Köprü Anasayfa

Risale-i Nur’a Doğru

"Kış 95" 49. Sayı

  • Bediüzzaman'ı Anlamalıyız

    Prof. Dr. Muhsin Abdulhamid

    Tercüme: Abdülaziz Hatip

    Âlemlerin Rabbine hamd, peygamber ve resullerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’e (a.s.m.), Onun bütün âile fertleri ve Sahabîlerine salât ve selâm olsun.

    Ben, büyük Üstad, sarsılmaz mücâhid, önder müceddid Bediüzzaman Said Nursi hakkında değişik vesîlelerle kısa makâlaler yazdım. Bu, o büyük zâtın, Hicrî on dördüncü asrın başından beri kindar düşman ve sözde Müslüman olanların eliyle büyük musibet ve felâketlere sürüklenen İslâm ümmetinin elem ve üzüntülerini kalbinde hissetmesi ve bunu gidermeye çalışması karşısında kendisine duyduğum derin sevginin bir ifâdesidir.

    Bu mütevâzi yazılardan maksadım, Arap okuyuculara, bu büyük âlimin karşı konulmaz gayretlerini bir nebze olsun tanıtmaktır. Tâ ki, mânevî açı dan bu zifiri karanlık asrımızda, onun mübârek dâvâsını anlayarak, onu müceddid önderler, gerçek mücâhidler ve ilmiyle âmil âlimler arasında konulması gereken yere yerleştirsinler.

    Gerçekten de, Üstad Nursi’nin imânı, fikri, dâvâsı ve hareketinin üzerindeki örtüyü kaldırmak için araştırmacıların gayretlerine ihtiyaç vardır. Çünkü bu yönleriyle o, büyük, şümûllü ve derin bir özelliğe sahiptir. Onun hayatı, hadd-i zâtında bir üzüntüler ve sıkıntılar silsilesinden ibârettir. Yüksek dağların bile kaldıramayacakları sıkıntılara katlanmıştır. Bu da onun Rabbânî terbiyesine, derin imânına, kuvvetli şahsiyetine, hârika zekâsına ihlâslı azmine, sağlam cihâdına, asil zühdüne, durmadan tazelenen ümidine ve bütün bunların bir sonucu olan tevâzuuna en açık delildir.

    Onun dâvâsının temelini, sâfi bir îman teşkil etmektedir. Söz konusu îmânın çerçevesi, Allah’ın Kitabı ve Resulünün Sünnetinde yer alan kesin ilâhî vahiyle çizilmiştir, Sarsılmaz delillerden örülü sağlam bir mânevî kaledeki bu îman bambaşka bir îmandır. İslâm düşmanlarıyla mücâdele ortamının bir gereği sanıp felsefi fikirleri İlâhi vahiyle karıştıran bir kısım kelâm âlimlerinin yaptığı gibi, kısır beşerî içtihatlar bu zâtın imânına el uzatamamış ve lekeleyememiştir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, o, tartışmasız bir şekilde çağımızın gerçek bir kelâm âlimidir. Kur’ân’ın özünü kendisine hareket noktası almış, oradan da ruhların derinliklerine ve dış dünyaya doğru uzanmıştır. Bunu yaparken güzel bir şekilde kâinattaki İlâhî kânunlarla da irtibatını devam ettirmiştir. Bu metoduyla o, "Allah göklerin ve yerin nûrudur…" âyet-i kerîmesinden kâinata yayılan mârifet-i İlâhiyeyi gözler önüne serdikçe, akılları rahatlatıyor, kalblere taht kuruyor, rûhu bir mânevi lezzete gark ediyor.

    Bu zâtın fikri ise, hayret verici dengeliliği, üstün elastikiyeti ve âhenkli kapsamlılığıyla başlı başına bir araştırma konusudur. Düşüncesi, prensip olarak yapıcılığı esas alır ve yıkıcılıktan uzak durur. Kökü itibâriyle îmânından beslenir, prensiplerini Rabbinin dîninden alır, detaylarını varlık âlemi hakkındaki bilgisinden elde eder, dal ve budakları da hayatın her yönüne uzanır.

