Köprü Anasayfa

Milliyetçilik

"Güz 95" 52. Sayı

  • Demokrasi, Ulusal Azınlıklar, Ümmet-Milliyet İlişkisi

    Kâmil Köse

    İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrencisi

    Niccolo Machiavelli Hükümdar adlı eserinde, Lerenzod de Medici’ye yazdığı sunuş yazısında "Manzara resmi yapanların dağları ve yüksek tepeleri daha iyi görmek için, alçak ovalara gitmeleri; alçaktaki yerleri görmek için de yüksekteki tepelere çıkmaları gerektiği gibi halkın tabiatını iyi tanımak için hükümdar olmak; hükümdarınkini iyi tanımak için de halktan biri olmak gerekir" der. Bugüne kadar bu anlayış doğrultusunda çözülmeye çalışılan temel mefhumların, ortaya çıktıkları coğrafyadan tecrit edilerek incelemeye tabi tutulduklarını görüyoruz. Dağı daha iyi görmek için ovaya, ovayı daha iyi görmek için de dağa çıkmak gerektiği düşüncesinde olmadığımız için dağın ve ovanın kendilerinden uzaklaşılarak değil, yakınlaşarak daha iyi çözümleneceği noktasından hareket edeceğiz. Bu düşünce istikametinde "fikr-i milliyet" olgusunun tarihi gelişimini, "ümmet-milliyet" ilişkisini ve günümüzün en iyi yönetim biçimi olan demokrasinin "ulusal azınlıklar"la ilişkisini değerlendireceğiz.

    FİKR-İ MİLLİYETİN TARİHİ GELİŞİMİ

    Milliyet düşüncesinin ortaya çıkması "ulus" olgusunun ortaya çıkmasmdan sonraki döneme rastlar. 12. ve 13. yy’lardan itibaren Avrupa’da yaşanan nüfus artışı ve tarım tekniklerindeki ilerleme üretim düzeyinde önemli ölçüde bir artış sağlamıştır. Üretim düzeyindeki bu artış pazarlarda canlanmaya sebep olurken, kentler ticaretin etkisi ile büyümeye başlamıştır. Üretim artışı ve beraberinde getirdiği haberleşmenin önem kazanması, para ve kredi işlemlerindeki yoğunlaşma yeni bir sınıf-kentliler-ortaya çıkarmıştır. Kentli sınıf tarımsal üretim kitlesinin egemenliğinden kurtulamamıştır. Ama maddi ilerlemenin harekete geçirici gücünü elde etmeyi başarmıştır. Üretim tekniklerindeki bu dönüşüm derebeylerinin oluşturduğu kendi kendine yeten kapalı tarım ekonomilerini alt-üst etmiştir. Ticaret ve sanayide gelişme sağlandıkça gelişmeye mani olan derebeylik kurumları da kendilerini dönüştürmeye başlamıştır. Bu dönüşüm her ülkede ayrı bir yol izlemiştir. Biz burada bu dönüşümü, her ülke için inceleme yoluna gitmeden genel olarak ortaya koyacağız.

    Ticaretin büyümesi ve haberleşmenin gelişmesi derebeylik sisteminin kapalı yapısını çözerek onları ulusal bütün içerisinde asimile etti. Derebeylik sınrıları içerisinde geçerli olan birlik duygusu ulusal sınırlar içerisinde de geçerlilik kazandı. Derebeylik sisteminin geçirmiş olduğu bu dönüşüm, sistemin rantını paylaşan feodel beyler ve kilisenin gücünde azalmaya yol açtı; bu da kralların güçlenmesini sağladı. Krallar kendi güçlerini artırmak ve sağlama almak için kentlerin kurulmasını teşvik ettiler. Zira derebeylik sisteminin sonucu olan parçalı yapı, kentlilerin ticaretleri için en önemli engeldi. Kralın egemen olduğu geniş sınırlar içinde güvenli bir biçimde ticaret yapabileceğini düşünen kentliler, kralın otoritesini güçlendirecek şekilde hareket ettiler. Tüm bu gelişmeler aynı din, aynı vatan, aynı dil, aynı ülkü gibi yalnız o siyasal topluluğa özgü kavramlar etrafındaki birliktelikleri netice verdi.

