Köprü Anasayfa

Sivil Toplum & İletişim

"Bahar 2005" 90. Sayı

  • Yaşam Kalitesi mi, Yaşam Standardı mı?

    Life Quality or Life Standard?

    Reha Fırat

    Hayatı Ertelemek ya da Daha İyi Yaşamak İçin Daha Kötü Yaşamak

    İnsanlar "daha iyi" yaşamak için o kadar çok çalışıyorlar ve o kadar meşguller ki, yaşamaya zamanları kalmıyor. Bu çaba ve hırs belki de hiçbir çağda yaşadığımız çağdaki kadar kendi amacını aşmadı. Stanford Üniversitesinde psikoloji dersleri veren Amerika Psikoloji Derneği Başkanı Dr. Philip Zimbardo kendi toplumunun bu kıskaç içindeki durumunu bakın nasıl anlatıyor:

    "Amerikalılar, zaman dengesinden yoksun bir ulus; sürekli bir 'zaman sıkışıklığı' içine hapsolmuş durumdalar. Amerikalılar, giderek daha meşgul olduklarından telaşlı hayatlarında gereken her şeyi yapmak için yeterli zamanları olmamasından yakınıyorlar. Evlerimizde bize zaman kazandıran bütün o araçlara ve hizmetlere karşın, eskisine göre çok daha fazla ve çok daha uzun süre, durup dinlenmek nedir bilmeden çalışıyoruz. Böylece bir şeyi beklemek zorunda kaldığımızda sinirleniyor, bizi bekletenlere sinir oluyoruz. Upuzun yapılacak işler listemizdeki maddeleri tamamlamak için ibadethanelere gitmek, aile toplantılarına katılmak ve arkadaşlarla bir araya gelip gevşemek gibi 'gerekli olmayan' etkinliklerden kesinti yapıyoruz. İşi artık eve değil, yola bile taşıyoruz, çünkü hedeflerimize ulaşmak, başarılı olmak için verimli olmak zorundayız…"1 Makalenin devamında Zimbardo, bireysel başarı ve para kazanmaya odaklanmış Amerikan halkının 11 Eylül saldırılarından sonra komşuluğu, yardımlaşmayı, dayanışmayı yeniden fark ettiği bir sürece girdiğini belirttikten sonra; toplumsal bağlantıların daha canlı tutulduğu, tüm çabanın bireysel başarı ve güç kazancına odaklanmadığı "yeni bir zaman anlayışı" geliştirmeyi önerir.

    Daha iyi bir hayata ulaşmak için daha kötü bir hayata katlanmamız gerektiğini düşünüyoruz. Ama bu geçici olduğunu düşündüğümüz süreç kalıcılaşıyor ve gelecekteki muhayyel güzel günler için şimdiki -eldeki- günlerimizi harcadığımızı, harcamaya devam ettiğimizi ve bir türlü o muhayyel güzel günlerin gelmediğini zamanı tükettikçe fark ediyoruz, panikliyoruz! Daha hırsla sarılıyoruz, daha çok çalışıyor, daha az uyuyor; eşimiz, çocuğumuz, dostlarımızla daha az vakit geçiriyor ve o güzel günlere ulaşmak için daha çok fedakarlığa katlanmamız gerektiğini düşünüp biraz daha sıkıyoruz dişlerimizi… Bir fasid dairenin içine girip devasa bir çarkın dişine kaptırıyoruz eteğimizi. Tüketim ekonomisinin doymaz iştahı, tükettiği kadar değerli olduğuna inandırdığı bireyin, tüketebildiklerine bedel olarak en temel deneyimi olan hayatının en mahrem alanlarına el uzatmakta ve sömürmektedir. Daha iyi yaşamak için daha kötü yaşamak; bu paradoksu yaşıyor modern insan. Lüks konutlarda oturmak için borçlanıyor, borcumuzu ödemek için o konutlarda oturmaya vakit bulamıyoruz. Çocuğumuz 15 yaşına geldiğinde eğer gözleri ışıl ışıl buğulanıp küçükken ona akşamları yanına oturarak okuduğumuz masalları, hikayeleri hatırlamıyorsa artık okumamızın hiçbir anlamı kalmamıştır. Yani daha çok kazanmak için ertelediğimiz hayatımız artık geri gelemeyecek bir mesafededir ve biz bunu şaşkınlıkla fark ederiz. Uzun zamandır işlerimizden fırsat bulup da görüşemediğimiz bir yakınımızın veya dostumuzun, bazen anne-babamızın ani kaybı artık bizde "keşke…" ile başlayan bir pişmanlık duygusuna dönüştüğünde bunun telafisi de mümkün olmayacaktır.

