Köprü Anasayfa

Said Nursi’nin İslam Dünyası Tasavvuru: Hutbe-i Şamiye

"Bahar 2011" 114. Sayı

  • Değerler Sosyolojisi Açısından "Hutbe-i Şamiye"nin Çözümlenmesi

    Analysis of “Hutbe-i Şamiye” in terms of Values Sociology

    Kadir CANATAN

    Doç. Dr., Balıkesir Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi

    1. Giriş

    Değerler ve normlar, bir toplumda insanların kanaat, tutum, davranış ve beklentilerinin zihinsel ve biçimsel arka planını oluştururlar. Değerler ne kadar soyutsa, normlar da o kadar somutturlar. Bir başka söyleyişle değerler, kültürün “yumuşak” yüzünü, kurallar ise “sert” yüzünü ifade ederler. Bu ikisi arasında organik bir ilişki bulunsa da, bu ilişki her zaman hayatiyetini sürdürmeyebilir. Değer ve normlar arasındaki ilişkinin koptuğu durumlarda değerler buharlaşırken, kurallar da ardında yatan gerekçesini yitirirler ve anlamsızlaşırlar. Anlamsızlaşan ve donan kurallar ise, hayatla bağlarını devam ettirmekte zorlanırlar. Bu nedenle kurallarla, bunların varlık gerekçesi olan değerler arasındaki ilişkiyi canlı tutmak ve korumak son derece önemlidir.

    Aile, sosyal çevre ve okulda çocuklara değer ve kurallar aktarılırken, genellikle bu ikisi arasındaki ilişkiler açıkça öğretilmez. Kendilerine “şunu yap” ya da “yapma” biçiminde kuralların öğretilmesi esnasında çoğu zaman çocukların sorduğu “neden” sorusuna cevap vermekte zorlanırız. Çünkü biz de muhtemelen kuralları, varlık gerekçeleri olan değerlerden bağımsız bir şekilde öğrenmişizdir. Oysa kuralların varlık gerekçesi değerlerde gizlidir. Bir kuralı neden yerine getirmek zorunda olduğumuzu ya da olmadığımızı değerlerle temellendiririz. Eğer bir davranış kuralının ardındaki değeri bilmeden yerine getiriyorsak, bu bizim “kuralcı” olduğumuzu gösterir ve “neden” sorusuna şöyle bir cevap veririz: “Kurala kural olduğu için uyarız”. Oysa kuralların gerekçesi değerlerle ilişkilidir. O zaman değer ve normları daha teknik olarak tanımlamak zorundayız.

    Sosyolojide değerler, “iyi” ve “kötü” ya da “doğru” ve “yanlış” hakkında, bize fikir veren soyut düşünceler olarak tanımlanır. Bu düşünceleri biz, sosyalleşme sürecinde toplumdan almaktayız. Toplumsallaşmadan önce, neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda herhangi bir fikrimiz yoktur. Felsefede John Locke’un söylediği gibi zihnimiz doğuştan “boş bir levha” (tabu rasa)dır. İslam kültüründe insanın ilk yaratılış hali, “fıtrat” olarak nitelenmiştir. Her insan ya da çocuk, fıtrat üzere doğar ve sonra anne ve babası ona bir kimlik verir.

    Normlar ya da kurallar, belirli bir durum ya da olay karşısında nasıl davranacağımızı bildiren toplumsal beklentilerdir. Değerler, bu normlar yoluyla gerçeklik haline gelirler. Biz bir gözlemci olarak ilk önce, insanların davranışlarını ve bunları belirleyen kuralları görürüz. Bu davranış ve kuralları incelediğimizde de bunların gerisinde bir zihniyet yattığını anlarız. Hatta birçok kuralın kökeninde aynı düşüncenin yattığını görürüz. İşte, bu soyut ve gizil düşünceler, değerlerdir. Kısaca değerler, bizim için neyin önemli/değerli ya da önemsiz/değersiz olduğunu ifade ederler.

    Değerler, kültürün “ruh”unu; kurallar da “beden”ini oluştururlar. Ruhla beden arasındaki ilişki koptuğu zaman kültür ölür. Bir insanın ruhunu kaybettiği zaman nasıl beden cansız kalıyor ve ölüyorsa, aynı şekilde bir toplumdaki kurallar da varlık gerekçesi olan değerlerle ilişkisini koparırsa, o zaman kültür de ölür. Eğer bugün çevremizde insanların kurallara uymadıklarını görüyor ve bundan şikâyetçi oluyorsak, bundan durmadan yakınmak yerine değerlerimizi daha fazla bilinç düzeyine çıkarmak ve kuralları değerlerle ilişkisi içinde yeni kuşaklara aktarmak zorundayız.

    Değerlerle kurallar arasındaki ilişkiler kopmasına rağmen insanlar kurallara uyuyorlarsa bu, bir kültürün veya dinin ritüelleşmesine; eğer insanlar durmadan değerlerden bahsedip bunların somut gereklerini yerine getirmekten kaçınıyorlarsa –yani kurallara uymuyorlarsa- bu da entelektüalizme yol açar. Ritüalist kültür ve din anlayışında, insanlar “kurallara kural olduğu için uyarlar.” Bu çoğu insanı aslında tatmin etmez. Özellikle kurallar karşısında eleştirel ve sorgulayıcı bir zihne sahip olan insanlar/aydınlar, bu ritüalizme tepki gösterip aksini yapmaya yönelirler. Başka bir deyişle kuralcılık, kural karşıtlığına (yani anarşizme ve gnostizme) yol açar.

    Kuralcılık, sıradan insanlara ve avama özgü bir davranış iken, entelektüalizm bir aydın hastalığıdır. Aydınlar, halkın sık sık eleştirdiği üzere “hep konuşurlar”, bir işin gereğini yapmazlar. Onlar, öncü olmak yerine başkalarına kurallarla “doğru” ilişkinin nasıl kurulması gerektiğini anlatırlar. Kendileri anlatıp yapmadıkları için de pek inandırıcı olamazlar. Günümüzde aydınların toplumdan soyut ve hatta topluma yabancılaşmalarının bir nedeni de budur. Entelektüalizm, ilk önce kurallar ile hayat arasında bir uçuruma, daha sonra da halk ile aydınlar arasında bir yabancılaşmaya neden olur.

