Köprü Anasayfa

Said Nursi’nin İslam Dünyası Tasavvuru: Hutbe-i Şamiye

"Bahar 2011" 114. Sayı

  • Emevi Camii'nden Terakki Dersi

    Lesson of Progress from Emevi Mosque

    Sadık YALSIZUÇANLAR

    Hutbe-i Şamiye1, Bediüzzaman’ın, "Birinci Said" döneminin önemli ve tipik eserlerindendir. Otuz beş yaşındayken Şam alimlerinin ısrarı üzerine Emevi Camii’nde hutbe olarak irad edilmiştir. Bu camide, İmam Gazzali, manevi tarihinin ikinci evresini geçirmiştir. Ondan yüzyıllar sonra, bu kez Bediüzzaman, "İslam alemi"nin yüzyüze kaldığı sorunlara ilişkin düşüncelerini açıklamak üzere minberdeki yerini almıştır. Gazzali, ilmi tedrisatın, manevi yaşamı açısından yetersiz kaldığını düşünerek, ailesini, sosyal çevresini, medresesini ve talebelerini terk ederek; tüm çabasını nefsin tezkiyesine ve marifet nurlarının gönlüne doğmasına ayırmak üzere köktenci bir karar alır ve bu camie gelir. Burada küçük bir menzilde yıllarını geçirir. Bu yıllar, tıpkı İkinci Said’e geçiş süreci gibi, yaşamında yeni bir döneme geçişin de tanığıdır. Bediüzzaman, selefi Gazzali gibi gelmemiştir buraya ama, minberden yaptığı konuşma, çağının sorunlarına ve bunlardan çıkış yollarına ilişkin etkili ve işlevsel, somut çözüm önerileriyle doludur, bu yüzden de, Şam’da bir hafta içinde iki kez basılmıştır.

    Bediüzzaman hutbeyi, tabi Arapça olarak irad eder. Sonradan, "Külliyat"a alınmak ve talebelerinin de ihtiyacına cevap olmak üzere Türkçeleştirir. Girişinde, aralarında yüzlerce alimin bulunduğu yaklaşık on bin kişilik bir cemaate yapılmış olan konuşmada geçen kimi müjdelerin iki dünya savaşı ve özellikle Türkiye’de, yeni devletin ilk yıllarında görülen "istibdat" yüzünden, zamanında anlaşılamadığını, elli yıla yakın bir süre sonra algılanabildiğini belirtir ve bu hutbenin, camide bulunan topluluğa değil de o zamanki toplamıyla üç yüz yetmiş milyondan oluşan bir cemaat olarak "İslam dünyası"na irad edilmiş olduğunu belirtir. Hamd ve salattan sonra, minbere (makam der buna ki, bu da oldukça anlamlıdır. Makam, geleneksel sözlükte, manevi halin süreklilik kazanmasıdır ve insanın ulaştığı bir manevi durumda ikamet eder hale gelmesidir) irşad amacı ve niyetiyle çıkmadığını söyler. "Belki" der, "içinizde yüze yakın alim bulunan cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki, sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşam da babasına gelip, okuduğu dersini arze der. Ta ki, doğru ders almış mı almamış mı, anlaşılsın? Evet, biz, size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniz. Sizler, bizim ve İslam milletlerinin üstadlarısınız." Burada kuşkusuz, O’nun alçakgönüllülüğünün belirtisi olduğu kadar, Arap-İslam dünyasındaki ilmi birikimi de onaylama ve yüceltme eğilimi gözlenir. Bu coğrafya, O’na göre, Şam, Bağdat, Basra, Kufe, Şiraz vd. kentleriyle, ilim ve sanata yuvalık etmiştir. Büyük geleneksel damarlar oluşmuştur.

    Bu girişten sonra, Bediüzzaman, "insanlığın sosyal hayatının medresesi"nden aldığı dersi şöyle özetler: "Avrupalılar, terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi, maddi cihette orta çağda durduran altı hastalıktır:" Bu belirlemelere geçmeden iki hususu vurgulamakta yarar var. Biri, Bediüzzaman’ın, hayatı okul olarak görmesi. Bu iddiasını Lemaat’ta da tekrarlar. Ve, "bu eserde, kitabım hayattır, üstadım Kur’an’dır" der. Diğeri ise, buradaki düşüncelerin, Birinci Said dönemine özgü olmasıdır. Gerçi hutbede, dönemsel sayılmayacak, sonraki düşünce yaşamında da tekrarlayacağı ve açımlayacağı fikirler bulunmaktadır; ama esas itibariyle Bediüzzaman, yaşamının ikinci ve Afyon hapsinden sonra başlayan üçüncü evresinde, ilgi alanları ve yoğunlaştığı temalar bakımından olsun, sözlüğü bakımından olsun, dikkat çekici biçimde farklılaşmıştır. İlk dönemde "maddeten terakki" bir vurgu noktasıyken, sonradan bu, "maddeden tecerrüt" biçiminde evrilmiştir, dense yanlış olmaz. Bu, Bediüzzaman benzeri arif-i billahlarda gözlemlediğimiz bir olgudur. Buna rağmen, Hutbe-i Şamiye gibi, birinci dönem eserlerdeki çoğu düşünceleri, Üstad’ın yaşamı boyunca, sürekli gündemde tuttuğu ve sonradan derinleştirdiği de söylenmelidir. Belki, kimi ıstılah ve ifadelendirme farklılıkları ön plana çıkmıştır. Bediüzzaman, zaman zaman düşüncelerinde tashihe gider, ne ki, yaşamının hiçbir dönemi, esasa ilişkin bir fikri çelişkiye konu olmaz. Bu değinilere ilişkin her türlü eleştiri hakkını da saklı tutmak kaydıyla, metne geçebiliriz.

