Köprü Anasayfa

Sivil Toplum & İletişim

"Bahar 2005" 90. Sayı

  • İlim ve Din Bağlamında Said Nursi'ye Olan İhtiyaç ve Risale-i Nur

    Religious and Scientific Need for Said Nursi and Risale-i Nur

    Vehbi Karakaş

    Dr., Sakarya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğr. Gör.

    Said Nursi'ye Olan İhtiyaç

    Said Nursi, 20. asrın en önemli olaylarından biridir. Çünkü Nursi, 19. yüzyılda başlayan ve 20. yüzyılda moda haline gelen sekülerizm ve materyalizmin din ve maneviyatı, özellikle İslamiyet'i yeryüzünden silmeye çalıştığı bir dönemde ortaya çıkmış, gazetelerden İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladston'un: "Bu Kur'an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız ya Kur'an'ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız." sözünü okuyunca celallenmiş: "Kur'an'ın sönmez ve söndürülemez mânevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim."1 demiş, sekülerizm ve materyalizm taraftarlarının arasına bir bomba gibi düşmüş, fıtrata aykırı bu akımların niyetlerini kursaklarında bırakmıştır. Nursi'nin bu çıkışı, herkes için, hatta bütün dünya için hayır ve bereket getirmiş, "dinsiz bir dünyada hayır yoktur"2 diyerek, imansız ve ahlaksız bir dünyada huzur olamayacağına dikkat çekerek din ve maneviyat dünyasına yeni bir can ve taze bir kan olmuştur.

    Onun için diyoruz ki, dindarından dindar olmayanına, tarikatlısından tarikatsızına, materyalistinden maneviyatçısına kadar herkes, Said Nursî'ye muhtaçtır ve şükran borçludur.

    Çünkü Nursî, bütün mesaisini, herkesin ihtiyacı olan iman üzerine yoğunlaştırmış, sekülerizm ve materyalizmin "oh kovduk, kurtulduk" dediği din ve imanı tekrar Türkiye'nin ve dünyanın gündemine oturtmuştur. O yanan evleri ve evlerde yanan insanları değil, insanların gönüllerindeki imanların yandığını görmüş, "karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor; ben o yangını söndürmeye koşuyorum!"3 demiş, bir itfaiye kahramanı gibi, bütün engellemelere rağmen iman kurtarma seferberliğini başlatmış, yanmakta olan ve yanacak olan canları ve imanları kurtarmıştır.

    İnanan-inanmayan herkesin Said Nursi'ye ihtiyacı ve şükran borcu vardır. Çünkü Nursî, eserleriyle imanı olmayanları imana, imanı olanları tahkiki imana, tahkiki imanı olanları da imanın yüksek mertebelerine kavuşturuyor. Böylece anlayarak ve kabul ederek okuyan okuyucularını küfür ve inkâr cehenneminden, cehalet karanlığından, taklit hastalığından, ateizm ve satanizm belasından, anarşi ve terör lanetinden, kötü alışkanlıklar tuzağından, bölücülük ve ayrımcılık fitnesinden ve bunlara alet olmaktan kurtarıyor; Allah'a kulluktaki sultanlığa kavuşturuyor. Seccadesinde ve secdesinde muhabbetle şarj olup, işine, evine veya okuluna muhabbetle ve şefkatle yüklü olarak giden ve gittiği her yeri muhabbetle mayalayan vakur, yardımsever, vefakâr, fedakâr insanlar haline getiriyor. Bunu isbat etmek zor değil. Onu okuyan, onunla kemalini bulan milyonlarca insan bunun en açık delilidir.

    Bütün Müslümanların Said Nursi'ye ihtiyacı ve şükran borcu vardır? Çünkü Nursî, Türkiye'den, Müslümanların bağrından çıkmıştır. Hadislerde her yüz senede geleceği ifade edilen böyle bir İslam alimi ve allamesinin, böyle bir İslam mücahidi, müçtehidi ve iman müceddidinin bu topraklardan çıkması, bin yıl İslamiyet'e şan ve şerefle hizmet eden ecdadımızın hizmetine karşılık, bu asil millete Allah'ın bir lütfu ve ikramı olmuştur. O herkese ruhunun rahatı, gönlünün huzuru, aklının nuru,4 dilinin virdi5 olan, okuyucusuna, "ballar balını buldum." dedirten, okundukça tekrar okunma hevesi doğuran, düşündükçe anlamı zenginleşen, okuyucusunu iman ve inanç konularında başka şeylere muhtaç olmayacak derecede müstağni kılan bir eser bırakmıştır.

    Said Nursi, sadece bir grup Müslüman tarafından değil, bütün Müslümanlar tarafından okunmalı ve benimsenmelidir. Çünkü Nursî, Gazalî gibi, Razi gibi, Kadi gibi, Geylanî gibi, Muhammed Bahaüddin gibi, İmam-ı Rabbanî gibi, Ahmet Bedevî gibi, Mevlana ve Yunus gibi bütün Müslümanların ortak değeridir. Herkesin onun eserleriyle imanını kurtarma hakkı vardır. Yediden yetmişe o herkes için mücadele verdiğine göre, öyleyse yediden yetmişe herkes, özellikle de ilim ve fikir adamları ona sahip çıkmalı, onu okumalı ve okutmalıdırlar. Zira o, Allah'a imanı işleyerek insanı başıboşluktan, ibadet aşkını işleyerek de gençleri ahlaksızlığın her çeşidinden koruyor ve kurtarıyor.

    Nursi, Kur'an'ın ruhuna, Hz. Muhammmed (a.s.v) Efendimizin usûl ve üslûbuna6 uygun bir mücadele tarzı seçmiş, "müsbet hareket" denilen bu olumlu ve ılımlı mücadele yöntemiyle hiç durmadan 80 küsur sene her türlü zorluğa göğüs germiş: "Bana ızdırap veren yalnız İslam'ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler dışardan gelirdi, karşı koymak kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi karşı koymak güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna tahammül edemez. Çünkü, düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder."7 diyerek sadece bir grubun değil, bütün Müslümanların İslam'ını; "Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım budur."8 "İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Yalnız Kur'an'ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum."9 diyerek savunmuş, evladı yokken bütün Müslümanların evladını ve imanını kurtarmaya koşmuştur.

    Toplumun imanını kurtarma yolunda dünyasını da ahiretini de feda eden, seksen küsur senelik dünya hayatında, dünya zevki adına bir şey bilmeyen, bütün ömrü harp meydanlarında ve esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçen, çekmediği ceza, görmediği eza kalmayan, sıkı yönetim mahkemelerinde bir cani gibi muamele gören, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollanan, memleket zindanlarında aylarca ziyaretçileriyle görüşmekten men edilen, defalarca zehirlenen, türlü türlü hakaretlere maruz kalan,10 "Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim beni intihardan men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti."11 diyen bu dayanılmaz muameleyi kendine reva görenlere beddua bile etmeyen,12 bu şefkat kahramanı, bu şanlı mücahit, kimin uğruna bu acılara, sancılara, bu eza ve cefalara katlandı? "Ölseydim yalnız kendimi kurtaracaktım. Fakat hayatta kalıp ta zahmet ve meşakkatlere tahammül etmekle bu kadar insanın imanının kuvvetlenmesine ve kurtulmasına hizmet ettim, Allah'a hamd olsun." diyen Said Nursî, "Sonra ben, cemiyetin iman selameti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne de cehennem korkusu. Türk milletinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'an'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur…"13 derken kimin imanını, kimin İslam'ını, kimin Kur'an'ını savunuyordu? O bütün bu fedakarlıkları kimin uğruna yaptı?

    Elbette ki, bütün Müslümanların dinini, imanını ve Kur'an'ını savundu. Elbette ki, bütün Müslümanlar için, bütün Müslümanların evlatları için, hatta bütün insanlığın dinsizlik akımından, imansızlık ve ahlaksızlık ateşinden kurtulması için kendisini ateşe attı, bu acılara, bu sancılara tahammül etti. İmanlarını kuvvetlendirerek insanları lakaytlıktan, ibadete karşı aşk ve şevklerini artırarak da onları ahlaksızlıktan kurtardı.14 Öyleyse bütün Müslümanlar, yediden yetmişe bu meçhul kahramana sahip çıkmalı, onun dava vekili olup onu savunmalı, onun sözlerini, Lem'alar’ını, Şualar’ını, Mektubat’ını, Mesnevî’sini, Lahikalarını ve sair eserlerini okumalı ve onun şahsında İslam'ın ve Kur'an'ın yepyeni mesajını almalı, anlamalı ve anlatmalıdır.

    Nursî'nin Teşhis ve Tedavisi

    Nursî, çağını çok güzel okudu, tabib-i hazık gibi çağın hastalıklarını teşhis ve tedavide isabet kaydetti. Teşhisi şu idi: Çağımızda İnsanlığı huzura hasret bırakan, sosyal hayatı zehirleyen, hatta dünyayı insanların başına cehennem eyleyen15 sebeplerin başında "za'f-ı diyanet ve za'f-ı iman",16 yani insanların dinle bağlandıkları bağların ve imanlarının zayıflaması gelmektedir,17 dedi, kendisini bu iki şeyin ihyasına adadı.

    2004'ün Ramazan'ında yurt dışında iken Türk televizyonlarından trenlerdeki kapkaç terörünü önlemek için, trenlere gizli kamera yerleştireceklerine dair bir haber duydum, oradan şunları söylemiştim:

    —Hey efendiler! Ben size daha ciddi, daha tutarlı ve daha kapsamlı bir öneride bulunayım: Trenlere gizli kamera yerleştireceğinize, çocuklarınızın kalbine ve kafasına Allah korkusunu, Allah sevdasını ve ahirette hesap verme endişesini yerleştirin, o zaman her yerdeki her türlü terörden kurtulursunuz.

    İşte Üstad Nursî bunu yaptı, gönüllere Allah sevdası ve korkusu kamerasını yerleştirmenin mücadelesini verdi. Hayatı boyunca etkili ve yetkililere hep bunu söyledi. Onun sözlerine kulak verilseydi, bunca insanımız kapkaç, hırsızlık ve bölücülük terörüne kurban gitmeyecek, memleket ekonomisi bunca zarar görmeyecek, analar ve babalar ağlamayacaktı.

    Nursî'ye, yalnız bir kalenin değil, koca bir Türkiye kalesinin, koca bir İslâm aleminin, hatta koca bir dünyanın imar, tamir ve restorasyon görevi verilmiştir. Kendisi bu hususu şöyle ifade eder: "Risale-i Nur, yalnız cüz'î bir tahribatı, küçük bir evi tamir etmiyor, belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet'i içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan büyük bir kaleyi tamir ediyor ve yalnız hususî bir kalbin ve has bir vicdanın ıslahına çalışmıyor, belki bin seneden beri biriken, müfsid âletlerle dehşetli yaralanan umumi kalbi ve umumî efkârı tamir ediyor. Herkesin, özellikle mü'minlerin dayanak noktası olan İslâmî esasların, cereyanların ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan umumi vicdanı ve vicdanda açılan geniş yaraları Kur'an'ın ve îmanın ilâçları ile tedavi etmeye çalışıyor.18

    Said Nursi'ye Gönül Verenler

    İbn-i Mesut diyor ki: Biz Kur'an'ı onar ayet onar ayet okuyor, uygulamadan ikinci bir on ayet grubuna geçmiyorduk. Biz Kur'an'ı bu şekilde hatmediyorduk. Kur'an'ın asrımızda bir tefsiri ve asrımıza bakan bir mesajı olan Risale-i Nur'un bu şekilde okunmasına dünden daha çok ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.

    Kur'an'ımızın özünden, Peygamberimizin feyzinden gelen Uhuvvet ve İhlas Risalelerini, tevhid ve muhabbet düsturlarını okumak ve hatta ezberlemek yetmez. Uygulamalı bir şekilde okumanın gerektiğine inanıyorum. Nur Külliyatı’ndan birini uygulamalı bir şekilde okumadan öbürüne geçilmemesi lazım geldiğine inanıyorum. İslam birliği ve Müslümanların dayanışma içine girmesi Üstad’ın en büyük ideallerinden biriydi.19 Bunları en önce Bediüzzaman'a gönül verenlerin gerçekleştireceğine inanıyorum.

    "Çok sıkı tutmayınız. Herkes bir meşrebde olmaz. Musamaha ile birbirine bakmak şimdi elzemdir"20 diyen ve fevkalade sabırlı olan bir Üstadla karşı karşıyayız; "Mesleğim haktır veya daha güzeldir, demeye hakkın var. Fakat hak benim mesleğimdir demeye hakkın yoktur."21 diyen ve başka haklara da hak tanıyan bir Üstadla karşı karşıyayız. Her şeyin ve herkesin müspet yönünü gören ve o noktadan tutan bir Üstadla, herkesin, bilhassa Risale-i Nur'u duyanların Nur dairesinin içine girmesini şiddetle, hatta Nebevi bir hırsla isteyen bir Üstadla,22 İhlas ve Uhuvvet risaleleriyle sevgi ve samimiyeti işleyen, "biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur."23 diyen bir Üstadla, " Mümin kardeşini sever ve sevmeli, fenalıklarından dolayı yalnız acır, şefkatle tedavisine çalışır."24 diyen bir Üstadla karşı karşıyayız. Mutlak dinsizliğe karşı Hıristiyanlarla dahi ittifak noktaları arayacak kadar geniş düşünüp,25 Müslümanlar arasında dayanışmanın farz olduğunu söyleyen ve İslam birliğini savunan bir Üstadla…26 karşı karşıyayız.

    Böylesine çaplı ve başlı başına bir üniversite olan, dünyayı ve kâinatı kucaklayan bir misyonu bulunan bir Üstadı hiç kimsenin kendi meşrebine, dar düşüncesine, götürümsüz mizacına hapsetmeye hakkı yoktur ve olamayacağı kanaatini taşıyorum.

    Hz. Peygamber'in hakiki varisi olması cihetiyle her Müslüman kendine uygun bir Bediüzzaman'ı, Bediüzzaman'da bulabilir ve bulmalıdır. Bunun kadar normal bir şey yoktur. Ancak Bediüzzaman benim tanıdığım ve anladığımdan ibarettir demeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Eğer derse, Bediüzzaman'ı kendi dar düşünceleri arasına hapsetmiş ve Bediüzzaman'a haksızlık etmiş olur. Çünkü herkes kendi aynasının müşahedesine tabidir. Aynası neyi, ne kadar ve nasıl gösterirse o da o şeyi o kadar görebilir. Aynası berrak olanlar güneşi bütün ihtişam ve güzellikleriyle gösterirler. Aynası berrak olmayanlar ise, güneşi saf ve berrak göremez ve gösteremezler. Öyleyse bütün Müslümanlar, özellikle Bediüzzaman güneşine ayna makamında olanlar veya olduğuna inananlar ellerinden gelen bütün gayret ve güçleriyle aynalarını berraklaştırmalı ve ısrarla şu duayı yapmalıdırlar: "Allahım! Beni, gönderdiğin İslamiyet'i, onu anlatsın ve uygulasın diye son peygamber olarak görevlendirdiğin Hz. Muhammed'i (s.a.v) ve O’nun çağımızda varisi olan Bediüzzaman'ı çok iyi gösteren ve ışıklarını yansıtan bir ayna haline getir." Evet ısrarla bu duayı yapmalıdırlar; tâ ki, Bediüzzaman'ı iyi görüp ve iyi gösterebilsinler. Şahıslar hata edebilir, ama cemaat kolay kolay hata etmez. Öyleyse cemaatleşmek gerekir. Cemaatler arasında aşırı derecede ilişkiler kurmak, dayanışmaya girmek gerekir demiyorum, farzdır diyorum, dünden daha çok buna ihtiyacımız vardır, diyorum.