    Geçmişten günümüze ve bugün de yeryüzündeki farklı toplumların ve kültürlerin yapısını incelediğimizde bunların tektip ve statik olmadıklarını görüyoruz. Her kültür ve medeniyet farklı değerler manzumesine göre kurulmuştur. Medeniyetleri birbirinden ayıran şey, aralarındaki değer farklılıklarıdır. Bir medeniyet, temelde belirli değerler manzumesinin bir somutlaşmasıdır. Bu açıdan farklı medeniyet ve sistem tanımları yapılmıştır. Sözgelimi Sorokin, Batı tarihinde üç çeşit üst-sistem tespit etmektedir. Ona göre insanlık “Doğru, sonul gerçeklik-değerlerinin niteliği nedir?” sorusuna üç cevap vermiştir:

    Birincisi, “Sonul, doğru gerçeklik-değeri duyumsaldır. Onun ötesinde bir başka gerçeklik ya da herhangi bir başka duyumsal-olmayan değer yoktur” diyen “Duyumcul kültür”dür.

    İkincisi, “Sonul, doğru gerçeklik-değeri, duyum-üstü ve akıl-üstü bir Tanrı’dır” diyen “Düşünsel sistem”dir. Bu sisteme göre duyumsal gerçeklik ve değerler birer seraptan ibarettir ya da sonsuz derecede daha aşağılık ve gölgeli bir sözde-gerçekliği ve sözde-değerleri temsil ederler.

    Üçüncüsü ise, sonul gerçeklik konusunda daha karmaşık bir fikre sahiptir: “Sonul, doğru-gerçeklik değeri, bütün farklılaşmaları içinde taşıyan ve hem niteliksel hem de niceliksel bakımlardan sonsuz olan Çok-katlı Sonsuzluktur. Sonlu insan zihni bunu kavrayamaz ya da yeterli şekilde tanımlayamaz. Bu Çok-katlı Sonsuzluk, olsa olsa üç katlı bir yapı olarak tasvir edilebilir: Akılcı ya da mantıklı, duyumsal ve akıl-üstü-duyum-üstü. Bu üst-sistemi Sorokin “İdealist sistem” olarak adlandırmaktadır.

    Ortaçağ Avrupa kültürüne "Düşünsel sistem" damgasını vurmuştur. Bu kültürün büyük öncülü, sonul doğru gerçeklik ve değerin temsilcisi olarak akıl ve duyum-ötesi üçlemesiyle Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan Hıristiyan inanışıdır. Bu öncüle dayanan Düşünsel sistem, diğer düşünce biçimlerine pek fırsat vermemiştir. 16. yüzyıldan sonra ve 20. yüzyıla kadar toptan Avrupa kültürü Duyumsal üst-sisteme geçiş yapmıştır. Bugün de bu üst-sistem tüm yapısal ve güncel değerlerin temelini oluşturmaktadır. Artık gerçek doğru, ampirik olarak algılanan ve sınanan duyumların doğrusudur. Duyumcul felsefe, bazen materyalizm ve ampirisizm bazen de skeptisizim (kuşkuculuk) olarak karşımıza çıkmaktadır.

    Batı tarihinde bir ara, İ.Ö. 5. yüzyılda Yunan kültüründe ya da 13. yüzyılın Avrupa kültüründe beliren İdealist kültür sistemi çok fazla egemen bir sistem olmamıştır. Belki bazı kesimlerde ve etkisiz olarak var olagelmiştir.

    Bu genel girişten sonra, Hutbe-i Şamiye’de yer alan değerlerin nerede durduğunu anlamak için Müslüman dünyada global olarak hangi değerlerin geçerli olduğuna ve bu değerlerin Hutbe-i Şamiye’de ne ölçüde kendini hissettirdiğine bakabiliriz. Müslüman dünyadaki değerleri "Klasik değerler" ve "Modern değerler" olarak iki kümede ele almak doğru olacaktır. İlk kümede yer alan değerler, geleneksel dönemde geçerli olan ve daha çok İslamî bir arkaplana yaslanan değerlerdir. Bunların etkisini, Batı dünyasıyla temasa geçmeden önceye kadar yoğun bir şekilde sürdürdüğünü söyleyebiliriz. 19. yüzyıldan itibaren Batı’dan ve özellikle de Fransız Devrimi’nin ilkelerine yaslanan modern değerler etkisini hissettirmeye başlamıştır.

    Klasik Değerler

    Modern öncesi dönemde Müslüman dünyada farklı geleneklerden gelen iki farklı değerler kümesine rastlamaktayız. İlki; Eski Yunan’dan gelen ve Müslüman filozoflar tarafından İslam kültürüne tercüme edilip uyarlanan kadim değerler skalasıdır. Bu kadim değerler, Nasreddin Tusi’nin “Ahlâk-ı Nâsırî” adlı kitabında ifadesini bulmuştur. Bilindiği üzere bu kitap, İslam dünyasında yazılmış ilk sistematik ahlak kitabıdır. Felsefi üslupla yazılmış klasik ahlak kitapları, insanın özbenliğinin arındırılmasını merkeze almakla birlikte ev ve ülke yönetimiyle ilgili görüşler de ihtiva etmektedir. Başka bir deyişle mikro düzeyde insan ve insan ahlakını, meso düzeyde ev ve aile yönetimini, makro düzeyde ise şehir ve ülke yönetimini konu edinirler. Bu yönüyle bu eserler normatif yönelimli olmakla birlikle psikoloji, toplumbilim ve siyaset bilim meselelerini ele almaktadırlar.

    Nasreddin Tusi’nin de belirttiği gibi “önceki ve sonraki bilginler”in fikrine göre dört tip erdem bulunmaktadır. Eski Yunan filozofları, sözgelimi Platon bu değerleri bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve doğruluk olarak belirtmektedir. Bu dört değer aslında devlette bulunması gereken özelliklerdir. Fakat iyi devlet, vatandaş için de iyiliği temsil eden bir rol model oluşturur.

