Köprü Anasayfa

Sevgi

"Kış 2008" 101. Sayı

  • Sevginin Tarihteki İzi

    The Trace of Love in History

    Josef NASEH

    Sevgiyi kavrayabilmek için, bu sözcüğün dil bilimsel olarak ne anlama geldiğini bilmemiz gerekir. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre sevgi, “İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu.” olarak tanımlanır. O halde sevgi kavramının varlığını, evrenin var oluş süreci ile başlatabiliriz. Evrenin var oluş sürecinden bugüne kadar insanoğlunun göstermiş olduğu evrensel gelişim, sevgi kavramının anlam ve ifadelerinin sürekli değişmesine neden olmuştur.

    Paracelsus bunu şöyle tanımlamıştır:

    “Hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi sevemez.

    Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şey anlamaz.

    Hiçbir şey anlamayan, değersizdir.

    Oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır, görür…

    Bir şeyin aslında, ne kadar bilgi varsa daha fazla sevgi vardır.

    Tüm yemişlerin böğürtlenlerle aynı zamanda olgunlaştığını düşleyen kişi, üzümlere ilişkin bir şey bilmiyor demektir.”

    Paracelsus, sevgiyi anlamlaştırabilmek için bilgili, yaratıcı ve üretici olmanın sevgi iletişimini hızlandırdığını söylüyor. Bu sevgi ateşi insanoğlunun gelişim süreci içinde kendini yenilemeye, çağın koşullarına uymaya ve mutlu bir yaşam sürmeye yönlendirmiştir. Ve bu yaşamı boyunca her zaman kendisine rehber olmuştur.

    Bu düşünce kavramı; yani bilginin, yaratıcı ve üretici olmanın yanında sanatsal etkinin varlığı, üretim sevgisinin sanatla harmanlaştığını göstermektedir.

    O halde kendimize şu soruyu sorabiliriz. Sevmek bir sanat mıdır? Sevgi eğer bir sanatsa, insanı bir şeye ve kimseye karşı yakın ilgi ve bağımlılık göstermek için teyzin ettiği bir duygu olarak düşünebiliriz. Bu duyguyu bazen sözlerimizle bazen de beden dilimizle, bazen de ruhsal dürtülerimizle gösterebiliriz. Bu iletişim kaynakları bizlerin sevgiye ulaşma konusundaki güzergahlarımızı göstermektedir. Bu güzergahta sevgimizi tanımlayabilmek bizlerin insani değerlerimizin temel var oluş değerleri arasındadır.

    Tanrı Sevgisi

    Sevme gereksinmemizin altında ayrı olma duygusunun yattığını ve ayrılma kaygısını yenmenin birleşmeyle son bulduğunu söyleyebiliriz. Sevginin dinsel biçimi olan, Tanrı sevgisi de ruhbilimi açısından bir başka anlam taşımaz. O da ayrı olmanın üstesinden gelme ve birliğe ulaşma gereksiniminden doğar. Aslında insan sevgisi gibi Tanrı sevgisinin de birçok farklı niteliği ve yönü vardır ve büyük ölçüde benzer çeşitliliği bu sevgide de görürüz.

    İster tek Tanrılı olsun, ister çok Tanrılı, Tanrılı dinlerin tümünde Tanrı en yüce değerin, en çok aranan iyiliğin simgesidir. Bu yüzden Tanrı kavramı, insanın istediği en iyi şeye göre özgün anlamlar yüklenir. Şu halde, Tanrı kavramını anlamak için çözümlemeye, Tanrıya tapan kişinin karakter yapısının çözümlemesinden başlamalıyız.

    Bilebildiğimiz kadarıyla insanoğlunun gelişmesi, insanın doğadan, anneden, kanın ve toprağın zincirlerinden kopmasıyla belirlenir. İnsanlık tarihinin başlarında, insanoğlu, doğayla olan ilk birliğinden fırlatılıp atılmış olsa bile hâlâ bu ilkel bağlara sıkıca tutunmaktadır. Bu ilkel bağlara geri dönerek, onlara sarılarak kendini güvenli hisseder. Hâlâ hayvanlar ve bitkiler dünyasıyla bir olduğunu duyar, doğanın içinde kalarak onunla bütünleşmeyi dener. Birçok ilkel din, evrimin bu evresini doğrulayan tanıktır. Hayvanlar totem haline dönüştürülmüştür. En ciddi dinsel törenlerde ya da savaşlarda, hayvan maskeleri takılır, Tanrı diye hayvanlara tapılır. İnsanın becerisini sanatçı ve zanaatçı olarak geliştirdiği, artık sadece doğanın kendine bağışladıklarıyla – topladıkları meyve ve öldürebildikleri hayvan – yetinmedikleri sonraki gelişme evrelerinde, insan; kendi eliyle yaptığı ürünlerini Tanrıya dönüştürmüştür. Bu kalay, gümüş ve altından yapılan putlara tapınma evresidir. İnsan kendi gücünü ve hünerini, yaptığı şeylere yansıtır. Ve böylece, yabancılaştığı kendi gücüne, kendi malına tapınır. Daha sonraki evrelerde insanoğlu Tanrılarına insan biçimi vermiştir. Öyle görülüyor ki bu, insanın kendi kendisinin farkına daha yoğun varmasıyla ve insanın dünyada en yüce ve en değerli “şey” olduğunu keşfetmesiyle ortaya çıkmıştır. İnsan biçimli Tanrılara tapınma evresinde iki boyutlu evrim gözlemekteyiz. Bunlardan biri Tanrıların dişi ya da erkek yapılarının ayrışması, diğeri ise Tanrıların ve onlara duyulan sevginin yapısını belirleyen insanın ulaştığı olgunluk derecesidir.

