedir; yani, karanlık-aydınlık, soğuk-sıcak; iyilik-kötülük… Ve nihayet, zıtların mücadele halinde olması, gelişmenin, olgunlaşmanın veya tam tersine gerilemenin (alçalmanın) sebebi olduğu bilinmektedir. Bu anlayış genellikle bütün eski çağ toplumlarının düşünce ve inanış temelinde de mevcuttur. Çin, Eski İran ve hatta Yunan düşüncesinden anlaşıldığına göre zıtlıklar kâinatın, dünyanın ve hayatın temelini oluştururlar.

    Vahiy temelli inançlara göre, özellikle İslâm inancına göre, dünya bir misafirhanedir ve burada yaşanan hemen her olayın ahirette bir karşılığı olacaktır. Dolayısıyla, iyilik ve kötülüğün nihaî olarak hesabının görüleceği bir dönemin geleceği mukadderdir ve bunun kâinat içinde meydana gelen zaman akışının durmasını müteakip olacağı düşünülmektedir (yani zerre kadar iyilik ve kötülük yapanlar mutlaka karşılığını görecektir). Bunun için inanan insan barışçıl olmak durumundadır ve bu bağlamda zanla hareket etmemekle yükümlüdür.

    Bununla beraber, toplumlar arasındaki ilişkilerde barış esas alındığı gibi, çatışmaların, anlaşmazlıkların da yoğun olduğu bir gerçektir. Ancak, çatışma ve savaş başlı başına kötü bir hadisedir. Çatışmaya ve hatta savaşa maruz kalan bir toplum açısından bu böyledir. Zaferle taçlansa dahi o toplum için savaş ve çatışma birçok kayıplara sebep olabilmektedir. Bundan dolayıdır ki, "selâmet sulhtadır" denmiştir. Ancak, bir toplumun veya şahsın maruz kaldığı veya muhatap olduğu bu kötü durumun arkasından felaketler gelebileceği gibi, müspet anlamda yeni bir değişim ve dönüşüm de kendini gösterebilir. Bu ise olayın hikmet tarafı olsa gerektir. Barışı korumak için savaşa hazırlık, son savaş… gibi ifadeler bu sonuçları elde etme veya istismar etmenin gerekçesi olarak da karşımıza çıkmaktadır. İki yönü olan bu düşünce ve hareket tarzının ayırt edici en önemli -görülmeyen ancak hissedilebilen- unsuru insanların taşıdığı niyetle ortaya çıkmaktadır. İnsanların ve toplumların arasındaki ilişkilerin özünü oluşturan niyetin şekillenmesinde hukukîlik ve meşruiyet temelinden hareket etme gayesi ve endişesi en önemli göstergelerdir.

    Diğer taraftan, insanlar arasındaki ilişkilerden önce, olayın fert bazında başka bir boyutu da vardır. O da insanın içiyle barışık olması veya olmaması durumudur. İnsanın iç dünyasındaki çatışma veya huzurlu hali o insanın esas kimliğini oluşturmaktadır. Bunun üzerine bina edilen kimlikler bu yapıya uyduğu oranda ya mecazi, ya da hakiki olarak ortaya çıkarlar. Bu da insanların ilişkilerindeki safiyetini veya riyakarlığını gösterir. Yani iç dünyasıyla barışık olan bir insanın dışa vurduğu sevgi, saygı, dostluk ve yardımlaşma temelli davranışları onun tabii halini; şu veya bu sebepten dolayı buna uygun düşmeyen bir davranışı onun mecazi halini ortaya koymaktadır. Kişiliği bunun tam tersine oluşan bir insanda sevgi, saygı ve dostluk gibi barışçıl davranışlar riyakâr halini, kötülük, nefret… gibi davranışları da onun hakiki veçhesini göstermektedir. Bunu bir yönüyle toplumlara ve milletlere de teşmil etmek mümkündür.

    İnsanın, diğer canlılarla olan ilişkisi, eşyaya bakışı da önemli bir kişilik yönünü ortaya koymaktadır. Dünyanın nimetlerini kullanış biçimi, onlardan istifade yöntemleri iç dünyasının şekillenmesine paralel olarak ortaya çıkmaktadır.