    Devlette aranan ilk değer bilgeliktir, çünkü devlet kararlarını bilgece vermek zorundadır. Bilgece karar vermek ise bir bilgi işidir ve insanlar bilgisizlikleriyle değil, bilgi ve bilgelikleriyle doğru karar verirler.

    İkinci değer olan yiğitliğe gelince, bu bir çeşit koruma ve savunma işlemidir. Kanun koyucu, eğitim yoluyla neden korkulup, neden korkulmayacağını insanlara aşılamıştır. Devleti koruma işini üstlenen azınlığın (koruyucular) işi, aşılanan bu değerleri her yerde, her zaman korumaktır. Bugünkü terimlerle yiğitlik, hukuk devletini içselleştirmiş kolluk kuvvetlerinin yasaların işlerliğini koruma ve kollama işlemidir.

    Üçüncü değer olan ölçü(lülük), öteki değerlerden daha çok bir düzen ve ahenge benzer. Ölçü, insanların istek ve tutkularına vurduğu bir çeşit dizgindir. Ölçülü devlet, kendine hâkim olan devlettir. Çünkü onda iyi yan, kötü yanı buyruğu altına almıştır. İnsan da böyledir, kendinde bulunan kötü eğilimleri iyi yanıyla kontrol altına almışsa kendine hâkim ve ölçülü biri olur. Kendine hâkim kişi, aynı zamanda hem köle hem de efendidir.

    Ölçü, yiğitlik ve bilgelikten farklı bir değerdir. Öncekiler toplumun sadece bir kesiminde bulunur ve onlar sayesinde toplum yiğit ve bilge kılınır. Oysa ölçü, bütün topluma yayılır. Hem bireysel hem de toplumsal olarak neyin önde tutulacağı bilinirse toplumda bir ahenk ve uyuşum ortaya çıkacaktır. Bunun siyasal anlamı şudur: Tutkularına hâkim olan yönetici azınlık, çoğunluğun kötü tutkularını kontrol etmekle kalmamalı, ölçüyü tüm topluma (eğitim ve örneklik yoluyla) hâkim kılmalıdır. Açıktır ki, Platon’un devleti ilk iki noktada seçkinci bir tutuma sahipken, ölçülülük konusunda toplumcu bir anlayışa sahiptir.

    Doğruluk ya da adalet, geriye kalan ve hepsini tamamlayan bir değerdir. Pekiyi doğruluk nedir? Devlet ve toplumda doğruluk, herkesin kendi işini yapması ve birinin diğerinin işine karışmamasıdır. Adalet, diğer değerleri de doğuran ve yaşatan temel değerdir.

    Platon, devlet için öngördüğü bu değerleri bireyler için de öngörür. Devleti akıllı yapan neyse (bilgi), insanı da akıllı yapan odur. Bir devlet neden yiğitse (kurallara uyma ve koruyuculuk) insan da aynı şeyden dolayı yiğittir. Bir devleti ölçülü kılan şey neyse (kendine hâkimiyet) insanı da ölçülü kılan odur. Bir devlette doğruluğun kuralı neyse (her sınıfının kendi işini yapması) insanda da bu kural işlemelidir. Yani insanın içindeki her organ kendi işlevini yerine getirdiğinde doğruluk sağlanmış olur.

    Eski Yunan’da formüle edilen bu kadim değerler, Müslüman dünyaya hikmet, şecaat, iffet ve adalet olarak çevrilmiştir. Felsefe kitaplarına atıfta bulunarak bu değerleri temellendirmeye ve açıklamaya çalışan Tusi, bunları insanda bulunan üç yetiyle birlikte ele alır. Akıl, düşünme yetisidir; bu yetinin bilgiyle donanması ve gelişmesi hikmeti ortaya çıkarır. Gazap yetisi, insandaki saldırganlığın kaynağıdır. Bunun akıl tarafından kontrol edilmesiyle şecaat elde edilir. Şehvani yeti, insanın açlık ve cinsel arzu ya da istekleriyle alakalı olup akılla düzenlenmesiyle iffet sağlanır. Bu üç erdemin olgunlaşmasıyla yeni bir erdem daha ortaya çıkar ki, buna adalet denilir. Demek ki adalet ve doğruluk, ilk üç erdemin meyvesi olarak doğmaktadır. Yani düşünme, şehvet ve gazap yetilerini iyi kullanan bir kişi kararlarında daha isabetli olmakta ve adaleti yerine getirebilmektedir. Bu üç erdemin sağlanmadığı durumlarda adaletten ayrılma ya da adaleti gerçekleştirememe gibi bir sorun ortaya çıkmaktadır.

    Tusi, kadim dört erdemi detaylandırarak hangi alt-erdemlerin hangi temel erdemlerle alakalı olduğunu da ortaya koymuştur. Ona göre hikmetin alt türleri zekâ, anlama hızı, zihin açıklığı, öğrenme kolaylığı, akıl güzelliği, hafıza ve hazırcevaplılık olmak üzere yedi tanedir. Şecaat erdeminin sayısı ise on birdir: Doygunluk, yiğitlik ve mertlik, âlicenaplık (yüksek düzeyde onurlu olmak), metanet (sabretme gücü), hilm (yumuşaklık), temkinlilik, şehamet (yüksek amaçlar için hırslı olmak), dayanıklılık, alçakgönüllülük, hamiyet (millet ve yurtseverlik) ve incelik-nezaket. İffet erdemine giren erdemlerin sayısı on ikidir. Bunlar haya, yumuşaklık, samimilik, dinçlik, perhiz (kendini dizginleme), sabır, kanaat, vakar (onurlu hareket), tedbirli olmak, nizam, hürriyet ve sahavet (cömertlik ve yardımseverlik)tir.