    İlişkilerin yüz yüze olduğu bir sistemden yüz yüze ilişkilerin önemini yitirdiği bir sisteme geçilmesi, fertleri toplum içerisinde yalnızlığa itti. Yalnızlık duygusunun yerine dayanışma duygusunu temin eden ulus olgusunun, bu noktadan itibaren ortaya çıktığını görüyoruz. 12. yüzyılda kralların güçlenmesi ile başlayan bu süreç 16. yüzyıla kadar devam etti. 16. yüzyılda ulus olgusunun belirginleştiği Avrupa, 18. yüzyıla kadar aydınlanma felsefesinin etkisi ile "dinsel sadeleştirme" yaşadı. Toplumsal bütünlüğü sağlayan din olgusunun yerine burjuvazinin denetimindeki kral ikame edildi. Kentliler iktidarlarına meşruluk kazandırabilmek için iktidarın kaynağını ulusa kaydırdılar. Burjuvazinin iktidarına temel teşkil edebilecek biçimde toplumun birliğini sağlamak amacı ile ortaya çıkan fikr-i milliyet olgusu, farklı toplumlarda değişik amaçlara yönelik olarak görülürken, Osmanlı devletinde ayrılma unsuru olarak etkisini gösterdi. Avrupa’nın kendi içsel dönüşümü sonucu ortaya çıkan ve sadece Avrupa’nın ihtiyaçlarını belli bir oranda karşılayabilecek olan milliyetçilik olgusu Avrupa dışındaki ülkelere kargaşadan başka bir şey kazandırmamıştır.

    Bediüzzaman Avrupa’da "milliyet" fikrinin uyanmasını şöyle açıklıyor: "İlme istinad ile devletlerin teşekkülü, mütekabil devletlerin tesadümü, gaddarane istibdatlarının icazeti engizisyona taassublarının aksülamel yapan tazyikatı, mütevazi unsurların rekabetle müsabakatı, Avrupalıların istidadlarını inkişaf ettiren mezâya ve fikr-i milliyeti uyandırdı." (Sünûhat, 78.) Bu izahatı incelediğimizde Bediüzzaman’ın Avrupa’nın yukarıda değindiğimiz içsel dönüşümünü iki noktaya dayandırdığını görürüz. Bu noktalar "ilme istinad" ve "engizisyona taassubların aksülamel yapan tazyikatı"dır.

    Avrupa’nın kendi içsel dönüşümü neticesinde ortaya çıkardığı "fikr-i milliyet" dessas Avrupa zalimleri tarafından maksadlarına ulaşabilmek için dışarıya ihraç edilmeye başlandı. Fikr-i milliyetin ihraç edildiği ülkelerden bir kısmı Avrupa’nın geçirdiği içsel dönüşümü geçirmediği için (Doğu Avrupa) bir kısmı da sahip olduğu inanç sistemine muhalif olduğu için (Osmanlı devleti) zarar gördüler. Sonuçta Avrupa’nın kendi içinde bütünleşmeyi sağlamak maksadıyla kullandığı "fikr-i milliyet" olgusu Avrupa dışında bütünleşmiş toplumların parçalanması sonucunu doğurdu. Said Nursî "fikr-i milliyet" olgusunun ihraç edilme sebebinin, ihraç edilen devletlerin parçalanıp yutulması olduğunu belirtmiştir.

    "Fikr-i milliyet" olgusunun ihraç edildiği döneme baktığımızda bu olgunun ihraç edildiği ülkelerde itibar kazandığını görürüz. Fikr-i milliyetin kısa zamanda bu denli kabul görmüş olmasının temelinde şu sebepler yatmaktadır:

    1. Fikr-i milliyette varolan nefsanî ve gafletkârane bir zevk ve şaametli kuvvet.

    2. Çözülme sürecine giren çok kimlikli devletlerin, ancak tek kimliğe isnad edilerek kurtarılabileceği fikrinin, fikr-i milliyetin ihraç edildiği ülkelerin aydınları tarafından geniş bir oranda kabul görmesi.

    3. Merkezi bir karakter taşıyan milliyet anlayışının gücü zaafa uğramış olan merkezi otoriteleri güçlendirecek bir fikir olarak görülmesi.