    XXI. Yüzyıla Kalan Miras

    XXI. yüzyılın başlarında bulunduğumuz şu günlerde, dünya barışı, yani halkların ve toplumların huzur ve güven içinde bulunması, insanların fert olarak özgürlüğünü teneffüs edebileceği bir ortamda yaşayabilmesi hususunda ne kadar ümitli olunabilir? Canlılar bir kez dünyaya geliyorlar ve burada yaşayacakları mahdut bir ömrün neticesinde göçüp gidecekler. Bu geçici hayatın en önemli varlığı olan ve eşref-i mahlukat olarak yaratılan her insan, kendi huzur ve saadetinin başkasının huzur ve saadetine bağlı olduğu gerçeğini ne derece anlamıştır? "Başkasına ne olursa olsun bana ne" gibi bir düşünce ne zamana kadar hakim olacaktır? Bu sualler dünya barışı için hayatî mahiyettedir ve herhalde tatmin edici bir karşılığı da yoktur.

    XX. yüzyıldan XXI. yüzyıla geçtiğimiz şu zamandan maziye bakıldığında, adeta müstakbelin ayak izlerini görmekteyiz. Örneğin, son yüzyılda eski çağların bütün vahşetini gölgede bırakacak derecede olaylarla karşılaştı Âdemoğlu… ve milyonlarca insanın sapkın ideolojiler ve hakim zümrelerin menfaatleri doğrultusunda ziyan edildiği bilinmektedir. Bu dehşetengiz zulüm dalgasını ortadan kaldırmak iddiasıyla meydana gelen her teşebbüs, ya kaynağında bitirilmiş, ya da yalancı bir kurtuluşun (yani fecri sadık yerine fecri kâzib) serabı içinde kaybolup gitmiştir. XX. yüzyılı geride bıraktığımız şu birkaç yıl içinde dahi, bir kısım toplumlar daha büyük vahşetle yüz yüze gelmektedirler: Ülkeler bir bir yakılıp yıkılırken, -öyle ki, kültürel varlıkları, yani geçmişleri ağır bombardımanlar altında küle çevrilirken- galipler tarafından "ebedî adalet"in geldiğine dair müjdeler verilmesi dikkate şayandır. Bütün bu yanlışlıklar, yanlış bilinçlenme ve yanlış bir dünya tasavvurundan kaynaklandığı gibi; maneviyatsızlıktan, insanlara karşı olan sevgisizlikten de kaynaklanmaktadır.

    “Ülkelerin çıkarları vardır; dostlukları bununla kaimdir” şeklindeki -büyük ölçüde zulmün felsefesini ortaya koyan- ibareleri şu sıralar sık sık duymuşuzdur. Bu, siyasetin ve insanî ilişkilerin tamamen menfaate indirgenmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak, dünya yaşlandıkça -insan misali- millî enaniyetlerin kuvvet bulduğu bir ortamda "sulh-u umumiyi" temin etmenin zorluğu da ortaya çıkmaktadır. Kendi dışındaki dünyayla hak-hukuk bir tarafa bırakılarak sadece menfaat ekseninde ilişki kurma düşüncesi, bilindiği üzere canavar misali insanlar meydana getirmektedir. Bu insanlardan bir kısmının dahi önemli mevkilerde bulunması hayatı cehenneme çevirmektedir. Bu gelişmeler, insanları menfaatleri uğrunda karınca gibi gören -Yunan-ı Kadim tanrıları misali- bazı zümrelerin, ellerindeki güçlü enstrümanlarıyla uyguladığı politikalar sonucu ortaya çıkmaktadır. Hasılı, dünyalıların bu gidişattan kendilerini kurtararak Rahmanî yola avdet etmeleri gerekmektedir.

    Dünya Barışı İçin HakimTasavvurun Değişmesi Gereği

    İnsanlığa karşı yapılan ve hâlâ devam eden haince suikastlardan, ilkel davranışlardan fertleri ve toplumları kurtarmanın çareleri nelerdir?

    Bunun çaresi, yanlış bilinçlenme, yanlış yetişme ve yanlış dünya tasavvurlarının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Başta üç yüz yıldır hakim konumda olan Batı medeniyetinin içinde yetişen ilim ve siyaset adamlarıyla kanaat önderlerine iş düşmektedir. Zira, Batı medeniyetinin dışında yer alan toplumlara yönelik bakış açıları yanlışlarla doludur. Bu zümreler hem kendi medeniyet çizgisinde hayatiyetini sürdüren toplumları, hem de kendilerine rakip seçtikleri toplumları aldatmaktadırlar. Bu yanlış tasavvurların hedefinde büyük ölçüde İslam toplumları ve İslam medeniyetinin yer alması dünya barışının geleceği açısından çok büyük bir açmazdır.