    Bu çelişkiyi çözmek için üzerinde durulması gereken anahtar kavram 'yaşam kalitesi' kavramıdır. Bizi bu çarkın dişlileri arasında öğüten ve tüketen asıl neden ise yaşam standardının yaşam kalitesiyle özdeş olduğu şeklindeki kognitif yanılgı. Tüketim ekonomisi, reklam ve pazarlama endüstrisi bu yanılgıyı besliyor ve yönlendiriyor. Lüks evlerin, lüks cihazların, lüks arabaların ilanlarında, "yaşam kalitenizi arttırın" cümlesinin kullanımını giderek daha çok görüyoruz. Yanlış düşünme yanlış yaşamanın öncülüdür çünkü. O zaman bu kavram üzerinde durabiliriz. "Yaşam kalitesi' kavramını biraz tanıdıktan sonra da aslında bazı durumlarda yaşam standardıyla nasıl iki uç halinde kutupsallaştığına ilişkin örnekler üzerinde düşünebiliriz.

    Yaşam Kalitesi

    Dünya Sağlık Örgütü, "hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak, kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi" olarak tanımlar yaşam kalitesini (quality of life). Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yani bu kavram tıp teknikleri, laboratuar işlemleriyle ölçülen bir nicelik değil, sübjektif olarak yaşantılanan bir niteliktir ve aslında pahalı zevklerle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır. Bir örnek vermek gerekirse; merdiven inip çıkamamak bir fiziksel işlev kaybı değerlendirmesiyken, merdiven çıkamamanın kişinin yaşamının niteliği üzerine olan öznel (algılanan) etkisi yaşam kalitesi ile ilişkilidir. Merdiven çıkamayan birinin, mesela, çok acil bir hasta yakınını ziyaret edemeyişi ve bunun hastanın kaybedilmesiyle imkansız hale gelmesi onun yaşam kalitesi üzerinde ciddi tahribat yapabilirken; merdiven çakamayan ve bunu dinlenmek için geçici bir fırsat olarak görüp kitap okuyarak çok zamandır yapmak istediği bir arzusunu gerçekleştirmeye çalışan biri için yaşam kalitesi üzerinde olumlu katkı bile sunabilir. Bir başka örnekle, kişinin kaç saat uyuduğu değil, uykusundan memnun olup olmadığıdır yaşam kalitesini belirleyen.

    Sağlıkla ilgili yaşam kalitesi ise bütüncül olarak yaşam kalitesinin bir alt bileşenidir. Yaşam kalitesi boyutlarının doğrudan bireyin sağlığı ile ilgili kısımlarını içerir. Sağlığı çok iyi olan bir birey için sağlıkla ilgili olmayan yaşam kalitesi bileşenleri (örneğin, değerler, inançlar, sosyal ilişkiler, ekonomik durum, hava ve su kalitesi gibi çevrenin fiziksel koşulları, okul, güvenlik, sosyal statü vb.) önemli olurken, kronik hastalığı olan bir birey için bedensel, psikolojik sağlık durumu daha önemli hale gelecektir.

    Burada tanımlanan "sağlık", Dünya Sağlık Örgütü'nün tanımladığı gibi; yalnızca hastalık veya sakatlık halinin olmaması hali değil, ayrıca fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak iyi durumda olma halidir.2

    Okuyucuya bir fikir vermesi açısından yaşam kalitesini belirlemeye yönelik olarak hazırlanmış bir ölçekteki ana başlıklar aşağıda görülmektedir:

    Bedensel alan
    Ağrı ve rahatsızlık
    Canlılık-bitkinlik
    Uyku ve dinlenme
    Ruhsal alan
    Olumlu duygular
    Düşünme, öğrenme
    Benlik saygısı
    Beden imgesi-dış görünüş
    Olumsuz duygular
    Bağımsızlık düzeyi
    Hareketlilik
    Günlük işleri yürütme
    İlaçlara/tedaviye bağımlılık
    Çalışabilme gücü
    Sosyal ilişkiler
    Diğer kişilerle ilişkiler
    Sosyal destek
    Cinsel yaşam
    Çevre
    Güvenlik
    Ev ortamı
    Maddi kaynaklar
    Sağlık hizmetleri/sosyal yardım
    Ulaşılabilirlik/nitelik
    Yeni bilgi/beceri olanakları
    Dinlenme/boş zaman değerlendirme
    Kişisel inanç
    Genel sağlık ve yaşam kalitesi

    Aslında bu alt başlıkların benzer olanlarını bir araya getirirsek dört ana başlık ya da dört temel alan çıkar ortaya:

    Yaşam kalitesi dört ana alanda (boyutta) ortaya çıkar:

    1- Kişisel içsel alan (değerler, inançlar, arzular, kişisel hedefler, sorunlarla başa çıkma vb.)