    Önce, anne merkezli dinlerden baba merkezli dinlere doğru olan gelişmeyi ele alalım. Birçok akademik çevre tarafından yadsınmasına rağmen Bacholen ve Morgan’ın 19. yy ortalarında gerçekleştirdikleri büyük ve kesin bulgular, en az birkaç uygarlıkta, babaerkil din evresinden önce anaerkil din evresinin yer aldığına dair en ufak bir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Anaerkil evrede, en yüce varlık annedir. Anne Tanrıçadır. Toplumda ve ailede hükmedendir. Anaerkil dininin özünü kavramak için, anne sevgisine ilişkin söylediklerimizi anımsamak yeterlidir. Anne sevgisi koşulsuzdur, koruyucudur, sıcak bir sığınaktır. Koşulsuz olduğu için denetlenemez. Onun varlığı sevilen kişiye neşe verir, yokluğa gitme duygusu ise derin bir mutsuzluk yaratır. Anne çocuklarını, “iyi” oldukları, itaat ettikleri için değil, salt kendi çocukları oldukları için sevdiği sürece, anne sevgisi eşitlik temeline oturur. Tüm insanlar eşittir, çünkü onlar toprak ananın çocuklarıdır.

    İnsan evrimindeki gerçek bilgiye sahip olduğumuz ve güvenilir çıkarsamalarla yeniden oluşturmaya gerek duymadığımız daha sonraki evre babaerkil evredir. Bu evrede anne en yüce yerinden alaşağı edilmiş, baba din ve toplumda Yüce Varlık haline gelmiştir. Baba sevgisi, doğası gereği, isteklerde bulunur, kurallar ve yasalar koyar ve çocuklarına karşı sevgisi bu kural ve yasalara olan itaatlerine göre biçimlenir. O, kendine en çok benzeyen, en çok itaat eden ve ondan boşalacak yeri, mirasçısı ve ardılı olarak en iyi dolduracak olan oğlunu sever. (Babaerkil toplumun evrimi, özel mülkiyetin evrimiyle atbaşı gider.) Sonuç olarak, babaerkil toplum hiyerarşiktir, kardeşler arasındaki eşitlik, rekabet ve karşılıklı çatışmalara yol açar. İster Hint, Mısır ya da Yunan uygarlıklarını düşünelim, ister Musevi, Hıristiyan ve İslam dinlerini, kendimizi babaerkil dünyanın tam ortasında buluveririz. Burada tüm Tanrılar erkektir. Ya tüm Tanrıları üstlerindeki tek bir Tanrı yönetir ya da diğer Tanrıların tümü Bir’inin, Tanrının dışında saf dışı olmuşlardır. Bununla birlikte insanın yüreğinden anne sevgisine olan istek yok edilemez, bu nedenle tapınaklardaki seven anne motiflerinin tümüyle atılmamış olması bizi şaşırtmamalıdır. Musevi dininde, Tanrının annelik özü gizemciliğin çeşitli türlerinde yeniden canlandırılmıştır. Katoliklerde anne, kilise ve Meryem tarafından simgelenmektedir. Protestanlarda bile anne sevgisi gizlenmiş ama tümüyle atılmamıştır. Luther’in koyduğu ana ilke kul yapısı hiçbir şeyin, Tanrı sevgisinin yerini alamayacağıdır. Tanrı sevgisi bir lütuftur. Dinsel tutum ve lütfa iman etmek ve kendini onun karşısında küçük ve çaresiz kılmaktır. Tanrı’yı hiçbir güzellik etkileyemez, Katolik öğretinin öne sürdüğü Tanrının bizi sevmesini sağlayamaz. Burada Katolikliğin sevap öğretisinin ataerkilliğin bir parçası olduğunu görebiliriz. Babanın sevgisini ona itaat ederek, isteklerini yerine getirerek kazanabilirim. Diğer yandan Luther öğretisi açık bir ataerkil yapı göstermesine karşı, içinde ustaca gizlenmiş anaerkil öğeler de vardır. Anne sevgisi elde edilemez. O ya vardır, ya da yoktur. Benim tüm yapacağım şey ona inanmam ve kendimi çaresiz güçsüz bir çocuk biçimine dönüştürmemdir. Ne var ki Luther’in inancındaki özellik, anne figürünün tablodan tümüyle çıkarılıp yerine babanın geçirilmesidir. Anne tarafından sevildiğine emin olmanın yerine, şiddetli kuşku, babadan umutsuzca koşulsuz sevgi bekleme belirgin özellikler haline gelmiştir.