    Barış ve diyalogdan, alışverişten ve dayanışmadan uzak bir şekilde oluşturulan bu anlayış ve davranış kalıpları, -insan fıtratına ters düşen sömürgeci politikalarını gerçekleştirmek için- toplumları sindirme, kültürlerini ve medeniyetlerini tahrip etme biçiminde kendini göstermektedir. Buna rağmen tasarladıkları sistemlerle suretihaktan görünebilmektedirler. Zira, dünya kurulalı beri insanların ortak malı olarak meydana gelen müspet birikimler, daha ziyade bir medeniyete mal edilmektedir; yani, beşerin bütün bu hasenatı Batının rengine bürünmektedir. Bu yapılırken bilim, özellikle tarih ilmi -bilerek veya bilmeyerek- araç olarak kullanılmaktadır. Halbuki tarih yorumu ve inşası toplumları etkileyen en önemli alanların başında gelmektedir ve bundan dolayı oluşan yanlış kanaatlerin düzeltilmesi hayli zaman almaktadır. Bu bakımdan, geçmişte meydana gelen iktisadî, siyasî ve sosyal olayların doğru bir şekilde anlaşılması için tarih ilminin usulüne uygun olarak ortaya konulması gerekir. Bu, insanların doğruyu öğrenme, hatta kendini ve toplumunu gerçek boyutlarıyla tanıma hakkı olarak da düşünülmelidir. Zira, tarihî olayların yanlı ve egosantrik bir şekilde ele alınması, imtiyazlı toplumlar ve zümreler vücuda getirmektedir. Yani, hem dünya milletleri arasında, hem de milletlerin kendi içinde efendiler ve köleler zihniyetinde bir tabakalaşma meydana getirmektedir.

    Diğer taraftan, meydana getirilen tarih tasavvuru ve bunun üzerine bina edilen tarih incelemeleri, hem ülke içindeki barışı hem de dünya barışını etkilemektedir. Yalanlarla şişirilen tarih kitapları toplumları ve çeşitli zümreleri birbirlerine karşı şartlandırmakta; böylece, insanların enerjileri ziyan olmaktadır. Ayrıca ideolojik ağırlıklı bir tarih tasavvurunun gölgesinde değerlendirilmeye tabi tutulan vesikalar veya tarihî malzemelerin sahihliği de önemini bir noktadan sonra kaybetmektedir. Tarih araştırmalarının bu şekildeki tasavvurlardan arınmış olması halinde, yanlış malzeme dahi bir noktadan sonra doğruların ortaya çıkmasına mâni olamamaktadır.

    Hodgson’ınBatı Tarihçiliğine İtirazları

    Büyük ölçüde şarkiyatçılıktan (orientalism) kaynaklanan bu yanlış tasavvurlara karşı bazı Batılı düşünürler tavır almakta ve dikkat çekmektedirler. Bunlardan biri, Marshall Goodwin Simms Hodgson’dır.1 Konuyla ilgili eseri Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek (Rethinking World History, Essays on Europe, İslam and World History)2 adını taşımaktadır.

    Hodgson, farklı bir paradigma çerçevesinde ve önemli tarihî çalışmaların hız kazandığı bir dönemde, kendi paradigmasını ortaya koymayı başarmıştır. Edmund Burke’nin de belirttiği üzere, yakın bir dönemde "medeniyet çalışmaları paradigmasında kökleşmiş bulunan akademik bir gelenek hem içeriden, hem de dışarıdan meydan okumalarla karşılaştı. Yeni bir küresel (karşılıklı) bağımlılık anlayışının yanı sıra, Batı’yı insanlığın kalanının üzerinde imtiyazlı bir konuma yerleştirmiş olan ahlaki olağandışılık anlayışının da çöküşünün bir neticesi olarak tarihçiler ilgi alanlarını genişlettiler." Buna göre, güçsüz toplumların güçlü toplumlar etrafında "eklenme"si biçiminde yeni bir düşünme tarzı meydana geldi. Böylece, kapitalizmin oluşumu ve yükselişiyle meydana gelen dünya ekonomisinin düzenleyici etkisi ön plana çıkarıldı. Marksizm’den etkilenen bu düşünce tarzıyla tarihî olaylar yeniden ve farklı bir biçimde yorumlanmaya başlandı.