    2- Kişisel sosyal alan (aile yapısı, gelir durumu, iş durumu, toplumun tanıdığı olanaklar vb.)

    3- Dışsal doğal çevre alanı (hava ve su kalitesi, çevresel hijyen vb.)

    4- Dışsal toplumsal çevre alanı (kültürel, sosyal ve dini kurumlar, toplumsal olanaklar, okul, sağlık hizmetleri, güvenlik, ulaşım, alışveriş vb.)

    Yaşam kalitesinin coğrafi düzeyleri ise sırasıyla, evde, toplum içinde, bölgesel, ulusal, uluslararası ve küresel düzlemlerde karşımıza çıkar.

    Amerikan ve İskandinav Modellerinin Farklı Yaklaşımları

    Aslında yukarıda tanımlanan ve öznelliğe vurgu yapan görüş daha çok Amerikan yaklaşımını yansıtmaktadır. Bu konuda İskandinav ve Amerikan yaklaşımları neredeyse birbirlerine zıt konumdadır. İskandinav yaklaşımı objektif yaşam koşullarına, edinilmiş kaynaklara odaklıyken; Amerikan yaklaşımı koşullar ve süreçlerin nihayetinde erişilen durumun, ilgili birey tarafından değerlendirilmesini esas alıyor. "Mutlu musun?" sorusuna cevap bekleniyor.

    İskandinav yaklaşımında refahtan anlaşılan, bireylerin ellerindeki kaynakları arzuladıkları, istedikleri gibi yaşamak için harekete geçirebilmeleri, ellerindeki kaynakları bu amaçla bilinçli olarak kullanabilmeleridir. Bu durumda herkes aktif bir konumdadır, hedeflerini özerklikle belirler. Kaynaklar amaçlarımızı gerçekleştirmek için araçlardır. Kaynaklar, para, mülk, bilgi, ruhsal ve fiziksel enerji, güvenlik gibi objektif yaşam koşullarını belirleyen unsurlardır. Bu yaklaşımda bireyin içinde bulunduğu objektif koşullar değerlendirilmektedir.

    Objektif göstergelerle ölçülmeye çalışılan İskandinav-kaynak anlayışının karşısında Amerikan-yaşam kalitesi yaklaşımı, ihtiyaçların giderilmesinin, birey tarafından, sübjektif olarak doyum, hayatından memnun olmak ya da mutluluk olarak değerlendirilmesini, algılanmasını esas almaktadır. Bu anlayışın temelleri faydacılığa, ruh sağlığına, sosyal psikolojiye dayanmaktadır. Burada nihai amaç, gerekli kaynakların sağlanması ile değil, insanların iyi durumda olduklarını algılamasıyla yerine gelmektedir. Bu anlayışla yola çıkıldığında değerlendirme ancak sübjektif göstergelerle yapılabilir.3

    Dünya Sağlık Örgütü'nün yaşam kalitesi tanımı daha çok Amerikan görüşünü yansıtırken, Birleşmiş Milletler'in insani gelişme raporlarında (aşağıda bu raporlardan Türkiye ile ilgili alıntılara da değinilecektir) daha çok objektif kriterleri esas alan İskandinav görüşünün ağırlıkta olduğu gözlenmektedir. Burada şunu belirtmek isterim; bu iki yaklaşımdan birinin daha doğru olduğunu söylemek yerine, ikisinin birbirini tamamladığını söylemenin daha doğru olduğunu düşünüyorum.

    İnsani Gelişme Raporları

    Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının, İnsani Gelişme Raporlarının on beşincisi Temmuz 2004'de yayınlandı. 1990'dan bu yana yayınlanan İnsani Gelişme Raporları aynı zamanda tüm dünya ülkelerindeki sosyal gelişmeyi sistematik olarak ölçüp, seçilmiş göstergelere göre ülkeleri "toplumsal gelişmişliklerine göre" sıralayan önemli bir "yaşam kalitesi" raporu olarak kabul edilir.

    "Sosyal Göstergeler Hareketi" ve "Yaşam Kalitesi Araştırmaları" sosyal bilimlerin artık kabul görmüş, ama henüz yeni, birbirlerini tamamlayan araştırma alanlarıdır. 1960'lar dünya ekonomisinin bolluk yıllarıydı. Özellikle gelişmiş ülkelerde, en başta ABD'de üretim artışlarına rağmen sosyal sorunların çözülemediği kolaylıkla gözlemlenebiliyordu. Hedef değiştirilerek "Daha fazla" (nicelik=üretim miktarı artışı) yerine "daha kaliteli" (nitelik=yaşam kalitesi) hedeflenmeye başladı. Hedef soyut ve niteliksel olunca, nerede bulunduğumuzun, belli politikalarla nereye varıldığının ölçümü, soyut bir hedefe ne uzaklıkta olunduğunun, ne kadar yaklaşıldığının ölçümü "sosyal göstergelerle" sağlanmaya çalışıldı. Bu yeni kavramı, -sosyal gösterge- ortaya atan büyük bir olasılıkla 1960'ların ortalarında NASA programını yürüten Raymond Bauer.