    Dinlerdeki ataerkil ve anaerkil unsurlar arasındaki farkları irdelememin nedeni, Tanrı sevgisi yapısının önemli oranda dinin anaerkil ya da ataerkil oluşuna göre değiştiğini göstermek içindir. Ataerkil öz, Tanrıyı baba gibi sevmemi sağlar. Onun adaletli ve titiz olduğuna, cezalandırıp bağışlayacağına ama sonuçta beni en iyi çocuğu olarak seçeceğine inanırım. Tıpkı Tanrımın Abraham – İsrail’i İshak’ın Yakub’u, Tanrının en çok sevdiği ulusu seçmesi gibi. Anaerkil dinin özünde ise Tanrıyı kanatları altına sığındığım anne gibi severim. Onun sevgisine inanırım. Yoksul ve güçsüz de olsam, günah da işlesem beni sevecektir. Beni diğer çocuklarından ayırmayacaktır. Bana ne olursa olsun beni kurtaracak, beni koruyacak ve beni bağışlayacaktır. Benim Tanrıya, Tanrının bana olan sevgisinin ayrılmazlığını söylemek gereksizdir. Eğer Tanrı bir baba ise, beni bir evlat gibi sever ve ben de onu bir baba gibi severim. Eğer Tanrı ise her ikimizin de sevgisi bu gerçek tarafından biçimlendirilir.

    Tanrı sevgisinin, anasal ve babasal özleri arasındaki fark, bu sevginin yapısını belirleyen etmenlerden sadece bir tanesidir. Diğer etmen, kişinin Tanrı sevgisi ve Tanrı kavramına ilişkin ulaştığı olgunluk düzeyidir. İnsanoğlu dinde olduğu gibi, anne merkezli yapıdan baba merkezli yapıya toplumsal olarak da geçip geliştiği için; olgunlaşan sevginin gelişmesini, ataerkil dinin evrimini inceleyerek kavrayabiliriz. Bu evrimin başında, zorba, kıskanç, yarattığı insanlara kendi malıymış gibi bakan ve onlara ne dilerse onu yapmaya kendinde hak bulan bir Tanrı görmekteyiz. Dinin bu evresi, Tanrının, insanı, bilgi ağacının meyvesini yiyerek tanrılaşabileceği için Cennetten kovduğu evredir. Bu evre, Tanrının en beğendiği evladı Nuh’un dışında evlatlarının hiç birinden memnun olmadığı için insanoğlunu tufanla yok etmeye karar verdiği dönemdir. Bu dönem Tanrının İbrahim’den, kendisine olan sevgisini katıksız bir itaatle kanıtlaması için biricik oğlunu öldürmesini istediği dönemdir. Fakat bu arada yeni bir evre de başlamaktadır. Tanrı Nuh’la bir sözleşme yaparak bir daha insanoğlunu hiç yok etmeyeceğine söz verir. Ve bu sözleşmeyle kendini bağlar. Tanrı sadece verdiği bu sözle değil, kendi adalet kuralıyla da bağlanmaktadır. Ve İbrahim’in eğer, Sodom’da on namuslu adam varsa Sodom’u bağışlaması isteğini, bu ilkeye dayanarak kabul eder. Fakat gelişme, Tanrıyı zorba bir kabile reisliğinden çıkarıp, kendi koyduğu ilkelerle eli kolu bağlı bir babaya dönüştürmüştür. Zamanla bu gelişme daha ileri boyutlara da ulaşarak onu adaletin, doğruluğun ve sevginin simgesi haline getirmiştir. Tanrı doğruluktur, adalettir. Bu gelişmeyle Tanrının kişi, insan, baba olma durumu sona erer. O artık birçok olağanüstü doğal olayın ardındaki birlik ilkesinin, insanın içindeki tohumdan doğup büyüyecek kutsal çiçeğin, simgesidir. Tanrının bir ismi olamaz. İsim her zaman bir nesneyi, bir kişiyi. Yani sonlu bir şeyi ifade eder. Bir insan ya da nesne olmadığına göre Tanrının bir adı nasıl olabilir?

    Bu değişimin en çarpıcı görünümü Tanrının Musa ile olan konuşmasını aktaran İncil’de gözlenebilir. Musa Tanrıya, İbranilerin kendini Tanrının gönderdiğine, onlara Tanrının adını söylemedikçe inanmayacaklarını söylediği zaman – puta tapanlar adsız bir Tanrıyı nasıl kavrayabilirler, kaldı ki putun en büyük özelliği bir adının olmasıdır. – Tanrı ona şu açıklamada bulunur. Musa’ya adının “oluşmakta-olan-ben” olduğunu söyler. “Adım oluşmakta olan ben’dir.” “Oluşmakta olan ben”, Tanrının bir insan bir “varlık” olmayıp sonsuz olduğunu anlatmaktadır. Bu cümlenin en doğru çevirisi şöyle olabilir, onlara “benim adımın sonsuzluk olduğunu” söyle. Tanrının resmini yapmaya, onun adını saygısızca ağza almaya, sonuçta tümüyle adını ağza almaya konan yasaklar aynı amaca, insanı, Tanrıyı bir baba gibi, bir insan gibi görmekten kurtarmaya yöneliktir. Bunu izleyen dinsel gelişmede bu düşünce daha ileri boyutlara götürülerek insanın Tanrıya hiçbir olumlu nitelik yakıştırmama ilkesine ulaştırılmıştır. Tanrının akıllı, güçlü, iyi olduğunu söylemek onun insan olduğunu söylemekle eş anlamlıdır. Yapabileceğim en son şey, Tanrının, olumsuz özelliklerini sayarak ne olmadığını, sınırlı, şefkatsiz ve adaletsiz olmadığını düşünebilmemdir. Tanrının ne olmadığına ilişkin ne kadar çok şey bilirsem, Tanrı hakkında o denli çok şey öğrenebilirim.