    DEMOKRASİ VE ULUSAL AZINLIKLAR

    Azınlıkların statüsü 19. yy.dan bu yana uluslararası platformlarda tartışılmaktadır. Günümüze kadar yürütülen tartışmalar neticesinde ortaya çıkan irade, baskıya maruz kalan ulusal azınlıkların haklarını alabilmek için başlatmış oldukları mücadelenin mübah kabul edilmesi yönündedir. Azınlık hakları uluslararası platformda yoğun ve dikkatli incelemelere tabi tutuluyor olmasına rağmen, ulusal azınlıkların nihai statüsü konusunda bir konsensüs oluşturulamamıştır. Ne Fukuyama tarafından tarihin sonu olarak ilân edilen dönemin ideolojisi olan "liberal demokrasi," ne de en önemli uğraş olanı olarak "kimlik" problemlerini belirlemiş olan "post modern" ve "post komünist" yaklaşımlar ulusal azınlıkların sorunları konusunda yapısal çözüm önerileri getirememişlerdir.

    Ulusal azınlıkların yürüttüğü mikro milliyetçilik akımının yayılmakta oluşunun ve uluslararası kurumların ve eğilimlerin bu soruna yapısal çözümler getirmekte yetersiz kalmasının temelinde, "demokrasi" ve "millet" kavramlarına yüklenmekte olan mânâlar yatmaktadır. Bu iki kavrama yüklenmekte olan mânâları da dünya sisteminin belirleyicisi konumunda olan ülkelerin barışının temininden daha öncelikli hedefler ittihaz etmiş olmaları belirliyor. Bu sebeple bu iki kavrama objektif ve genel geçerli mânâlar kazandırılamamıştır.

    Burada ilk olarak "demokrasi" kavramına yüklenilen mânânın ne olduğunu, bu şekil bir yüklemenin etkilerin neler olduğunu, demokrasiye ne şekil bir mânâ yüklersek bu negatif etkilerden uzak kalabileceğimizi saptamaya çalışacağız. İkinci olarak da demokrasi kavramı için incelediğimiz bu hususları "millet" kavramı içinde bir incelemeye tâbi tutacağız.

    Dünya sisteminde devletlerin giderek artan bir biçimde benimsediği ve benimsenen devletler tarafından kurum ve kurallarıyla yerleştirilmeye çalışılan demokrasi, birden fazla etnik kimlikten mürekkep toplumlarda ihtiyatla karşılanmaya başlandı. Buna ulusal azınlıkların varlığının ve taleblerinin demokrasi ile çelişik olarak algılanmasının neden olduğunu söyleyebiliriz. Demokrasi ve ulusal azınlıkların taleplerinin çatışıyor gözükmesinin nedeni, "demokrasi" kavramına yüklenilmiş olan mânâdan kaynaklanmaktadır. Demokrasinin geleneksel ve modern tanımında yüklenmiş olduğu mânâ, ulusal azınlıklara farklı yaklaşılmasını sağlamaktadır.

    Geleneksel tanımda demokrasi, "gücün halkta olduğu" rejimdir. Gücün halkta olması siyasî eylemi meşru kılan gücün, halkın egemenliği olması demektir. Yalnızca halk adına, halkın menfaati için kullanılan bir siyasî güç vardır. Siyasî eylemi meşrû kılma aracı olan halk egemenliği, ulusal azınlıklarm taleplerini karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Bu tanımlamada çoğunluğa sahip olanların, heterojen grubları olduğu gibi ve kolayca benimsemesini beklemek gerçekçi değildir. Ayrıca bu mânâdaki bir tanımlamada, "ulusal azınlıklar"ın siyasî demokrasinin işlemesini sağlayan temel mekanizmalarm yapısını bozucu bir konuma girdiklerini görüyoruz. Burada şu soruları sorabiliriz: Demokrasi sadece etnik türdeşliğe sahip toplumlarda mı olacaktır? Birden fazla etnik kimliğe mensup toplumlarda demokrasinin varolabilmesi için farklı kimliklerin "hakim kimlik" içinde asimile edilmesi mi gerek? Bu sorulara "evet" demek doğru olmaz. Evet demek doğru olsaydı geçmişte ve günümüzde örneklerinin bulunmaması gerekirdi. Geçmişte Osmanlı devleti, günümüzde ise A.B.D. bunun başarılabileceğinin en somut iki örneğidir. Bu iki örnek tatmin edici bulunmasa bile bugüne kadar tam mânâsıyla tesis edilememiş olması, bundan sonraki dönemde tesis edilemeyeceğini göstermez.