    Bediüzzaman'ın Misyon ve Vizyonu

    Razi'nin tefsirinde gördüğüm güzel bir söz var: "Dünya öldürücü bir zehirdir. Onun ilacı Bismillahirrahmanirrahim'dir."27 Buradan yola çıkarak Bediüzzaman'ın eserlerini anarşi ve terörle tadı kaçmış, küfür ve ahlaksızlıkla, haksızlık ve yolsuzlukla huzuru kalmamış dünyamız için bir ilaç görüyorum. Zaten Onun ilk büyük eserinin ilk sözü de Bismillahirrahmanirrahim'in tefsiridir. Bu sözle işe başlaması da Bediüzzaman'ın misyonunun ve vizyonunun, rahmet ve müsbet hareketten ibaret mücadele tarzını ortaya koyması bakımından çok önemlidir. Çünkü Bismillahirrahmanirrahim'le başlanılmayan, rahmet ve şefkati olmayan bir mücadele tarzının ebter olacağı,28 zulüm ve vahşetten ibaret kalacağı sevgili Peygamberimizin mübarek sözlerinden de anlaşılmaktadır.

    "Kemalin cemali dindir.29 Hak Din saadetin fihristesidir.30 Dinsiz dünyada hayır yoktur.31 Hayır ve kemal, hak ve hakikat nübüvvetin eliyle gelmiştir ve nebilerin elindedir.32 Din dahilde menfi olarak kullanılamaz. Bu milletin evlatlarına kılıç çekilmez."33 diyen odur. Onun bu fikirleri eli silahlı değil, eli kitaplı bir genç nesil yetiştirmiştir.

    Ona göre din siyasete alet edilmez. Din her hangi bir partinin tekelinde olamaz. Çünkü her partide dini seven, sayan, dine hizmet eden adamlar vardır. Ve hep olacaktır.

    Said Nursî, huzur ve asayişin, barış ve istikrarın devam ve bekası için siyasete yön vermiş ama cemaatin parti kurmasına, partileşmesine izin vermemiştir. Eğer cemaatin parti kurmasına izin verseydi, işte o zaman hem dini siyasete alet etmiş olurdu, hem de her partiyi ve her partideki olumlu düşünen insanları dahi dinin aleyhine tedbirler almaya mecbur ederdi. Bu da barış ve istikrar ortamının bozulmasına sebep olurdu. Halbuki O, "Bizim vazifemiz müspet harekettir" diyor ve herkesin bu prensibe bağlı kalmasını, emniyete destek ve kuvvet vermesini istiyordu. Öyleyse herkes Nursi'ye sahip çıkmalı ve ondan istifade yolu bulmalıdır.

    Gençliğimize Ağlayan Adam

    Gençliğin problemleriyle alakalı vermiş olduğum konferansların birinde şunları söylemiştim:

    Biliyorsunuz İslamiyet'ten önce, yani cahiliye devrinde kız çocukları diri diri kuyulara atılıp öldürülüyordu. Şimdi ise hem kızlar, hem de oğlanlar kuyulara atılıp diri diri öldürülüyorlar. Dünküler ağlatılarak öldürülüyordu, bugünküler güldürülerek öldürülüyorlar. Sadece kuyular değişti, kuyular modernleşti.

    Gayr-ı meşru eğlence alemlerinin icra edildiği her yer özellikle bir kısım televizyon kanalları birer modern dipsiz kuyudur, hatta kadınımızı, erkeğimizi, kızımızı, oğlumuzu yutan birer kara deliktir. Ne hazindir ki, kimse de onların bir kuyu veya kara delik olduğunu fark edememektedir. Çünkü onlar makyajlı ve maskelidir. Zehirken bal görünümündedirler. Cehennem hurileri, Cennet hurileri takdim edilmektedir. Bu modern ve maskeli kuyulara atılan ve onların cezbesine ve cilvesine kapılan insanlar, özellikle gençler manen öldürülmekte, birer canlı cenaze veya hareketli mezar haline getirilmektedirler.

    Dün diri diri kuyulara atılan çocuklar ağlıyorlardı. Ama onlar, ağlaya ağlaya Cennete gidiyorlardı. Şimdi ise dipsiz, modern kuyu ve birer kara delik haline gelen bir kısım ekran, ve sair eğlence âlemlerine atılan gençler, tabak kıran, şampanya patlatan, bira ile yıkanan, gayr-ı meşru birlikteliği aşk, soyunmayı sanat ve çağdaşlık sananlar ve onlara aldananlar ise gülüyorlar, güldürülüyorlar. Bunlar da güle güle ne yazık ki ateş ülkesine, Cehenneme gidiyorlar ve oraya gitmek için birbiriyle yarışıyor ve birbirlerine yardım ediyorlar.

    Dün diri diri kuyulara atılanların arkasından ağlayanları vardı. Baba ağlamasa, anası ağlardı. Bu gün modern kuyulara atılanların arkasından ağlayanları da yok. Çünkü kuyular makyajlı, kuyular maskeli. Görünüşte gençler gençliklerini yaşıyorlar, kimse bilmiyor ki ekrandaki gençler de çürüyor, seyretme adına ekrana kilitlenen gençler de aileler de çürüyor. oynaya oynaya koskoca bir kitle ateşten çukurlara dökülüyorlar.

    Yukarda: "Bu gün modern kuyu denilen bir kısım ekran ve sahnelere atılan ve manen öldürülüp canlı cenazeler haline getirilen zavallı gençliğin arkasından ağlayanı yok." dedim.

    Değerli dostlarım,

    Bu sözümü geri alıyorum çünkü onların da arkasından bir ağlayanları var artık. O da Bediüzzaman Said Nursî'dir.

    Olağanüstü şartlar altında, dağda, bağda, zindanda, sürgünde, savaşta kaleme aldığı 6000 sayfayı bulan ve Kuran'ın çağımıza bakan eskimez mesajını Risale-i Nur Külliyatı adıyla, okuyan gençliğin, düşünen beyinlerin önüne koyan bu Zat, bu vatanın evlatlarına ağladığını bakın nasıl ifade ediyor:

    "Bir zaman bir Cumhuriyet Bayramında Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Hapishanenin karşısındaki lise mektebinin büyük kızları okulun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki hâlleri bana göründü. Baktım ki o kızlardan elli atmış tanesinin cesetleri kabirde çürümüş azap çekiyordu, on tanesi 70-80 yaşına gelmiş çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini koruyamadığından sevgi beklediği nazarlardan şimdi nefret görüyor. Onların o acınacak hallerine ağladım. hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler, geldiler, sordular. Ben dedim şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz."34

    Bir insanın kendi evlatlarına ağladığını çok görmüşsünüzdür. Ama bir insanın başkasının evlatlarına ağlaması nadirdir. İşte Bediüzzaman o nadirlerden biridir. Kendi evlatlarına değil bütün bir milletin evlatlarına ağlıyordu O. Yine bir felakete maruz kalanlara ağlandığına şahit olmuşsunuzdur. Ama gülüp eğlenenlere ağlandığına şahit olmamışsınızdır. Bediüzzaman işte böylelerine ağlıyordu.

    Ana-babaları sevindiren ve "Çocuklarımız ne güzel eğleniyorlar!" dedirten Bediüzzaman'ı ağlatıyordu. Niçin? Çünkü eğlenceler meşruiyetini ve masumiyetini kaybetmişti. İnançlarda deprem olmuş, haram ve günahlar helal ve sevap görülür hale gelmişti. Bunun da belanın ta kendisi olduğunu kimse fark edemiyordu. Bu gün gayr-ı meşru bir şekilde eğlenenlerin kabirde ve ahirette başlarına ne tür belalar ve azaplar geleceğini O biliyor ve onun için ağlıyordu. onun şefkati bizim şefkatimize değil, Hz. Muhammed'in (s.a.v) şefkatine benziyordu. O peygamber ki dünyaya gelirken ümmeti için ağlamış, yaşarken ümmeti için ağlamış, Miraç'ta ümmeti için ağlamış, mahşerde ümmeti için ağlayacak. Tâ ki, ümmetinden bir kişi dahi cehenneme düşmesin. Ağlamış, bu ağlamaları ve "Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!"35 çığlığı ile ümmetini gayr-ı meşru gülmelerden ve eğlencelerden uzak tutmaya çalışmış ve Allah'a layık şükrü ve ibadeti takdim edememekten dolayı ağlamaya davet etmiş, adetâ fani dünyada ağlayın ki baki dünyada ebediyyen gülesiniz, demek istemiştir.

    Bu dersi Hz.Peygamber'den (s.a.v) alan Bediüzzaman kendisini ağlatan o olaydan sonra bütün ciddiyetiyle şunları söylemiştir:

    "Evet, gördüğüm hayal değil hakikattir. Bu yaz ve bu güzün sonu kış olduğu gibi gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası da kabir ve berzah kışıdır. Eğer gelecek zamanın elli sene sonraki olaylarını gösteren bir sinema olsaydı, bugün gülen ve eğlenen ehl-i dalalet ve sefahetin elli sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi; şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine acılar içinde ağlayacaklardı."36

    Tavrından, edasından, üslubundan, derdinden, davasından, acısından, muvaffakiyetinden anlaşılıyor ki, Bediüzzaman Kâinat'ın Efendisi'nin asrımızdaki en yüksek, en tatlı, en şefkatli gür sesidir.

    Fahrettin Razi diyor ki, Anne babalar çocuklarının sadece dünyevî istikballerini düşünür ve onları dünya acılarından korumaya çalışırlar, ama Hz. Muhammed'in (s.a.v ) varisi olan alimler ise çocukları ve gençleri, hem dünya ve hem de ahiret azabından korumayı hedef edinmişlerdir.

    İşte Bediüzzaman'ın ağlaması bundandır. İşte bunun içindir ki biz, çocuğu olmadığı halde, Millet evlatlarının çocuklarına ağlayan bu Peygamber Varisine ve onun bıraktığı eserlere bütün bir milletin ihtiyacı vardır, diyoruz.

    İlim ve Din Bağlamında Bediüzzaman

    Henüz aklı ve vicdanı ahlaksızlıkla bozulmayan ve sefahette boğulmayan liseli gençlerden bir kısmı Kastamonu'da Bediüzzaman'ın yanına gelir:

    —"Efendim" derler. "Bize Yaratıcımızı tanıtır mısın? Öğretmenlerimiz hiç Allah'tan bahsetmiyorlar!" Bediüzzaman'ın cevabı harikadır:

    —Sizin okuduğunuz fenlerden her fen kendi hususi diliyle durmadan Allah'tan bahsedip yaratıcıyı tanıtıyorlar. Öğretmenleri değil onları dinleyiniz." der. Ve onlara uzun bir ders verir.

    Biz o dersten sadece bir özet sunmakla yetineceğiz: Hassas ölçülerle ve büyük bir titizlikle hazırlanan eczanedeki ilaçlar onların bir yapımcısı olduğunu gösterdiği gibi; şu dünya eczanesinde bulunan, hassas ölçülerle yapılan ve hikmetle yaratılan her bir hayvan ve bitki de yapımcısını ve Yaratıcısını tanıtıp isbat etmektedir.

    Bir fabrika düşünün… Basit bir maddeden binler çeşit kumaşlar üretiyor. Bu fabrika elbette o fabrikayı kuranın azamet, maharet, kudret ve hikmetini gösterir. İşte o fabrika, şu dünya. Basit madde: toprak, hava, su, güneş. Bu dört ana ham maddeden yüz binler çeşit varlık yapılıyor ve yaratılıyor. Elbette bu muhteşem fabrika ve onun harika ürünleri kurucusu ve yaratıcısı olan Allah'ın sınırsız büyüklüğünü, hikmetini, ilmini ve kudretini isbat etmektedir. Bin bir çeşit erzakı içinde bulunduran bir erzak deposu, erzak amirini, ordugahtaki ordu, ordu komutanını, elektrik lambaları, elektrik idarecisini, bir kitap kâtibini gösterdiği ve varlığını isbat ettiği gibi; bir seyyar erzak deposu ve bir ordugah olan şu dünya, muhteşem kandiller ve avizelerle donatılmış olan şu gök kubbe ve şu kâinat kitabı da Rezzakını, Kumandan-ı Azamını, Yaratıcısını ve Yazarını göstermekte ve isbat etmektedir.37

    Bu ve benzeri izahlarından anlıyoruz ki Bediüzzaman'ın ilmi sadece din ilimleri değil, aynı zamanda fen ilimleridir. "Risale-i Nur'u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta bazı eserler te'lif eyledim."38 sözü de Onun ilminin sadece din ilmi olmadığını, aynı zamanda fen ilimleri olduğunu göstermektedir.

    Bediüzzaman'ın eserlerini okuyan bunu onaylamaktan kendini alamayacaktır. Ona göre fizik, kimya, biyoloji, tıp, matematik, jeoloji, astroloji, gibi bütün ilimlerin Allah'ı, Allah'ın yaratıp yazıp önümüze açtığı şu kâinat kitabının tefsir ve izahından başka bir şey değildir. Kâinat Kitabı olmasaydı ne fiziğin kaide ve kuralları olacaktı ne fizik kitabı, ne elementler olacaktı, ne kimya kitabı; ne kıtalar, iklimler ve bitki örtüleri olacaktı, ne coğrafya kitabı; ne gök bilimleri olacaktı, ne astronomi; ne hesap ilimleri olacaktı, ne de geometri. Evet bunların hiçbiri olmayacaktı. Bu ilimler varlığını Kâinat Kitabına ve o kitabın kâtibi olan Allah'a borçlular. Bir yazar kitabını yazarken başka bir kitaptan iktibas yapar, alıntıda bulunur da, kaynağını göstermezse sahtekârlık yapmış olur. Fen ilimlerini anlatan kitapların yazarları "ben bu kitabımı kâinat kitabına bakarak yazdım, o kitap olmasaydı benim bu kitabım olmayacaktı, ben kitabımı o kitaba ve o kitabın Kâtibine yani Allah'a borçluyum!" demiyorsa ve alıntılarının kaynağını göstermiyorsa böyle birinin ne olacağını sizin takdirlerinize bırakıyorum.