    Tek Tanrılı din düşüncesinin olgunlaşmasını izlemek bizi bir tek sonuca götürür: Tanrının adını ağza almama, Tanrı hakkında hiçbir şey söylememe. Böylece Tanrı, tek Tanrılı dindeki gizli gücüne ulaşır, O adsız Bir’dir. O evrendeki olağanüstü güçlerin, tüm varoluşun kaynağının altında yatan birliği gösteren tarifsiz yinelemedir. Tanrı doğruluk, sevgi, adalettir. Ben insan olduğum sürece Tanrı ben’dir:

    İnsan biçimli Tanrıdan, bu soyut tek Tanrı ilkesine doğru evrimin Tanrı sevgisinin yapısındaki farklılıkları doğurduğu oldukça açıktır. İbrahim’in Tanrısı bir baba gibi sevilip ondan çekinilir. Bazen bağışlayıcılığı, bazense öfkesi ağır basar. Tanrı bir baba olduğu zaman ben de onun evladı olurum. Henüz daha tümüyle Âlim-i mutlak (her şeyi bilen) ve Kadir-i mutlak (her şeye gücü yeten) olma isteğinin ham hayalinden kurtulamamışımdır. Bir insan olarak sınırlılığımı, cahilliğimi, çaresizliğimi henüz bilince çıkartacak nesnelliğe ulaşamamışımdır. Hâlâ çocuk gibi, yardımıma koşacak, beni denetleyecek, cezalandıracak, itaat ettiğim zaman beni sevecek, dik başlılık ettiğim zaman kızacak ve onu yücelttiğim zaman hoşlanacak bir babanın gerekliliğini duymaktayım. Açıkça görülmektedir ki insanların çoğunluğu kendi kişisel gelişmelerinde bu çocukluk evresini aşamamışlar ve Tanrıya gösterdikleri inançla birçokları kendilerini koruyan bir babaya inanmışlardır. Çocukça bir yanılgı. Her ne kadar dinin bu kavramı bir küçük azınlıkça, insanlığın büyük öğretmenleri tarafından aşılmışsa da gene de bu, dinin en yaygın biçimi olmayı sürdürmektedir.

    Böyle olduğu için Freud tarafından öne sürülen Tanrı düşüncesinin eleştirisi çok doğrudur. Hata, Freud’un tek Tanrılı dinin diğer görünümünü, onun gerçek özünü, tümden Tanrı kavramını yadsımaya götüren mantığını göz ardı edişindedir. Gerçekten dindar bir kişinin tek Tanrı düşüncesinin özüne uyması, Tanrıya hiçbir şey için yakarmaması, ondan hiçbir şey istememesi, Tanrıyı bir çocuğun anasını ya da babasını sever gibi sevmemesi, Tanrı hakkında hiçbir şey bilmediğini bilecek derecede onun sınırsızlığı karşısında boyun eğmesidir. Tanrı onun için insanlığın gelişmesinin ilk evrelerindeki gibi, insanın uğruna çalıştığı her şeyin simgesi, kutsal dünyanın kendisi, sevgi, doğruluk ve adalettir. “Tanrı” tarafından konulmuş olan tüm ilkelere iman eder, gerçeği düşünür, sevgiyi ve adaleti yaşar ve yaşamını ancak insanca güçlerini sergileme şansına sahip olursa değerli sayar. İnsanca güçlerini sergilemesi tek önemli gerçek ve “en son ilgi”nin tek nesnesidir. Ve sonuç olarak da Tanrıdan söz etmez hatta adını ağzına almaz. Eğer bu sözcüğü kullanacak olursa, bunu Tanrıyı sevmek, tüm gücüyle sevme yetisine erişmek, “Tanrının” kişinin içinde bulunduğunu anlatmak istediğinden ötürü yapacaktır.

    Bu bakış açısından tek Tanrı düşüncesinin mantıksal sonucu tüm “Tanrı-bilim”in “Tanrı hakkındaki bilgilerin” yadsınmasıdır. Gene de böylesi radikal dinci olmayan görüşle, Tanrı tanımaz sistem arasında fark vardır. Örneğin bunu Budizmin ya da Taoizmin ilk yıllarında görmekteyiz.

    Tüm dinsel sistemler, hatta dinci olmayanlar da, gizemciler bile, insanı aşan kutsal alemin gerçekliğine inanırlar. Böylece insanın manevi gücü, kurtulma, yeniden doğma yolundaki çabaları anlam kazanır. Tanrı tanımaz sistemde ne insanın dışında ne de onu aşan kutsal alem vardır. Sevgi, akıl ve adalet alemi, salt insan kendi evrimiyle birlikte bu güçleri de içinde geliştirebildiği için bir gerçekliktir. Bu açıdan bakılırsa yaşamın, insanoğlunun ona verdiği anlamın dışında, bir anlamı yoktur. İnsan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır.