    Modern tanımlamada ise domakrasi, "bireyin haklarını gözeten" bir mahiyet kazanmaktadır. Bu tanımlamada demokrasinin yegane amacı bireyin haklarını-etnik ve dinsel köken ayrımı gözetmeksizin-siyasî otorite karşısında korumaktır. Hukukî düzenlemelerle eylemleri sınırlandırılan siyasî otorite, insan hak ve hürriyetlerini esas maksad kabul eden bir yapıya kavuşmakta; siyasî otorite tabiyetinde bulunan fertlere bir "etnik kimlik" mensubu olarak değil "insan" olarak bakmaktadır.

    Bu tanımlama ile toplumu oluşturan bireyler siyasî otorite tarafından "etnik ve dinsel kimliği" ile değil, "insan" olma vasfı ile değerlendirilecektir. Bu şekil bir tanım demokrasiyi ulusal azınlıklar ile çelişiyor olma durumundan çıkaracaktır. Bu şekil bir tanımlamanın bir başka tesiri de "heterojen demokrasi"den "homojen demokrasiye" geçişi sağlamasıdır. Her an çoğunluk tehdidi altında bulunan ulusal azınlıklar heterojen demokrasinin yerini homojen demokrasinin almasıyla çoğunluk tahdidinden kısmen kurtulur.

    Milliyetçi söylem siyasette her zaman pirim yapmıştır. Rejimin niteliğinin bu gerçeği değiştirmediğini gözlüyoruz. Çoğu zaman "devlet," icraatını meşru göstermek amacıyla dozajı ayarlanarak toplumlara sunulmaktadır. Milliyetçi söylemin hareket noktası olan "millet" olgusu demokrasi ile ulusal azınlıkların çelişik olarak algılanmasının temelinde yatan ikinci unsurdur. "Demokrasi" kavramında olduğu gibi "millet" kavramına da yüklenilen mânâ çelişkiye neden olmaktadır. Devletlerin resmî ideolojilerinin paralelinde yapılan tanımlamalarda birden fazla etnik kimliği "hakim kimlik" içinde asimile edecek bir biçimde "millet" kavramma mânâ yüklenildiği görüyoruz. Bu şekil bir tanımlama toplumu oluşturan farklı kimlikleri birarada tutmakta yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizliği giderebilmek için toplumu oluşturan farklı kimliklerin tümünün benimsediği yaşayışın, merkez olan olguların farklı etnik kimliklerden mürekkep toplumlarda "millet" tanımının merkezine yerleştirilmesi gerekir.

    Tek başına "etkin türdeşlik" toplumları birarada tutmaya yetmez. Yeterli olsaydı aynı etnik kimliğe mensub olan Sırplar ve Boşnakların barış içinde birarada yaşıyor olması gerekirdi. Etnik türdeşliğe sahip olan Sırplar ve Boşnakların savaşmasından çıkan sonuç bu iki toplumun savaş sebebinin "toplumsal bütünleşmeyi" sağlayan temel olgu olduğudur. Toplumları birarada tutacak temel unsur "din"dir. "Etnik kimlik" olgusuna dayanılarak yapılan "millet" tanımının yerine "din" olgusuna dayanılarak yapılan tanımlama, toplumları birarada tutmakta daha başarılı olacaktır. Toplumun bir kısmının hayatında merkez teşkil eden "kimlik" unsurunun yerine toplumun bütününün hayatında merkez olan "din" unsuruna dayalı bir "millet" tanımı, dış güçler tarafından sürekli birlikteliği zaafa uğratılmak istenen toplumların mukavemet gücünü artıracaktır.

    "Etnik kimlik" esasına dayalı tanımlamaların sakıncalarını, "din" esasına dayalı tanımlamaların faydalarını gördükten sonra öyle bir tanımlama yapmalıyız ki, birinci şekil tanımlamanın zararlarını ortadan kaldırırken ikinci şekil tanımlamanm faydalarını temin etsin. Bu şekilde bir tanımı Said Nursî’de buluyoruz: "Dil, din, vatan bir ise millet birdir." Bu tanımlamada temel unsur din olgusudur. Toplum "din" noktasmda homojen ise, toplumun birarada yaşamasını temin edecek en güçlü bağ sağlanmış olur. Dil ve vatan unsurları "din" unsurunu destekleyici bir mahiyet kazanırlar. Dinsel türdeşliğin olmadığı toplumlarda ise "vatan" birliği, birlikte yaşama arzusunu temin eder. Tarihte bu unsurlardan din ve vatan unsurunun ön plâna çıkarılarak toplumsal bütünlüğün kurulması yoluna gidildiğini görüyoruz. Bu iki unsurun bağlayıcılığının en iyi biçimde görüldüğü devlet Osmanlı devletidir. Osmanlı devleti farklı kimliklere mensup, aynı dine bağlı olan toplumlarda "din" unsurunu, farklı dinlere bağlı benzer ve farklı kimlikleri de "vatan" unsurunu ön plâna taşıyarak devlet bünyesinde tutmayı başarmıştır.