    İslam toplumlarının, Batılı toplumlara göre "geri kalmaları"nı, Bediüzzaman, esasta altı hastalığa bağlar: "Birincisi, ümitsizliğin, içimizde hayat bulup dirilmesi. İkincisi, doğruluğun siyasi ve sosyal hayatta ölmesi. Üçüncüsü, düşmanlığı sevmek. Dördüncüsü, müminleri birbirine bağlayan bağları bilmemek. Beşincisi, çeşitli bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan baskı ve zulüm. Ve altıncısı, tüm çabayı, şahsi çıkarına hasretmek." Bu hastalıkları, "dehşetli" diye niteleyen Bediüzzaman, ardından, bunların ilaçlarını, yine iki kaynaktan; bir hayattan bir de Kur’an eczahanesinden ders aldığını ifade eder ve sırayla açıklar.

    İlk hastalık, yeis, ümitsizliktir ki, çaresi, "el-emel", yani, Allah’ın rahmetinden kuvvetli umut beslemek. İslam aleminin dünyevi mutluluğu buna bağlıdır. Özellikle Osmanlıların saadeti ve İslam’ın "terakki"si, Arapların gerçek bir fecirle uyanmalarına bağlıdır. Bu mutluluk güneşinin doğuşu yakınlaşmıştır. Tam burada Bediüzzaman bir dipnot düşer: “Eski Said hiss-i kable’l-vuku ile 1371’de, başta Arap devletleri, İslam Alemi’nin ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslami devletler teşkil edeceklerini kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumi ve otuz-kırk sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’te olan vaziyeti, 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.” Bu dipnottan sonra, geleceğin yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacağına ilişkin bir müjde verir. Kur’an hakikatlerinin egemen olacağını belirtir. O halde, İlahi takdire ve kısmetimize razı olmalıyız, der. Bu iddianın kendisinde oluşmasını sağlayan nedenleri ise şöyle açıklar: İslam’ın hakikatlerinin hem manen hem de maddeten terakkiye elverişli, kusursuz bir yeteneği vardır. Gerçekleri kaydeden tarih, hakikate en doğru tanıktır. Rus’u yenen Japon Başkumandanı şunu açıkça onaylamıştır: "Müslümanlar, İslam’ın hakikatlerine bağlı olduklarında, temeddün (medeniyet kurmuşlar) ve terakki etmişlerdir." Esasen bu önerme, Devlet-i Aliyye’nin, Batı dünyası karşısındaki gerileyişinin ve güçsüzleşmesinin nedenlerini araştıran ve çeşitli çözüm önerileri getiren Tanzimat seçkinlerinin de büyük oranda dile getirdiği bir düşüncedir. Bediüzzaman şöyle sürdürür: "Müslümanlar, İslam’ın hakikatlerinde zaafa düştüklerinde, tedenniye düşmüşler (gerilemişler), hercümerc içinde belalara uğramışlar ve mağlup olmuşlardır." Oysa, diğer dinlerde durum farklıdır. Onlar, taassuplarının zaafiyeti oranında terakki etmiş, dinlerine salabetlerinin güçlenmesiyle de gerilemiş ve ihtilallere maruz kalmışlardır. Ayrıca, Saadet çağından bugüne, tarih, bize, herhangi bir Müslüman’ın akli ve yakini bir delille İslam’ı bırakıp başka bir dini seçmediğini söylemektedir. Bu belirlemeleri, aforizmik bir tesbit izler: "Eğer, biz, ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri, elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.2" Sonrasında, insanlığın, özellikle "medeniyet fenleri"nin uyarılarıyla uyanmış olduğu belirtilir. İnsanlık uyanmış, "insaniyetin mahiyeti"ni anlamıştır. Elbette dinsiz ve başıboş yaşayamaz. En ateisti de, dine sığınmaya mecburdur. Çünkü, beşeri acziyle birlikte, sınırsız musibetlere, harici ve dahili düşmanlara karşı bir dayanak noktası aramaktadır. Sonsuzluğa uzayan arzularına cevap verecek olan yalnızca ahiret inancıdır. İnsanlığın bundan başka çaresi yoktur. Eğer kalbin sadefinde, gerçek dinin cevheri bulunmazsa, insanlığın başına maddi ve manevi kıyametler kopacak ve onu perişan edecektir.

    Bediüzzaman bu uyanışta, savaşların uyarıcı etkisini anar ve "fen"lerin kışkırtıcı tesirinden söz eder. İnsanın özündeki gerçeği farketmesinde, bu "sınırlı ve geçici dünya"nın, onun, sonsuz emellerini doyuramayışının da payı vardır. Şöyle der: "insaniyetin bir kuvvesi ve hizmetçisi olan hayale3 denilse, "sana bir milyon sene dünya saltanatı verilse ama sonunda hiç dirilmeyecek bir idam olsa", elbette, gerçek insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş olan o insanın hayali, sevinç ve müjdeye bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla, ebedi saadetin bulunmamasına ağlayacak." Bu, herkesin kalbinde derinden derine, gerçeği arama eğilimini hareketlendirmiştir. İnsanın bu şiddetli ihtiyacını, dinsizliğin doğuşuyla, yeryüzünün kıt’aları ve devletleri, birer insan gibi hissetmeye başlamıştır. Bu açıklamadan sonra, Bediüzzaman, Emevi camiindeki ‘kardeşlerine’ seslenerek, "biz" der, "Kur’an şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz, akıl4, fikir ve kalbimizle, iman hakikatlerine giriyoruz. Başka dinlerin bazı fertleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için aklın, ilmin ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette akli bürhana istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek."