    William McNeill’in "antropolojiden alınan kültürel yayılma kavramı üzerinde oturan dünya tarihi" düşüncesi "modernliğin doğuşunu insanlık tarihinin bütününün çerçevesi içine yerleştirir. Bu, nispeten insanlık tarihinin her dönemini kendi şartları içinde değerlendirme ve daha az Avrupa merkezli perspektifle yaklaşma imkanı tanımaktadır… Gerçekten hem Marksistler, hem de McNeill’in takipçileri için insanlık tarihinde Avrupa’nın ve küresel zaman perspektifinde modernliğin yeri proplematik bir alan olarak kalmaktadır. İşte tam bu noktada, Marshall G. S. Hodgson’ın katkısından bahsedilebilir."3

    Batı medeniyetini de derinlemesine inceleyen Hodgson, klasik şarkiyatçıların düşündüğünün aksine, İslam medeniyetini Orta Doğu tarihi perspektifi yerine dünya tarihi içine yerleştirir. Eserinde yer alan makalelerin muhtevası incelendiğinde, konular kapsamlı bir şekilde ele alınmaktadır. Bunları ana hatlarıyla şu şekilde toparlayabiliriz: Tarihte toplumların ilişkileri, haritacılığın Batı merkezli bir anlayışla dizayn edilmesi, dünya tarihi, Batı’daki dönüşüm, medeniyet incelemeleri ve tarih usulü, dünya tarihi tasavvurundaki sapmalar, dünya tarihinde İslâm’ın rolü, modernlik ve İslâm’ın mirası, tarih ilminin kendine mahsus hassasiyetleri…

    Hodgson, Batı medeniyeti kavramının, Batı Avrupa’nın insanlığın kalanına kültürel ve ahlaki bakımdan üstünlüğü hissine dayandırıldığına dikkat çeker. Ancak, o bu görüşte değildir. Ona göre, İslâm medeniyeti Batı medeniyetine yakın bir medeniyettir ve hatta kardeşidir. Zira dini ve düşünce yönüyle aynı köklere dayanmaktadırlar. Aynı zamanda birçok benzerlikleri de mevcuttur. Bu bakımdan İslam medeniyeti dünya tarihi içinde ele alındığında Avrupa tarihi de yeniden ele alınıp incelenmesi gerekecektir. Böylece Avrupa tarihi de dünya tarihi içinde ele alındığından olağandışılığı zamanla ortadan kalkacak, gerçek boyutlarına daha yakın bir şekilde anlaşılabilecektir.

    Hodgson, "Tarihte Toplumların Karşılıklı İlişkileri" başlığı altında dile getirdiği görüşlerinde, dünya tarihini Avrupa merkezli tarih ve medeniyet tasavvurundan farklı bir şekilde yorumlamıştır. Ona göre, büyük oranda medeniyetlerin menşei Asya’da olması sebebiyle, medeniyet tarihi incelemelerinde bu nokta daha ziyade nazar-ı itibara alınmalıdır. Zira, Afro-Avrasya’da tarıma dayalı bir ekonominin üzerinde gelişen şehirleşmiş toplumların birbirleriyle ilişkilerini ortaya çıkaran bağın daha ziyade Asya’dan çıktığını düşünmektedir. Batı Avrupa, diğer büyük Afro-Asya medeniyetlerinin kültürel seviyesine ancak XVI. yüzyılda ulaşabilmiştir. Bundan dolayı, "tarihte bölgeler arası yarımküre ölçeğinde bir yaklaşım Batıyı tarihin merkezine yerleştiren yaklaşımlardan daha üstündür."

    Coğrafî İlimlerde YapılanYanlışlıklar

    Hodgson, ön kabullerden hareket etmeden, Batılıların tarihe bakışını sorgulamaktadır. Buna coğrafî anlayışı da eklemektedir. Ve coğrafi bakış açısında meydana gelen arızaların insanları ne şekilde yanılttığının üzerinde durmaktadır. Evvela bu yanlışların giderilmesine inanmaktadır. Zira Marcator projeksiyona göre çizilen haritaların Avrupa’yı olduğundan daha büyük gösterdiği bilinmektedir. Onun deyimiyle, "haritalarla ilgilenmek önemsiz gibi görülebilir fakat bu daha temel durumların bir paradigmasını sunacaktır. Çünkü haritalarda bile hislerimizi anlatmanın yollarını bulmuşuzdur."