    O, kâinat hakkındaki şümûllü doktrinini açıklar, medeniyetler arasındaki farkları ortaya koyar, düşmanlarını teşhis eder. Allah’ın güzel isimlerinden bir ve âhenkli bir kevni yapı vücuda getirir. Müslümanın kâinat, hayat, toplum ve insana bakış açısını belirler. Günümüz çağdaş insanını öldürücü bir gurbetten ve hayatı baştan başa dolduran İlâhi rahmetin eserlerinden uzak yaşamaktan kurtarır. Hayatın değerlerini, dağınık ve kopuk bir biçimde değil, bir bütün hâlinde ve toplu olarak ele alır. Çünkü bu, zerreden galaksilere kadar hükmünü icrâ eden kevnî nizâmı görmek için zarûridir. Böyle bakılmadığı zaman hayat dökülür, darmadağın olur. Böylesi olumsuz bir değişiklik, varlık âlemine karşı şeytâni bakış açısını temsil eder. Böylece, âyet-i kerîmenin bize naklettiği, şeytanın şu sözü gerçekleşmiş olur: "Onlara emredeceğim, Allah’ın yaratışını değiştirecekler." (Nisâ Süresi,1.19.)

    Onun dâvâsı ise, asil ve birlestirici bir dâvâdır. Onun çağrısında lıer türlüsüyle "asabiyyete" yer yoktur, tefrika sözkonusu değildir. Bu dâvâyı temsil eden şefkatli eller, bütün Müslümanlara uzanır. Kalblerindeki îmânı harekete geçirmeye gayret eder. Gönüllere sevgi tohumlarını eker. Kimseye dil uzatmak yoktur. Hayırdan başkası konuşulmaz. Bir akli gayretin ürünü olan şahsî görüşlere hakaret bulunmaz. Ne fertler ve ne de cemaatler yaralanmaz. Husümetler uyandırılmaz. Geçmişte cereyan etmiş münakaşa ve mücadelelere dönülmez. Geçmişle iftihar edilir, hazır kucaklanır ve geleceğe hazır olunur. Bütün ehl-i îman için birtek cephe açılır; maddi ve mânevî silahları birtek millet olan küfür ehline yöneltilir. Durup dinlenmeden çalışma esas alınır; serserilik ve gevezeliğe iltifat edilmez. Tevâzu ve açıklık baş tâcı edilir; kibir, ikiyüzlülük ve başkalarına tepeden bakma yadırganır.

    Hareketi ise, zeki bir aklın hareketidir. Üstad hüsn-ü tedbiri esas alır. İçinde bulunduğu aşamayı iyice kavrar. Asrının tabiatını idrak eder. İmkânlar dahilinde güzel planlar çizer. Bununla, sosyal hareketler hakkındaki İlâhî âdetleri gözeterek, şümûllü, fakat sakin, tedrici ve müsbet değiştiriciliği hedef alır. Ümmeti aslî kimliğine yeniden döndürmeye, bağımsız bir şahsiyet kazandırmaya ve sadece Allah’a kul olarak yaşatmaya çalışır. Müslümanları sefâhet sarhoşluğundan fazîlet aydınlığına çıkarmaya, ona hayatın rûhu olan kuvvetli imânı zerk etmeye gayret eder; izzetinin kaynağı olan dininin esaslarına yeniden dönmeye ve âlemin muallimliğini bir kere daha üstlenmeye dâvet eder.

    Evet, onun hayatı birbirini izleyen değişik merhalelere göre, Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said şeklinde devrelere ayrılabilir. Fakat hu devrelerin arkasında sadece birtek Said vardır. Bu Said hiçbir zaınan değişmemiş ve o yüce kâıneti, izzetli rûhu, İslâma şümûllü bakışı ve aksak medeniyetin hastalıklarını tedavi ediciliğiyle hep aynı kalmıştır.