    Hutbenin ilerleyen bölümünde, Bediüzzaman, İslamiyet’in hakikatlerinin "mazi kıtası"nı tümüyle kuşatamamasına neden olarak, "sekiz mani"yi gösterir. Bunlar, sırasıyla, "ecnebilerin cehaleti, vahşeti, dinlerine taassub derecesinde bağlılıkları, papazların ve ruhbanların baskıları, ecnebilerin onları körü körüne taklitleri, bizdeki istibdat ve şeriatın muhalefetinden gelen kötü ahlakımız, yeni fenlerin bazı müsbet meselelerinin İslam’ın zahiri manalarına aykırı sanılması." Bu engellerin ise şu nedenlerle artık mani olmaktan çıkmaya başladığını belirtir: "Marifet ve medeniyetin iyilikleri, hürriyet fikri ve insanlıkta gerçeği arama meylinin güçlenmesi, istibdatın zeval bulması, kötü ahlakın çirkin sonuçlarının görünmesi, Kur’an ve hadisteki müteşabih haberlerin doğru yorumlanması." Özellikle "cedit fenler"le, İslamın hakikatleri arasındaki ilişkinin kurulmasında Risale-i Nur’un öncü rolünü de anar: ‘Risale-i Nur, Mu’cizat-ı Kur’aniyye risalesinde, fennin iliştiği bütün ayetlerin herbirisinin altında Kur’an’ın bir i’caz lem’asını gösterip, ehl-i fennin tenkit sebebi saydıkları Kur’an-ı Kerim’in cümle ve kelimelerinde fennin elinin yetişemediği yüksek hakikatleri izhar edip en muannid filozofu da teslime mecbur ediyor." Burada sözü edilen açıklamaların özellikle peygamber mucizelerine ilişkin değiniler olduğu görülüyor. Bu metnin kimi araştırmacılar tarafından, "dinin aklileştirilmesi" biçiminde nitelendiği ve çıkış noktasının da, "her mucizenin, bilimin erişebileceği nihai düzey olacağı" iddiasında yoğunlaştığı biliniyor. Bu da bize, metne yaklaşılırken bir tür zihin karışıklığı ve buna bağlı bir kavramlaştırma sorununa düşüldüğünü hatırlatıyor. Bediüzzaman, "teknolojik uygarlığı" veya "teknolojiyi üreten bilim"i yüceltmiyor, O, daha çok, "beşere nafi (faydalı)" addettiği kimi "bilimsel" verilerin, yöntemi ve amacı itibariyle Kur’an’daki peygamber mucizeleriyle uyumlu bir biçimde yorumlanabileceğini ima ediyor. Bu yorumunu, sonraki metinlerinde belirli bir düzeyde tashih etmekle birlikte, yapmaya çalıştığı şeyi, "modern bilimle Kur’an’ı uzlaştırma" olarak görmek en hafif deyimiyle haksızlık olacaktır. Aynı risalede, "medeniyet-i hazıra"nın, insanın nefs-i emmaresini kışkırtan boyutlarına dikkati çekerek, bu eğilimini daha da netleştirir. Burada asıl vurgulamak istediği, özellikle müteşabih haberlerin dolaysız biçimde yorumlanması ve deşifre edilmesinin yol açtığı sorunlar. Bunu Hutbe’de bir örnekle açıklıyor: "Mesela, yeryüzüne, Allah’ın emriyle nezarete memur "Sevr" ve "Hut" adında iki ruhani meleği, dehşetli, cismani bir öküz, bir balık tevehhüm edip, ehl-i fen ve felsefe, hakikati bilmediklerinden, İslamiyet’e muarız olmuşlar. Bu misal gibi, yüzlerce misal var ki, hakikati bilindikten sonra, en muannid filozof da teslim olmaya mecbur oluyor." Bu belirlemelerin ardından, duyduğunda Şeyh Sünusi’yi de şaşırtan ve bir boyutu bugün gerçekleşmiş olan bir kestirmede bulunuyor: "Avrupa ve Amerika, İslamiyetle hamiledir, günün birinde bir İslami devlet doğuracak; nasıl ki, Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu. Ey Cami-i Emevideki kardeşlerim ve yarım asır sonraki alem-i İslam camiindeki ihvanlarım! Acaba, baştan buraya kadar olan mukaddimeler netice vermiyor mu ki, istikbalin kıtalarında hakiki ve manevi hakim olacak ve beşeri, dünyevi ve uhrevi saadete sevk edecek yalnız İslamiyet’tir ve İslamiyete inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevilerin hakiki dinidir ki, Kur’an’a tabi olur, ittifak eder.5"