    Sosyal gösterge hareketini bugüne getirenlerin başında uluslararası kuruluşlardan OECD ve Birleşmiş Milletler geliyor. Sosyal göstergelerde olması gereken özellikleri büyük ölçüde karşılayan her yıl düzenli olarak yeniden hesaplanarak yayınlanan verilerin, göstergelerin en sağlıklı kaynağı bugün de İnsani Gelişme Raporları'dır. Çok sayıdaki gösterge arasından da en özel olanı İnsani Gelişme Endeksi'dir. 1990 yılında ilk çıkışından bu yana UNDP yıllık raporlarında toplumsal gelişmeyi ölçmek, derecelendirmek, başka ülkelere göre kıyaslamak üzere çok sayıda bileşik endeks kullanılmış ve geliştirilmiştir. Bunlardan birincisi İnsani Gelişme Endeksi'dir. İnsani Gelişme Endeksi üç göstergeye dayanmaktadır:

    (1) Uzun ve sağlıklı ömür (doğumda yaşam beklentisi)

    (2) Bilgi (knowledge) (yetişkinlerin okuma yazma oranı ve genel okullaşma oranı)

    (3) Yaşam standardı (satın alma gücü paritesine göre reel gayri safi yurtiçi hasıla) ile ölçülmektedir.

    2003 Yılı Raporuna Göre Ülkelerin Sıralanışı

    2003 yılı Raporunda 175 ülke sıralanmıştır. En üst sırayı 0,944 endeks değeri ile Norveç alıyor. En altta ise 0,275'lik değerle Sierra Leone var. Türkiye 0,734 değeri ile doksan altıncı sırada yer alıyor. Bu arada en uzun ömürlülerin Japonlar, en yüksek gelirlilerin Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları olduğunu belirtebiliriz.

    Türkiye 1975 yılında 54. sıradaydı. En büyük sıçramayı 1990-1998 yılları arasında yapmış ve 54'ten 51. sıraya yükselmiştir.

    Daha önceden de belirtildiği gibi İnsani Gelişme Endeksi, yaşam beklentisi, eğitim ve gelir olmak üzere üç endekse ayrıştırılabilir. 1970 yılından bu yana, gelir endeksi diğer ikisinden daha küçük bir değere sahip olmuştur. İnsani Gelişme Endeksindeki yükselmeye en büyük katkı, gelir endeksindeki değişikliklerden gelmiştir. Eğer Türkiye 2003 raporunda gelişme endeksine göre değil de gelire göre sıralansaydı, on altı sıra daha yüksekte olacaktı.

    Diğer ülkelerle yapılan karşılaştırmalara göre Türkiye'nin en geride kaldığı konunun eğitim olduğu söylenebilir. Belki bir kere daha vurgulamak gerekebilir, buradaki eğitim eksikliği okul çağındaki çocuklara yönelik bir eksiklik değil! Endeks on beş yaş ve üstü okur-yazar olmayanları dikkate alıyor. Burada ölçülen okul çağını aşmış, yetişkin cahil stokudur.

    Öte yandan, yaşam kalitesini etkileyen ya da belirleyen faktörler arasında bir öncelik veya önem hiyerarşisinden söz edilebilir; bu konuda Maslow'un ihtiyaç hiyerarşisi teorisi bize fikir verebilir:

    Maslow'un İhtiyaç Hiyerarşisi Teorisi

    Abraham Maslow, insanların neden farklı zamanlarda farklı gereksinimlerini ön plana çıkardıklarını araştırmış ve bir ihtiyaç hiyerarşisi teorisi geliştirmiştir. Bu teoriye göre, insanın gereksinimleri 1'den 5'e doğru önem sırasıyla:

    1. Fiziksel gereksinimler (yiyecek, su, barınma…)

    2. Güvenlik gereksinimi (emniyet, korunma, sağlık…)

    3. Sosyal gereksinimler (bir topluluğa ait olma hissi, sevgi…)

    4. Saygı görme gereksinimi (toplumda sayılma, sosyal statü…)

    5. Kişisel ilgileri/fikirleri/idealleri ortaya koyma gereksinimi (kendini geliştirme, kişisel yaşamı zenginleştirme, kişisel hedefleri gerçekleştirme…)