    İslâmda ırk mefhumu

    Kâinatta var olan hiçbir şeyin ihtiyarı ve iradesi dışında cereyan etmediği Allahü Teâlâ nasıl bir zerrenin hareketini bir hikmete göre düzenlemişse; ruy-i zeminin halifesi olan insanın da farklı milletlerden yaratılması bir hikmete göredir. Hucurat Sûresinin 13. âyetinde Allahü Teâlâ bunu şöyle açıklıyor: "Sizi taife taife, millet millet kabile kabile yaratmışım. Tâ birbirinizi tanımalısmız. Ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiye münasebetlerinizi bilesiniz. Birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa yek diğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet edesiniz diye değil." Ayetin mânâsından üç sonuç çıkarıyoruz. Bunlardan birincisi insanların farklı milletler şeklinde yaratılma sebebinin husumet ve adavet değil, tearüf ve teavün olduğudur. İkinci sonuç ise İslâm dininin ırk mefhumunu kabul ederken ırkçılığı reddettiğidir. Irk mefhumu bir bütünün parçalarından biridir. Bütünün parçası olarak bütünün işleyişine hizmet etmesi için yaratılmıştır. Bütünün parçalarından biri olan ırk, diğer parçalarını inkâr cihetine gidip bütünü kendi maksatlarına âlet etme düşüncesinde olursa, bu ırkçılıktır. İslâm dini bu anlayışın karşısındadır. Sonuncu olarak da Cenab-ı Hakkın kudretini göstermesi maksadıyla insanları farklı ırklarda yarattığı sonucunu çıkarıyoruz. Said Rursî, Mektubat adlı eserinde âyet-i Kerimede geçen "tearüf ve teavün" düsturunu şöyle açıklıyor. Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, takımlara kadar tefrik edilir; Tâ ki her neferin muhtelif ve muteadit münasebeti ve o münasebete göre vazifeleri tanınsın, bilinsin. Ve tâ o ordunun efratları düstur-u teavün altında hakiki bir vazifey-i umumiye görsün. Ve hayat-ı içtima’iyeleri a’danın hücumundan mâsun kalsın. Yoksa tefrik ve inkisam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir." (Mektubat ss.309-310.) Bediüzzaman bu misal doğrultusunda hayat-ı içtima’iyeyi kabail ve tavaife inkisam etmiş bir orduya benzetmiştir. Halikları, rezzakları, peygamberleri, kıbleleri, kitapları, vatanları bir olan ve daha nice birleri bulunan cemiyetin farklı milliyetlerden terettüp etmiş olması tenakür ve tehasüm için değil, tearüf ve teavün için olduğuna işaret etmiştir.

    ÜMMET-MİLLİYET İLİŞKİSİ

    Ortaçağ boyunca ne Avrupa’da, ne de İslâm dünyasında "milliyet" düşüncesine rastlanılmaz. Bu dönemde Avrupa’da toplumsal bağlılığı sağlayan mutlak bir unsur mevcut değil. Tamamen atomize bir yapı hâkim. İslâm dünyasında ise "Muhammed ümmeti" anlayışı var. Milliyet düşüncesinin ortaya çıkmasıyla birlikte Hıristiyanlar İngiliz, Alman, Fransız milliyetleri toparlayıcı ve birleştirici birer unsur olarak ortaya çıktılar. Avrupa’da iç dinamikler neticesinde sağlanan bu dönüşümün akabinde İslâm dünyasında da bir dönüşüm başladı. İslâm dünyasında görülen dönüşüm Avrupa’da ortaya çıkan dönüşümden farklılıklar içermektedir. Bu farklılıklardan en önemli olanı dönüşümün ortaya çıkış şekli; İslâm dünyası bu dönüşümü kendi iç dinamikleri neticesinde değil, dış dayatmalar sonucunda yaşadı.