    Bediüzzaman, zamanın lineer olmadığını, düz bir çizgi üzerinde hareket etmediğini6 Risale-i Nur’un pek çok yerinde dile getirir. O’nu ilerlemeci ve evrimci bir "gelişme" düşüncesinden köktenci biçimde ayıran düşünceleri, Külliyat’ın her yerinde bulmak mümkündür. Fakat döneminde "gözde" olan kimi kavramları rahatlıkla kullandığı da gözden uzak tutulmamalıdır. Özellikle "maddeten terakki" meselesi, bunların başında gelir. "Bu zamanda ila-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıftır" belirlemesi, büyük oranda dönemseldir ve sonradan bu düşüncesini tümüyle tashih etmiştir. Hutbe’de, bu düşüncesini çağrıştıran çok sayıda belirlemeyle karşılaşırız. Bu gelen önermede de böylesi bir yaklaşımın izini buluruz: "Maddeten İslamiyet’in terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslamiyet istikbale hükmedecek. Birinci cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı isbat ettiği gibi; bu ikinci cihet dahi, maddi terakkiyatını ve istikbaldeki hakimiyetini kuvvetli gösteriyor." Peki bu düşünceye O’nu yönelten nedir? Bu soruyu beş ayrı nedenle açıklar: İlki, tüm olgunlukların ve güzelliklerin üstadı olan ve üç yüz yetmiş milyon (o zamanki Müslüman nüfus) nefsi bir tek nefis haline getiren, gerçek bir medeniyetle, müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan, hiçbir kuvvet onu kıramayacak mahiyette bulunan İslam’ın hakikatidir. İkincisi, medeniyet ve sanatın gerçek üstadı, araçların ve başlangıçların olgunlaşmasıyla donanmış olan şiddetli bir ihtiyaç, belimizi kıran tam bir yoksulluk. Üçüncüsü, insanlığa yüksek amaçları ders veren, o yolda çalıştıran, baskıları yok eden, yüce duyguları coşkulandıran, gıpta, haset, kıskançlık, rekabet, tam uyanmak, yarışma şevkiyle, yenilenme eğilimleriyle desteklenmiş olan şer’î hürriyet.7 Dördüncüsü, şefkatle donanmış olan iman gücü. Yani boyun eğmemek, mazlumları ezmemek. Yani şer’i hürriyetin ilkesi olan, müstebitlere dalkavukluk etmemek ve çaresizlere tahakkümde bulunmamak. Beşincisi, İslam’ın izzeti. Bu ise, ila-yı kelimetullahı8 ilan eder. Ve bu zamanda Allah’ın kelamını yüceltmek, maddeten gelişmeye ve gerçek medeniyete girmekle mümkündür. Nasıl ki eski zamanda İslamiyet’in gelişmesi, düşmanın taassubunu parçalamak, inadını kırmak, saldırılarını defetmek silahla, kılıçla olmuş. Gelecekte ise, silah ve kılıç yerine, gerçek medeniyet, maddi gelişme, hak ve hakkaniyetin manevi kılıçları9, düşmanları mağlup edip dağıtacak. Bu beş gücü andıktan sonra, Lem’alar’daki Nota’larda ayrıntılandıracağı bir belirlemeye sıra gelir: "Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar, o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip, malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer, iki harb-i umumi ile dehşetli tokat yiyip, o günahkar medeniyeti paramparça edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kana boğdu. İnşallah, istikbaldeki İslamiyet’in kuvvetiyle, medeniyetin iyilikleri üstün gelecek, yeryüzünü pisliklerden temizleyecek, umumi barışı da temin edecek. Evet, Avrupa’nın medeniyeti, fazilet ve hüda üstüne kurulmadığından; belki, heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar, medeniyetin kötülükleri iyiliklerine galip gelip, ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir." Devamında, "niçin dünya, herkese terakki dünyası olsun da bize tedenni dünyası olsun?" sorusunu çağrıştıran açıklamalar gelir ve nihayet, zamana ilişkin belirleme kendini gösterir: Zaman müstakim bir hat üzerinde hareket etmiyor ki, başlangıç ve sonu birbirinden uzaklaşsın. Belki, dünyanın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen gelişme içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen gerileyiş içinde kış ve fırtına gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, insanlığın da bir baharı ve bir sabahı olacaktır.

    Bediüzzaman, bu uzun bölümü, umutsuzluğa ilişkin çarpıcı bir tesbit taçlandırır: Yeis, İslam aleminin kalbine girmiş olan en dehşetli hastalıktır. Batı’da birkaç milyonluk küçük bir devletin, Doğu’daki yirmi milyon Müslümanı buyruğuna ve hizmetine almasının ve sömürge kılmasının ana nedeni, bu hastalıktır. Yüksek ahlakı öldüren, yeistir. Toplumun menfaatini bırakıp, kişisel çıkarın peşinde koşturan, yeistir. Müslümanları, bir avuç zalimin tutsağı kılan, yeistir. Madem bu hastalık, bize böylesi zulümleri reva görüyor ve ruhumuzu öldürüyor, biz de, "Allah’ın rahmetinden umut kesmeyiniz" kılıcıyla, ondan kısasımızı alıp, öldüreceğiz, başını parçalayacağız.

    Üçüncü kelime, sıdk, doğruluktur. Bediüzzaman, bu ilkeyi, İslamiyet’in "ussü’l-esas"ı olarak niteler. Toplumsal hayatın temel ilkesi olan doğruluğu, içimizde diriltmeli, onunla manevi hastalıklarımızı iyileştirmeliyiz, der: "Evet, sıdk ve doğruluk, İslamiyet"in içtimai hayatında hayati bir ukdedir. İkiyüzlülük, bir tür fiili yalancılıktır. Dalkavukluk, alçakça bir yalancılıktır10. Ayrılıkçılık ve münafıklık, zararlı bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Celal Sahibi olan Allah’ın kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün türleriyle yalancılıktır. İman, sıdktır, doğruluktur. Bu sırdan dolayıdır ki, doğrulukla yalan arasında sonsuz bir uzaklık var, Doğu ve Batı gibi birbirinden uzak olması gerekiyor. Ateş ve ışık gibi birbirine karışmaması lazım. Oysa gaddar siyaset ve zalim propaganda onları birbirine karıştırmış, insanlığın olgunluğunu da karıştırmıştır." Bediüzzaman, burada "saadet çağını" söz konusu ederek, doğru ile yalanın, o çağda, birbirinden sonsuz derecede uzak olduğunu söyler. Peygamber’in (asm) yaptığı o büyük inkılapla, sıdkla kizb, imanla küfür gibi birbirinden uzaklaşmışken, zamanla yakınlaştıklarını ve siyaset propagandasının yalana revaç verdiğini, fenalık ve yalancılığın ortalığı kapladığını ileri sürer. Son olarak bir kayıt düşer: "Her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir. Bazen zarar verse, susmak… Yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı fakat her hakkı söylemeye hakkın yok.

    Dördüncü kelime, "adavete muhabbet"in bir tür panzehiri olan, "muhabbete muhabbet"tir. Sosyal hayatta huzuru ve mutluluğu sağlayan sevgidir ve en fazla sevilmeye layık olan şey de "muhabbet"tir. Aksi olan düşmanlık, insanlığın yaşamını darmadağın eder. "Artık" der Bediüzzaman, "husumet ve adavetin vakti bitti. İki büyük savaş, düşmanlığın ne kadar çok tahripkar ve dehşetli bir zulüm olduğunu gösterdi." Bu bölümde, özellikle Müslümanların, gururla, bir tür narsizmle, mü’min kardeşlerine düşmanlık ettikleri ve kendilerini bu konuda haklı gördükleri vurgulanır: Oysa, muhabbet, düşmanlığa zıttır, ışıkla karanlık gibi birleşemez. Hangisinin nedenleri üstün geliyorsa, o duygu, kalpte hakkıyla bulunur. Sözgelimi sevgi, tüm hakikatiyle kalpte bulunsa, o zaman düşmanlık şefkate dönüşür. İman ehline karşı tutum böyle olmalıdır. Sevginin sebepleri, iman, İslamiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nurani bağlar, manevi kalelerdir.