    İlk üç erdemin olgunlaşmasıyla elde edilen adalet, kendi içinde on iki erdemi barındırmaktadır. Adil kişide sadakat, ülfet (dayanışma), vefa (yardım ve koruma gerektiren hallerde hiç biri şeyi esirgememek), şefkat, merhamet, mükâfat (iyiliğe iyilikle karşılık vermek), işbirliği, güzel hüküm vermek, hürmet (saygılı olmak), teslimiyet (meşru otoriteye rıza göstermek), tevekkül (insan gücünü aşan konularda sabretmek) ve ibadet (takva) duyguları gelişmiştir ve bunları onun üzerinde görmek mümkündür.

    Tusi, erdem türleri kadar erdemsizlik ya da erdemin zıddı olan değer ve işleri de saymıştır. Bunlar erdemli bir kişi de bulunmaması gereken hallerdir. Hikmetin zıddı cehalet; şecaatin zıddı korkaklık; iffetin zıddı hayâsızlık ve azgınlık; adaletin zıddı ise zulümkarlıktır. Erdemsizlikler, ifrat (aşırı ileri gitme=fazlalık) ve tefrit (aşırı geri kalma=azlık) durumlarında ortaya çıkarlar; doğru yol ve gerçek erdem, “orta yol”dadır. Orta yolun ifratı da tefriti de erdemsizliğe yol açar.

    Geleneksel Müslüman dünyadaki değerler kümesinin ikinci kaynağı dini gelenektir. Bu gelenek içinde de özellikle fıkhın ayrı bir yeri bulunmaktadır. Fıkıh, bir haklar ve sorumluluklar bilimidir. Kelime anlamıyla anlamak, kavramak ve bilmek demektir. Kavramsal olarak ise, dinin kaynaklarını doğru bir şekilde kavrayarak kişinin lehine ve aleyhine olan işleri bilmesidir. Nitekim İslam hukuk bilgini Ebu Hanife fıkhı, kişinin haklarını ve vazifelerini bilmesi olarak tanımlanmıştır.

    İslam hukukçuları hüküm koyarken ve kural vaz’ederken bazı temel ilkelere uymuşlardır. Bunların başında insanların maslahatlarını ve çıkarlarını temin etmek ve adaleti gerçekleştirmek gelmektedir. Bu çerçevede insanın maslahat ve çıkarları merkeze alınmış ve tüm hukuk, insanın temel haklarını korumak üzere dizayn edilmiştir. İnsan haklarının özünü korunması gereken şu beş değer oluşturmaktadır: Can emniyeti, mal emniyeti, din emniyeti, akıl emniyeti ve nesil emniyeti. Can emniyeti, insanın doğrudan doğruya özvarlığı ve bedensel bütünlüğünü; mal emniyeti, onun emek ve emek yoluyla sahip olduğu mülkiyetini korumayı; din ve akıl emniyeti ise inanma, ibadet ve düşünce özgürlüğü gibi onurlu bir yaşamın temeli olan hak ve özgürlükleri ifade etmektedir. Neslin emniyeti ise, insan neslinin bir tür olarak kendi varlığını ve devamını sağlamak için koyulmuş temel bir ilkedir. Bunlar kendisinden taviz verilemez ve vazgeçilemez haklar ve çıkarlardır. Devlet ve diğer otoriteler meşruluklarını bu temel hak ve çıkarları koruma noktasından alırlar. Bu hakların çiğnenmesi durumda otorite meşruiyetini kaybeder.

    2. Modern Değerler

    Modern değerlerin neler olduğunu bir çırpıda saymak kolay bir şey değildir. Modern Batı uygarlığı Rönesans’la başlayan ve günümüze kadar gelen süreç içinde pek çok düşünce, kavram, ideoloji ve sistem üretmiştir. Üstelik gerek felsefe alanında gerekse ideolojiler alanında sıkça rastladığımız üzere birbirine oldukça aykırı ve zıt düşen değerler ileri sürülmüş ve bunlar uzun mücadelelere konu olmuştur. Bireysel haklara vurgu yapan liberalizm ne kadar çağdaş bir ideoloji ise, buna taban tabana zıt sosyalizm de çağdaş Batılı bir ideolojidir. İlkinde ne kadar fazla birey ve haklarına vurgu yapılmışsa, ikincisinde toplumculuk (yani toplumun faydası) ön plandadır. Aydınlanma düşüncesi, ne kadar akılcı ise buna muhalefet eden Muhafazakârlık ve Romantizm ise o kadar gelenek ve doğallık yanlısıdır. Bunların hangisinin modern, hangisinin anti-modern olduğu saptamak bir hayli zordur.

    Bu zorluklara rağmen modern değerlerin inşasında, herhalde 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesi ile bir anlamda bunun siyasal pratiği durumunda olan Fransız Devrimi ve onun ilke ve değerleri inkâr edilemez bir önem taşımaktadır. O zaman modern değerlerin neler olduğunu anlamak için biri entelektüel diğer siyasal bir hareket olan bu iki olguya yoğunlaşmak bir çözüm olacaktır.

    Olabildiğince basitleştirmek gerekirse, Aydınlanma felsefesinin başlıca unsurlarını şöyle sıralayabiliriz: İnsan, doğası gereği iyidir. İnsan yaşamının amacı bu dünyada iyi olmaktır, bir sonrasındakinde kutsanmak değildir. Açıktır ki insan hakkındaki bu olumlu görüş, Ortaçağ Hıristiyan görüşlerine taban tabana zıt ve ona karşı bir tepkinin ürünüdür. Tüm Ortaçağ boyunca Kilise insanın günahkâr olduğu fikrinden hareketle ona güven duymamış ve onun kurtuluşu için katı bir vesayet rejimi kurmuştur. İşte, Aydınlanmacılar bu vesayet rejimini kırabilmek için insana olan bu güvensizliği ortadan kaldırmaya yönelik olumlu bir insan görüşü ortaya atmışlardır.