    İşte Bediüzzaman: "Okuduğunuz fenlerden her fen, her kitap Allah'ı anlatıyor." derken dikkatlere bu anlamı sunuyordu ki bu tebliğ tarzının, bu dersin, bu ikna ve irşad metodunun başka bir yerde emsali yok. Bu irşad tarzı, boru döşeyerek uzaklardan içme suyu getirmekten ziyade, sondajı vurup ab-ı hayatı fışkırtmaya ve muhtaçları suya kandırmaya benziyor. İşte Bediüzzaman din ve fen ilimleri hamulesiyle bunu yapıyordu. Bu haliyle o sadece telkin etmiyor, aynı zamanda ikna ediyor, misalleriyle aklı ve kalbi doyuruyor, bütün ilimleri konuşturup okuyan gençlerin dikkatini çekiyor, onları imansızlık afetinden ve kötü alışkanlıkların kucağına düşmekten kurtarıyordu.

    Said Nursi, Bediüzzaman’dır; Bediüzzaman, ilim, cesaret, hafıza ve zekâ itibariyle zamanın harika insanı, güzel insanı, farklı insanı, şaşılacak insanı, aşılmaz insanı demektir. Nursi gerçekten de böyledir. Harikadır, içiyle, dışıyla güzeldir, farklıdır, ilmiyle, hikmetiyle aşılmazdır. Doksan kitabı ezberlemişti.39 Unutmaması için bunları üç ayda bir tekrarlayan Bediüzzaman: "Bunlar benim için Kur'an'ın hakikatlerine çıkmaya basamaklar oldu. Sonra Kur'an'ın hakikatlerine çıktım, baktım, her bir ayetin kâinatı ihata ettiğini, (kuşattığını) gördüm. Artık başka bir şeye ihtiyacım kalmadı. Kur'an bana kâfi geldi."40

    İstanbul'daki ikametgâhının kapısına: "Burada her müşkil halledilir, her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz."41 yazısını içeren bir tabelayı asması da onun gerçekten aşılmaz biri olduğunun delillerinden biridir. Bu tutumuyla Bediüzzaman'ın maksadı dikkatleri doğudaki ilim ve irfan faaliyetlerine çekmek iken, İstanbul uleması bunu kendilerine bir meydan okuma şeklinde anlamış, gruplar halinde ziyaretine gelerek sualler sormuşlar, aldıkları doğru cevaplar ve makul izahlar karşısında etkilenerek ona "zamanın harikası" anlamına gelen "Bediüzzaman" unvanını layık görmüşlerdir.42

    Bediüzzaman'ın açtığı Risale-i Nur ekolü; bu zamandaki hayat şartlarına, insanların psikolojik durumlarına göre en selâmetli, en kısa ve herkese açık bir Kur'an caddesidir. Baştan aşağıya ilim ve tefekkür üzerine gitmektedir.43

    Bediüzzaman bir çok ilimleri içinde toplayan bir kitap veya bir çok kitapları bünyesinde barındıran bir kütüphane gibidir. Hocalarının; "hangi ilim karakterine daha uygun?" sorusuna cevap olarak: -Bu ilimleri birbirinden ayıramıyorum, ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum, sözünden Bediüzzaman'ın, yeni bir ürün elde etmek üzere ilimleri harmanladığı veya harmanlayacağı anlaşılmaktadır.

    Nitekim daha sonra kaleme aldığı Risale-i Nur Külliyatı’nın, sadece din ilimlerinin değil, aynı zamanda fen ilimlerinin de harmanlanmasından meydana getirilmiş taptaze, tertemiz, dupduru ve orijinal bir ürün olduğuna tanık olmaktayız.

    Onun hayatına şahit olanlar ve Tarihçe’sini kaleme alanlar: Üstad, bazen eline aldığı bir cilt kitabı bir günde anlayarak mütalaa eder, hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale tereddütsüz cevap verirdi,44 demektedirler. Risale-i Nur'un telifi sırasında hiçbir kitabı yanında bulundurmadığını, Kur'an'dan gelen Nur Risalelerini okuyanlara Risale-i Nur'un kâfi gelebileceğini, alanıyla ilgili başka bir kitaba ihtiyaç bırakmayacağını45 söyler. Bu bir iddia değil, tecrübe ile sabit bir gerçeğin ta kendisidir. Bediüzzaman'ın: "Bir sene Risale-i Nur derslerini anlayarak ve kabul ederek okuyan kimse, bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir."46 sözü de Risale-i Nur'un bir ilim ve marifet hazinesi olduğunu ifade etmektedir.

    Bir ara Van'dan Şam'a giden Bediüzzaman, Şam ulemasının ısrarı üzerine, Câmiü'l-Emevî'de on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilmin bulunduğu büyük bir cemaate bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabûle mazhar olur.47

    Sosyolog bir yazarımızın ifadesiyle "İmam Gazalî kendi devrinin, Bediüzzaman ise bu devrin Hüccetü'l-İslam'ıdır.48 Bunun anlamı şudur: İslamiyet'in hak din olduğuna dair yeryüzünde hiçbir delil kalmasa, yalnız Bediüzzaman kalsa, İslamiyet'in hak olduğuna delil olarak Bediüzzaman yeter.

    Bediüzzaman, kalkınmanın ve huzurun kaynağı olarak çalışmayı, bilimi ve uzlaşmayı gösterirken, gerilemenin ve huzursuzluğun kaynağı olarak da tembelliği, cehaleti ve kavgayı göstermiş ve şöyle demiştir: "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz."49

    Bediüzzaman, din ilimleriyle fen ilimlerinin dayanışma içinde olduğunu görmüş ve göstermiş, bunların biri olmadan diğerinin olamayacağını vurgulamış, hatta doğuda Medresetüzzehra adında bir üniversitenin açılması için çaba harcamış ve bu üniversitede din ilimleriyle, fen ilimlerinin beraber okutulmasını istemiş, aksi halde devlet ve milletin hiçbir zaman taassub ve hileden kurtulamayacağına dikkat çekmiştir.50

    Hasan Basri Çantay " Bizler Üstadın sayesinde müfessir olduk. Türkiye'de eserleriyle okuma çığrınıo açtı. Hapishanelerde zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası, şefkati, merhameti, tevazuu, şecaati ve kahramanlığı her şeye galip geldi." demiştir. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de şöyle demiştir: "Onun ilmine hayranım. Ona Cenab-ı Hak öyle ilim nasip etmiş ki, aktıkça kabarıyor." Ömer Nasuhi Bilmen ise Bediüzzaman'ın ilmini şöyle dile getirmiştir: "Onun ilmi vehbidir, bizimkisi gibi kesbi değildir. Eğer bizim de kulağımıza fısıldayan olsaydı biz de Risale-i Nur yazardık."51

    Onun için Bediüzzaman: Said yoktur, Said'in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir."52 "Risale-i Nur benim değil, Kur'an'ın malıdır; Kur'an'ın feyzinden gelmiştir…53 Diyerek kendisinde ve eserlerinde görünen meziyet ve güzellikleri Kur'an'a bağlamış, "Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum."54 sözüyle de nefsini okşayan her şeyden kaçmış, sadece ve sadece Allah'ın rızasına kilitlenmiştir.

    Bediüzzaman işte böyle dediği için milyonlar tarafından beğenilmiş ve benimsenmiştir. Eğer Bediüzzaman kendini beğenseydi ve kendini beğenenlerin beğenisinden memnun olsaydı, bu onun ihlasına zarar verecekti ve bu kadar beğenilmeyecekti.

    Küçük yaşlarda bir talebe iken Muhyiddin İbn-i Arabî ısrarla hocasının elini öpmek istemiş. Hocası: Evladım İslam'da el etek öpmek var mı? vazgeç bu sevdadan deyince, İbn-i Arabî ; Hocam! Sizin vazifeniz elinizi öptürmemektir. Benim vazifemse elinizi öpmektir,55 demiştir. İşte Bediüzzaman bunu yapmıştır. O kendine düşeni yapmıştır. Bu gün siz de kendinize düşeni yapmaktasınız. Yani O kendine beğenmemiş, beğenilmesini istememiş, böyle olduğu için siz de Ona beğenmiş, burada ve etrafında toplanmışsınız.

    İslam tarihinde Müslümanların imanını muhafaza eden ve birbirine benzeyen üç hareket vardır. Hindistan'da İmam-ı Rabbanî, Cezayir'de İbn-i Badis ve Türkiye'de Bediüzzaman Said Nursî'dir, diyen Mısır Ezher Üniversitesi Profesörü Dr. Abulvedud Çelebi, "Hepimiz İslam'a hizmet ediyoruz. Ama Bediüzzaman küfre karşı imanlarımıza bekçilik yapıyor." diyen Pakistan'ın meşhur siması Mevdudi, "çağımızın en büyük müfessiri ve müceddidi"56 diyen Dr. Colin Turner… gibi daha bir çok zat Bediüzzaman'a olan hayranlıklarını saklayamamış ve bu sözleriyle de bütün Müslümanlar adına adeta şükranlarını takdim etmişlerdir. Dünyanın idaresini elinde tutan bütün yönetimlerin, bilhassa dünyada terörün kökünü kazımaya soyunan süper güçlerin Said Nursî'ye ihtiyacı vardır. Çünkü anarşi ve terörle, ahlaksızlık terörüyle zehirlenmiş dünyamız için Nursî ve eserleri panzehirdir. Çünkü O ilhamını Kur'andan, nurunu da Hz. Muhammed'den (s.a.v) almıştır. Nursi, Kur'an'ın çağımızda en güzel söylemlerinden biridir. Dünyaya iyi bir düzen kazandırma yolunda ve iddiasında olan güçler Bediüzzaman'a sahip çıkmalıdır. Tarihte ahlak ve maneviyatı, adalet ve hakkaniyeti bir tarafa koyup sadece maddî ve kaba kuvvetle dünyaya intizam vermeye çalışmış nice zalimlerin yerinde bu gün yeller esiyor. " Zulm ile âbâd olanın, sonu berbad olur."

    Bediüzzaman'ın Gayretlerinin Sonucu

    Bediüzzaman'ın bu amansız gayretlerin sonucu ne oldu? Bütün olumsuzluklara, takiplere, tarassutlara, zindanlara ve zehirlemelere rağmen ortaya koyduğu iktisatlı ve istikametli bir hayatı ve altı bin küsur sayfalık Nur Külliyatı ile milyonlarca insanın ve gencin imanını kurtardı. "Zaman bendedir ve mekan bana emanettir" diyen bir gençlik, hasretini çektiği bir gençlik yetiştirdi.

    Sokakları aşındırmayan, zamanı öldürmeyen, asayiş ve huzurun sigortası olan bir gençlik yetiştirdi. Eşek arılarının deliğine çomak sokmayacak kadar basiretli, okuyan, anlayan, anlatan, sadece lisan-ı kaliyle değil, lisan-ı haliyle de örnek olan, hizmette önde, ücrette ve mefaatte geride duran, ırkçılık ve bölücülüğün millet sinesinde açmış olduğu yaralara merhem süren, millet ve vatan bütünlüğünün sembolü olan, kul hakkına tecavüzden titreyen bir gençlik yetiştirdi.

    Bediüzzaman, isar hasletine sahip yani kendi ihtiyaçlı olduğu halde muhtaç olduğu şeyi başkasına gönderecek kadar üstün meziyetli bir gençlik yetiştirdi.

    Bediüzzaman, ilim mücahidi, laboratuar dervişi, proje adamı, strateji uzmanı, aynı zamanda edep timsali, haya abidesi, muhabbet fedaisi, sevgi, saygı, şefkat ve merhamet kahramanı bir gençlik yetiştirdi.

    Bediüzzaman, büyük görünmeyen ama büyük olan, din ilimleriyle, fen ilimlerini, ibadet şuuruyla tahsil eden, çalışan, düşünen, okuyan, yılandan, akrepten kaçar gibi şöhretten, riyadan ve günahlardan kaçan, helal iş, helal aş, helal eş peşinde koşan, kendilerine haksızlık yapan zalimlerin bile ıslahına dua eden, vatanını ve milletini seven, küçüklerine şefkatli ve büyüklerine hürmetli olan, vakur, mübarek ve muhterem bir gençlik yetiştirdi.

    Bediüzzaman'ın o muhteşem çilesinin ve sancısının elbette böyle bir neticesi ve meyvesi olması Allah'ın rahmetinden beklenirdi ve Allah o mübarek meyveyi ve neticeyi lutfetti de böyle bir gençlik meydana geldi. Seven, sevilen, sayan ve saygı duyulan bir gençlik doğdu.

    İşte ancak böyle bir gençlikle Türkiye ilelebet payidar olacak, muasır milletler seviyesine ve onun da üstüne çıkacaktır inşallah.

    Bu Kadar İnsanın Gönül Hoşnutluğuyla Onun Arkasına Düşmesinin Sebebi Neydi?

    Acaba Bediüzzaman bu kadar insanı ve genci nasıl kendisine bağlayabildi? Veya bunca insan onda ne buldu? Bu bağlananların sayısı gün geçtikçe neden eksilmiyor da, artıyor?

    Bu sorulara çok farklı cevaplar verilebilir. Ama bana göre bu soruların cevabı şudur:

    1- Bediüzzaman Allah'ı ve Onun Resulünü seviyordu ve sevdiriyordu, dolayısıyla Allah tarafından da seviliyor ve sevdiriliyor. Bediüzzaman sevgiyi yaşıyordu. O bir muhabbet fedaisi ve şefkat kahramanıydı. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur, diyordu.

    2- Bediüzzaman, dine hizmet etmesine ve dini anlatmasına karşılık kimseden bir ücret, bir menfaat beklememiş. Bu konuda da peygamberleri, özellikle Hz. Peygamber'i (s.a.v) örnek almış, mütevazı yaşamayı tercih etmiştir.

    3- Tazarru ve niyaz, ibadet ve tefekkür, dua ve istiğfar, hapis ve sürgün, işkencelere sabır ve nimetlere şükür, Kâinat Kitabını ve onun "ezelî tercümesi ve ebedî tercümanı" dediği Kur'an'ı okumak, okuduğunu ve düşündüğünü yer ve zaman aramadan hapis ve sürgün demeden yazmak, ondan asrın mesajını çıkarmak, derdi teşhis etmek, teşhiste isabet kaydetmek, Kur'an eczanesinden asrın hastalıklarına uygun ilaçlar çıkarmak, hasta asrın, hasta milletin, hasta gönüllerin derdine derman sunmak onun en büyük derdi ve en büyük meşguliyeti olmuştu.

    4- Bir de kimsenin söylemediklerini söylemiş, tabir caizse insanın can damarından girmiş, bam telini yakalamış, teşhiste ve tedavide isabet kaydettiği için herkes tarafından hüsn-ü kabul görmüştür.