    Maslow'un "ihtiyaç hiyerarşisi" teorisine göre insan, önce en önemli gereksinimini tatmin etmeye çalışır. Bir düzeydeki gereksinim karşılandığı zaman sıra bir sonrakine gelir. Açlık çeken bir insanın (gereksinim 1) çevre sağlığıyla (g. 2) ya da klasik müziğin son gelişmeleriyle (g. 5) ilgilenmesini bekleyemeyiz. Bu aynı zamanda şu anlama da geliyor: Temel gereksinimlerini (g. 1 ve 2) karşılayamayıp umutsuzluğa kapılmış topluluklar, etik kaygıları (g. 3 ve 4) ikinci plana atıldığı için temel gereksinimleri karşılanacağı vadedilerek kolaylıkla kandırılabilir ve etik dışı işlere yönlendirilebilir.

    Maslow'un teorisi, bize toplumumuzun hayat kalitesini arttırmak için hangi noktalara öncelik vermemiz gerektiği hakkında fikir veriyor. Hedef kuşkusuz toplumun çoğunluğunu 5. gereksinim düzeyine çıkarabilmek ve bu düzeyde de mutlu edebilmektir. Bu teori, bizi aynı zamanda bir konuda uyarıyor. İnsan istekleri tükenmeyen bir varlıktır; bir gereksinim düzeyi karşılamak için yapılan çalışmaların sonraki düzeylerle çelişmemesi gerekir. Örneğin temel gereksinimler (g. 1-2) için gerekli altyapıları kurarken çevrenin (g. 2-5) sorumsuzca tahrip edilmesinin bedelini, toplumun gelecek nesilleri, eksilen hayat kaliteleriyle ağır bir şekilde öderler.

    Yaşam Kalitesi ile ilgili bir araştırmadan bazı bulgular:

    William M. Mercer şirketinin, dünyanın 218 şehrinde yaptığı hayat kalitesi araştırmasının sonuçlarının bir bölümünü (ilk 10 şehir) aşağıda görebilirsiniz. Bu araştırmaya göre 100 puan verilen New York referans noktası olarak kabul edilmiştir.

    1 Vencouver
    2 Zürih
    3 Viyana
    4 Bern
    5 Sidney
    6 Cenevre
    7 Auckland
    8 Kopenhag
    9 Helsinki
    10 Amsterdam
    11 Frankfurt
    12 Münih
    13 Melbourne
    14 Honolulu
    15 Düsseldorf
    … …
    92 Seul
    93 İstanbul

    Anket, aşağıda listelenmiş kategorilerden yaşam kalitesini belirleyen 39 kriteri içeriyor:

    » Politik ve sosyal ortam (politik istikrar, suç işleme oranı, yasal zorlamalar)

    » Ekonomi (ortalama alım gücü, döviz bozdurma düzenlemeleri, banka servisleri)

    » Sosyo-kültürel çevre (sansür uygulamaları, özgürlük kısıtlamaları)

    » Sağlık (sağlık servisleri, salgın hastalıklar, atık kontrolü, hava ve çevre temizliği)

    » Okullar ve eğitim (imkanlar ve eğitim düzeyi)

    » Altyapı ve ulaşım hizmetleri (yol, su, elektrik, toplu taşıma, trafik sıkışıklığı)

    » Kültürel etkinlikler (sinema, tiyatro, restoranlar, spor ve şehre renk katan diğer etkinlikler)

    » Tüketim ürünleri (gıda gibi günlük tüketim ürünlerinin bulunabilirliği ve alınabilirliği)

    » Konut (konut ve dekorasyon imkanları/kalitesi)

    » Doğal çevre (iklim, doğal felaketlerin sıklığı, doğal güzellikler)

    Araştırmayı yürütenlerden Jasbir Singh'e göre, üst sıralardaki şehirlerdeki küçük farkları belirleyen faktörler daha çok suç işleme oranı, ulaşım ve eğitim servisleri. Alt sıralardaki şehirlerde açılan farkları belirleyen faktörler ise kişisel güvenlik, hijyen ve temel ihtiyaçlardı. Avrupa'da dikkati çeken durum; Batı ile Doğu Avrupa şehirleri arasındaki farkların hızla kapanmasıyken genele bakıldığında, şehirlerdeki nüfus yoğunluğu arttıkça yaşam kalitesi düşüyordu.

    Bu araştırmada bugün aşırı nüfusu, kirli denizi, bitmeyen trafik sorunları ve adaletsiz gelir dağılımıyla bildiğimiz İstanbul, 218 şehir arasında Panama ve Seoul'den sonra, bir Güney Afrika şehri olan Port Elizabeth'den ise hemen önce 93. sırada yer alıyor.