    İslâm dünyası dış dayatmalar neticesinde tanıdığı "milliyet" olgusunu geleneksel mücadele (ümmet) anlayışının yerine ikame etme yoluna gitti. Geleneksel mücadele tarzının hedef ittihaz edilen noktalara taşımakta yetersiz kaldığı fikri, İslâm dünyasında öne çıkmaya başladı. Bu noktadan hareketle "ümmet" fikrinin yerini ‘milliyet" düşüncesi aldı.

    "Milliyet" düşüncesini yoğun olarak ilk defa Avrupa coğrafyasında göüyoruz. Üzerinde mutabakata varılmış bir tanımı olmamakla birlikte kavram, yaygın olarâk "aynı etnik kökene mensup bireylerden" müteşekkil devletin ideolojisi olarak kullanılmakdır.

    Bu noktada "ümmet" fikri ile "millet" anlayışının çeliştiğini görüyoruz. Birden fazla ulusu din temelinde bünyesinde barındırma düşüncesindeki "ümmet" anlayışı, aynı etnik kökene mensup kişilerden müteşekkil olan "ulus-devlet" anlayışı ile nasıl bağdaşacak? Bu soru üç farklı biçimde cevap bulmaktadır:

    1. Bu asırda "ümmet" fikri geçerliliğini yitirmiş, yerini "fikr-i milliyet" almıştır.

    2. Esas olan "ümmet" fikridir. "Ümmet" fikrinin tesis edilebilmesi için "fikr-i milliyet" terk edilmelidir.

    3. "Ümmet" fikri "fikr-i milliyet" ile çelişmez. Yukarıdaki soruya verilen cevapları analiz ederek sonuca ulaşmaya çalışacağız.

    1789 Fransız İhtilali ile birlikte devlet yapılarının dönüşüme uğramaya başladığını görüyoruz. Bu dönüşüm, ortaya çıktıkları toplumun iç dinamikleri neticesinde yaşandı. Avrupa kendi içinde dayanışmayı temin etmek maksadıyla kullandığı "milliyet" düşüncesini Avrupa dışında "bütünleşmiş yapıları" parçalamak için kullandı. Bu noktada "ümmet" fikrinin yerine ikame edilen "milliyet" anlayışı, ortaya çıktıkları toplumdan ziyade dayatmada bulunan toplumun yararını sağladı.

    "Ümmet" fikrinin yerini "milliyet" düşüncesi alırken "ümmet"in merkezinde yer alan "din" olgusunun yerini "milliyet" anlayışında "ırk" olgusu almıştır.

    Ümmet anlayışının yerine milliyet anlayışının ikame edilmesi lâzım geldiğini söyleyenlere Said Nursî ile cevap verelim: "Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor…" (Mektubat, s. 424.)

    Gökalp’te "ümmet-milliyet" ikileminin "medeniyet-millî kültür" şeklinde tezahür ettiğini görüyoruz. Gökalp’e göre bir toplum için esas olması gereken millî kültürdür. Medeniyet ikinci plânda kalmalı ve gerektiğinde müracaat edilmelidir. "Millî kültür"ün "medeniyet"e tâbi olması halinde millî kültürün yok olacağını söylerken, asıl olarak milliyet düşüncesinin ümmet fikrinde yer edilemeyeceğini belirtmektedir.

    Soruya verilen cevaplardan ikincisi birincisiyle ortaklık içeriyor. Bu ortaklık "ümmet" fikri ve "milliyet" düşüncesinin birarada bulunamayacağı düşüncesidir. İkisinde de birinin varlığı diğerinin yokluğu halinde mümkün olduğu anlayışı var. İkinci cevabın özünde "ümmet" fikrinin geçerlilik kazanabilmesi için "fikr-i milliyet" düşüncesinin pasifize edilmesi düşüncesi yatmaktadır. "Ümmet-millet" ilişkisine getirilen bu çözümleme marjinal kalmıştır. Bir önceki cevapta olduğu gibi fertler tercih gerektirecek bir durum olmamasına rağmen tercih yapmaya zorlanmaktadır. Bu sorunla karşılaşan kimseler ya milliyetlerinden vazgeçecekler ya da inançlarının gereği olan ümmet düşüncesinden vazgeçecekler. Bu da ikileme sebep olmaktadır. Birinci kısım hitap ettiği milletin milliyetinin "İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tafrik değil" gerçeğini gözardı etmiş olması sebebiyle fertleri ikileme sürüklüyor. İkinci kısım is, "Müsbet milliyet hayat-ı içtimainin ihtiyac-ı dahilisinden geliyor; teavüne, tesanüde sebebtir. Menfaatlı bir kuvvet temin, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade tayid edecek bir vasıta" olduğu gerçeğini nazar-ı dikkate almamş olmaları hitap ettikleri kimseleri ikileme götürmüştür.