    5- Bediüzzaman'ın, hizmetinde başarılı olmasının ve okuyucularını doyurabilmesinin sebeplerinden biri de, aklın ve kalbin her ikisine birden hitap etmiş ve eserlerini bu anlayışla kaleme almış olmasıdır. Akla hitap ederken kalbi unutmaz, kalbe hitap ederken de aklı ihmal etmez. Kur'an'ın üslûbu onun üslûbuna rehber olmuş "Aklım yürüyüş yaparken, bazen kalbimle arkadaş olur. Kalp zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor.."57 İkisi beraber olmazsa yarım kalırlar. "Bir ayağım şeriata bağlıdır. Öbür ayağımla kainatı dolaşırım. " diyen Mevlana da herhalde buna işaret ediyordu.

    6- Bediüzzaman hep güzel görmüş, güzel düşünmüş ve güzel düşündürmüştür. " Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır."58 demiş. İbrahimvari, "Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler" de, "pencerelerden seyret içlerine girme"59 diyerek olaylara hep güzel yönden bakmış, baktırmış, okuyanları stresten, sancıdan, bunalımdan ve intihardan kurtarmıştır. Bediüzzaman'ın 7'den 70'e milyonlarca okuyucusu vardır. Böylesine güçlü ve kalabalık bir ekolün en ufak asayişi bozan bir hareketi bulunamamıştır. Umarım anarşi ve terörle boğuşan dünya bu gönül adamının, fikir adamının, irşad adamının, ikna adamının, ilim adamının hoşgörü ve şefkat adamının ahlak ve fazilet adamının mirasına sahip çıkar. Umarım bütün insanlık, özellikle Müslümanlar hakkıyla tanınmayan ve anlaşılamayan bu "bilinmez meşhuru" tanıma, okuma imkanını bulur.

    7- Merhum Âkif, "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem / Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem / Biri ecdadıma saldırdı mı boğarım, boğamazsın ki / Hiç olmazsa yanımdan kovarım / Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim / Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim / Adam aldırma da geç, git diyemem, aldırırım / Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım." mısralarıyla sanki Bediüzzaman'ı anlatmıştır. Bediüzzaman zulmü alkışlamamış, zalimi asla sevmemiş, hatta: "Zalimler için yaşasın cehennem" demiş, gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmemiş, İslam aleminin kanayan yaraları karşısında ciğeri yanmış, "Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâm'ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm'a indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim."60 demiş, onu dindirmek için kamçı yemiş, çifte yemiş, çiğnenmiş ama çiğnememiş, fakat hakkı tutup kaldırmıştır.

    Yine Âkif, "Yumuşak huylu isem kim demiş uysal koyunum / Kesilir fakat, çekmeye gelmez boynum" dediği gibi Bediüzzaman müsbet hareketi esas almıştır ama, hiçbir zaman uysal koyun olmamıştır. O hep arslan gibi kükremiştir ama, bu kükreyişini başkalarına zarar vermek için değil, gelebilecek zararları bertaraf etmek, bir Müslüman'ın ne kadar metin ve haktan yana ne kadar tavizsiz olduğunu göstermek için yapmıştır. "Başımdaki saçlarım sayısınca başlarım olsa, her gün birini kesseniz, imana ve Kur'an'a feda olan bu baş zındıkaya eğilmeyecektir."61 Sözü bana: "Vallahi güneşi sağ avucuma, ayı da sol avucuma koysanız, yine ben bu davadan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!"62 diyen Şanlı Peygamberimizin kararlılığını aklıma getiriyor.

    8- Peygamber ihlası, peygamber takvası, peygamber şefkati, peygamber sabrı, peygamber çilesi, peygamber zühdü, peygamber istiğnası, peygamber isarı, peygamber murakebesi, peygamber tefekkürü, peygamber muhabbeti, peygamber ahlakı, peygamber usûlü ve peygamber üslûbu63 vardı. Asrımızda onun gibi insanlığın, gençlerin derdine yanan olmadı.

    9- Tevazu ve mahviyeti ahlak ve karakter haline getirdiği için, "Said yoktur, Said'in kudret ve ehliyeti de yoktur, konuşan yalnız hakikattir." "Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum!" dediği için milyonlar tarafından beğenilmiştir. Kendisini beğenseydi ve beğenilmek isteseydi bu kadar beğenilmeyecekti.

    10-Asrımızda kâinatı, Kur'an'ı ve insanı onun gibi kimse okuyamadı.Bediüzzaman'ın eserlerini okuyan herkes kendisini, kendi tarifini onda buluyor, kendisini tanıdıkça hem tarif edenin hem de tarif edilenin mükemmelliğini görüyor, hayran oluyor. Bir başka ifade ile diyebilirim ki, asrımızda insanı en iyi tanıyan, tanıtan, tahlil eden, dertlerini teşhis eden, Kur'an eczanesinden insanın yaralarına en uygun ilaçlar çıkarıp sunan Bediüzzaman Said Nursî olmuştur. Dolayısıyla onu tanıyan ve okuyan insan ona meftun olmaktadır.

    11- İnsan katmanları içinde onun kucaklamadığı hiçbir zümre yoktur. Çünkü o insan hayatının bütün tabakalarını görmüş ve yaşamıştır. Gençlik dönemini yaşamış, gençlerin problemlerini görmüş çözümler sunmuş, ihtiyarlık dönemini yaşamış, ihtiyarların problemlerini görmüş, çözümler sunmuş, bünyesinde 8-10 hastalığı taşımış, hastaların problemlerini görmüş, çareler sunmuş, bir taraftan sarayda yaşayan Sultan'a seslenmiş: "Münhasif Yıldız’ı darülfünun et; tâ, Süreyya kadar âli olsun! Ve oraya seyyahlar, zebanîler yerine, ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun!"64 demiş, bir taraftan da din ve imanı uğruna girdiği hapishanelerde mahkumların problemlerini görmüş, onlara dersler sunmuş, ıslahlarına vesile olmuş, Müslüman hanımların problemlerini görmüş, onların acılarla karşılaşmamaları için tavsiyelerde bulunmuştur. Herkese münasip dersler vermiştir. Biz sadece bir-iki misalle yetineceğiz:

    a- Bediüzzaman'ın mahkumlara verdiği dersten bir kesit

    Risale-i Nurdaki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar özellikle gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapishanede geçirenler Nurlara ekmek kadar muhtaçtırlar. Gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler his ve heves ise kördür, akıbeti görmez, bir dirhem hazır lezzeti ileride bin batman hazır lezzete tercih eder.

    Bir dakika intikam lezzetiyle katleder, cinayet işler, seksen bin saat hapis acıları çeker. Bir saat sefahet keyfi ile hem hapsin hem düşmanın korkusuyla ömrünün saadeti bozulur. Eğer bu gençler Kur'an terbiyesi ve Risale-i nur hakikatleriyle kendilerini muhafaza etseler tam bir kahraman genç, mükemmel bir İnsan ve mesut bir Müslüman ve sair canlılara sultan olurlar.65 Nitekim öyle olmuşlardır.

    Bediüzzaman'ın hapishanede mahpuslara verdiği dersin sonunda öyle bir sözü vardı ki o söz, gerek hapishane içindekileri ve gerekse hapishane dışındakileri ıslaha kâfi idi. O söz şudur: "O'nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu tanımayan ve unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır."66 Bediüzzaman'ın hapishanede verdiği bu müessir dersleriyle mahkumların ve mahpusların tövbekar olup terbiyeli, vatana ve millete faydalı bir insan haline geldiğini gören bazı alakadar zatlar "Terbiye etmek için suçluları 15 sene hapse atmaktansa 15 hafta Risale-i Nur dersi almalarını sağlarsak daha çabuk ıslah olurlar."67 demekten kendilerini alamamışlardır.

    b- Bediüzzaman'ın gençlere verdiği dersten bir kesit

    Bediüzzaman'ın çeşitli yerlerde gençlere verdiği derslerde şoklayıcı ve uyarıcı ifadelere rastlıyoruz. Şöyle ki: "Sizdeki gençlik katiyen gidecek eğer siz meşru dairede kalmazsanız o gençlik zayi olacaktır hem dünya hem kabirde hem de ahirette başınıza belalar getirecek lezzetinden çok size acılar çektirecek ama siz İslam terbiyesi ile büyür gençlik nimetine bir şükür olarak gençliğini itaat ve ibadetle harcar iffetli ve namuslu yaşarsanız o gençlik manen baki kalacak ve ebedi bir gençliği kazanmanıza sebep olacaktır."68

    Gençliğin gayri meşru dairedeki zevklerini "zehirli bir bal" a benzeten Bediüzzaman gençlere verdiği bir derste şunları söylüyor: "Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız. Farzlarla zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle de muhafaza ediniz."69

    Gençliği kötü yolda kullananların ve harcayanların çeşitli hastalıklarla hastanelere, taşkınlıklarıyla hapishanelere, menfi sıkıntılarıyla meyhanelere ve sefalethanelere düştüklerine dikkat çeken Bediüzzaman bunu anlamak isteyenlere hastaneleri, hapishaneleri ve kabristanları gösteriyor. Gidiniz hastanelerden, hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz niçin buralara düştünüz deyiniz bu sorunuza onların lisan-ı halleri şöyle cevap verecek:

    —"Gençliğimizi gayri meşru eğlencelerde, isyanda ve haramda mahvettik aklınızı başınıza alın sakın bizim gibi olmayın."

    Onun şefkati sadece gençleri değil, toplumun bütün katmanlarını kucaklıyordu. Hastalar Risalesi’yle hastalara, İhtiyarlar Risalesi’yle ihtiyarlara, Gençlik Rehberi'yle gençlere, Hanımlar Rehberi’yle hanımlara, hapishanede mahkûmlara dersler vermesi ve onların yaralarına merhem sunması Onun, örneğini Peygamber'den alan şefkatinin sonucuydu.

    c- Bediüzzaman'ın genç hanımlara verdiği dersten bir kesit

    Genç hanım kardeşlerime gizli bir sözüm var:

    Geçim derdi için, serseri, ahlaksız, Frenk meşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, köylü, masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarması gibi sizde iktisat ve kanaatle idareye çalışınız. Namusunuzu koruyunuz.

    Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olduysa kısmetinize razı olunuz, kanaat ediniz. İnşaallah bu rızanız ve kanaatinizle kocanız da ıslah olur. Yoksa mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz, bu da İslam haysiyetine ve millî şerefimize yakışmaz.

    Değerli hanım kardeşlerim! Şunu kesinlikle biliniz ki meşru dairenin dışında ki zevklerde ve lezzetlerde on derece daha fazla acılar ve zahmetler vardır. Sizin evinizde evlatlarınızla sohbetiniz, yüz sinemadan daha zevklidir. Şu dünya hayatında hakiki lezzet imandadır ve iman dairesindedir.70

    Risale-i Nur'un kıymetini çok iyi anlayan hanımların yaptığı hizmetlerden dolayı fevkalade sevindiğini ve sevinç göz yaşları döktüğünü de Bediüzzaman şu şekilde dile getirmektedir:

    Cenâb-ı Hakk'a yüz binler şükür olsun, Risale-i Nur'un tamam kıymetini, o köyün mübarek valideleri ve hanımları tamam anlamışlar. O mübarek hanımların ve kıymetdar ve hâlis âhiret hemşirelerimin, Risale-i Nur'un intişarına gösterdikleri fedakârlık, beni ve bizi kemâl-i sürurdan ağlattırdı. Zâten Risale-i Nur'un mesleğindeki en mühim bir esası, şefkat olduğundan ve şefkat madenleri de hanımlar olduğundan çoktan beri beklerdim ki, kadınlar âleminde Risale-i Nur'un mahiyeti anlaşılsın. Elhamdülillâh, bu havalide de, bu yakında erkeklerden ziyade bir iştiyâk ve faaliyetle buradaki hanımlar tam çalışıyorlar; Sav'lı mübareklerin hemşireleri olduklarını gösteriyorlar. Bu iki tezahür bu zamanda bir fâl-i hayırdır ki; o şefkat madenlerinde Risale-i Nur parlayacak, fütuhat yapacak.71

    Hizmet Ekolleri İçinde Risale-i Nur'un Yeri ve Önemi

    Bediüzzaman'ın bu ders ve izahlarını gören ve Nur Risalelerini inceleyen bir insan olarak: Hayatlarını korumak için atom bombasına sarılan ve güvenen dünya milletlerine ondan daha üstün ve daha etkili bir silah olarak Risale-i Nur'u gösterenlere72 hak veriyorum ve bunun bir mübalağa olmadığına inanıyorum. Çünkü atom bombası düştüğü yeri yakar, yıkar, silinmez kin ve nefret tohumları bırakır. Ama Kur'an'ın bir nuru ve dersi olan Risale-i Nur, düştüğü yeri ihya eder, canlandırır, sevgi ve barışı hakim kılar. Bunun böyle olduğunu, bir parça ilim ve basiret nazarıyla Nur Risalelerine bakanlar ve Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî'nin gerek Türkiye'de ve gerekse dünyadaki hizmetlerine ve etki alanına dikkat edenler bunu anlamakta zorlanmayacaklardır.73

    Şimdi biz, hizmet ekolleri içinde Risale-i Nur'un yer ve önemini madde madde açıklamaya çalışalım:

    1- Risale-i Nur'un çağımızda en güzel hizmet metodu ve en güzel cihad yöntemi olması:

    Risale-i Nur, asrımızda İslam'a hizmet yollarının en güzeli, en güzel metodu ve en güzel cihad yöntemidir. Risale-i Nur, Yüce Rabbimizin: "Hikmet ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et."74 mealindeki ayetinde istediği en güzel davet şeklidir. Yine Ayette ifade edilen "hikmet"in ve "mev'ıza-i hasene"=güzel öğüt" ün de tâ kendisidir. Bu asırda İslam'a ve imana çağırmanın en güzel yöntemlerinden biridir.

    Risale-i Nur, güneş gibi herkese ve her yere ışık ve ısı vermektedir. Onun hareketi ve faaliyeti güneşin hareket ve faaliyeti gibidir. Gürültüsüz gelir, sessizce sokulur, şefkatle okşar. Canlara can katar. Yakmaz ve yıkmaz. Risale-i Nur bir silahtır, ama öldüren değil, manen ölmüşleri dirilten bir silahtır. Risale-i Nur, Kur'an bahçesinin ayet çiçeklerinden yapılmış bir ilaçtır, ama yan etkisi olmayan bir ilaçtır. Sırf şifadır. İçimizdeki ve dışımızdaki anarşi, terör, stres ve depresyon zehirinin panzehiri, ahlakta meydana getirilen dejenerasyon deprem ve tusunamilerine karşı bir dalgakıran, yıkılmaz bir sur, aşılmaz bir seddir.