    Farklı Disiplinlerde Yaşam Kalitesi

    Yaşam kalitesi bir çok farklı unsurla ilişkili olması nedeniyle sağlıktan mimariye, kozmetikten psikiyatriye birçok alanda konferans, seminer ve panellerde ele alınmakta, birçok disiplinin kendisiyle ilintileri bağlamında makalelerine, araştırmalarına konu olmaktadır.

    3-14 Haziran 1996 tarihinde yapılan Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı Habitat II, İstanbul Deklarasyonu'nun 30 ve 36. maddeleri aşağıdaki gibidir:

    "(30) Tüm insanların yaşam kalitesi, diğer ekonomik, sosyal, çevresel ve kültürel faktörlerin yanı sıra, köy, kasaba ve kentlerimizin fizik koşullarına ve mekansal karakteristiklerine bağlıdır. Kentlerin yerleşim düzeni ve estetiği, toprak kullanma biçimleri, nüfus ve yapı yoğunlukları, ulaşım, temel mal, hizmet ve kamu hizmetlerine erişim kolaylığı ve halka açık tesisler, yerleşmelerin yaşanabilirliğini hayati biçimde etkileyen unsurlardır."

    "(36) İnsan sağlığı ve yaşam kalitesi, sürdürülebilir insan yerleşmeleri geliştirme çabalarının merkezindedir. Bu nedenle kendimizi, kaliteli eğitimden evrensel ve eşit yararlanmaya, beden, ruh ve çevre sağlığında erişilebilecek en yüksek standartları gerçekleştirmeye, temel sağlık hizmetlerine eşit erişime, ırk, ulusal köken, cinsiyet, yaş ve özürlülük ayırımı gözetmeksizin, ortak ve özel kültürlerimize saygı duyarak ve geliştirerek, konut dahil olmak üzere toplumsal ve ekonomik koşullara ilişkin eşitsizlikleri gidermek için özellikle gayret sarf etmeye adıyoruz."

    Yakın zamanlarda İngiltere'de yayımlanan "Mimarın Rolünü İnsanların Yaşam Kalitesi ile İlişkili Olarak Yeniden Tanımlamak" başlıklı makalesinde mimar Tim Gough; iyi tasarlanmış okullarda, kötü tasarlanmış veya imkanları fakir olanlara nazaran öğrenci devamlılığının çok daha yüksek bulunduğunu, iyi tasarlanmış sosyal meskenlerin suç oranını düşürdüğünü, iyi tasarlanmış çağdaş hastanelerde kalan hastaların çok daha çabuk iyileştiğini ve neticede daha kısa süreli tedaviler ile daha geniş kitleye hizmet sunulabildiğini belirttikten sonra ilginç bir öneride bulunuyordu; yazara göre mimarın rolünün yaşam kalitesi ile ilişkili olarak yeniden tanımlanması gerekiyordu.

    Araştırma raporlarında karşımıza çıkan benzer bir sonuç yaşam kalitesi yüksek olan kırsal kesimlerden göç olmamasıdır.

    "Yaşam Kalitesi" daha çok söz edilesi bir kavram olduktan sonra tüketim ekonomisinin sihirli sözcüklerinden biri olarak hemen reklam ve pazarlama piyasasında boy göstermeye başladı. Uluslararası Kozmetik Kimyacılar Derneği 2001 Yılı Yazı Ödülü "Kozmetikler ve Yaşam Kalitesi: İyi Görün, İyi Yaşa" başlıklı yazısı nedeniyle Rosina Pelosi'ye verilmişti.4 Bu yazıda ilginç bir nokta dikkati çekmekteydi; yazar stratosferdeki ozon tabakasının incelmesi gibi çevresel değişikliklerin bizi güneşin radyasyonuna daha fazla maruz bıraktığını ve bu nedenle koruyucu kremler kullanmamız gerektiğini teknik ayrıntıların ve bilimsel terimlerin ikna edici dilini kullanarak anlatıyordu. Söylediği doğruydu, ama ödül almış bu yazı, stratosferin incelmesine neden olan asıl etkenin, aslında kozmetoloji sektörü olduğunu da ilave etmiş olsaydı -ki bu en az birinci önerme kadar doğru ve en az onun kadar önemlidir- yine ödül alır mıydı dersiniz? Tüketim ekonomisinin teknolojiyle ve teknolojinin yaşam kalitesiyle ilişkisine ilginç bir örnek olduğu için zikrettim. Bir eliyle yıkarken bir eliyle yapmakta olan bir ilişki…

    Yaşam kalitesinin Tıp-Psikiyatri boyutuna baktığımızda: Medline veri tabanında konu başlıkları listesine 1977 yılında alınan "yaşam kalitesi (quality of life)" bu güne dek 60 bine yakın bilimsel dokümanın herhangi bir yerinde yer almıştır. Son 10 yılda 9773 makale başlığında yaşam kalitesi sözcüğünün geçtiğini görüyoruz. 1993 yılı için sadece 399 olan bu sayı yaklaşık dört kat artarak 2003 yılında 1545'e yükselmiştir.