    Tanrı sevgisinden söz ederken, dindar kavramlar içinde düşünmediğimi açıklığa kavuşturmak isterim. Bana göre Tanrı kavramı salt tarihi koşullarca yaratılmıştır. Tanrıyla insanlar belli bir tarihsel evrede onun üstün güçlerine erişmeyi, doğruluk ve birliğe özlemi dile getirmişlerdir. Ayrıca, inancım odur ki, katı tek Tanrıcı dinlerin sonuçlarıyla, ruhani gerçekle ilgilenen tüm Tanrı tanımazlığın sonuçları, birbirinden farklı iki görüştür, fakat birbirleriyle kavga etmeleri gerekmez.

    Bu noktada, Tanrı sevgisi sorununun bir başka boyutu beliriyor. Sorunun karmaşıklığını çözebilmek için bunu da incelememiz gerekli. Doğu ile (Çin ve Hindistan) Batı’nın dinsel tutumları arasındaki temel farklılıklardan söz etmek istiyorum. Bu farklılıklar mantık kavramlarıyla açıklık kazanabilirler. Aristo’dan bu yana Batı dünyası Aristo felsefesinin mantık ilkelerini izlemiştir. Bu mantık A A’dır diyen özdeşlik yasası, (A hem A, hem de olmayan olamaz, ne A, ne de A olmayandır.) üçüncü şıkkın olmazlığı yasası temeli üzerinde oturmaktadır. Aristo görüşünü aşağıdaki cümlede açıkça anlatmaktadır. “Bir şeyin aynı şeye, aynı hususta, aynı anda hem ait olması hem de olmaması olanaksızdır. Diyalektik itirazları karşılamak için başka ne özellikler eklersek ekleyelim durum aynıdır. Bu, şu halde, tüm ilkelerin en kesinidir…”

    Aristo mantığının bu aksiyonu düşünce yapısının öylesine derinlerine işlemiştir ki “doğal” ve kendiliğinden açık olduğu kabullenilir. Ama diğer yanda X hem A’dır hem A değildir önermesi saçma görülür. (Elbette önerme X’i veri zamandaki durumunu belirtmektedir, yoksa şimdiki ve sonraki X’i ya da X’in diğer yanına karşıt olan bir yanını değil.)

    Aristo mantığının karşısında paradoksal mantık diyebileceğimiz bir mantık bulunmaktadır. Buna göre X’in kabul ya da reddedilmiş noktaları olan A ve A olmayan birbirlerini dışlamazlar. Paradoksal mantık Çin ve Hint düşüncesinde, Heraklitus’un öğretisinde hakimdir ve diyalektik adı altında Hegel ve Marks’ın felsefesi haline gelmiştir. Paradoksal mantığın genel ilkeleri Lao-tse tarafından açık bir şekilde anlatılmıştır: “Kesinlikle doğru olan sözler paradoksal görünebilir.” Chung-tau ise “Bir olan birdir, bir olmayan gene birdir” paradoksal mantığın bu formulasyonu olumludur: O’dur ve o değildir. Bir başka formulasyon ise olumsuzdur:

    O, ne budur, ne de şudur. Düşüncenin ilk biçimini Taoistik düşüncede Heraklitus felsefesinde ve Hegel diyalektiğinde bulmaktayız, ikinci formulasyona ise Hint felsefesinde rastlarız.

    Her ne kadar Aristo mantığı ile paradoksal mantık arasındaki farkları detayıyla anlatmak bu yazının boyutlarını aşarsa da ilkeyi daha anlaşılır kılabilmek için birkaç örnek vereceğim. Paradoksal mantık Batı düşüncesinde ilk felsefi çıkışını Heraklitus’un felsefesiyle yaptı. Heraklitus, zıtlar arasındaki çelişkinin varoluşun temeli olduğunu varsayıyor, “Kendi içinde çelişen tüm Bir’in kendinin özdeşi olduğunu anlamıyorlar, tıpkı yayla lir arasındaki çelişik uyumda olduğu gibi.” diyordu. Ya da daha açık bir biçimde “aynı nehre giriyoruz ama nehir aynı değil, bu bizi ve bu biz değiliz.” Ya da “yaşayan ve ölü, uyuyan ve uyanık, genç ve ihtiyar olarak şeylerde bir ve aynı şey kendini gösterir.”

    Lao-tse’nin felsefesinde aynı olgu daha şiirsel biçimde anlatılmıştır. Taoist paradoksal düşünceye en iyi örnek şu önermedir: “Hafifliğin kökü yerçekimidir. Hareketsizlik, hareketliliğin ölçüsüdür.” Ya da “Tao her zaman olduğu gibi hiçbir şey yapmaz ve bu yüzden yapmadığı hiçbir şey yoktur.” Ya da “benim söylediklerimi anlamak ve uygulamak çok kolaydır, fakat dünyada onları anlayabilecek ve uygulayacak hiç kimse yoktur.” Taoist düşüncede, Hint ve Sokrat düşüncesinde olduğu gibi, düşüncenin varacağı en yüksek nokta hiçbir şey bilmediğimizi bilmektir. “Bilmek ve hâlâ bilmediğimizi (düşünmek) en yüce (hünerdir). Bilmediğimiz halde (bildiğimizi) sanmak hastalıktır.” En yüce Tanrıya isim takılamayacağı bu felsefenin sadece bir sonucudur.