    2- Risale-i Nur'un, herkese nur olup yalnız fenalara nar olması:

    Risale-i Nur, inceleyen ve tanıyanlar için fevkalade iyi ve fevkalade güzeldir. O, sadece fenalara nardır veya nar görünür.Onun için onu bilmeyen ve tanımayanlar onu zehir görmüşlerdir. Nitekim bir zamanlar bir savcı iddianamesinde demiş ki: "Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir." Buna mukabil, Risale-i Nur'la imanını kurtaran ve asrın her türlü zehrinden kurtulan bir genç şöyle haykırmıştır: "Eğer Risale-i Nur bir zehir ise; bizim o zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Sayın savcı eğer yerini biliyorsa uçaklarla bize göndersin."75

    Bediüzzaman ve onun Nur Risaleleriyle çok mücadele etmişlerdir. Ama mücadele edenler yorulmuştur. Çünkü güneşin ışığıyla mücadele edilmez. Risale-i Nur Kur'an güneşinin ışığıdır. Onunla mücadele eden iflah olmaz. Bediüzzaman, sevgili Peygamberimizin çağımızdaki dilidir, onu susturmaya çalışan azaptan kurtulamaz.

    3- Risale-i Nur'un bir söz incisi ve mücevher hazinesi olması:

    Risale-i Nur, 6000 sayfalık bir söz incisi, bir mücevher hazinesi, bir gül bahçesi Bediüzzaman da İslâm'ın en güzel ve en yüksek sesli bülbülüdür. Okuyanlar onun yağmur gibi bir rahmet, güneş gibi bir nur, ekmek gibi zorunlu bir gıda, bir ihtiyaç olduğunu görürler. Araştırmacılar onun içinde diş ve baş kıran bir taş, can acıtan lüzumsuz bir dikene rastlayamamışlardır. Nur Külliyatı’nı sıksanız, ondan bal ve şifa damlar. Ağzınızı ve kulağınızı verseniz sağlığa kavuşur, içinizdeki ve dışınızdaki anarşi ve terörün şerrinden, deprem ve depresyon stresinden kurtulursunuz. Risale-i Nur'u okuyanların içinde 7'den 70'e çok insan vardır. Ama onu okuyanların çoğu gençlerdir, eğer onu okuyan gençler, Risale-i Nur'u okumamış olsalardı, onlar bugün ya kendisinin, ya ailesinin ya devletin, ya da milletin, vatanın başına bela olacaklardı.

    4- Risale-i Nur'un, sünnet çizgisinde en güzel bir Kur'an yorumu olması:

    Risale-i Nur, çağımızda Kur'an'ın sünnet çizgisinde en tatlı, en yumuşak, en mukni, en mâkul yorumu, Bediüzzaman da İslâm'ın en yüksek gür sesidir. Bediüzzaman, sesi ve sözüyle cihanı velveleye verdi. Doğulu-Batılı, Kuzeyli-Güneyli, onun sesini duyan herkes, onun sesi ve sözüyle doğruldu, dirildi, hakikati itiraf ve ilan etti. Ne yazık ki biz onu kametince anlatmaya muktedir olamıyoruz. Performansımızın % 10'uyla ancak bu vadide yol alıyoruz. Her yıl onun hakkında sempozyumlar düzenleniyor, araştırmalar yapılıyor. Dünya onu konuşuyor, ama o incelendikçe bitmeyen bir hazine gibi bereketleniyor. Bu açıdan olsa gerek ki Şerif Mardin, düşünüp de söylemeye cesaret edemediğim bir hakikati şöyle ifade etmiştir: "Said Nursî'nin retoriğinde, Kur'an'ın üslûbunu çağrıştıran yönler bulunmaktadır."76

    Asırlardır Kur'an, değil kitap, sayısız kütüphane doğurdu. Her gelen Ondan aldı, Kabını, arabasını ve ambarını ondan doldurdu, ama Ondan hiçbir şey eksilmedi. Kur'an'ın Sünnet çizgisinde çağdaş bir yorumu olan Risale-i Nur da öyle. O kaynağı bulan herkes kabını ondan doldurmakta, ama ondan bir şey eksiltememektedir. O da Kur'an'ın bir ürünü ve bereketidir. Kur'an ve onun bir ürünü olan Risale-i Nur, gür bir şekilde güneş gibi ışığını saçmaya, çağlayan gibi akmaya devam etmektedir. Kendisini Risale-i Nur'un sahibi, varisi ve koruması konumunda görenler, Risale-i Nur üzerinde yapılan bazı tasarruflar ve istifade tarzlarından dolayı endişeye kapılmasınlar ve rahat olsunlar. Ne dost eksiltebilir, eskitebilir onu, ne de düşman söndürebilir. Çünkü o Kur'an güneşinin çağımızda parlayan ışık huzmesidir. İstifade edilmekle eskimez ve eksilmez. Güneş gibidir, üflemekle sönmez, gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan adam yalnız kendine gece yapar. Yani istifade etmeyen veya orijinalini bozma niyetinde olan yalnız kendine zarar verir.

    En zekâsız ve cahilinden en zeki ve alimine kadar insanlık âleminin bütün tabakaları, fen ve din alimlerinin özellikle şeriat müçtehitlerinin, usûlüddin ve kelam dahilerinin ve muhakkiklerinin Kur'an'ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri anlamaları, her taifenin kendi ilimlerine ait bütün ihtiyaçlarını ve sorularının cevaplarını Kur'an'dan çıkarmaları, Kur'an'ın hakkın ve hakikatın kaynağı olduğuna bir imzadır.77

    6- Risale-i Nur'un orijinal bir ifade ve düşünce olması:

    Risale-i Nur'u okurken hayretimi ve hayranlığımı saklayamıyorum. Derler ki: Yeryüzünde yeni söylenmiş bir fikir yoktur. Risale-i Nur'u okuduktan sonra artık bu hükme katılamıyorum. Çünkü, Risale-i Nur'un içindeki fikirlerin tamamına yakını yeni ve orijinaldir. Kur'an'ın o muhteşem tarifini,78 insanın o muhteşem tahlilini,79 kainat kitabının o muhteşem tefsirini, haşrin, yani öldükten sonra ahirette yeniden dirilişin o mükemmel ispatını80 başka nerede bulabilirsiniz? Bir cümle ile ahireti isbat etmek kimin haddine düşmüş? Ama Bediüzzaman bunu yapıyor ve diyor ki: "Daimî bir cemal, zail bir müştaka razı olamaz!" İşte size bir cümle ile ahiretin isbatı.

    7- Risale-i Nur'un, kâinat kitabının okunuşu olması:

    Risale-i Nur, kâinat kitabının okunuşudur. Onu okuyan kâinatı da okumuş olmaktadır. Bediüzzaman, "Kur'an kâinatı okuyor." diyor. Bunun anlamı, Kur'an, kâinat kitabını tercüme ediyor, demektir. Kur'an gelmeseydi, kâinatın beden dili çözülemeyecekti. Ne için yaratıldığı, ne anlama geldiği bilinemeyecekti. Kur'an: "Yerde ve gökte olan her şeyin Allah'ı tesbih ettiğini ve Allah dediğini81 söyleyerek bize tercüman oldu. Kur'an'ın kâinat kitabının bir tercümesi ve tercümanı olduğu tesbitini biz, günümüzde sadece Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'unda gördük. Dolayısıyla Bediüzzaman'ın Risale-i Nuru, kainat kitabının okunuşudur.82 Bediüzzaman kâinat kitabını ve o kitabın en büyük ayeti olan insanı okuyor, aklı okuyor, ruhu okuyor, hayatı okuyor, ölümü okuyor, yıldızları okuyor, yerleri ve gökleri okuyor, kadını okuyor, gençliği okuyor, ihtiyarlığı okuyor; hastalığı okuyor, bela ve musibeti okuyor; hasılı bütün bir kâinatı okuyor. Hem de okuduğu her şeyi güzel ve doğru okuyor ve okutuyor.

    Şimdi biz, Bediüzzaman'ın bunları nasıl okuduğuna dair birer küçük misal vereceğiz, bu misaller deryadan bir damla olacak. Gerisini Risal-i Nur'a havale edeceğiz. Mesela, Kur'an'ı şöyle tarif ediyor, daha doğrusu şöyle okuyor:

    Kur'an: Şu büyük Kâinat Kitabı'nın ezelî tercümesi ve o kitabın içindeki tekvini ayetlerin yani varlıkların çeşitli beden dillerinin ebedî tercümanıdır,

    Yerde ve gökte Allah'ın isimlerine ait manevî hazinelerin keşşafı,

    Şehadet ve gayb aleminin müfessiri,

    Olaylar satırlarının altında saklı bulunan gerçeklerin anahtarı,

    Dünyada, ahiretin dili,

    Rahman'ın ebedî iltifatlarının ve Sübhan'ın ezelî seslenişlerinin hazinesi,

    İslamiyet aleminin güneşi, temeli, hendesesi,

    Ahiret alemlerinin mukaddes haritası,

    Allah'ın zat, sıfat, isim ve işlerini açıklayan sözü, açık yorumu, kesin delilidir.

    İnsanlık aleminin mürebbisi, eğitimcisi,

    En büyük insanlık olan İslamiyet'in suyu ve ışığı,

    İnsanlığın hakiki hikmeti,

    İnsanlığı saadete sevk eden gerçek mürşididir.

    Kur'an, inanmış insanlar için hem bir Şeriat kitabı,

    Hem bir dua kitabı, hem bir hikmet ve ubudiyet kitabı, hem bir emir ve davet, hem bir zikir ve fikir kitabıdır.83

    Bediüzzaman arıyı, okuyor ve diyor ki : Bal arısı yaratılışı ve vazifesi açısından bir kudret mucizesidir. Koca bir "Nahl" suresi onun ismiyle isimlendirilmiştir.

    1- O küçücük "bal makinesi"nin zerrecik başında onun önemli vazifesinin mükemmel programı yazılmış,

    2- Küçücük karnına yemeklerin en tatlısı konulmuş, pişirilmiş,

    3- Süngücüğüne kendi vücuduna zarar vermeden öldürücü zehir yerleştirilmiş. Bu işler dikkat ve ilimle, gayet hikmet ve irade ile, tam bir intizam ve muvazene ile olur. Yer yüzündeki bütün arılarda aynı şeylerin aynı anda, aynı tarzda olması Allah'ın varlığını ve birliğini isbat eder.84

    Bediüzzaman çekirdekleri ve meyveleri okurken de şöyle diyor: Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar:

    1- Birer Rabbanî hikmet mucizesi, 2- Birer İlahî sanat harikası, 3- Birer İlahî rahmet hediyesi, 4- İlahî vahdetin birer maddî delili, 5- Ahirette ilahî lütufların birer müjdecisi, 6- Allah'ın ilim ve kudretinin her şeyi kuşattığına birer sadık şahittirler… Bunlar beden dilleriyle şöyle derler: "Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma, bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti vahdetimizde (çokluğu, tekliğimizin içinde)dir. Hatta her bir meyvenin kalbi hükmünde olan her bir çekirdek de birliğin maddî aynası oldukları gibi, koca ağacın cehri zikir ile çektiği ve okuduğu Allah'ın bütün isimlerini onlar kalbî ve hafî zikirle çeker ve okurlar… Şu kâinat ağacının bir meyvesi olan insan, çok varlıklar içinde birliği gösterdiği gibi, kalbi de iman gözüyle çokluk içinde birlik sırrını görür.85

    Bediüzzaman, Allah'ın sanat ve icraatındaki inceliği gözler önüne seriyor.

    Biz biliyoruz ki bir şey ne kadar çok olursa o kadar değeri azalır. Ama Allah'ın işlerinde durum böyle değildir. Bir şeyin çokça yaratılması onun mükemmelliğine zarar vermiyor. Sür'atle yapılması sanat değerini düşürmüyor. Mesela her canlıda gözün bulunması gözün kıymetini azaltmaz. Her şeyin birbirine tam karışmış olması, tam farklı ve imtiyazlı olmalarına engel olmuyor. Toprağa karışık atılan tohumlar ve çekirdekler bir birine karışmaz. Bu işler, hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hazır ve nazır olan Allah'ın işleridir. Hiçbir şey Ondan gizlenmediği gibi, hiçbir şey Ona ağır gelmez. Zerrelerle yıldızlar Onun kudretine göre birdir.86

    Bediüzzaman, hayatı ve ölümü okuyor87 ve diyor ki:

    Hayat, cemali tecelliyi gösteren bir ehadiyyet delilidir, ölüm de celali tecelliyi gösteren bir vahidiyyet delilidir.88 Evet hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acîb bir mu'cizesidir ve bütün ni'metlerden üstündür ve mebde' ve meâdın bürhanlarından en zâhir bürhandır. Evet, hayat nevi'lerinin en ednası nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zâhir, o kadar umumî, o kadar me'luf iken, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır. İşte hayatın ne derece ince olduğu anlaşıldı.89

    Bediüzzaman çok harika bir şekilde değişik yönleriyle insanı okuyor.

    Başlı başına bir sempozyum konusu olan bu meseleden biz sadece bir özet sunmakla yetineceğiz.

    İnsanın Yaratılış Gayesi

    İnsanın yaratılmasından maksat, gizli olan İlahî hazineleri açmak, Kadir-i Ezelî'ye delil, nurlu makes ve Cemal-i Ezeli'ye şeffaf bir ayna olmaktır.90

    İnsan belası çok, ama belalarını defedecek kadar gücü yok.

    " İnsan zayıftır; belaları çok… Fakirdir ihtiyacı pek ziyade… Âcizdir; hayat yükü pek ağır… Eğer Kadir-i Zülcelal'e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daima azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder."91

    İnsan Cenab-ı Hakk'ın antika bir sanat eseri

    İnsan Cenab-ı Hakk'ın antika bir sanat eseridir. En nazik ve nazenin bir kudret mucizesidir. Cenab-ı Hakk insanı, bütün isimlerinin cilvesine mazhar, nakışlarına medar ve kainata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.92 Bu tariften de şunu anlıyoruz: Cenab-ı Hakk insanı sanatının bir antikası, kudretinin bir mucizesi, isimlerinin cilvesine en büyük ayna, nakışlarının bir tablosu ve kainatın küçültülmüş bir şekli yapmıştır.

    İnsan kâinatta çok nazik ve nazenin bir çocuk gibi

    İnsan şu kainat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer. Zatında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır.93 Çocuk çok güçsüz, çok zayıftır ama çok büyükleri ve çok güçlüleri kendisine hizmet ettirmektedir. İnsan da öyle cirmi ve cismi itibariyle çok küçük ve zayıf olmasına rağmen koca kainatı emrinde çalıştırmaktadır.

    Bu gücün, zayıflığından kaynaklandığını itiraf etmeyen çocuk tokata müstehak olduğu gibi; kainatı emrine veren Allah'ın sonsuz kudretini ve kendisinin de son derece güçsüzlüğünü görmeyen insan da şımarıklığının cezasını çekecektir.

    İnsan şu dünyada bir memur ve misafir

    İnsan, şu dünyaya bir memur ve bir misafir olarak gönderilmiştir.94

    Memur, itaat etmekle görevlidir. Misafir ise, misafir olduğu yerde ebediyyen kalacak gibi nazlanmaz. "Burası benimdir" havalarına girmez. Beraberinde getirmediği şeye gönlünü bağlamaz.