    Bu, dünyanın kıtalara bölünmesindeki yanlı tutumda kendini göstermektedir: Avrupa, Hindistan’dan biraz daha büyük olmasına rağmen kıta olarak kabul edilmiştir. Fakat ne Hindistan, ne de Güneydoğu Asya, büyüklüklerine rağmen kıta olarak kabul edilmemiştir. Halbuki burada yaşayan halkların yoğunluğu ve karanın büyüklüğü bakımından; hatta, medeniyetin menşeî noktasından Avrupa’dan eksiği olmadığı gibi, birçok noktada da ilerde olduğu bilinmektedir. Ancak, tabiî büyüklüğüne uymayan bir konumda değerlendirilmesi hayli ilgi çekicidir. Ayrıca, iş bu kadarla bitmiyor; yazarın deyimiyle, "Mercator projeksiyonuna dayalı dünya haritalarımız da Batılı dünya tasavvurumuzla ilgili olarak hemen hemen aynı şeyi yapmıştır." Bu sayede Hindistan, Endonezya ve bütün Afrika daha küçük algılanmaktadır.4

    Denizciliğe elverişli olduğu söylenen bu projeksiyonun, yaygın olarak kullanılmasının Avrupalılar için önemli gayeleri bulunmaktadır. Ayrıca, Avrupalıların gururu okşanmaktadır; yazarın deyimiyle, "bu bizim önyargılarımızı pekiştirmekte, benliklerimizi pohpohlamaktadır." Bu projeksiyon sayesinde Avrupa’da İsveç ne şekilde algılanıyorsa, Asya’da Hindistan da benzer şekilde algılanmaktadır. "Ve böyle bir dünya haritasında Avrupa’daki sayısız detayları, bizim için meşhur olan nehir ve kasabaları göstermek mümkün olmasına karşın sözgelimi Hindistan ve Endonezya, ilk planda en göze çarpan hatlarla… genellikle hepimizin işittiği özelliklerle çok çabuk dolduruluvermektedir."

    Tarihi Yeniden Yorumlama Gereği

    Hodgson, dünya tarihi yazımında büyük etkinliğe sahip olan Batılı tarihçilerin, "tarihin ana akış istikameti"nin bütün bölgelerini zaman zaman Batı ile özdeşleştirmelerinin yanlışlığına dikkat çeker. Bizans Yunanistan’ı daha ziyade Doğu içinde mütalaa edilmesine rağmen, Antik Yunanistan, Batı kültürü ve medeniyetinin menşei olarak ele alınmıştır. İslam medeniyeti de bu bağlamda Doğuludur, ancak ilim ve medeniyet meşalesinin burada parlaması geçici bir hadise olarak görülür ve esas sahibi olan Batıya teslim edilmesiyle görevini tamamlamış sayılır. Ayrıca, Hindistan, Çin ve Japonya, kadim medeniyetlere sahip olmalarına rağmen, "tarihin ana damarından veya esas akış istikametinden" ayrı tutulmuşlardır; zira Batı Avrupa’ya daha az katkıda bulunmuşlardır.

    Bu bakış açısı, "klasik bir ırk merkezli ikilem inşa etmemize izin verir": Batı ve Doğu, Grekler ve Barbarlar… Böylece, "tarihin ana akış istikameti" bütünüyle Batıyı ihtiva ettiği düşünülmekte ve buna göre Doğu statik olarak görülüp, tecrit edilmektedir.

    Hodgson, medeniyetlerin köklerine inildikçe ve kültürler incelendikçe Afro-Avrasya tarih bütünü içinde keskin sınırlar çizmenin imkansız olduğunu belirtmektedir. Ancak buna rağmen tarihçilerin mütemadiyen bu nevi keskin sınırlar çizdiklerini de yazmaktadır. Ona göre, "yazılı kültür İndus, Dicle-Fırat ve Nil vadileri ve muhtemelen bir ölçüde daha sonra Huang-Ho ve Girit gibi diğer daha az müstakil yerlerde hemen hemen aynı zamanda, fakat farklı biçimlerde -genellikle şehirli olmakla- birlikte ortaya çıktı." İktisadi-siyasi ilişkiler sonucunda zamanla bu birikimler çevre bölgelere yayılmıştır. Dünya üzerinde bu tür kümelenmeler beşeri hayatın gelişmesi bakımından önemlidir. Ancak pek çok tarihçi, sanat, edebiyat, din vs. gibi konulara ilgi duyarken, ilgilendikleri konulara istisnai roller atfederek pek çok yanlış yorumlara sapmışlardır. Yazarın deyimiyle "onlar bu söz konusu yazılı gelenekleri tarihsel dünyalara dönüştürerek hak etmedikleri ölçüde mutlaklaştırmışlardır."