    Son gerçeği, son Bir’i sözle ya da düşünceyle kavramak olanaksızdır. Lao-tse’nin koyduğu gibi “ayaklar altında çiğnenebilen bir Tao sonsuz değişmez olamaz. Ad konulan bir ad, sonsuz ve değişmez bir ad değildir. Ya da bir başka anlatımla “Ona bakarız ama onu göremeyiz, ona (Görülemeyen) deriz. Dinleriz ama sesini alamayız, duyulamayan deriz, tutmak isteriz ama yakalayamayız, ona yakalanamayan deriz. Bu üç niteliğiyle tanımlanması olanaksız bir şeydir o ve böylece bu üç özelliği bir biriyle karıştırıp Bir Olan’ı elde ederiz.” “Aynı düşüncenin bir başka anlatımı Tao’yu bilen onun hakkında konuşmaya özel bir ilgi duymaz, onun hakkında konuşmaya her an hazır olan onu bilmez.”

    Brahmanist felsefe (fenomenlerin) çeşitlilikle birlik arasındaki ilişkiyle ilgilenir. Fakat Hindistan’daki, Çin’deki paradoksal mantık Dualizmle karıştırılmamalıdır. Uyum (birlik) kendisini oluşturan çelişik durumu kapsamaktadır. “Brahmanist düşünce, başlangıcından beri eşzamanlı, uzlaşmaz çelişkilerin paradoksu çerçevesinde örülmüştür.

    İnsanda olduğu gibi evrende de son güç, kavramlar ve duyular alanını aşar. Bu halde o “ne budur, ne de şu.” Fakat Zimmer’in işaret ettiği gibi, “Bu, tamamen dualistik olmayan anlatımda; ‘gerçekle gerçek dışı’ arasında uzlaşmaz çelişki yoktur.” Çokluğun ardında birlik ararlarken Brahman düşünürleri, bir çift zıddın kavranması şeylerin doğmasını yansıtmaz, aksine kavrayan aklı yansıtır sonucuna vardılar. Kavrayan akıl eğer doğru gerçeğe ulaşmak istiyorsa kendini aşmalıdır. Zıdlık, kendi içinde gerçeğin bir unsuru değil, insan aklının bir ulamı (kategorisi). Rig-Veda da ilke bu biçimiyle konmuştur: “Ben iki şeyim, yaşam gücü ve yaşam nesnesi, aynı anda iki şey.” Düşünceler yalnızca çelişkiler içinde kavrayabileceği fikri veda düşüncesinde çok daha ağır bir inanç doğmuştur. Buna göre – en ince ayrımıyla – “felsefe cahilliğin en uç sınırından başka bir şey değildir. Gerçekte Maya’nın en ince aldatmaca oyunlarından biridir.” düşüncesine ulaşılmıştır.

    Paradoksal mantığın Tanrı kavramı üzerinde dikkate değer etkisi vardır. Tanrı son gerçeği temsil ettiğine ve insan aklı gerçeği çelişkileriyle kavradığına göre, Tanrı hakkında olumlu hiçbir önermede bulunamaz. Veda’ya inananlara göre Kadir-i mutlak ve alim-i mutlak olan Tanrı, cahilliğin son biçimi kabul edilir. Burada Tao’daki adsızlığın, Tanrının Musa’ya kendi adını adsız olarak söylemesinin ve Meister Eckhart’ın “Mutlak Hiçliği”nin aralarında bir bağlantı vardır. İnsan asla son gerçekliği bilemez, bilebileceği, sadece yokluktur. “Tanrının ne olmadığını çok iyi bilse bile insan, gene de Tanrının ne olduğunu bilemez… Bu nedenle hiçbir şeyin doyuramadığı insan kafası, her şeyin en iyisine ulaşmak için uğraşır.” Meister Eckhart’a göre “Kutsal bir inkarın inkarı ve yadsımanın yadsımasıdır… Her yaratıkta olumsuzluk vardır: biri diğeri olduğunu inkar eder.” Tanrının Meister Eckhart için “Mutlak Hiçlik” haline gelişi çok sonraki bir sonuçtur, tıpkı Kabalah’taki son gerçekliğin “En son” Bitimsiz Bir oluşu gibi.

    Tanrı sevgisi kavramı konusundaki önemli farkı belirginleştirmeye zemin hazırlamak için Aristo mantığı ile paradoksal mantık arasındaki farkı irdeledim. Paradoksal mantığın öğreticileri, insanın gerçeği ancak çelişkiyle kavrayabileceğini, son gerçekliği, Bir’in kendisini akılla kavramanın olanaksız olduğunu, söylemektedirler. Bu kişiyi, son amacı akılla aramaması sonucuna götürür. Akıl bizi sadece kendisinin erişilmek istenen yanıtı veremeyeceği bilgisine ulaştırır. Düşünceler dünyası çelişkilere takılır kalır. Dünyayı tümüyle kavramanın yolu, düşüncede değil, eylemde birliğin uygulanmasında yatmaktadır. Böylece paradoksal mantık, bizi, Tanrı sevgisinin, ne kafadaki Tanrı bilgisi ne de kişinin Tanrıyı sevdiğini düşünmesi olduğu sonucuna götürür. Tanrı sevgisi Tanrıyla birliği yaşama edimidir, sonucuna varmaktadır. Bu, kişinin doğru yaşam biçimine önem vermesine yol açar. Yaşamın tümü, en küçük ayrıntısından en büyük olayına dek Tanrı bilgisine adanmıştır. Bu bilgi doğru düşünceyle değil, doğru eylemle kazanılacaktır. Bu, Doğu dinlerinde tüm inceliğiyle görülebilir. Brahmanizm’de olduğu gibi, Budizm ve Taoizm’de de dinin son amacı doğru inanç değil, doğru eylemdir. Aynı uygulamayı Musevilik’te de bulmaktayız. Musevi geleneğinde inançlarda bir bölünme yoktur, (tek büyük istisna, Ferisi’lerle Saduke ayrılığıdır ki bunun da temelinde iki zıt sosyal sınıf yatmaktadır). Musevilik’te (özellikle yaşadığımız çağın başından bu yana) öne çıkarılan doğru yaşam biçimi, halacha’dır. (bu kelime, bütünüyle Tao ile aynı anlamı taşımaktadır.)