    Beşinci kelime, İslam dünyasının bugün hâlâ gündeminde olan temel bir soruna yönelik çözüm önerilerini içerir. Bediüzzaman, burada "İslam Birliği" ve "milletin menfaati"ni öne çıkarır: Şeriatın öngördüğü meşveretten aldığım ders budur: Şu zamanda bir insanın bir günahı, tek kalmıyor. Bazen büyür, başkalarına da bulaşır, çoğalır. Bazen bir tek iyilik de bir kalmıyor, büyüyor ve yaygınlaşıyor. Bunun sırrı şudur: Şeriatın sağladığı özgürlük ve meşru olan meşveret, bize, gerçek milliyetimizin egemenliğini göstermiştir. Bizim, gerçek milliyetimizin esası ve ruhu, İslamiyet’tir. Bu kutsal milliyetin bağlarıyla, bütün Müslümanlar, tek bir toplum haline geliyor. Bir aşiretin bireyleri gibi, bütün Müslüman topluluklar, birbirine kardeşlik duygularıyla yaklaşıyor ve alakadar oluyor. Birbirine manen yardım ediyor. Tüm İslam toplulukları, nurani bir silsile ile birbirine bağlanmış oluyor. Bediüzzaman, bu sırdan dolayı, bir Müslüman’ın işlediği kötülüğün de, tüm Müslümanları mahkum edeceğini belirterek, bu gerçeğin, özellikle ileriki yıllarda daha da belirginleşeceğini söyler ve sözlerini şöyle bağlar: Ey bu camide sözlerimi dinleyen kardeşlerim ve kırk-elli sene sonra İslam camiindeki Müslüman kardeşlerim, "biz, zarar vermiyoruz, fakat bir yarar sağlamaya da gücümüz yok, bu yüzden mazeretimiz var" diyerek özür açıklamayınız. Tembellik ve nemelazım diyerek çalışmamanız ve ittihad-ı İslam konusunda çaba göstermemeniz, büyük bir haksızlıktır. Tembellikte günahınız büyüktür. İyilik ve güzellikleriniz de çok yücedir. Özellikle, kırk-elli yıl sonra, Arap toplumları, Amerika Birleşik Devletleri gibi, bir örgütlenme ve birliğe girmeye, tutsaklıkta kalan İslam varlığını, eski çağlardaki gibi, yeryüzünün yarısında, belki daha çoğunda gerçekleştirmeye mecburdur. Biz bunu kuvvetle umuyor ve bekliyoruz. Kıyamet başına çabuk kopmazsa, inşallah, gelecek kuşaklar bunu göreceklerdir11. Bu bölümde Bediüzzaman, ilginç bir uyarıda bulunur. "Benim" der, "sakın sizi bu sözlerimle siyasete yöneltmek istediğimi, siyasetle meşgul olmanızı dilediğimi sanmayın. İslamiyet’in hakikatleri, tüm siyasetlerin üzerindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkar olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslamiyet’i kendine alet etsin.12 ’Bediüzzaman, "İslami toplumu", "çok çark ve dolapları bulunan büyük bir fabrika" olarak gördüğünü belirtir. Bir çarkı geri kalsa veya biri diğerine tecavüz etse, ‘makinenin mihakiniyeti’ bozulacaktır. Bu, amaç ve idealde birlik ve ahengi öngörür. Bu yüzden, "İslam Birliği’ne ihtiyaç şiddetlidir.13 Çünkü, (bunu üzülerek söylediğini belirtir) yabancıların bir kısmı, nasıl, değerli mal ve vatanımızı bizden aldılar, karşılığında "çürük" bir fiyat verdiler. Bunun gibi, yüksek ahlakımızı ve toplumsal yaşamımızla ilgili ‘seciye’lerimizden kimisini de aldılar ve "terakki"lerine araç kıldılar14. Ve onun bedeli olarak bize verdikleri, "sefihane" bir kötü ahlaklarıdır. Peki bizden aldıkları seciyeler nelerdir? Bunu şöyle örnekler: Bu seçkin ahlak ile bir kimse şöyle der: "Ben ölsem de milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde sonsuz bir hayatım var." İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve "terakkiyat"larına sağlam bir ilke yapmışlar. Bizden çalmışlar. Bu kelime ise, hak dinden ve imanın hakikatinden doğar. O, bizim, iman ehlinin malıdır. (Metnin ilerleyen bölümünde, bir yerde şöyle der: kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir.) Oysa, onlardan bize geçen fena bir seciye itibariyle, sadece çıkarını düşünen bir kimse şöyle der: "Ben, susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir zaman yağmasın. Eğer ben mutlu olamazsam, dünya tümüyle bozulsun, mutsuz olsun." İşte bu kelime, ötedünya inancı olmamasından çıkar, dinsizlikten doğar. Bize, dışarıdan girmiştir ve zehirlemektedir. Başımızdakilerin dikkatsizlik ve duyarsızlıklarından, yabancıların zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kutsi İslami milliyetimizle15 beraber, herkes kendi çıkarını düşünmekle ve milletin16 menfaatini düşünmemekle, bin kişi, bir kişi sayılır. Kim, sadece kendi çıkarları için çaba gösterirse, o insan değildir. Çünkü insanın fıtratı, medenidir. Hemcinslerini düşünmeye mecburdur. Şahsi hayat, toplumsal yaşamla birlikte sürebilir. Sözgelimi, bir ekmeği yese, kaç ele muhtaç ve ona karşılık, o elleri manen öptüğünü ve giydiği elbiseyle kaç fabrikayla ilgili olduğunu kıyas edin. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, hemcinsleriyle alakadar olduğundan ve onlara manevi bir bedel ödemeye mecbur bulunduğundan, doğası gereği medenidir. Şahsi menfaatinden başka bir şey düşünmeyen kimse, insanlıktan çıkar, masum olmayan, cani bir canavara dönüşür. Elinden bir şey gelmezse, geçerli bir özrü olsa müstesna… Böylece son kelimeye geliriz. Burada, Bediüzzaman, "şer’i hürriyet" ve "meşveret" kavramlarına vurgu yapar. Sorun, bugüne değin uzantılar veren ve halen tartışılan, temel bir meseleyi işaret etmektedir. Katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü bir "demokrasi" anlayışı. Burada anahtar kavram olarak, "meşveret"i buluruz: Müslümanların İslami-toplumsal yaşamdaki mutluluklarının anahtarı, şer’i meşverettir. (Gönderme alanı Saadet Çağıdır) "Onların aralarındaki işleri, istişare iledir" (Şura suresi, 38) ayeti, şurayı, ilke olarak emreder. Asya’nın, geri kalmasının bir nedeni, bu gerçek şurayı gündeminden çıkarmış olmasıdır. Şöyle der, "Asya kıtasının ve istikbalinin keşfedicisi ve anahtarı, şuradır. Yani, nasıl, fertler birbiriyle meşveret eder, toplumlar, kıt’alar dahi o şurayı yapmalıdırlar ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslam’ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit baskı ve istibdatların zincirlerini açacak, şer’i meşveretle, imanın verdiği şefkatten gelen, şer’i hürriyettir. Ancak bununla, batı medeniyetinin kötülüklerinden kurtulunabilinir." Peki, imandan gelen şer’i hürriyet hangi ilkeleri öngörür? Bu soruyu şöyle cevaplar: "İman, hürriyeti gerektirir. Tahakküm ve istibdatla başkasını aşağılamamak ve alçaltmamak, zalimlere de boyun eğmemek… Allah’a gerçek kul olan, başkasına kul olmaz. Allah’tan başkasını Rab edinmeyin. Yani Allah’ı tanımayan, her şeye ve herkese, gücü oranında bir Rablık izafe eder, başına da musallat kılar. Evet, şer’i hürriyet, Allah’ın Rahman ve Rahim tecellisiyle bir bağışı, bir ihsanıdır ve imanın bir özelliğidir." Metnin devamında, şuraya niçin bu kadar değer verdiği sorusunu sorar ve şöyle cevaplar: "Gerçek şura, ihlas ve dayanışmayı sonuç verir. Üç elif, yanyana gelse, yüz on bir olur. İhlas ve dayanışmayla, üç kişi, üç yüz kişi kadar güçlü olur ve milletine fayda verir." Hutbe-yi Şamiye’ye esas teşkil eden metin, şu dileklerle son bulur: "Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şura kuvvet bulsun! Bütün lanet ve nefret, heva ve hevese tabi olanlara olsun. Selam ve selamet, Hüdaya tabi olanlar üstüne olsun."