    Aydınlanma düşünürlerine göre insanın dünyada iyiliği gerçekleştirmesi için bir yandan cehalet, hurafe ve hoşgörüsüzlükle mücadele etmeli, diğer yandan da akıl ve bilimin yol göstericiliğine güvenmelidir. İşte, Aydınlanma bundan başka bir şey değildir. Aydınlanma, Kant’a göre düşünmeye cesaret etmektir. İnsanın aklını kullanması ve bilgiyi esas alması, onu tüm cehalet ve hurafenin boyunduruğundan kurtaracaktır. Daha fazla aydınlanmayla insan otomatikman daha ahlaklı olur ve aydınlanma sayesinde dünyada ilerleme sağlanacaktır.

    Bu fikirleri daha da açmak gerekirse maddeler halinde şunlar söylenebilir:

    1) Herkes akla sahiptir. Dolayısıyla ayrıcalıklı ve seçkin bir kesimin vesayeti kabul edilemez.

    2) Doğal hukuk bireyin haklarını korur. Sadece ayrıcalıklı sınıfların değil.

    3) Aydınlanmış öz-çıkar ahlak teorisi, hepimizin kendimiz için en iyi olanı aramamız gerektiğini salık verir.

    4) Öz-çıkarlarımız için mücadele herkesin mutluluğuna katkıda bulunur.

    5) İdeal bir devlet, mülkiyet haklarını ve birey özgürlüğünü garanti eder, ayrıca verimlidir.

    Burada dile getirilen ilkelerin ilk ikisi doğal haklar felsefesinin bir ifadesi iken, son üç nokta liberalizm ve utilitarianizmin temel değerleridir.

    Netice itibariyle Aydınlanma, büyüyen orta sınıf içindeki ilerici bir iyimserlikle belirlenmiştir. Bu iyimserliğinin özünü akla ve insana güven fikri oluşturmaktadır. Bunlar mutlak bir krallığa ya da asilzadelere hizmet etmek için değil, özel girişimciliği ve özel mülkiyet haklarını güvence altına almak suretiyle ticareti ve endüstriyi çabucak büyütmeyi hedefleyen yükselen orta sınıf için uygun fikirlerdi.

    Fransız Devrimi ve bunun arkasındaki motor güç olarak burjuvazi, söz konusu değerlerin siyasal anlamda iktidara gelmesiydi. Burjuvazi, daha sonra tüm dünyada popüler değerler haline gelecek olan üç değeri simge haline getirmiştir: Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik. Avrupa Birliği çerçevesinde avronun dolaşıma girmesine kadar bu simge-değerler, Fransız paralarının üstünde yazılı kalmıştır. Her ne kadar bu üç modern değer Fransız Devrimi’ne özgü ve onun yarattığı değerler ise de iki noktada açılım olmuştur. Birincisi, Fransız Devrimi’nin etkisiyle önce Avrupa kıtasına sonra da tüm dünyaya bu değerler yayılmıştır ve pek çok ülkede büyüleyici etkiler yapmıştır. Aydınlar başta olmak üzere tüm toplum kesimlerinin ama özellikle de eylemci kadın ve gençlerin ağzında uzun dönem haykırılan sloganlar olmuşlardır.

    İkinci ve daha az bilinen bir açılım ise, sosyolojide değerler genelleşmesi olarak adlandırılan bir süreçle Fransız Devrimi’nin ilke ve değerlerinin birbirinden farklı siyasal akımların kavramsal önceliklerini ve böylece modern demokratik siyasal kültürü belirlemiş olmasıdır. Bu noktayı biraz açmamız gerekiyor: Başlangıçta bu değerler liberal bir ideolojinin ve siyasetin kavramlarıydılar. Burjuvazi, özgürlük denilince özellikle teşebbüs özgürlüğünü, hür teşebbüsün önündeki engellerin kaldırılmasını; eşitlik denilince, yurttaşların kanun önünde eşit muamele görmesini; başka bir deyişle geçmiş dönemde bazı sınıflara özgü ayrıcalıkların kaldırılmasını; kardeşlik denilince ise, sınıflar arasında dayanışma ilişkilerini; yani sınıf çatışmasının olmadığını veya olmaması gerektiğini düşünüyorlardı.

    Avrupalı sosyalistler ve işçi partileri bu üçlü değerin en fazla burjuva sınıfının işine yaradığını biliyorlardı. Bu değerlerden kendilerine bir pay çıkarmak için daha çok EŞİTLİK ilkesini/değerini ön plana çıkarmaya ve bu kavrama sosyo-ekonomik bir içerik kazandırmaya yöneldiler. Onlara göre hukuk kuralları önünde eşitlik, aslında sosyo-ekonomik bakımdan eşit olmayan vatandaşların eşitmiş gibi muamele görmesinden başka bir şey değildir. Gerçekte ortada sınıflı bir toplum vardır ve kapitalizm, onların dilinde eşitlikçi olmayan bir toplumu ifade etmektedir. Zamanla feministler, liberal eşitliğin kadın erkek eşitliğini sağlayamadığını ve dolayısıyla ataerkil bir toplumda eşitliğin olamayacağını söyleyerek, eşitlik idealine yeni bir boyut getirdiler. Bu boyut şüphesiz ki cinsiyet temelli eşitlik düşüncesidir. Bu bakımdan gerek sosyalistler gerekse feministler "eşitlik" idealini öne çıkardılar.

    Liberaller, burjuvanın çıkarlarına işleyen bir "özgürlük", sosyalistler ve feministler sosyo-ekonomik ve cinsiyet içerikli bir "eşit" idealine öncelik verirken, Avrupa’da Hıristiyan demokratik partiler de "kardeşlik" değerine vurgu yapmaya yönelmişlerdir. Onlara göre insanlar, temelde aynı Tanrı’nın yarattığı ve aynı ailenin birer üyesidir, yani kardeştirler. Dolayısıyla toplumda farklı sınıflar olsa da bunlar arasında dayanışma olmalı ve bu dayanışmayı, sosyal devlet organize etmelidir. Nitekim Avrupa’da bundan başka bir şey değildir. Tüm bu siyasal akımlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uzlaşarak bir sosyal devlet inşa etmişlerdir. Bu bakımdan sosyal devlet, farklı değer önceliklerine sahip olan çeşitli siyasal akımların bir uzlaşması olarak görülebilir. Deyim yerinde ise, Fransız Devrimi’nin tüm değerleri bu devlette ete kemiğe bürünmüştür.