    Antik Yunan'da Hipokrat ile öne çıkan bütüncül (holistik) yaklaşım, Rönesans Avrupası ile birlikte Descartes'ın öncülüğünde yerini dualistik (ikili) yaklaşıma bıraktı. Ruh ve beden sağlığının ayrıştırıldığı bu yaklaşımın bugün etkisini bütünüyle yitirdiğini iddia edemesek de günümüzde ağırlıklı olarak biyopsikososyal yaklaşım kabul görmektedir. Bu yaklaşım insanın biyolojik, psikolojik ve sosyal boyutuyla bir bütün olduğunu ve bu boyutlardan birindeki problemin diğer boyutları da etkileyerek bütünün işleyişini ve sağlığını aksatacağını kabul eder. Diğer yandan yaşam kalitesini olumsuz etkileyen, örneğin, kötü konut, uygun olmayan fiziksel çevre veya sosyal uyumsuzluğun fiziksel ve ruhsal sağlıkla doğrudan bağlantılı olduğu düşünüldüğünde, yaşam kalitesi kavramıyla biyopsikososyal sağlık modelinin birbirlerini bütünlediği görülür.

    Yaşam standardı, yaşam kalitesi, sağlık, sağlıkla ilgili yaşam kalitesi gibi parametreler arasındaki ilişki bazen ilginç görünümler ortaya koyabiliyor. Örneğin, kronik, çok boyutlu bir hastalık olan alkol bağımlılığı, sadece alkol tüketimi ve bağımlılık sendromuyla sınırlı değildir; yaşamın diğer boyutlarını da etkiler ve etkileri zamanla değişir. Yaşam kalitesinin azalması psikopatolojinin sıklıkla önemli bir nedeni ya da sonucudur. Yaşam kalitesinin düşmesi kişiyi daha çok alkole sevk ederken, alkol aldıkça yaşam kalitesi düşer ve bir kısır döngü oluşur.

    Ekonomik gelir düzeyi ileri derecede yüksek olsa da alkol bağımlısı bir bireyin yaşam kalitesi ileri derecede düşer. Bazen sosyoekonomik düzey yükseldikçe alkol tüketme eğilimi artar. Yani tersten söylersek yaşam standardının yüksek olması yaşam kalitesinin düşmesi için bir zemin hazırlamış olur ki, bu paradoksal gibi görünür. Diğer yandan yapılan bazı çalışmalarda bedensel, ruhsal ve çevresel yaşam kalitesi alanları üst sosyoekonomik düzeyden olumlu etkilenirken, sosyal puan daha alt sosyoekonomik düzeylerde daha yüksek bulunmuştur. Daha alt gelir gruplarında toplumsal dayanışma, algılanan sosyal alan yaşam kalitesini artırmakta, daha sıcak ve samimi komşuluk ve dostluk ilişkilerinin kurulduğu görülmektedir.

    Benzer bir diğer örnek, şişmanlığın yaşam standardı yüksek toplum kesimlerinde daha fazla görülmesi, ancak yaşam kalitesini ciddi düzeyde olumsuz etkilemesidir. Aşırı şişmanlık, tüm dünyada ve özellikle Amerika gibi yaşam standardının ve tüketimin yüksek olduğu toplumlarda önemli sağlık sorunlarından biri haline geldi. Son on yılda, yaşları 6 ile 17 arasında değişen çocuklarda da şişmanlık oranı yüzde 5'den, yüzde 11'e yükselerek 2 kat arttı. Erken yaşlarda aşırı kilo alımı uzun vadede fiziksel ve psikolojik sorunlara yol açıyor. Çocukluk çağında aşırı kilo alımı diyabet, kalp hastalıkları, hipertansiyon, inme ve bazı kanser türleri gibi ciddi hastalıklara zemin oluşturuyor. Aşırı kilo alan çocuklarda kendine güvenin kaybolması ve kendilerini arkadaşlarından izole etme gibi ağır psikolojik sorunlar oluşabiliyor. Şişman çocuklar, gelecekte de şişman yetişkin adayı haline geliyor.