    "Ümmet-millet" ilişkisine getirilen her iki çözümlemenin de yetersizliğini gördük. Bu noktadan sonra bu iki kavram arasındaki ilişkiyi, soruya verilen üçüncü cevabın doğrultusunda yaklaşacağız. "Ümmet" ve "millet" kavramları esas olarak birbirleriyle çelişik değildir. Çelişik olarak algılanmasının temelinde kavramlara yüklenilen mânâlar-özellikle fikr-i milliyete-yatmaktadır. Bu noktada problemin çözümü için Said Nursi’nin "fikr-i milliyet" analizine müracaat edelim.

    Fikr-i milliyet iki kısımdır:

    1. Menfi fikr-i milliyet

    2. Müsbet fikr-i milliyet

    Menfi fikr-i milliyet, "menfidir, şeametlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir. Diğerlerine adavetle devam eder. Müteyekkız davranır. Şu ise muhasemet ve keşmekeşe sebebtir." Müsbet fikr-i milliyet ise "hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilisinden ileri geliyor; teavüne, tesanüde sebebtir. Menfaatli bir kuvvet temin eder. Uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade tayin edecek bir vasıta olur."

    Bu ayırım çerçevesinde "ümmet-millet" ilişkisini incelediğimizde, "fikr-i milliyet" "menfî fikr-i milliyet" düşüncesinde şekillenirse "ümmet" anlayışına muhalif olur. Bu noktada "fikr-i milliyet" düşüncesi "ümmet" anlayışında yapıcı bir yönde değil yıkıcı bir yönde işlev kazanır. "ümmet-millet" ilişkisi "müsbet fikr-i milliyet" anlayışı temelinde şekillenirse ümmet fikri ile çelişik olma durumu ortadan kalkar. Bu noktada da "fikr-i milliyet," "ümmet" düşüncesi karşısında yapıcı bir işlev kazanmış olur.

    Gökalp’in "millî kültür" "medeniyet" ilişkisini bu analiz temelinde değerlendirirsek bir medeniyete dahil olmanın millî kültürü yozlaştırmayacağı sonucuna ulaşırız. Medeniyete dahil olma millî kültürü negatif unsurlardan arındırmakta medeniyetin birikiminden istifa etmesini sağlamaktadır.

    Dokunun varlığı için hücrenin varlığı nasıl engel değil, tam tersi sürekli bir unsur ise, fikr-i milliyetin varlığı içinde "ümmet" fikri engelleyici değildir. Hücreler kendilerini yokederek değil, birleşerek dokuyu oluşturuyorlar. Aynen öyle de fikr-i milliyet eritilerek değil, bir yöne kanalize ederek "ümmet" düşüncesinin gerçekleşmesi sağlanır.

    "Din milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avam ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye yüzden birisine—yani, menâfi-i şahsiyesini millete feda edene—has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olzrıalı." Bediüzzaman bu cümlede dinin milliyetin ruhu olduğunu, din olgusunu barındırmayan bir milliyet anlayışının toplumda gerçekleşmesi istenilen amaçlara ulaşılmasında başarısız kalacağını belirtmiştir. Din olgusu tarafından şekillenmeyen milliyeti ruhsuz bedene benzetmiştir.

    Dünyada son zamanlarda yoğun olarak ortaya çıkan "kültürel benzeşme" ve "din birliğine" dayalı bütünleşme hareketleri "ümmet" anlayışının sanıldığı gibi geçerliliğini yitirmediğini, tam tersi olarak giderek artan bir oranda revaç bulduğunun kanıtıdır.

    Kaynaklar

    Oran, Baskın, Atatürk Milliyetçiliği, Bilgi Yayınevi.

    Duverger, Mourice, Siyaset Sosyolojisi, Varlık Yayınları.

    Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Nursî, Said, Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Nursî, Said, Divan-ı Harbi Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

    Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, M.E.B. Yeni Yüzyıl gazetesi, "Perspektif-Bela Farago," 8 Ocak 1995.