    O, Rahmânî siyâsete en geniş kapısından girmek için şeytânî siyâsetten Allah’a sığınmıştır. O, uzlete çekilmiştir; ama sırf ayrı yaşamış olmak için değil, insanların ruhlarını ihtizâza getirerek, kalblerini yumuşatarak, onları yeniden İslâmi bir şekle sokmak, izzet dolu bir yapıya kavuşturmak ve kulluklarını putlardan Allah’a çevirmek için.

    Acaba takdir-i İlâhi, eski Said’in o heyecanlı hayatına devam ederek, Yeni Said döneminde de topluluklara karışmasinı, yayın organlarında yazılar yazmasını, meclislere girmesini, fikir ve siyâset adamlarıyla bir araya gelmesini irâde etseydi, bu yollara baş vurmadan ulaştığı neticeden fazlasına ulaşabilir miydi? Ben öyle inanıyorum ki, şu anda elde ettiği netice, ulaşılması mümkün olan en hızlı, en derin ve en etkili neticedir.

    Risâle-i Nur aynasında Yeni Said’i incelediğimizde, görüyoruz ki, o, hakikatte tam bir meydan kumandanı, coşkun bir mücâhid, eşsiz bir siyâsetçi, kavrayışlı bir mütefekkir, zekî bir planlayıcı ve günlük hayatın akışıyla alâkasını sürdüren ve onu fıtrata uygun bir mecrâya sevk etmeye çalışan bir kimse olarak görürüz.

    Onun durgunluğu, aslında hareket, uzleti başkaldırı, birşey yapmaz görünmesi düşmanın plânlarını etkisiz kılma, kendisine getirilen kayıtlar cevvaliyet, hastalığı sıhhat, hapsi Allah’ın yoluna çağrı, sürgünü ise medreseydi…

    O, mütevâzi sepetini elinde tutuyor, fakat bütün bir hayatı kafasında taşıyordu. işte, düşmanlarının kendisinden duydukları korkunun sırrı burada yatıyordu. Onlar, onun neyi hedeflediğini, ne yaptığını ve nelerin plânını çizdiğini çok iyi biliyorlardı. Yine onlar, patlamaya hazır büyük bir volkanın karşısında bulunduklarını, infilak edecek bu volkanın, bütün plânlarını altüst edeceğini, dolaplarını başlarına getireceğini, propogandalarını etkisiz hale getireceğini, uykularını kaçıracağını, bâtıl tanrılarını yıkacağını ve şer odaklarını dağıtacağını anlıyorlardı.

    Düşmanları, onu anlamada ne kadar zeki iseler, varlığını ortadan kaldırma ve onu etkisiz bırakma konusunda o kadar gabi idiler. Çünkü, bunda meşiet-i İlâhiyenin sırrı ve bu mazlum ümmete olan merhameti saklıydı. Nursî yaşayacak ve ekinleri kurutan bir kış mevsiminden sonra yemyeşil bitkiler çıkacak ve parlak bir baharı kucaklamak için her renkten güller ve çiçekler açacaktı. Bu baharın esintileri, kuru ağaçlara, durgun tomurcuklara, hazin vadilere ve ölü şehirlerin sokaklarına değecek ve İslâmın baharında her taraf yeniden yeşilliklerle donanacaktı.

    Kısaca, Risâle-i Nur’u derinlemesine okuyan bir kimse tam olarak anlayacaktır ki, Üstad hergün kendi kendisini yenilemiştir. Fikri bir gün olsun durgunluğa girmemiştir. Aksine, avını tâkip eden arslan misâli, ileriye bir adım daha atmak için hep münâsip anlar kollamıştır.

    Bu noktadan hareketle deriz ki, bu büyük önder şahsiyeti geçmişin müzesine kaldırmamak, sözlerindeki zâhiri ifâdelere ve dediklerinin zamâni ve mekâni çerçevesine sıkışmamak, ona karşı emânet ve vefânın gereğidir. Aksine, zamanın değiştiği, Allah’ın izniyle hayır kapılarının açıldığı ve İslâmi uyanışın gözle görüldüğü günümüzde, Üstad aramızda şu anda yaşasaydı diyebileceklerini, dediklerinin arasında arayıp bulmak gerekir. Çünkü, o zamanlar henüz erken olduğu için, bâzı şeyleri kinâye yollu ve üstü kapalı bir biçimde söylemiş olabilir. Şimdi artık, o tür kinâye, mecaz, ta’riz, gizleme ve uzaktan işarette bulunmaların o şekilde kalmasına ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla bugün onlar okunduğunda daha iyi anlaşılacaktır.