    Çağdaş tarihte aynı ilke Spinoza, Marx ve Freud tarafından öne sürülmüştür. Spinoza’nın felsefesinde önem, doğru düşünceden doğru yaşamaya kaydırılmıştır. Marx aynı ilkeyi şu sözlerle dile getirir. “Filozoflar dünyayı farklı biçimlerde yorumlamışlardır, görev ise dünyayı değiştirmektedir.” Freud’un paradoksal mantığı onu, ruh çözümlemesiyle tedaviye, kişiyi daha derinden tanımaya götürmüştür.

    Paradoksal mantığın görüşüne göre önemli olan düşünce değil eylemdir. Bu tavrın birçok başka sonuçları vardır. Her şeyden önce bu tavır Hint ve Çin dinlerinde rastlanan hoşgörüyü doğurmuştur. Doğru düşünce son gerçek ve kurtuluşa götüren yol değilse, başkalarıyla, düşünceleri bizlerle aynı olmayan insanlarla kavga anlamsızdır. Bu hoşgörü, karanlıkta fili tanımlamaları istenen adamların öyküsünde pek güzel dile getirilir. Adamlardan biri filin hortumunu belleyerek “bu hayvan hortuma benziyor” der, bir başkası kulaklarına dokunup “bu hayvan yelpaze olsa gerek” diye yanıtlar, üçüncü adam filin bacaklarına uzatıp elini, hayvanı sütuna benzetir.

    İkinci olarak paradoksal mantığın görüşü bir eliyle dogmayı, diğer eliyle bilimi geliştirmenin yerine insanın niteliğini değiştirmeye önem verilmesine yol açar. Hint, Çin ve mistik görüşlerde kişinin dinsel görevi doğru düşünmek değil, doğru hareket etmek ve/veya Bir’le yoğun bir düşünce eyleminde olmaktır.

    Batı felsefesinin genel çizgisine göre doğru olan bunun zıddıdır. Son gerçeği doğru düşüncede bulması beklendiği için, doğru eylem önemini korumuş fakat en önemli yer doğru düşünceye verilmiştir. Dinin evriminde bu durum, dogmaların formulasyonuna, bu dogmatik formulasyonlar üzerine bitmez tükenmez tartışmalara ve “inançsızlara” ve kiliseye karşı çıkanlara karşı bağışlamasız bir tavra yol açmıştır. Sonunda dindar tavrın temeli “Tanrıya inanmak” olarak öne çıkmıştır. Elbette bu, kişinin doğru yaşaması gerektiği hususunda bir kavramın olmadığı anlamını taşımaz. Fakat, gene de Tanrıya inanan kişi – Tanrıyı yaşamasa da – kendini, Tanrıyı içinde yaşatıp da ona inanmayan kişiden üstün tutar.

    Düşünceye verilen önemin tarihsel olarak son derece önemli bir başka sonucu daha vardır. Gerçeğe düşüncede ulaşmak, sadece dogmaya değil aynı zamanda bilimin doğmasına da yol açmıştır. Bilimsel düşüncede, doğru düşünce, aydın olma dürüstlüğü gerektirdiği kadar bilimsel düşüncenin pratiğe uygulanmasına da – ki bu tekniktir – gerektirmektedir.

    Kısaca, paradoksal mantık hoşgörüye ve kişinin kendisini değiştirmesi doğrultusunda bir çabaya yol açmıştır. Aristocu görüş ise, dogmaya ve bilime, Katolik Kilisesine ve atom enerjisine ulaşmıştır.

    Tanrı sevgisine ilişkin bu iki görüş arasındaki farklılığın sonuçları genel olarak anlatıldı, şimdi iş konuyu kısaca özetlemeye kaldı. Batı’da yaygın olan din sisteminde Tanrı sevgisi Tanrıya, Tanrının varlığına O’nun adaletine ve sevgisine inanmakla temelde aynı anlama gelmektedir. Tanrı sevgisi özünde düşünsel bir olaydır. Doğu dinlerinde ve mistisizmde, Tanrı sevgisi yoğun birolma duygusunu duymak, yaşamın tüm eylemlerinde bu sevgiyle sıkıca kenetlenmektir. Bu amaca en köklü formulasyonu Meister Eckhart getirmiştir. “Eğer ben bu nedenle Tanrıya dönüştürülmüşsem ve o beni Kendisiyle bir kılmışsa şu halde hiçbir ayırım yoktur aramızda. Bazı insanlar sanki Tanrı orada, onlar burada duruyorlarmışçasına Tanrıyı görüvereceklerini hayal ediyorlar. Ne var ki gerçek dışıdır ve Tanrı ve Ben: Biz biriz. Tanrıyı, Onu tanıyarak içime alırım. Tanrıyı severek içine girerim Onun.”