    3. Hutbe-i Şamiye: İçtimaî ve İslamî Bir Bildiri

    Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Hutbe-i Şamiye, Said Nursi’nin başlangıç bölümünde ifade ettiği üzere “hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmî”dir. Türkiye’de bilinen anlamıyla hutbe; “Cuma ve Bayram günlerinde camilere gelen mü’minleri, dinî konularda aydınlatmak üzere hatibin yaptığı bir konuşmadır.” (Diyanet tanımı) Klasik anlamıyla ise hutbe, dini olduğu kadar güncel sosyal, siyasal ve kültürel konular hakkında görevli ya da hatip olarak bilinen kişilerin yaptıkları konuşmadır. Eğer bu tanımlar esas alınacaksa, Hutbe-i Şamiye bir klasik hutbe tanımlarının dışındadır. Çünkü Hutbe-i Şamiye’de salt dini meseleler ele alınmadığı gibi, çok güncel ve pratik meselelere de pek yer yoktur. Hutbe-i Şamiye, asrın gidişatı ve o asırda yaşayan Müslümanların yapısal sorunlarını analiz eden ve bu konularda çözümler öneren toplumsal ve İslami bir bildiridir.

    Bu bildiriyi anlamak için Said Nursi’nin sadece yaşadığı dönemi değil, aynı zamanda kendi yaşamının da hangi döneminde olduğunu bilmek gerekir. Bilindiği üzere adı geçen konuşma, 1911 yılında Emeviye Camii’nde, dönemin Şam ulemasının ısrarıyla ve oldukça kalabalık bir kitleye yönelik olarak yapılmıştır. Bu kitle içinde hem ulemadan seçkin insanlar, hem de sıradan insanlar bulunmaktadır. Bu konuşmada öngördüğü olayların İslam âleminde tezahürlerinin görünmeye başlamasıyla, Said Nursi hâlâ güncel bir değer ifade ettiğini düşünerek bu konuşmaya yaptığı eklemelerle birlikte en son 1951 yılında yeniden neşretmiştir.

    Konuşmanın yapıldığı dönem, Müslüman dünyanın tanıdığı en güçlü ve son devlet olan Osmanlı devletinin dağılıp çözülmeye başladığı; toplumsal ve siyasal nitelikli hareketlerin ve çatışmaların yoğun olarak yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemin ruhuna ve genel eğilimlerine bağlı olarak Said Nursi’nin de bu zaman diliminde toplumsal ve siyasal olaylara ilgi duyan ve eylemci bir kimliğe sahip olduğunu biliyoruz. Dönem değişip yeni bir yaşam ve çalışma biçimine geçtikten sonra kendisi bu dönemi, “Eski Said” dönemi olarak niteleyecektir. Dolayısıyla Hutbe-i Şamiye, Eski Said’in; yani bir eylem ve bir siyaset adamının konuşmasıdır. Onu “Yeni Said”in perspektifinden anlamak mümkün değildir. Yeni Said, ne kadar içine ve öte dünyaya dönükse, Eski Said o kadar dışa ve bu dünyaya dönüktür. Yeni Said’in ele aldığı konular ne kadar dini ve imani ise, Eski Said’in ele aldığı konular o kadar içtimai ve siyasidir. Yeni Said, ne kadar kişilerin imanlarını kurtarmaya çalışan ve dolayısıyla bireysel kurtuluşa önem veren biriyse, Eski Said o kadar toplumsal ve siyasal kurtuluşa ve bağımsızlığa önem veren biridir. Yeni Said, ne kadar mütevazı ve düşüncelerini yazıyla ifade eden bir kişiyse, Eski Said o kadar kabına sığmayan, etken ve düşüncelerini sözle ifade eden biridir.

    Said Nursi, Hutbe-i Şamiye’nin girişinde dönemin iki önemli özelliğine dikkat çekerek, kendince asrın bir portresini çizmiştir. Ona göre zamanın iki dehşetli halinden biri, ileriyi ve ilerde elde edeceği sonuçları görmeyip, şimdiye ve kısa vadeli sonuçlara endeksli pragmatik, dar görüşlü ve dünyevi bakış açısının insanlarda galip gelmiş olmasıdır. Said Nursi’ye göre, bu bakış açısına sahip insanları kurtarmanın yegâne çaresi, aynı dünyevi lezzetin elem yönünü göstererek olayın başka bir cephesi olduğunu da hatırlatmaktır. Said Nursi kendisi söylemese de “ehl-i sefahet” olarak nitelediği bu insanlar, sıradan insanlar olup bunlar inançları gereği inkârcı oldukları için değil, yaşadıkları pratik hayat gereği öte bilincini yitirmişler ve dünyaya yönelmişlerdir. Nitekim bu bölümde Nursi, “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler” (İbrahim, 3) ayetini zikretmekte ve bu eğilimin yeni olmadığına işaret etmektedir.

    Son asırda yeni olan ikinci dehşetli hal, eski zamanda mutlak inkârcılık ve bilimden (fen) kaynaklanan dalaletler şimdiye nispeten az iken, bu zamanda her kasaba ve şehirde bunların sayısının artmış olmasıdır. Eskiden dalalet, daha çok cehaletten kaynaklanıyordu ve bunun izalesi kolaydı, şimdi ise delalet bilim, felsefe ve fenden kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle dünyevileşme halkın tutulduğu bir hastalık iken, felsefi materyalizm de aydınların dillendirdiği bir ideoloji ve söylemdir. Bu yeni bir durumdur ve yeni bir söylem gerektirmektedir.