    İnsan kâinat kitabının fihristesi, içindekileri

    İnsan, Allah'ın isimlerine ait garip cilveleri, hayretten hayrete düşüren tecellileri içeren kâinat kitabının bir fihristesi, yani içindekiler kısmıdır.

    İnsan, alemde bir ölçü birimi, bir terazi ve bir liste

    İnsan, kendi minnacık ilminden Allah'ın sonsuz ilmini, kendi minnacık kudretinden Allah'ın sonsuz kudretini, kendi malikiyetinden Allah'ın malikiyetini anlayan ve ölçen bir ölçü birimi. İnsan, her şeyi tartan ve takdir eden bir terazi, kâinatın bir listesidir. Alemdeki her şey başlıklar halinde onda sıralanmıştır.

    İnsan bir özet, bir harita ve bir anahtar külçesi

    Kâinat kitabının bir özeti, alemlerin bir haritası, Allah'ın gizli definelerini açan bir anahtar külçesi… Varlıklara serpilen ve vakitlere takılan kemal ve cemalinin, sanat ve hünerinin en güzel bir takvimidir.

    İnsan, bir çekirdek, bir meyve ve bir âyete'l-kürsi

    İnsan kainat ağacının bir çekirdeği ve o kâinat ağacını içinde toplayan bir meyvesi…

    Kâinat kitabının en büyük âyeti ve âyete'l-kürsîsidir.

    İnsan yeryüzünde Allah'ın en saygın misafiri, halifesi ve müfettişi

    Kainat sarayının en saygın misafiri, en faal memuru, en gürültülü ve sorumlu bakanı ve Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. İnsan, ezel ve ebed padişahı olan Allah'ın son derece dikkat altındaki her hareketi kaydedilen bir müfettişidir.

    İnsan, külli bir kul ve en anlayışlı bir muhatap

    İnsan, külli bir kuldur. Her varlığın kulluğu onunla temsil edilir. Her varlığın ibadetini Allah'a takdim etmekle o mükellef tutulmuştur. İnsan, Allah'ın hitaplarına en anlayışlı bir muhataptır. Canlılar içinde en muhtaç odur. Sınırsız fakrı ve sınırsız acziyle beraber, sınırsız arzu ve düşmanları olan varlık odur. Kabiliyetçe en zengin ama, hayatın lezzetleri açısından en kederli olan odur. Çünkü onun lezzetleri acılarla karışıktır. Bekaya, ölümsüzlüğe en çok muhtaç, en çok layık, en çok müştak, ebedî saadeti sınırsız dualarla isteyen odur. Bütün dünya nimetleri kendisine verilse de, beka arzusu karşılanmadığı takdirde tatmin olmayan varlık odur. Kendisine iyilikler yapan Zatı seven, sevdiren ve sevilen odur. Allah'ın kudretinin harika bir mucizesi odur. Kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün insanî cihazları şehadet eden varlık odur.95

    İnsan cirmi küçük, ama cürmü, günahı büyük, cismi küçük, ama görevi ve makamı büyük

    Bediüzzaman çağını okuyor. Hem de çok güzel okuyor. Okuduklarını yazıyor ve yazdıklarını okutuyor. Bunların hepsine misal vermeye kalksam tebliğimi sunmaya zaman kalmaz. Bediüzzaman kendisini tanıtırken "yarı ümmi bir insanım"96 diyor. Yarı ümmi bir insan kainatı, hayatı, insanı böyle okursa ve altı bin sayfalık bir iman külliyatı ortaya koyarsa, yarı ümmi olmasaydı kim bilir nasıl olurdu ve nasıl okurdu? Bir düşünün!

    8- Risale-i Nur’un, tefekkürün cisimleşmiş şekli olması:

    "Onlar hala tefekkür etmeyecekler mi?",97 " Tefekkür gibi ibadet yoktur."98 "Bir saat tefekkür, bir yıl nafile ibadete bedeldir."99 gibi ayet ve hadisler tefekkürün ne kadar önemli bir hakikat olduğunu göstermektedir. Evet ama bu tefekkür nasıl bir şeydir? İşte bu sorunun cevabını Risale-i Nur'da bulabilmekteyiz. Çünkü, Risale-i Nur, ayet ve hadislerde övgüsü yapılan tefekkürün adeta mücessem şeklidir.

    Risale-i Nur’un müellifi: "Fikrin sönük ise Kur'an'ın güneşi altına gir."100 der. Bendeniz de buna dayanarak diyorum ki: Tefekkür edemiyor ve düşünemiyorsan, Risale-i Nur’u oku. Onu okursan Kur'an'ın ve Sünnet'in istediği en muhteşem tefekkürü görmüş ve yapmış olursun.

    Hz. Muhammed (a.s.v) Kur'an'la o kadar bütünleşmişti ki, adeta "canlı Kur'an" olmuştu. Bu düşünceden yola çıkarak biz de diyoruz ki: Bediüzzaman'ın ortaya koymuş olduğu Risale-i Nur Kur'an ve hadislerde medh-ü senası yapılan "tefekkürle o kadar bütünleşmişti ki adeta tefekkürün kendisi ve mücessem şekli olmuştur. Yani, Kur'an canlanıp, cisimleşip Muhammed Mustafa olduğu gibi; Kur'an ve hadislerle övülen tefekkür de sanki canlanmış, cisimleşmiş, kitaplaşmış, Risale-i Nur olarak ortaya çıkmıştır.Benim bu sözlerimi Risale-i Nur onayladığı gibi özellikle Üstad'ın şu sözü de tasdik etmektedir:

    Ben namaz tesbihlerinin sonunda, otuz üç defa kelime-i tevhidi zikrederken, birden kalbime geldi ve ihtar edildi ki: Hadîs-i Şerifte "Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer" Hadis-i Şerifinde ifade edilen o bir saat, Risale-i Nur'da var; çalış, o saati bul."101 "Birkaç gün sonra hâtırıma geldi ki: Madem Risale-i Nur bu zamanın bir mürşididir, talebelerine en büyük bir vird (devamlı okunması gereken bir dua ve yapılması gereken bir zikir) olabilir diye kaleme aldım.102 Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki Risale-i Nur, okuyucusunu sadece ilim ve irfan açısından zengin eden bir kitap değil, aynı zamanda o bir dua ve zikirmiş. Yani Risale-i Nur'la meşgul olan insan, aynı zamanda zikir, fikir, şükür, dua ve ibadet yapmaktaymış.

    9- Risale-i Nur'un, okuyucularını hakka ve hayra bağlaması, kötülerden ve kötü alışkanlıklardan koruması:

    Risale-i Nuru okuyanlar öylesine kendilerini kâinat kitabını okumaya, Cenab-ı Hakk'ın esma ve sıfatının tecellilerini, güzelliklerini seyretmeye kaptırdılar ki dünyalarında kötü düşüncelere, kötü alışkanlıklara, stres ve depresyona, anarşi ve teröre bir dakikalık bile zamanları kalmadı.Bir anarşist, bir terörist dahi Risale-i Nur'ları okusa ve okuduklarını bir parça anlasa, bırakın yakıp yıkmayı, çalıp çırpmayı, kapıp kaçırmayı, adam öldürmeyi, karıncayı dahi ezmez bir insan haline geleceğini çok rahat söyleyebiliriz. Nitekim, birkaç kişinin katili, pranga mahkumu bir mahpus hapishanede Risale-i Nur'ları okuduktan sonra tövbe ediyor, düzgün bir insan oluyor, kendisini rahatsız eden bir tahta kurusunu alıp Bediüzzaman'ın yanına geliyor ve soruyor: "Üstadım! Bunu öldürmeye izin var mı? Öldürsek günaha girer miyiz?" Görüyorsunuz manzarayı değil mi? Birkaç kişiyi gözünü kırpmadan öldüren bir cani, Bediüzzaman'ın hapishaneye sokulan Meyve Risalesi’ni okuduktan sonra ne hale geliyor.103

    Bediüzzaman'ın hapishanede verdiği derslerle imanını kurtaran, müebbet hapse çarpılıp da intihara karar veren mahkumların tövbe edip ıslah olduğunu gören ilgili zatlar: "Devlet akl debilse de suçlulara 15 yıl ceza vermek yerine, 15 hafta Risale-i Nur okutsa işte zaman gerçekten suçluyu terbiye etmiş, tekrar suçluyu topluma kazandırmış ve faydalı bir insan haline getirmiş olur." demekten kendilerini alamamışlardır.

    Risale-i Nur'un bu etkisinden dolayıdır ki Nursî, Risale-i Nur'ları övmüş. Övmesinin sebebini de şöyle açıklamıştır: "Ben yeminle söyleyebilirim ki Risale-i Nur'u övmekten maksadım Kur'an'ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşr etmiş olmasındandır. Halik-i Rahimime yüz binler şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve bende nefs-i emmareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış.104

    10- Risale-i Nur'un, bir evi değil, bütün evleri, bir vicdanı değil, bütün vicdanları tamir etme gibi bir görevi olması:

    Yukarıdaki izah ve misallerden de anlaşılıyor ki:"Risale-i Nur, yalnız cüz'î bir tahribatı, küçük bir evi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet'i içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan büyük bir kal'ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbin ve has bir vicdanın ıslahına çalışmıyor, belki bin seneden beri biriken, müfsid âletlerle dehşetli yaralanan umumi kalbi ve umumî efkârı (kamu vicdanını ve kamu oyunu) tamir ediyor. Herkesin, özellikle mü'minlerin dayanak noktası olan İslâmî esasların, cereyanların ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan umumi vicdanı, ve vicdanda açılan geniş yaraları Kur'an'ın ve îmanın ilâçları ile tedavi etmeye çalışıyor."105

    Risale-i Nur'un, Okuyucularına Sağladığı Faydalar

    Risale-i Nur'un sadık öğrencilerine kazandırdıklarından birkaç tanesini açıklamakla yetineceğiz:

    1- Hakiki ve sarsılmaz bir imanı kazandırıyor:

    Risale-i Nur, samimi ve sarsılmaz öğrencilerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymetli sonuca karşılık fiyat olarak, onlardan tam ve hâlis bir sadâkat ve dâimi ve sarsılmaz bir sebat ister. Evet Risale-i Nur, on beş senede kazanılan kuvvetli îman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zat tecrübeleriyle şahitlik yaparlar.

    Bediüzzaman önemli bir açıklamada bulunuyor ve diyor ki: Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sâhib ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları kardeşlerime bugünlerde vuku' bulan bir hâdise münasebetiyle beyan ediyorum ki: Risale-i-Nur, İslâm hakikatlerine dair ihtiyaçlara kâfi geliyor. Başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve hakiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur'dadır. Evet on beş sene yerine, on beş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, okuyucularını hakiki imana kavuşturur.106

    Risale-i Nur, şimdiye kadar hiç bir ilim adamının tam bir vuzuhla isbat edemediği en muğlak meseleleri gayet basit bir şekilde, en bilgilisinden en bilgisizine kadar herkesin kabiliyeti oranında anlayabileceği bir tarzda, şüphesiz ikna edici ve yakini bir şekilde izah ve isbat eder. Bu özellik hemen hemen hiç bir ilim adamının eserinde yoktur.107 Buna şahitlerden biri de bu aciz bendenizim.

    2- Risale-i Nur, sadık talebelerinin kabre imanla girmelerini sağlıyor:

    Risale- i Nur'un sâdık talebeleri îmanla kabre gireceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî ve kuvvetli bir müjde bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük mes'eleye ve çok kıymetli işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim. Allah'a hamdolsun iki işaret birden kalbime geldi:

    Birinci işaret: Hakiki iman, ilmel-yakînden hakkal-yakîne (bilerek imandan yaşayarak imana) yaklaştıkça daha sökülüp alınamayacağına ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler; ve demişler ki: 'Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.' Bu nev'i îman-ı tâhkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin îmanı zevalden mahfuz kalıyor. Bu îman-ı tahkikînin vusûlüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, îman-ı şuhûdîdir.

    İkinci işaret: İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur'anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizaciyle hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i îmaniyeyi tasdik etmektir.

    3- İnsanın sadece aklını değil, diğer latîfelerini dahi nurlandırıyor:

    Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü, ondaki imanı hakikileştirme ilimleri, başka ilimlere ve mârifetlere benzemez. Akıldan başka çok insanî latifelerin de kuvvet ve nurlarıdır.108

    4- İnsanları cemaatleştirerek ahirete ait amellerde onları birbirinin sevap ve hizmetine ortak ediyor, her bir hakiki ve sadık öğrencisini binler, milyonlar adam haline getiriyor:

    Hem ahirete ait amellere ortaklık prensibiyle, Risale-i Nur her bir öğrencisine, her bir günde binlerce hâlis lisanlar ile edilen makbûl duaları ve binlerce salih adamın işledikleri salih amellerin kazandığı sevaplar kadar sevapları kazandırıp, her bir hakikî, sâdık ve sebatkâr şakirdini amelce binler adam hükmüne getiriyor. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister. Madem hakikat budur. Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ilim ve tarikat adamları, sofî meşreb zatlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarîkattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve öğrencilerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan benliğini, tam bir havuzu kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve çok lüzumludur. Yoksa Risale-i Nur'a karşı rakìbane başka bir çığır açmak ile hem o zarar eder, hem bu müstakìm ve metin cadde-i Kur'aniye'ye bilmeyerek zarar verir; zındıkaya bir nevi yardım olur.

    5- Zararlı akımlar ve alışkanlıklardan koruyor:

    Bediüzzaman, öğrencilerini adeta bağlıyor, onları zararlı akımlara ve alışkanlıklara karşı koruyor ve şöyle diyor: "Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş (birlik kurmuş)dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin! "Allah için sevmek" Rahmanî prensibi yerine, Allah korusun "siyaset için sevmek" şeytanî prensibi hükmeder, melek gibi bir hakikat kardeşine düşman olur ve şeytan gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine manen şerik eylemesin. Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azâb içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azab çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlahiye’den ve hikmet-i tâmme-i Sübhâniye’den habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azab çekiyor. Çünki lüzumsuz ve mâlâyâni bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler. Ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zarara razı olana şefkat edilmez mânasındaki "errazî bizzarari layunzaru leh" kaidesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kaybetmişler. Onlara acınmaz ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getirirler.