    Diğer taraftan, orta dönemler İslam tarihi, -budanmış bir Avrupa versiyonu yerine- dünya tarihi içinde yeniden ele alınıp incelenmesi gerekir. Zira, İslamiyet geldikten sonra kısa zamanda dinamik ve kendi içinde tutarlı bir sistem kurmayı başarmıştır. Kendine ait kuşatıcı ve kapsamlı bir hukuk sistemi ortaya koyduğu bir süreçte "Hıristiyan cemaatlerin putperest Roma hukukunu devraldıkları" bilinmektedir.

    İslam ve Modernlik Meselesi

    Hodgson, İslam ve Modernlik ekseninde meydana gelen sorunların üzerinde çeşitli vesilelerle durmaktadır. Buna göre evvela, 1500’ler sonrası oluşan modern tarihin içinde Avrupa’nın yerinin tekrar gözden geçirilmesi gerektiğine inanmaktadır. Zira, bu dönemde meydana gelen baş döndürücü gelişmeler bir çok tarihçiyi etkilemiş ve Batı’ya has mucizevî mânâlar yüklenmiştir. Hodgson ise, tarihin bir çok alanında yaptığı araştırmalar ve özellikle İslam tarihinde uzmanlaşması sonucunda, Batı merkezli yapılan kalıplaşmış tarih yorumlarının etkisinden kendini kurtarmıştır. Bu sayede modernlik görüşünde Batı olağandışılığından kısmen arınmıştır.

    Yazar, Modernliğin Batılılaşmayla karıştırılmaması gerektiğine inanmaktadır. Ona göre, Modernleşme küresel bir süreçtir ve bunun Batı Avrupa eksenine indirgenmesi yanlıştır. Batı Avrupa’da yaşayan toplumlar, tarıma dayalı iktisadi ve kültürel yapıyı aşmaları sebebiyle modernlik yönünde meydana gelen ilk değişim burada kendini gösterdi. Ancak, bu küresel süreçte değişim Batıda gerçekleşmeseydi başka bir yerde kendini göstereceği muhakkaktı. "Batı olmamış olsaydı, bu muhtemelen ya Sung Çin’inde ya da İslam dünyasında ortaya çıkacaktı." Zira, her iki medeniyet ikliminde bu kapıları zorlayacak bir birikim ve iktisadi altyapı mevcuttu. Hodgson’a göre, İslam toplumlarında modern anlayış ilk kez ortaya çıksa idi, modern toplumun eşitlikçi ve kozmopolit eğilimleri daha çok yükseltilecekti. Ayrıca, "-Batı deneyimine bağlı bir biçim olan- ulus devletin krizalit içinde vuku bulmak yerine, modern dünya bir yüce ulema ve bir yüce şeriat himayesinde eşitlikçi evrensel bir devletle tanımlanacaktı."

    Hodgson, Batı tarihinin, sanıldığının aksine, süreklilikleri değil, kesintileri olduğu hususunun altını çizmektedir. Avrupa’nın, tarihin büyük bir bölümünde Asya ana kıtasının önemsiz bir parçası olduğunu belirten yazar, Rönesans’ın, modernliği hareket ettirici güçten mahrum olduğunu belirtir. Bu değişimin Avrupa’yı daha yüksek kültürlerin seviyesine taşımak gibi bir fonksiyon icra ettiğinin önemine işaret eder. Daha önce başka topraklarda gelişip Avrupa’ya yayılan ve hayati önemi haiz olan birçok yeniliğin bulunması gerçeği, -o dönemde- Avrupa’daki gelişmelerin varlığını kabul emekten insanı alıkoymamalıdır. Bununla beraber, "Sanayi devrimi ilk burada baş gösterdi diye, bir Avrupa tarihi anlayışı İngiltere tarihine nasıl indirgenemezse, dünya tarihi de sanayileşmenin ilk kez buradan yayılması hasebiyle Batı tarihine indirgenemez."