    Öz

    Hutbe-i Şamiye; Bediüzzaman’ın, ‘Birinci Said’ döneminin önemli ve tipik eserlerindendir. Eser, çağının sorunlarına ve bunlardan çıkış yollarına ilişkin etkili ve işlevsel, somut çözüm önerileriyle doludur. Bu çalışmada, İslam toplumlarının Batılı toplumlara göre ‘geri kalmaları’nı, altı hastalığa bağlayan ve çözüm önerilerini sunan Hutbe-i Şamiye’deki fikirler incelenecektir.

    Anahtar Kelimeler: Gerileme, terakki, maddeten terakki, ümitsizlik, sıdk, muhabbet, İttihad-ı İslam, hürriyet-i şeriye

    Abstract

    Hutbe-i Şamiye is one of the important and typical works of Bediüzzaman in ‘The First Said’ period. The work is full of effective, functional and concrete solution recommendations for the period’s problems. In this work, opinions in Hutbe-i Şamiye that connects ‘lag’ of Islamic societies compared to the Western ones to six illnesses and offers solution recommendations will be analyzed.

    Keywords: Lagging, progress, material progress, despair, truth, law, Islamic unity, Islamic freedom

    Dipnotlar

    1. Burada esas aldığımız nüsha, Nesil Yayınlarınca basılmış olan iki ciltlik Külliyat’tır. Bkz. Nursi, Bediüzzaman Said. Risale-i Nur Külliyatı-2, Nesil Basım-Yayın. İstanbul, 1996. Sh, 1959-1979. Bu not, kendi nitelemesiyle İkinci Said döneminde yapılmıştır. İkinci Said’e dönüşümünü anlatırken, Birinci Said’in felsefi okumalar yapmış olduğunu, nazarını toplumsal ve siyasal sorunlarda dağıtmış bulunduğunu, akli ilimlerle aşırı biçimde ilgilenmenin kalbi hastalıklara yol açacağını, Kur’an’dan başka bir kaynağa ihtiyaç duyulmaması gerektiğini, dünyaya çağıran davetçilerin çok olmasına karşılık, ahirete çağıran sebeplerin az olduğunu, sorunun iman zaafından kaynaklandığını, bu yüzden tüm çabasını iman üzerine yoğunlaştırdığını belirtir. Bu dönüşümde, selefi olarak gördüğü Abdulkadir Geylani’nin (ks) Fütuhu’l-Gayb’ının hem simgesel hem de işlevsel bir önemi vardır. Kitabı birkaç kez okur ve orada kesin biçimde, batıni yaşamına dönmesi ve nefsin ıslahı yolunu izlemesi gerektiğini fark eder. Hatta eserin kendisinde bir "ameliyat-ı cerrahiye" etkisi yaptığını söyler. Bu yenilenmenin kıvılcımı Fütuhu’l-Gayb’dır; ama Üstad, sonradan, başucunda Kur’an dışında herhangi bir kitap bırakmaz.