    Binler teessüf ki; şimdiki müdhiş yılanların hücumuna mâruz bîçare ilim adamları ve dindarlar, sineklerin ısırması gibi cüz'î kusurları bahane ederek, birbirini tenkid ile, yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.109

    6- Bu asrın hastalığı olan dünyayı dine tercih etme belasından kurtarıyor:

    Bu acib asrın dünya hayatını ve yaşamak şartlarını ağırlaştırması ve çoğaltması ve zaruri olmayan ihtiyaçları, zaruri ihtiyaçlar derecesine getirmesiyle, hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksad ve gayesi yapmıştır. Bu anlayış onun dinî ve ebedî hayatına ya sed çekmiş ya da din ve ahiret hayatını ikinci ve üçüncü derecede bırakmıştır. Bu hatâsının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yemiş ki, dünyayı başına Cehennem eylemiştir. İşte bu dehşetli musibette, dindarlar da büyük bir yanılgı içine düşmüşlerdir. Buna bir misal şudur: Bir kısım dindar ve mütteki insanlar, bizimle gayet ciddî alâkadarlık peyda ettiler. Dindar olma ve dini yaşama niyetleri varmış. Ne yazık ki niyetleri dünya hayatında muvaffak olmak ve işlerinin rast gitmesini sağlamakmış. Hattâ tarikatı keşf ve keramet için isterlermiş. Dinî vazifelerin ahirete ait meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak yapma niyetinde imişler. Bilememişler ki, ahiret saadeti gibi dünya saadetine de medar olan dinin dünyaya ait faydaları, yalnız tercih ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer o hayırlı amelin yapılmasına sebeb olsa, o ameli iptal ve zayi eder; ihlâsı kırılır, sevabı kaçar.

    Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebâsından ve zulüm ve zulmetinden en tecrübeli bir kurtarıcı, Risale-i Nur'un neşrettiği nur olduğuna kırk bin şâhid vardır. Demek Risale-i Nur'un dairesine yakın bulunanlar, içine girmezse, tehlike ihtimali kuvvetlidir.110

    Bu asrın bir özelliği şudur: Bu asır, dünya hayatını ebedi hayata bilerek tercih ettiriyor. Yâni kırılacak bir cam parçasını, bâkî elmaslara bildiği halde tercih etmek bu asır insanının adeti haline gelmiştir…Küçük bir ihtiyaç ve küçük bir dünyevî zarar yüzünden elmas gibi dinin emirlerini terk eder.

    Bu acib asrın bu dehşetli hastalığına karşı ancak Kur'an'ın ilâçlarını sunan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sâdık, fedâkâr öğrencileri karşı koyabilir. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadâkatla, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam îtimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.111

    7- Okuyucularını takva ve salih amele yönlendiriyor:

    Bugünlerde Kur'an-ı Hakîm'in nazarında îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takvâ, haramlardan ve günahlardan kaçınmak; ve amel-i sâlih, Kur'an'ın emirleri dairesinde hareket etmek ve hayrat kazanmaktır. Bu zamanda tahribat ve olumsuz akımlar dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, büyük günahları işlemeyen, kurtulur. Böyle büyük günahlar içinde amel-i sâlihin ihlâsla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şartlar içinde çok hükmündedir. Hem takvâ içinde bir çeşit salih amel var. Çünkü bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, yani binlerce günahın hücumu anında bir tek günahtan kaçınma, az bir amelle, yüzlerce günahı terk etme ve yüzlerce vâcib işlenmiş oluyor.

    8- İlim erbabını tahrik etmekten ve tarikat mensuplarıyla uğraşmaktan alıkoyuyor.

    Elimizde nur var, topuz yok! Nur incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ilim ehli olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar "ve iza merru billağvi merru kirama" düsturunu rehber ediniz. Onların fikren bir yanlışı varsa da affediniz. Değil onlar gibi dindarlar ve tarikata mensub müslümanlar, şimdi bu acib zamanda îmanı bulunan ve sapık gruplardan bile olsa, onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.112

    9- Her şeyde Allah'ın rahmetinin izini, özünü ve yüzünü gösterip okuyucularını dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturuyor:

    Ben tahmin ediyorum ki: Bütün yer küresinin bu yangınında ve fırtınalarında, kalb selâmeti ve ruh istirahatını muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî iman ehli, tevekkül ve rıza ehlidir. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadâkatla girenlerdir. Çünkü bunlar, Risale-i Nur'dan aldıkları tahkiki îman derslerinin nuruyla ve gözüyle, her şeyde Allah'ın rahmetinin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde hikmetinin kemalini, adaletinin cemalini müşahede ettiklerinden tam bir teslimiyet ve rıza ile, İlahî terbiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar, şefkatlerini İlahî merhametten daha ileri sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız ahiret hayatının, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, -hadsiz tecrübelerle kesinleşmiştir ki- bunu ancak Risale-i Nur 'un îmanî ve Kur'anî derslerinde bulabilirler.113

    10- Sadaka gibi, Risale-i Nurun okunması da rahmeti celb ve belaları def' eder

    Hem siz, hem onlar bilsinler ki sadaka belâyı def'ettiği gibi; Risale-i Nur Anadolu'dan, hususan Isparta, Kastamonu'dan gök ve yer kaynaklı afetlerin gitmesine ve kalkmasına vesiledir. Evet Risale-i Nur, sefine-i Nuh gibi, Anadolu'yu Cûdî dağı hükmüne getirip, yer kürenin yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebebdir. Çünkü îman zayıflığından gelen azgınlıklar, (Allah'ın yasaklarını çiğnemeler), çoğu kere genel musibeti davet ettiği gibi; îmanı fevkalâde kuvvetlendiren Risale-i Nur, o genel musibeti, Allah'ın rahmetiyle dairesinin dışına bırakmaya vesile oldu. Anadolu'da yaşayıp da sadece dünyayı düşünen Anadolu halkı, Risale-i Nur'a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler; yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Mâdem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzumsuz bir halde bu derece âhiretimize karışmalarında onlara felâket getirmek ihtimali kuvvetlidir.114

    11- Okuyucularını, ülfeti, ilim zannetme sapıklığından kurtarıyor:

    İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, yani alışageldikleri şeyleri ilim telakki etmeleridir. Yani alıştıkları şeyleri kendilerince ilim zannederler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyatı, (rutin şeyleri) düşünüp önem vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer hârika ve birer kudret mu'cizesi oldukları halde, ülfet sebebiyle onları düşünüp dikkate almıyorlar; tâ onların üstünde olan seyyal tecellilere bakabilsinler. Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garib hallerine bakmayarak, yalnız rüzgârla meydana gelen dalgalara ve güneşin şualarından peyda olan parıltısına dikkat etmekle denizlerin sahibi olan Allah'ın büyüklüğüne delil getiren adamın durumu gibidir.115 Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, ilim değil, cehalettir. Bu sırra binaendir ki, Kur'an, âyetleriyle insanların dikkatini alıştıkları şeylere çeviriyor. Âyetler, yıldızlar gibi ülfet perdesini deler, atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki harikulade mu'cizeleri o âdiyat (sıradan şeyler) içerisinde gösterir.116

    12- Sapıklık derelerinde yolunu kaybetmişlere en doğru bir kılavuz oluyor:

    Kur'an'ın sırlarına ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve karanlıkların hücumuna hedef olan Müslümanlara en faydalı bir nur ve sapıklık derelerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu inancındayım. Bilirsiniz ki, eğer sapıklık cehaletten gelmiş olsaydı onu yok etmek kolay olurdu. Fakat sapıklık, fenden ve ilimden geldiği için ondan kurtulmak o kadar kolay olmamaktadır. Eskiden ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, Kur'an i'cazının manevî pırıltılarından olan malûm Sözler'i, şu sapık zındıklara bir ilaç olarak verdiğini düşünmekteyim.117

    13- Kur'an'ın nurundan yoksun feylesofların ilimlerinin cehalet olduğunu söylüyor:

    Zerrelerin hareketlerini, değişim ve dönüşümlerini, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsî, diğeri âfâkî iki cezbeli harekette Allah'ı zikir ve tesbih ile Mevlevî gibi zikreden ve dönmeye kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar iddiasında bulunmuşlar. İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.118

    14- Hazm olmayan bilgiden, hazm olmuş ilim ve marifete kavuşturuyor:

    Hazm olmayan, yaşanmayan ilim, telkin edilmemelidir. Hakikî mürşid âlim; koyun gibi olur, kuş gibi olmaz. Çünkü koyun kuzusuna hazm olmuş tertemiz sütü, kuş da yavrusuna hazm etmediği kusmuğunu verir. Alim de işte bu koyun gibidir; hazm ettiği, Allah rızası için amele dönüştürdüğü ilmini verir.119 Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir def'a bilinse ve bir iki def'a düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir def'a anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u îmaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler inşâallah o cümledendir.120

    15- Dünya ile ahiret arasındaki mesafenin çok kısa olduğunu bildiriyor, gafletten uyandırıyor.

    Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar incedir, aralarındaki mesafe ne kadar büyüktür. Dünya ile âhiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. İlim ile cehalet arasındaki perde ne kadar ince ve ne kadar kalındır. Îman ile küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. İbadetle masiyet arasındaki mesafe ne kadar kısadır. Halbuki araları cennet ile cehennemin araları kadardır. Hayat ne kadar kısa, arzular ne kadar uzundur. Evet hal ile mazi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mazi cihetine geçmesine mani değildir. Cesede nisbeten bitmez bir mesafedir. Kezalik mülk ile melekût, dünya ile âhiret arasında da gönül ehli için şeffaf, heva ve heves ehli için de kesif ince bir perde vardır. Kezalik gece ile gündüz arasında latif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin âlem-i maneviyata gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır; gözü maneviyata açılırsa gündüze kavuşur. Kezalik Allah'ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilim olur. Eğer gafletle sebepler hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehalet olur. Kezalik Îman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi karanlıklar içerisinde görecektir.121

    Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en başarılı hizmet, Risale-i Nur Talebelerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir.122 Sosyal hayattaki Risale-i Nur Talebelerinin vaziyetlerini hatırladım. Risale-i Nur talebelerinin kurtuluşlarına ve saâdet ehli olduklarına dair Kur'an'ın kuvvetli işaretini ve Hz. Alinin ve Geylanî'nin müjdelerini düşündüm. Kalben dedim ki: "Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, üstesinden gelir ve kurtuluşa erebilirler?" diye hayrete düştüm. Bu hayretime karşılık şöyle bir ihbar geldi:

    Risale-i Nur'un hakikî ve sâdık talebelerinin aralarında esas düstur olan "ahirete ait amellerde ortaklık" kanunuyla, samimî ve hâlis dayanışma sırrıyla her bir hâlis, hakikî nur talebesi bir dil ile değil, belki kardeşleri sayısınca diller ile ibadet edip istiğfar eder. Risale-i Nur, dairesinde sadâkatla hizmet, takva ve büyük günahlardan kaçınma derecesiyle o yüce ve küllî bir kulluğa sahip olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir. Böylece bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile ancak karşılık verilebilir. Bazı melekler kırk bin dil ile zikir yaptıkları gibi; hâlis, hakikî, müttaki bir talebe de, kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, inşallah saadet ehli olur ve kurtuluşa layık görülür.123

    Risale-i Nur Talebelerinin En Önemli Görevi ve Bediüzzaman'ın Ricası

    1-Risale-i Nur Talebelerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutarak yaşamaktır. Bu gün sosyal hatta mâdem her dakikada, yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ve kaçınma niyetiyle insan yüzlerce salih amel işlemiş gibi olur. Malûmdur ki; bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adamın çalışması lâzım gelirken; şimdi binlerce tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece direnmesi, dayanması ve etkisi pek hârikadır. Eğer bu iki karşılıklı kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu'cizevâri muvaffakıyet ve fütuhat görülecekti.

    2- Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde gayet elîm ve bîçare ihtiyarlar ve peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor. Cenab-ı Hakk'a şükür ki; Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı, girdiği yerlerde tamir ediyor.

    3- Zülkarneyn seddinin tahribiyle, Ye'cüc ve Me'cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (a.s.v) olan Kur'ân seddinin sarsıntısıyla da Ye'cüc ve Me'cüc'den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşi ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor. Risale-i Nur Talebelerinin, böyle bir hâdisede mânevî gayret ve cihadları, inşâallah Sahabe zamanındaki gibi az amelle, pek çok büyük sevap ve salih amellere sebep olur.

    4- İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli olaylara karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz; "ahiret amellerine ortaklık" prensibiyle, her birinin salih amel defterine hasenat ve sevaplar yazdırdıkları gibi, lisanlarıyla da her birinin takva kal'asına ve siperine kuvvet ve imdad göndermektir.

    5-Ve bilhassa fırtınalı hücumlara hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek üç aylarda ve meşhur günlerde yardıma koşmak, sizin gibi kahraman vefalıların ve şefkatlilerin işidir. Bütün ruhumla bu mânevî imdadı sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, îman ve sadakat şartlarıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma ortak ediyorum.124

    Özet ve Öneriler

    Said Nursi, 20. asrın en önemli olaylarından biridir. Gazetelerden İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladiston'un: "Bu Kur'an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız ya Kur'an'ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız." sözünü okuyunca celallenmiş: "Kur'an'ın sönmez ve söndürülemez mânevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim."125 demiş, İslam düşmanlarının niyetlerini kursaklarında koymuştur. "Dinsiz bir dünyada hayır yoktur."126 diyerek ortaya koyduğu güzel bir mücadele yöntemiyle maneviyat dünyasına yeni bir can ve taze bir kan olmuştur.

    Dindarından dindar olmayanına, tarikatlisinden tarikatsızına, materyalistinden maneviyatçısına kadar herkes, Said Nursî'ye muhtaçtır ve şükran borçludur. Neden? Bunun nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:

    1- Nursî, bütün mesaisini, herkesin ihtiyacı olan iman üzerine yoğunlaştırmış, sekülerizm ve materyalizmin "oh kovduk, kurtulduk" dediği din ve imanı tekrar Türkiye’nin ve dünyanın gündemine oturtmuştur.

    2- Nursî, eserleriyle imanı olmayanları imana, imanı olanları tahkiki imana, tahkiki imanı olanları da imanın yüksek mertebelerine kavuşturuyor. Böylece anlayarak ve kabul ederek okuyan okuyucularını küfür ve inkâr cehenneminden, cehalet karanlığından, taklit hastalığından, ateizm ve satanizm belasından, anarşi ve terör lanetinden, kötü alışkanlıklar tuzağından, bölücülük ve ayrımcılık fitnesinden ve bunlara alet olmaktan kurtarıyor; okuyucusunu Allah'a kulluktaki sultanlığa erdirmiştir.

    3- Nursî, Türkiye'den, Müslümanların bağrından çıkmıştır. Hadislerde her yüz senede geleceği ifade edilen böyle bir İslam alimi ve allamesinin, böyle bir İslam mücahidi, müctehidi ve iman müceddidinin bu topraklardan çıkması, bin yıl İslamiyet'e şan ve şerefle hizmet eden ecdadımızın hizmetine karşılık, bu asil millete Allah'ın bir lütfu ve ikramı olmuştur.

    4- Nursi; yediden yetmişe herkes için mücadele verdiğine göre, öyleyse yediden yetmişe herkes, özellikle de ilim ve fikir adamları ona sahip çıkmalı, onu okumalı ve okutmalıdırlar. Zira o, Allah'a imanı işleyerek insanı başıboşluktan, ibadet aşkını işleyerek de gençleri ahlaksızlığın her çeşidinden koruyor ve kurtarıyor.