    Yazar, Batılıların Orta Çağ’ın ırk merkezli dünya tasavvurlarından bazı özellikleri koruduklarından şikayetçidir. Bu öyle bir alışkanlıktır ki, yeri geldiğinde akademik argümanlarla da desteklenmektedir. Zaten işin açmazı da buradadır. Bu tasavvurun en önemli tarafı dünyayı biz ve ötekiler diye ikiye bölmesidir. Batılılar bu konunun kabulünde ve yaygınlaştırılmasında, hem tarihî hem de coğrafî yönden zekice ve hileli düşünceler ileriye sürmüşlerdir.

    Sonuç

    Fertlerin ve toplumların hayatiyetlerini sürdürebilmeleri ve barış içinde yaşayabilmeleri için birçok değer oluşmuştur: Örf, âdet, ahlâk, hukuk… Ancak, bütün bunların ötesinde yer alan temel bir husus, birbirini doğru anlama cehtidir. Gerek ferdî hayatta, gerekse toplumların ve milletlerin hayatında bunun önemi büyüktür. Bir ferdin veya bir milletin belli şablonlar dahilinde anlaşılması, hem algılayan kesim, hem de karşı taraf için birtakım sorunlar meydana getirmektedir. Bu şekilde kurulan ilişkiler barıştan ziyade çatışma kültürünü beslemişlerdir. Bir nevi ideolojik renge bürünen bazı şablonların etkisinde inşa edilen bir tarih yorumu, şüphesiz belli zümrelerin menfaatlerinin teminine ve pekişmesine hizmet etmektedir. Halbuki karşılıklı ilişkilerde esas olan birbirini doğru bir şekilde anlamaktır. Bu gerçekleşmeden genel bir barış ve huzurun oluşmasından söz edilemez. Bunun için yapılması gereken, -Hodgson’ın da belirttiği gibi- ülkelerin, coğrafi konumu ve tarihleriyle beraber, kendi içinde ve küresel bir düzeyde doğru bir şekilde değerlendirilmesidir. Irk merkezli bir dünya ve toplum tasavvurunun hayata geçirilmesi, insanî ilişkilerin özünden sapmasına sebep olmakta ve eşitlik anlayışını tahrif etmektedir. Bu böyle olunca tarih ilmi, toplumların tarihî süreç içinde meydana getirdikleri kültür ve medeniyetleri doğru bir şekilde anlamaktan ziyade güçlü olanın haklılığını meşrulaştırma aracına dönüşecektir. Bir toplumun tarihi tahrif edildiğinde, onun oluşturduğu kültür ve medeniyet de tahrif olmaya mahkûmdusr. Böyle bir durumda ne içerde, ne de dışarıda gerçek bir barıştan söz etmek mümkün değildir.

    Dipnotlar

    1. 1921 yılında Amerika’da dünyaya gelen yazar, eğitimini burada tamamlayıp akademik hayata intisap etmiştir. Dünya tarihi çerçevesinde, İslam medeniyeti ve İslam tarihiyle ilgili araştırmalar yapmış ve bu bağlamda dersler vermiştir. Batı kültürü içinde yetişen bir tarihçi olmasına rağmen İslam medeniyetiyle ilgili özgün eserler vermeyi başarmıştır. Daha önce İslâm’ın Serüveni adlı üç ciltlik bir eseri Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

    2. M. G. S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, Türkçesi: Ahmet Kanlıdere-Ahmet Aydoğan, İstanbul: Yöneliş, 2001, 487 sayfa.

    3. Edmun Burke, "Marshall G. S. Hodgson ve Dünya Tarihi", Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek,s. 10-11.

    4. Yazarın konuyla ilgili naklettiği hatırası dikkat çekicidir: "Kahire’deki bir hükümet dairesinde dini bütün bir Müslüman’ın duvarında, İslam’ın ne denli yaygın olduğunu gösteren bir İslam dünyası haritasıyla karşılaşmıştım. Fakat harita, Mercator projeksiyonuna göre çizilmiş ve dolayısıyla Avrupa ile mukayese edildiğinde İslam toprakları esaslı bir biçimde küçültülmüş bir Fransız haritasıydı. Memur, Mercator projeksiyonuna o kadar alışmıştı ki, resmi emperyalizm şeklinde nitelenebilecek durumun farkında bile değildi."(s. 38)