    2. Bu, belirleme, geleneksel sözlükte, ‘lisan-ı hal’ diye ifade edilen olguya dayanır. Hal dili, kal dilinden daha etkindir. Düşünce-eylem bütünlüğüne, en olgun düzeyde tasavvufta rastlarız. Orada, ‘nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez’ kaziyyesi geçerlidir. Bu yüzden, dil susar, hal konuşmaya başlar. Sükut ve sembol, hikmetin dilidir. Bunu ima eden bir Yunus ilahisinde şu dizelere rastlarız: ‘Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi/Dilsiz kulaksız sözü can gerek anlayası’ Sessizliğin haberi, aslında, hal diliyle verilendir. Bu ise, dinin kamil biçimde yaşanmasıyla mümkündür. Eğer, biz, diyor Bediüzzaman, dinin gerçeğini, eylemlerimizle ortaya koyarsak, bu, hiçbir sözün ve düşüncenin sağlayamayacağı biçimde etkili bir ‘tebliğ’ kanalı açar.

    3. Hayal kavramını Bediüzzaman, gelenekteki anlamıyla kullanır. Hayal alemi, gayb ile şehadet arasında bir berzahtır. Hayal, insanda nefsin ve aklın bir hizmetkarıdır. Bu hususa ilişkin, William Chittick’in, Varolmanın Boyutları’ndaki (Çeviren: Turan Koç) iki makalesi okunabilir.

    4. Akıl kavramını, Bediüzzaman, yine geleneksel sözlükteki anlamıyla, yani kalbin bir işlevi olarak düşünür ve kullanır. Kalbi akıl anlamında, Ortaçağ Batı düşüncesinde kullanılan İntellectus kelimesine karşılık gelecek biçimde ele alır. Bu, kimi araştırmacıların bir zihin karmaşasına yol açacak biçimde, "araçsal akıl" ya da "ration" anlamında ele alınmıştır. Oysa, Risale’nin tümünde, akıl kavramı, traditionel anlamıyla, yani kalbin bir fonksiyonu olarak, "akletme" bağlamı içerisinde mütalaa edilmelidir. Bu göz önüne alınmazsa, Bediüzzaman rasyonalist anlayışa yerleştirilecek (özellikle Birinci Said dönemi için) bu ise, haksız ve yersiz bir iddia olacaktır.

    5. Bu son belirlemeye ilişkin de bir zihin karışıklığından söz etmemiz gerekiyor. Kimileri, bunu, Hristiyanlığın sahih biçimine yeniden avdet edeceği, (bunun için yine Bediüzzaman’ın, "Hristiyanlık ya tasaffi veya intifa edecek, din-i hakiki olan İslam’a inkılab edecektir" imasını da veri olarak alıyorlar) kimileri ise, Hristiyanlık’la İslam arasında bir tür ‘uzlaşma’ veya "kaynaşma" olacağı şeklinde yorumluyorlar. Bu iki iddiayı da tümüyle reddeden bir başka yaklaşım sahipleri ise, bugünkü Hristiyanların (Musevilerin vs) "ehl-i kitap" olarak nitelenemeyeceğini, dolayısıyla "kafir" olduklarını, küfürlerinden vazgeçerek, İslamlaşmaları gerektiğini söylüyorlar.

    6. Sadece zamanın dairevi niteliği değil, aynı zamanda kozmik özellikleri de Risale’de kendisine ifade imkanı sıkça bulur. Bu anlamda Bediüzzaman’la Rene Guenon arasında yakınlıklar görürüz. Kozmik devirler meselesinde neredeyse tümüyle uyumludurlar.

    7. el-Hürriye(t) kelimesi modern Arapça’da ortaya çıkmıştır. Bu dönemsel kavramları kullanırken Bediüzzaman, amacını ayrıntılı biçimde vurgulamak üzere, "hürriyet-i şer’iyye" terkibini kullanır. Şeriatın zemin olduğu bir hürriyet düşüncesi, kastettiği budur. Bunu farklı risalelerde de açıkça tanımlar. "İnsanlar hür oldular ama yine de abdullahtırlar", "Allah’a hakiki abd olana her şey musahhardır", "hürriyet-i mutlaka vahşet-i mutlakadır" bu türden belirlemelere çok rastlarız Eski Said dönemi eserlerinde. Hürriyeti, şeriatın sınırlarını belirlediği bir özgürlük alanı olarak algılar. "Hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir" tesbitinde de buna ima buluruz. Hutbe-yi Şamiye’nin "Reddü’l-Evham" başlıklı bölümünde, buna ayrıntılı biçimde değinir. "Nebevi sünneti amaç edinen İslam Birliği düşüncesi, hürriyeti tehdit ediyor ve medeniyetin gereklerine de aykırıdır" iddiasını cevaplarken şöyle der: "Asıl, mü’min, hakkıyla hürdür. Alemin Yaratıcısı’na abd ve hizmetkar olan, insanlara tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Ama, mutlak hürriyet ise, mutlak vahşettir, belki hayvanlıktır. Hürriyetin sınırlanması ise, insaniyet nokta-yı nazarından zaruridir. Bazı sefih ve laubaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin rezilane esareti altına girmek istiyorlar. Şeriat dairesinin dışında olan hürriyet, ya istibdat veya canavarcasına hayvanlık ve vahşettir. Böyle laubaliler ve dinsizler iyi bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle, vicdan sahibi hiçbir ecnebiye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. "Bu belirlemesini, "ihtar-ı mahsus"ta özellikle ‘gazeteci’leri söz konusu ederek örneklendirir: "Gazeteci denilen huteba-yı umumi (genele seslenenler), iki bozuk ve yanlış kıyasla milleti bataklığa düşürmüştür. Birincisi, vilayetleri (taşra kentlerini) İstanbul’a kıyas ederek… Halbuki, elifbayı okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathi olur. İkincisi, İstanbul’u, Avrupa’ya kıyas etmişler. Halbuki, bir erkek, kadının kametinden istihsan ettiği elbiseyi giyinse maskara ve rezil olur."