    Öte yandan paylaşma ve yardım davranışları ve bu davranışların sonucunda kişinin hissettiği manevi tatmin duygusu yaşam kalitesini arttırır. Yoksul birine yapılan küçük bir yardım, bir çocuğu sevindirmek, bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçirmek, tanımadığınız birine yardım etmek gibi küçük iyilikler bile kendimizi daha iyi ve daha güçlü hissetmemizi, sorunlarımızın üstesinden gelebilmemizi kolaylaştırır, kendimizden memnuniyetimizi ve yaşam kalitemizi arttırır.

    Ve Borges…

    Hayat bir imkanlar silsilesidir. Her nefes bir imkandır. Sona vardığımızda aslolan geride bıraktığımızdan pişmanlık duymamamızdır. Jorge Luis Borges'in aşağıdaki şiirinde, edebiyatçı kimliğinin yer yer abartılı bulabileceğimiz ifadeleri olsa da, 85 yaşındayken ardında kalanlara bakarak yaptığı muhasebesinden çıkarılabilecek dersler az değil.

    ANLAR

    Eğer yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
    İkincisinde daha çok hata yapardım.

    Neşeli olmaya çalışırdım, ilkinde olmadığı kadar,

    Daha çok riske girerdim.
    Seyahat ederdim daha fazla.
    Daha çok güneş doğuşu izler,
    Daha çok dağa tırmanır,
    Daha çok nehirde yüzerdim,
    Görmediğim bir çok yere giderdim
    Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
    Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
    Yaşamın her anını verimli kılan
    İnsanlardandım ben.
    Yeniden başlayabilseydim eğer yalnız mutlu anlarım
    Olurdu.
    Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten:
    Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
    Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve
    Paraşüt olmadan,
    Gitmeyen insanlardandım ben,
    Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
    Eğer yeniden başlayabilseydim,
    İlkbaharda pabuçlarımı fırlatıp atardım.
    Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
    Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
    Çocuklarla oynardım, bir şansım daha olsaydı, eğer.
    Ama işte 85'indeyim ve biliyorum…
    Ölüyorum…

    Öz

    Daha iyi bir hayata ulaşmak için daha kötü bir hayata katlanmamız gerektiğini düşünüyoruz. Ama bu geçici olduğunu düşündüğümüz süreç kalıcılaşıyor ve gelecekteki muhayyel güzel günler için şimdiki -eldeki- günlerimizi harcadığımızı, harcamaya devam ettiğimizi ve bir türlü o muhayyel güzel günlerin gelmediğini zamanı tükettikçe fark ediyoruz, panikliyoruz! Daha hırsla sarılıyoruz, daha çok çalışıyor, daha az uyuyor; eşimiz, çocuğumuz, dostlarımızla daha az vakit geçiriyor ve o güzel günlere ulaşmak için daha çok fedakarlığa katlanmamız gerektiğini düşünüp biraz daha sıkıyoruz dişlerimizi… Bir fasid dairenin içine girip devasa bir çarkın dişine kaptırıyoruz eteğimizi. Tüketim ekonomisinin doymaz iştahı, tükettiği kadar değerli olduğuna inandırdığı bireyin, tüketebildiklerine bedel olarak en temel deneyimi olan hayatının en mahrem alanlarına el uzatmakta ve sömürmektedir. Daha iyi yaşamak için daha kötü yaşamak; bu paradoksu yaşıyor modern insan.

    Anahtar Kelimeler: Yaşam kalitesi, yaşam standardı, yoksulluk, ihtiyaç, tüketim

    Abstract

    We think that we need to endure a worse life to reach a better one. However, this process which we think temporary becomes permanent, and as days pass we realise that we wasted, and still waste our days in hand for imaginary beautiful days in the future, and that those imaginary beautiful days never arrive, then we panic! We become greedier, we work more, we sleep less, we spend less time with our partners, children and friends, and we still endure by thinking that we should be more self-sacrificing to reach those days. We enter into a vicious circle and get caught up. Insatiable appetite of consumption economics exploits the individual whom it convinces that the more he consumes, the more he is valuable, and it invades the privacy as a substitute for what he can consume. To live worse in order to live better, that is the paradox of modern man.

    Key Words: Life quality, life standard, poverty, need, consumption

    Dipnotlar

    1. Philip Zimbardo, Zamanımıza Sahip Çıkma Zamanı, Güncel Psikoloji, Cilt: 3, Sayı: 3, 2002, s. 28.

    2. Yaşam Kalitesi: Ölçümü ve Psikiyatri, N. Dilbaz, Psychomed, Cilt: 2, Sayı: 1, 1996, s. 20-24.

    3. A. Halis AKDER, BM İnsan Yerleşimleri Konferansı Habitat II, İstanbul: 3-14 Haziran 1996, s. 9-19.

    4. Online Kozmetoloji Dergisi, Sayı: 1, Cilt: 1, 2002.