    Şimdi kişinin ana babasına duyduğu sevgiyle Tanrı sevgisi arasındaki önemli paralelliğe geri dönebiliriz. Çocuk yaşama “tüm varlığının temeli” olan annesine bağlı olarak başlar. Kendisini çaresiz hisseder ve annesinin onu saran sevgisine gereksinim duyar. Ardından muhabbetinin yeni merkezini oluşturan babasına yönelir, baba düşünce ve eylemini yönlendiren bir ilkedir. Bu aşamada babasının beğenisini kazanma ve onun kırılmasından kaçınma dileğindedir. Tamamen olgunlaşma evresinde kendisini ana-babasının kişi olarak koruyucu ve hükmedici gücünden kurtarmış, annelik ve babalık ilkelerini kendi içinde oluşturmuştur. Kendi kendisinin ana babası olmuştur, kendisi anne ve babadır. İnsanoğlunun tarihinde de aynı gelişmeyi görmekte ve sezinlemekteyiz: Tanrıya olan ilk sevgi Tanrı anaya olan çaresiz bağlılıktır. İtaatle bağlı olduğumuz Baba Tanrıdan geçilerek Tanrının dışsal bir güç olmaktan çıkıp, insanın içinde sevgi ve adalet ilkelerine dönüştüğü, onunla bir olduğu ve sonunda Tanrıdan ancak simgesel ve şiirsel bir dille söz edildiği olgunluk evresine varılır.

    Tüm bunlardan varılacak nokta, Tanrıya olan sevginin kişinin ana babasına duyduğu sevgiden ayrılamayacağıdır. Eğer kişi annesine, kabilesine, ulusuna duyduğu sapkın bağlılıktan kendini kurtaramaz, cezalandıran ve gönlünü alan babaya ya da herhangi bir otoriteye çocukça bağlılığını sürdürse, Tanrıya hiç de daha olgun bir sevgi besleyemez ve böylece onun inancı, Tanrının koruyucu anne ya da cezalandırıcı baba olduğu dinin ilk evrelerine takılı kalır.

    Çağdaş dinlerde, en erkeni ve en ilkelinden en gelişmiş üst düzeye varmışına kadar tüm aşamaları bulabiliriz. “Tanrı” sözcüğü kabile şefini ifade ettiği kadar, “Mutlak Hiçliği” de ifade etmektir. Aynı şekilde, Freud’un gösterdiği gibi herkes bilinç dışında çaresiz bebekliğinden başlayarak tüm evreleri bulundurur. Burada soru, onun hangi noktaya kadar büyüdüğüdür. Kesin olan tek şey vardır: Tanrıya duyduğu sevginin gerçek niteliği çokluk bilinç dışıdır. – Sevginin ne olduğuna ilişkin olgunlaşmış bir düşünce ile sarılıp akla uygun hale getirilmiştir. İnsan sevgisi bundan da öte kişinin ailesiyle olan ilişkisine doğrudan bağlıdır ve son çözümlemede içinde yaşadığı toplum yapısına dayanmaktadır. Eğer toplum yapısı bir otoriteye boyun eğiyorsa ister otorite açık ve seçil görülsün, ister pazar ve kamu düşüncesiyle genel olsun – onun Tanrı kavramı çocukça olacak, olgunlaşmış kavramdan çok uzaklarda bulunacaktır.

    Öz

    Sevgi kavramının varlığını, evrenin var oluş süreci ile başlatabiliriz. Evrenin var oluş sürecinden bugüne kadar insanoğlunun göstermiş olduğu evrensel gelişim, sevgi kavramının anlam ve ifadelerinin sürekli değişmesine neden olmuştur. Sevgiyi bazen sözlerimizle bazen de beden dilimizle, bazen de ruhsal dürtülerimizle gösterebiliriz. Bu iletişim kaynakları bizlerin sevgiye ulaşma konusundaki güzergahlarımızı göstermektedir. Bu güzergahta sevgimizi tanımlayabilmek bizlerin insani değerlerimizin temel varoluş değerleri arasındadır. Bu çalışmada sevginin tarihteki izlerinden yola çıkılarak tarih boyunca Tanrı sevgisinin değişik dinlerdeki algılanış biçimlerine yer verilmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Sevgi, Tanrı sevgisi, anaerkil din, babaerkil din

    Abstract

    We can start the existence of the concept of love with the creation of the cosmos. The universal development of the human being from the Creation up to this time leads to the gradual changes in the meaning and expression of the concept of love. We can display love sometimes by words, sometimes by our body language and also some other times by our psychic drives. This means of communication clarifies our routes to achieve love. To be able to describe our love in this route is among the human values of our existence. This study seeks to deal with the forms of reception of God’s love in different religions through history departing from the historical traces of love.

    Keywords: Love, God love, matriarchal religion, patriarchal religion