    8. İla-yı kelimetullah’ın, o dönemde, bir toplumsal amaç ve bir tür "devlet politikası" olduğu göz önüne alınmalı. Bediüzzaman sonraki dönemlerinde, bu söz grubunu kullanmaz, cihad kavramını da tümüyle, "nefsle mücahade" anlamında kullanır. (Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz, hadisine uygun biçimde)

    9. "Kur’an’ın elmas kılıncı" veya "Zülfikar" olarak da kullanır sonradan bu ifadeyi. Hz. Ali’yle (ra) manevi bağlarının güçlü olmasının da bunda etkisi vardır. Bir yerde, Risale-i Nur’un kimi meselelerini Hz. Ali’den (ra) manevi olarak ders aldığını belirtir.

    10. İktidar ve nüfuz sahiplerine karşı daima mesafeli ve eleştirel olmayı, muhalif durmayı ilke edinmiş olan Bediüzzaman, bu ifadesinde despot yöneticilere karşı riyakar biçimde dalkavukluk yapmayı, "alçakça bir yalancılık" olarak niteliyor. Sultan II. Abdulhamid’i, kimi yazılarında şiddetle eleştiren Bediüzzaman, sonraki dönemlerde tanık olduğu baskıcı yönetimi de aynı şekilde tenkid etmiş ve Abdulhamid’e karşı yaptığı eleştiriyi kastederek, "Eski Said, istikbalde gelecek şedit istibdadı yanlış hissederek, o Sultan-ı Mazlum’a tenkit oklarını göndermiş" biçiminde bir tashihte bulunmuştur.

    11. Bediüzzaman’ın, "ittihad-ı İslam" düşüncesine, bu dönemde çok önem atfettiğini, dönemindeki bu idealin ateşli bir savunucusu olduğunu görüyoruz. Bu toplumsal idealin gerçekleşmesinde Arap-İslam toplumlarının önemli bir işlevi olacağını da düşünerek, hutbesinde, onları yüreklendirmek ve gayrete yönelmek için çok çaba harcıyor.

    12. Bu düşüncesini Bediüzzaman, tüm yaşamı boyunca titizlikle korumuş ve savunmuştur. O’nun siyasi çabalar içine girdiği Eski Said döneminde olsun, sonraki ömründe olsun, özenle korumaya çalıştığı ilke, Kur’an’ın hakikatlerinin, herşeyin üzerinde olduğu fikridir. Çabalarına ve eserlerine ilişkin açılan yüzlerce davada, "gizli cemiyet kurmak", "dini siyasete alet etmek" iddiaları yer almasına rağmen, O, hiçbir biçimde, dini çabalarını, herhangi bir siyasal harekete bağımlı veya yakın bulmamış, ve ısrarla, "şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım" ilkesini benimsemiş, bu türden iddiaları şiddetle reddetmiştir. Siyaset yapan Müslümanların, kimi İslami talepleri merkeze taşıma gayretleri karşısında bu türden suçlamalara maruz kalmaları, dinin siyasi alanla ilişkisinin ne denli tartışmalı ve netameli olduğunu da göstermiş ve zaman Üstad’ı doğrulamıştır. Üstad, sadece siyasi çıkar ve çabaların dini çabalarla karıştırılmaması gerektiğini iddia etmemiş, hakikatin inhisar altına alınamayacağını, dini hizmetlerin ücret karşılığında ifa edilmesinin doğru olmayacağını da belirterek, "dini hakikatler, resmi bir surette ders verilemez" diyerek kimi "dini kurum"lara da eleştirel baktığını ortaya koymuştur.

    13. Sonraki yıllarda Bediüzzaman’ın bu düşüncesinden epeyi uzaklaştığı söylenebilir. İslam Birliği idealini, o dönemin içerdiği siyasal ve toplumsal şartlar açısından zorunlu bulmuştur ancak, aşırı biçimde dünyevileşmenin başladığı yıllarda, tüm çabasını iman çevresinde yoğunlaştırmıştır. Siyasal ve toplumsal örgütlenmelerle ve çabalarla, iman ve ahlak zaafının aşılamayacağını, erdemli bir toplum oluşamayacağını görmüştür. Böylece, daha özgür ve özerk bir alanda, Müslüman bireylerin uç vermesi; yeniden insanın irfani gelenekle, kutsal olanla buluşması için çalışmıştır.

    14. Batılı ülkelerin "terakki"sinin kaynağının "biz"im bir zamanlar sahip olduğumuz "seciye"ler olduğu düşüncesi, o dönem elitlerinin çoğunun paylaştığı bir fikirdir. Bu kanaat, günümüze değin gelmiştir. Akif bunu, Berlin Hatıralarında şöyle dile getirir: "İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi." Bediüzzaman’ın "terakki" kavramından tam olarak ne anladığını belirlemek kolay görünse de, burada bir nüansı atlamamak gerektiğini sanıyorum. O da şudur: Sanıyorum Üstad, Endülüs, Selçuk ve Osmanlı tecrübelerinin (eleştirileri olmakla birlikte) hasıl ettiği "medeniyet" birikiminden hareketle bir "gelişme" kavramı ortaya koyuyor. Yoksa, evrimci gelişme düşüncesini ve teknolojik uygarlığın önümüze getirdiği "terakki" fikrini benimsemiyor.

    15. Milliyet kavramını Bediüzzaman, "İslam"la birlikte kullanıyor. Burada dini milliyetçiliği çağrıştıran bir yaklaşım görülmekle birlikte, sonraki yıllarda bu düşünceden uzaklaştığı söylenebilir.

    16. "Millet" kavramının "ulus" anlamında kullanılmadığı, "millet-i İbrahim" bağlamındaki mânâsıyla ele alındığı belirtilmelidir.