    Said Nursi’ye göre bilim ve fen Allah’ı inkâr etmek bir yana O’nu bize tanıtmaktadır. Risale-i Nur yaklaşımıyla kâinat, Allah’ın bir kitabıdır; fen bilimciler bu kitabın ayetlerini inceleyerek Yüce Yaratıcı’nın varlık ve kudretini, sıradan insanlara kıyasla daha iyi anlayabilirler. Modern materyalist felsefenin bilimi kullanma biçimi inkâr yönünde iken, Risale-i Nur’un bilimi kullanma biçimi insanları ikna etmeye ve imana çağırmaya yöneliktir.

    Said Nursi, asrın genel temayül ve portresini çizdikten sonra Müslüman dünyanın da tutulduğu ahlaki, sosyal ve siyasal hastalıklara parmak basmaktadır. Ona göre bu hastalıkların sayısı altı tanedir:

    Birincisi: Ümitsizliğin (yeis) içimizde yeşermesi;

    İkincisi: Doğruluk ve dürüstlüğün (sıdk) toplumsal ve siyasal yaşamda kaybolması;

    Üçüncüsü: Düşmanlık duygularının (adavet) artması;

    Dördüncüsü: Müslümanlar arasındaki bağlılık ve dayanışmanın (rabıta) azalması;

    Beşincisi: Siyasal baskının (istibdat) şiddetlenmesi;

    Altıncısı ise: Bireysel menfaat ve çıkarların (menfaat-i şahsiye) toplumsal faydanın önüne geçirilmesidir.

    Müslüman toplumların içine düştüğü sosyal, psikolojik, siyasal ve kültürel sorunlara Said Nursi, Kur’an’dan ilhamla altı kelimelik/maddelik bir çözüm önerisinde bulunmaktadır. Bunlarda sırasıyla;

    1) Ümitsizliğe karşı, ümitvar olmak (emel);

    2) Toplumsal ve siyasal tutarsızlığa karşı doğruluk ve dürüstlükten (sıdk) yana olmak;

    3) Düşmanlık duygularına karşı sevgi, merhamet ve iyimserlik (muhabbet) duygularını harekete geçirmek;

    4) Müslümanlar arasında zayıflayan toplumsal ve kültürel bağların güçlendirilmesi için kardeşlik ve dostluk (uhuvvet) duygularının vurgulanması;

    5) Siyasal baskıya karşı özgürlük (hürriyet) hareketine katılım sağlamak;

    6) Bireysel menfaat ve çıkarlara karşı toplumsal menfaat ve dayanışmayı (hamiyet) öne çıkarmaktır.

    Bu sorunları ve çözüm yollarını önerirken Said Nursi, bunu karşılaştırmalı bir mantıktan hareketle yapmaktadır. Ona göre ecnebiler; yani Avrupalılar terakki bayrağını ellerine alıp geleceğe doğru koşarlarken, Müslümanlar maddi ilerleme alanında, bizi engelleyen ve Ortaçağ şartlarında bırakan birtakım hastalıklara maruz kalmışlardır. Bu hastalıklardan kurtulmalarının yolu, yeniden Kur’an’ın asli değerlerine dönmek ve bu şekilde Batı’yla aramızda açılan uçurumu kapatmaktır. Müslümanlar bunu yaptıklarında üstelik Batı’dan daha ileri bir noktada olacaklardır. Çünkü Avrupa’nın ilerlemesi sadece maddi ve teknik anlamdadır; oysa Müslümanlar hem maddi hem de manevi anlamda ilerlemek zorundadırlar.

    Bu yaklaşımıyla Said Nursi, daha geçen asrın başlarında Avrupai ilerlemenin isabetli bir eleştirisini yapmıştır. Oysa Avrupalı sosyal bilimciler ve entelektüeller, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sürekli büyüme ve ilerleme içinde olan Avrupa’nın tekboyutlu bir gelişme içinde olduğunu ancak altmışlı yıllarda keşfetmişlerdir.

    Sonuç ve Değerlendirme

    Eski Yunan kaynaklı kadim değerler, ideal devlet ve toplum arayışının sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Hayatın gerçeklerin değil filozofların zihinsel spekülasyonlarından türemişlerdir. Hayata aktarılabilmeleri için seçkinci/elitist bir yönetim ve devlet biçimini gerekmektedirler.

    Felsefe geleneğinden gelen kadim değerlerin Müslüman dünyaya geçmesi bir tercüme işleminin sonucu olsa da, Müslüman filozoflar ve bilgeler bu değerleri dini bir gelenek içinde yeniden ifade etmekle onlara yeni bir temel ve dolayısıyla yeni bir soluk üflemişlerdir. Bu temel sayesinde söz konusu değerler yaşayan bir geleneğin parçası olmuşlardır.

    Fıkıh temelli değerler, daha otantik ve daha işlevsel olagelmişlerdir. Çünkü İslam hukuk kurumu bu değerlere duyarlı ve bunları korumak üzere gelişmiştir. Tarihsel süreçte ne kadar uygulandıkları soru işaretlerine maruz kalsa da, dini kaynakların içinden türeyen bu değerler her zaman saygıya layık görülmüş ve günümüzde de Müslüman toplumun insan hakları idealini ayakta tutmaktadırlar.

    Modern değerler temelde Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin ürünü olup Avrupa toplumlarını motive eden ve peşinden koşturan değerler olarak eski Yunan’ın felsefi değerlerinden daha gerçek ve gerçekçi olmuşlardır. Modern dünya, bu değerler eşliğinde inşa edilmiştir. Üstelik bu değerler ortaya çıktığı kıtayla sınırlı kalmamış, yakınında olan Osmanlı ve İslam toplumlarına ve hatta tüm dünyaya yayılmıştırlar.

    Şimdi tekrar yazımızın başında sorduğumuz soruya dönebiliriz: Hutbe-i Şamiye hangi değerleri temsil etmektedir? Modern ve geleneksel değerler skalası içinde onun yeri nedir?