    5- Nursi, Kur'an'ın ruhuna, Hz.Muhammmed (a.s.v) Efendimizin usûl ve üslûbuna127 uygun bir mücadele tarzı seçmiş, "müsbet hareket" denilen bu olumlu ve ılımlı mücadele yöntemiyle hiç durmadan 80 küsur sene her türlü zorluğa göğüs germiş: "Bana ızdırap veren yalnız İslam'ın maruz kaldığı tehlikelerdir." demiş, Toplumun imanını kurtarma yolunda dünyasını da ahiretini de feda etmiştir.128

    6- Nursi, din ilimleriyle fen ilimlerinin dayanışma içinde olduğunu görmüş ve göstermiş, bunların biri olmadan diğerinin olamayacağını vurgulamış, hatta bu ilimlerin beraber okutulabileceği üniversitelerin açılması için çaba harcamış, aksi halde devlet ve milletin hiçbir zaman taassup ve hileden, cehalet ve rezaletten kurtulamayacağına dikkat çekmiştir.129

    7- Nursi, bu milletin evlatlarına ağlamış, kendisini, onların dünya ve ahiret ateşinden kurtulmasına adamıştır.130

    8- Nursî'ye, yalnız bir kalenin değil, koca bir Türkiye kalesinin, koca bir İslâm aleminin, hatta koca bir dünyanın manen imar, tamir ve restorasyon görevi verilmiştir… Öyleyse bütün Müslümanlar, yediden yetmişe bu meçhul kahramana sahip çıkmalı, bu büyük görevinde ona yardımcı olmalıdırlar.

    9- Razi'nin tefsirinde gördüğüm güzel bir söz var: "Dünya öldürücü bir zehirdir. Onun ilacı Bismillahirrahmanirrahim'dir.131 Buradan yola çıkarak Bediüzzaman'ın eserlerini anarşi ve terörle tadı kaçmış, küfür ve ahlaksızlıkla, haksızlık ve yolsuzlukla huzuru kalmamış dünyamız için bir ilaç görüyorum. Zaten onun ilk büyük eserinin ilk sözü de Bismillahirrahmanirrahim'in tefsiridir. Allah'ın sonsuz rahmet ve merhametini hatırlatan bir cümlenin tefsiriyle işe başlaması da Bediüzzaman'ın tercih edeceği hizmet modelinin ip uçlarını veriyordu. Daha sonra bu "müsbet haraket" şeklinde tecelli edecek, o da rahmet ve şefkatle yoğrulmuş olumlu ve ılımlı bir hizmet modeli olarak karşımıza çıkacaktır. Nitekim öyle olmuştur.

    Bediüzzaman, ilim mücahidi, laboratuar dervişi, proje adamı, strateji uzmanı, aynı zamanda edep timsali, haya abidesi, muhabbet fedaisi, sevgi, saygı, şefkat ve merhamet kahramanı bir gençlik yetiştirdi.

    Bediüzzaman, büyük görünmeyen ama büyük olan, din ilimleriyle, fen ilimlerini, ibadet şuuruyla tahsil eden, çalışan, düşünen, okuyan, yılandan, akrepten kaçar gibi şöhretten, riyadan ve günahlardan kaçan, helal iş, helal aş, helal eş peşinde koşan, kendilerine haksızlık yapan zalimlerin bile ıslahına dua eden, vatanını ve milletini seven, küçüklerine şefkatli ve büyüklerine hürmetli olan, vakur, mübarek ve muhterem bir gençlik yetiştirdi.

    Öz

    Bütün Müslümanların, gayr-i Müslimlerin, hatta bütün insanlığın Said Nursî'ye ihtiyacı olduğunu, Nursî'nin, bütün insanlığa yönelik bir din eğitim ve öğretim çığırını açtığını, imanı olmayanları imana, imanı olanları tahkiki imana, tahkiki imanı olanları da imanın yüksek mertebelerine kavuşturduğunu, böylece insanları küfür cehenneminden, inkâr karanlığından, taklit hastalığı ve basitliğinden kurtardığını, kâinatı bir kitap gördüğünü ve okuduğunu, ayet ve hadislerde övgüsü yapılan tefekkürü cisimleştirip kitaplaştırıp Risal-i Nur olarak ortaya koyduğunu, inkârı iman, münkiri mü'min, mü'mini müttekî, müttekıyi muhakkik yaptığını, şakileri Saidler haline getirdiğini, nuruyla cehennemi söndürdüğünü ve cennete döndürdüğünü anlatmaya çalışıyorum.

    Anahtar Kelimeler: Din eğitimi, tahkiki iman, bilim, din, tefekkür

    Abstract

    In this article, I try to explain that all Muslims, non-Muslims and even the whole humanity need Said Nursi; that he marked a new epoch in religious education for the whole humanity; that he enabled people to improve their faith to high degrees, thus, he saved people from the fire of infidelity, the darkness of denial, and the disease and banality of imitation; that he perceived the world as a book and he read it; that he focused on contemplation which is praised in the verses of Qur'an and the words of the Prophet (PBUH) and made a book of it called Risale-i Nur; that he converted denial to faith, denier to believer, believer to practicing believer, practicing believer to sophisticated believer, and changed brigands into Saids; and that he extinguished the hell and converted it into a heaven with his light.

    Key Words: Religious education, sophisticated faith, science, religion, contemplation

    Dipnotlar

    1. Şahiner, Necmeddin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 73

    2. Bkz, Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, 83

    3. Nursî, Said, Tarihçe-i Hayat, s.553

    4. Bkz, Nursi, Munazarat, s.72

    5. Bkz. Nursî, Kastamonu Lahikası, s.37

    6. Bunun delillerle isbatı için bkz. Karakaş, Vehbi, Nebevî Metottan Bediüzzaman'a Yansımalar (7. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna Sunulan Tebliğ)

    7. Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.552

    8. Nursî, a.e, s.552

    9. Nursî, a.e, s.553

    10. Bkz. Nursî, a.e, s.553

    11. Nursî, a.e, s.553

    12. Nursî, Emirdağ Lahikası II, s.217 Sinan Matbaası -İst. 1959

    13. Nursî, a.e, s.554

    14. bkz. Nursi, Lem'alar, s. 159

    15. bkz. Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 114

    16. bkz. Nursî, Tarihçe, s.54

    17. bkz. Nursî, Tarihçe, 553

    18. Nursî, Said, Kastamonu Lahikası, 36

    19. Bkz. Nursî, Hutb-i Şamiye, s.54; Tarihçe, s.62; Emirdağ Lahikası, s.456,491,567

    20. Nursî, Kastamonu Lahikası, s.264

    21. Nursî, Mektubat, s.283

    22. Nursî, Kastamonu Lahikası, s.114

    23. Nursî, Tarihçe, s.55

    24. Nursî, Mektubat, s.281

    25. bkz. Nursî, Lem'alar, s.141

    26. bkz. Nursî, Divan-ı Harbi Örfî, s.21; Münazarat, s.72

    27. Fahrurrazi, et-Tefsirü'l-Kebir, I, s.167

    28. Bkz. Ahmet b. Hanbel, II, 259

    29. Nursî, Münazarat, s. 15

    30. Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 144

    31. Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 83

    32. Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s.144

    33. Nursî, Tarihçe, s.150, Envar Neş. İst.1999

    34. Nursî, Asa-yı Musa, s.16

    35. Buhari, Küsuf, 2; Müslim, Küsuf, 1; Nesaî, Küsuf, 11,23; Tirmizî, Zühd, 9; İbn Mace, Zühd, 19

    36. Nursî, Asa-yı Musa, s.16

    37. Orijinali için bkz. Nursî, Sözler, s.156-159 (Meyve Risalesinden 6.Mesele)

    38. Nursî, Tarihçe, s.603

    39. Bkz. Şahiner, Necmeddin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s.70

    40. Şahiner, a.e, s.70

    41. Nursî, Tarihçe, 49

    42. Bkz. Şahiner, a.e, s.80-83

    43. Nursî, Tarihçe, 27

    44. Nursî, Tarihçe, 32

    45. Bkz. Nursî, Kastamonu Lahikası, 73

    46. Nursî, Tarihçe, s.668

    47. Nursî, Tarihçe, 84

    48. Akyol, Taha, Panel, s. 44, Yeni Asya Yay. İst-1992

    49. Nursi, Tarihçe, s. 60

    50. Bkz.Nursî, Münazarat, s. 72; Şahiner, a.g.e, s.77

    51. Ertuğrul, Halit, Eğitimde Bediüzzaman Modeli, s.20

    52. Nursî, Emirdağ Lahikası II, s.80, İst.1959

    53. Nursî, A.e, s.130

    54. Nursî, Emirdağ Lahikası, I, s. 48, Envar Neş. İst. 1990

    55. bkz. İbn Hacer el-Askalanî, Şihabüddin, Nesaihu'l- Ibad Şerhu Muhammed Nevevî ale'l-Münebbihat Hamiş, el-Fütühatü'l-Medeniyye, li Muhammed Nevevî, s.19, Özdemir Matbaası- 1968

    56. bkz. Ertuğrul, Halit, Eğitimde Bediüzzaman Modeli, s.18-21

    57. Nursî, Said, Mesnevî, Şu'le, s.220; bkz. Nursi, Mektubat, 29. mek. 1.kısım, s.369 Sinan Matbaası İst-1964; Lem'alar, 3. Lem'a, s.15, Sözler Yayınevi İst.2000

    58. Nursî, Mektubat, s.457, Sözler Yayınevi, İst. 1994

    59. Nursî, A.e, s.214 (Birinci Makam, 4.Kelime)

    60. Nursî, Tarihçe, s.129

    61. Nursi, Mektubat, s.13, Envar Neşriyat İst.1986

    62. Rıza, Muhammed, Muhammedün Resûlullah, s. 87; Köksal, M.Asım, İslam Tarihi, VI, s.61, Şamil Yayınevi, İst.1990

    63. Bkz. Karakaş, Vehbi, Hoşgörü ve Barışı Te'sis Etmede Nebevî Metoddan Bediüzzaman'a Yansımalar (2004 Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna sunulan tebliğ)

    64. Nursî, Tarihçe, s.67

    65. Nursî, Sözler, 13.söz

    66. Nursî, Sözler, s. 165 Meyve Risalesinden Altıncı Meselenin Sonu. Sinan Matbaası, İst-1958

    67. Nursî, Sözler, 13. söz, 2.makamın haşiyesi, s.149

    68. Nursî, Kastamonu Lahikası, s.171

    69. Nursî, Sözler, s.152

    70. Nursî, Lema'lar, 24. Lem'a 2. Nüktenin sonu, 3. Nüktenin başı

    71. Nursi, Kastamonu Lahikası, 92

    72. Bkz. Nursî, Tarihçe, 136

    73. Bkz. Nursi, Tarihçe, 136

    74. Nahl, 16/125

    75. Nursî, Said, Şualar, 14. Şua, s.465

    76. Mardin, Şerif, Bediüzzaman Said Nursî Olayı, çev. Metin Çulhaoğlu, s.280, İst-1992

    77. Nursi, Tarihçe, 342

    78. Bediüzzaman Said Nursî'nin Tespitleri Işığında Milli ve Manevi Problemlerimizin Hal Çareleri (bilim kurulu), Konya, 1992 s, 173

    79. Akyol, Taha, Panel, Yeni Asya yayınları , s, 44, İst-1992

    80. Nursî, Said, Tarihçe-i Hayat, s,628

    81. bkz. Hadid, 57/ 1; Haşr, 59/ 1; Saff, 61/ 1

    82. A.e, s,628-630

    83. Nursî, Sözler, 356

    84. Bkz. Nursî, Şualar, 7. şua, s.131-132

    85. Bkz. Nursi, Sözler, 32. söz, 2. Mevkıf.

    86. bkz. Nursi, Sözler, 295

    87. Nursî, Lem'alar, s. 342, Sözler Yayınevi, İst.2000

    88. Nursi, Sözler, 298

    89. Nursi, İşaratü'l-I'caz, s. 178

    90. Nursî, Mesnevi-i Nuriye, Katre, s.47

    91. Nursî, Said, Sözler, 6. Söz, s.29

    92. Sözler, 23. Söz, 1. Nokta, s.325

    93. Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas, s.34

    94. Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas, 5.Nükte, s.343

    95. Orijinali için bkz.Nursi, Şualar, 218-219. Bu tariflerin kısmen izahı için bkz.Karakaş, Vehbi, Kur'an ve Hadisler Işığında Emanet, s.51-59

    96. Nursî, Şualar, s.65, Envar Neş. İst.1988

    97. Enam, 6/50

    98. El-Fahrurrazi, et-Tefsirü'l-Kbir, IX, s. 138

    99. Ertuğrul, Halit, Eğitimde Bediüzzaman Modeli, s,18-21

    100. Nursî, Sözler, s.635, Sözler Yay. İst.1993

    101. Nursî, Kastamonu Lahikası, s.37

    102. Nursî, aynı yer, s. 37

    103. Nursî, Said, Emirdağ Lahikası II, Envar Neşriyat, s,241; Lem'alar, s. 273, Sözler Yayınevi, İst.2000; Bozgeyik, Burhan, "Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Millî ve Manevî Problemlerimizin Hal Çareleri" adlı kitaptaki "İctimaî Karışıklıkların Sebepleri ve Risale-i Nur Açısından Çözüm Yolları" adlı makalesinden s. 169, Konya- 1992

    104. bkz. Nursî, A.e, I, s. 48

    105. Nursî, Kastamonu Lahikası, 36

    106. Nursi, Tarihçe, 84

    107. Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 239

    108. Nursî, Tarihçe, 297

    109. Nursi, Tarihçe, s.291

    110. Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 114

    111. Nursi, aynı eser, s.106

    112. Nursi, Tarihçe, s. 191

    113. Nursi, Kastamonu Lahikası, s.130

    114. Nursi, Aynı eser, s.144

    115. Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s.179

    116. Aynı yer, s.180

    117. Nursi, Mektubat, s. 23

    118. Nursi, Sözler, s.586

    119. Nursi, Sözler, s.750

    120. Nursi, Barla Lahikası, s.263

    121. Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 181

    122. Nursi, Kastamonu Lahikası, s.86

    123. Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 94

    124. Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 161

    125. Şahiner, Necmeddin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 73

    126. Bkz, Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, 83

    127. Bunun delillerle isbatı için bkz. Karakaş, Vehbi, Nebevî Metottan Bediüzzaman'a Yansımalar (7. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna Sunulan Tebliğ)

    128. Bkz. Nursî, a.e, s.553

    129. Bkz.Nursî, Münazarat, s. 72; Şahiner, a.g.e, s.77

    130. Nursî, Asa-yı Musa, s.16

    131. Fahrurrazi, et-Tefsirü'l-Kebir, I, s.167