    Diyebilirsiniz ki, "Üstad bugün hayatta olsaydı, yeni bir konuyla ilgili olarak ne diyebileceğini nasıl kestirebiliriz?" Buna cevap olarak derim ki, onun çok veciz ifâdelerinin aralığından bakarak ve bizzat kullandığı söz ve kelimelerden bunu sezebiliriz. Bu ifâdelerin devamlı ileri hedefler gösteren ve mânevî bir baharın gelişini müjdeleyen işaretlerinden çıkarabiliriz. Evet, o, her sene bütün rûhuyla kucakladığı ve âdetâ âşık olduğu baharlar gibi, büyük bir mânevi baharın gelişi için zemin hazırlıyordu; o ölmez ve nurlu sözleri, hep bu büyük baharı gösteriyordu. Gaflet uykusuna dalmış, Lozan ve benzeri yerlerde îmânının elinden alınması, kültürünün yok edilmesi, hayat düsturunun değiştirilmesi ve yeniden toparlanmasının da engellenmesi için plânlar yapılmış bir ümmetin imânını kurtarmak için çalışıyordu.

    Konuyu özetlerken, Nur Talebesi kardeşlerime şu samimi duygularımı iletmek isterim: Nur Talebeleri olarak Üstâdın hizmet metodunu kendi hayatımıza adapte etmeliyiz. Teceddüt, gelişme ve büyümeye var gücümüzle çalışmalıyız. Böyle yapmakla ancak o mübeccel Üstâdımızın talebeliğine lâyık olabiliriz. Bu da çok ince bir tanzim, derin bir tedbir, geniş bir anlayış, zeki bir değerlendirme ve selîm bir idrakle Üstad Nursî’nin vefâtından sonra islâm dünyasında ortaya çıkan değişiklikleri ele almakla olur. Üstad, ancak bu şekilde aramızda yaşatılabilir. Problemlerimizin çözümünü bununla kendisinden isteyebiliriz. Böyle davrandığımız takdirde, karşılaştığımız yeni bir konu hakkında, "Şimdi bunun hakkında ne diyorsunuz, ey Aziz Üstad.?" diye sorduğumuzda, onun nurlu ve ebedî risâlelerinin değişik yerlerinden açık cevaplar ânında yetişecektir. Evet, çünkü, o büyük mütefekkir, eserlerini yalnızca belli bir dönem için kaleme almamıştır. Bilakis, o, Kıyâmete kadar bizim tek rehber ve hüccetimiz olan Kur’ân ve Resûlullâh’ın Sünneti gölgesinde yaşamış ve Hz. Peygamberin başını çektiği nürânî kâfileyi takip etmiştir. Eserleri ölmezliğini Kur’ân’a, Sünnete ayinedarlığından alır.

    Değerli kardeşimiz ihsan Kasım Salihi, Allah’ın tevfîkiyle, dün ve bugün İslâm düşüncesinin en büyük önderlerinden olan Üstâdımıza karşı bir vefa borcu olarak, büyük meşakkat ve engellere rağmen, Risâlei Nur’u tercüme edip, Arap âleminin istifadesine sunmadan önce, bu konuda pek birşey bilmiyorduk. Allah kendisine her iki cihanda büyük mükâfatlar ihsan eylesin. Allah Teâla, Üstâdımız Said Nursi’ye rahmet eylesin, mükâfatını bol eylesin, makâmını daha da yüceltsin. Onu enbiyâ, sıddîkin, şühedâ ve sâlihin kâfilesine ilhak eylesin. Bunlar ne güzel arkadaştır!

    Bizim son duâmız şudur: "Alemlerin. Rabbi olan Allah’a hamd olsun."