    Said Nursi’nin Hutbe-i Şamiye’de dile getirdiği değerler, son yüzyılda Müslüman toplumların karşı karşıya kaldıkları sorunların çözümüne ya da onun deyimiyle hastalıkların tedavisine yönelik önerilerdir. Bu öneriler, çağın sorunlarıyla alakalı olup onun doğasından türemektedir. Bu anlamda Said Nursi bir din adamı ya da bir filozof olmaktan ziyade bir sosyal gözlemci ve çözümlemecidir. Amacı sorunlara tanı koyup çözüm yolları önermektir. Ama çözüm önerilerinde başvurduğu kaynak, altı dehşetli hastalığın ilacını aradığı ve bulduğu, bir tıp fakültesi hükmünde olan “eczane-i Kur’âniye”dir. Bu anlamda da o, çağdaş sosyal bilimcilerden ayrılmaktadır. Çünkü çözüm önerilerde takip ettiği yöntem modern laik değil, geleneksel ve İslamidir. Daha öncede belirttiğimiz üzere kendisi de Hutbe-i Şamiye’yi “içtimai ve İslami” bir bildiri olarak nitelemektedir.

    Said Nursi’nin Müslüman toplumların çağdaş sorunlarını çözmek üzere önerdiği kavramlar ve değerler dikkatle incelendiği zaman, ilk etapta bunların hemen hemen hepsi geleneksel-İslami değerlerdir. Özellikle emel/ümitvar olmak, sıdk/doğruluk, muhabbet/sevgi, uhuvvet/kardeşlik ve hamiyet/dayanışma kavramları, İslami kaynaklarda sık sık rastladığımız değerlerdir. Bu kavram ve değerler içinde İslami kaynaklarda pek göze çarpmayan şey, hürriyet/özgürlük kavramıdır. Gerek kadim felsefe kökenli gerekse fıkıh kökenli değerler arasında hürriyete rastlamıyoruz. Hürriyet kavramı, Meşrutiyet’te Osmanlı aydınlarının çoğunun sık sık başvurduğu muhalif söylemin kilit kavramıdır. Sözgelimi Namık Kemal, “Hürriyet Kasidesi” adıyla uzun bir şiir kaleme almıştır. Hürriyet, Abdülhamid’in istibdat rejimi karşısında talep edilen bir şeydir. Geleneksel İslam kültüründe hürriyet, kölelerin azad edilmesinden daha fazla bir anlam taşımaz. Oysa modern dönemde bu kavramı, meşrutiyet rejimini ifade eden siyasal bir kavramdır. Osmanlı yönetiminin tek patronu olan sultanın yönetimine karşı, halkın temsilini ve temsilciler meclisini ifade eder. Bununla aydınlar artık padişahın kendi başına kararlar almasını bırakıp halka ve halkın temsilcilerinden oluşan meclise danışmasını, onların da karar sürecine katılmalarını anlatmak isterler.

    Aslına bakılırsa diğer geleneksel ve İslami gözüken kavramların seçiminde de Batı etkisi olduğu söylenebilir. Sözgelimi uhuvvet/kardeş, muhabbet/sevgi ve hamiyet/dayanışma gibi kavramlarda Fransız Devrimi’nin yankılarını duyar gibiyiz. Fransız Devrimi’nin temel değerleri arasında sadece eşitlik kavramına rastlamıyoruz. Sözgelimi bu kavram pekâlâ geleneksel değerler içinde çok önemli bir yer tutan adalet kavramıyla karşılanabilirdi. Her ne kadar adalet sadece eşitlik demek değilse de elbette onu içeriyordu. Sorun temelli düşünmüş olması, böyle bir temel bir değerden uzak durmasını sağlamış olabilir. Ancak dönemin Müslüman toplumlarında yoksulluk ve eşitsizlik de önemli bir problemdir. Said Nursi başka risalelerinde bu hususa da değinmiştir. Hutbede bu hususa yeniden değinilmemiş olması bir eksik gibi gözükse de dönemin akımları içinde eşitliğe vurgu yapan sosyalist akımların olmaması bunu açıklayan bir faktör olabilir. Yine aynı şekilde dönemin koşulları içinde toplumsal meselelerden daha fazla siyasal meseleler ön plandadır. Özellikle yönetimin ıslah edilmesi ve Batı karşısında tutunmanın yollarını aramak Osmanlı aydınlarının başlıca uğraşısı olmuştur.

    Özetlersek, Hutbe-i Şamiye’nin temsil ettiği değerler temelde geleneksel ve İslami olmakla birlikte modern değerlerden de etkilenme söz konusudur. Özellikle istibdada karşı alternatif olarak sunulan hürriyet kavramında bu açıkça gözlemlenmektedir.

    Öz

    Her kültür ve medeniyet farklı değerler manzumesine göre kurulmuştur. Medeniyetleri birbirinden ayıran şey, aralarındaki değer farklılıklarıdır. Bir medeniyet, temelde belirli değerler manzumesinin bir somutlaşmasıdır. Müslüman dünyadaki değerleri "Klasik değerler" ve "Modern değerler" olarak iki kümede ele almak doğru olacaktır. İlk kümede yer alan değerler, geleneksel dönemde geçerli olan ve daha çok İslamî bir arkaplana yaslanan değerlerdir. 19. yüzyıldan itibaren Batı’dan ve özellikle de Fransız Devrimi’nin ilkelerine yaslanan modern değerler etkisini hissettirmeye başlamıştır. Bu çalışmada; İslam âleminin yapısal sorunlarını analiz eden ve bu konularda çözümler öneren toplumsal ve İslami bir bildiri olan Hutbe-i Şamiye, değerler sosyolojisi açısından irdelenmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Değerler, normlar, klasik değerler, modern değerler, kültür, medeniyet, toplum

    Abstract

    Each culture and civilization is established based on different values. The difference between civilizations is the difference of values. A civilization is basically an embodiment of a series of certain values. It would be adequate to divide the values in the Muslim world into two categories as ‘Classical Values’ and ‘Modern values’. The ones within the first category are those that were valid in the traditional period and based more on an Islamic background. As from 19th century, modern values from the West and in particular based on the principles of French Revolution have been felt. In this study; Hutbe-i Şamiye, which is a social and Islamic statement analyzing structural problems of Islamic world and offering solutions in these issues is elaborated in the framework of sociology of values.

    Keywords: Values, norms, classical values, modern values, culture, civilization, society