Köprü Anasayfa

Milliyetçilik

"Güz 95" 52. Sayı

  • Irkçılık

    Neriman BALOĞLU

    Dumlupınar Üniversitesi, Bilecik İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğrencisi

    İnsan, sosyal bir varlık olmak ve tarihinin bilinen en eski çağlarından beri toplu halde yaşamakla beraber, bu topluluğun "millet karakterini’ alması yakın çağın bir ürünüdür.

    Millet fikrinin, Fransız İnkılabı ile çağdaş olarak ortaya çıktığı ve onun da etkisiye önce Avrupa’ya, sonra dünyanın diğer bölgelerine yayıldığı bilinmektedir. Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu milliyetçilik anlayışı, milleti ırk, dil ve din benzerliği gibi bir takım objektif faktörlere dayandırmaktaydı. Bu görüşe göre millet, aynı ırktan gelen, aynı dili konuşan ve aynı dine inanan insanların meydana getirdiği topluluktur. Bu miliyetçilik anlayışı egemen güçler tarafından emperyalist amaçlarla ortaya çıkarılmış Darvinist düşünceyle yoğrulmuş bir anlayıştır. Bütün bu oluşumlar içinde Türk milliyetçiliği savaş sonunda ortaya çıkan bir çok "milliyetçi" yönetiminden biri ve birincisidir. Ama Batıdaki emperyalizme nisbet için ortaya çıkmıştır. Diğer rejimler Avrupa sistemi içinde Avrupa’ya egemen olmaya uğraşırkan, sözde Türk milliyetçiliği Avrupa sistemine yabancı bir ülkede ve o sistemin egemenliğinden kurtulmak için savaşmıştır. Atatükçü anlayışta milliyet bir milletin fertleri arasındaki birlikte yaşama duygusuna, bir ortak kültüre, bir ruh birliğine dayanmaktadır. Türkiye bazında ırkçılığı irdelemeye çalışırken Türkiye’deki ırkçılığın mevcut milliyetçilik anlayışma zıt, hayalci ve maceracı bir politika olduğu anlatılmaya çalışılacaktır.

    Objektif unsurlardan (ırk, dil, din) oluşan milliyetçilik anlayışında milliyetçi, kendi milliyeti dışındaki insanlarla gerçek ya da potansiyel sorunu olan bir insandır. Çünkü milliyetçilik, bir üstünlük iddiasını ya da en masum şekliyle bir "dışlayıcılık" tavrını içerer. İnsanın bir milliyette doğması kaçınılmaz bir durum olmakla beraber, başka türlüsü olamayacak bir şeydir. Ama kişinin milliyetini topluma veya başka toplumlara dikte etmeye çalışması anlamsızdır. Şöyle bir örnekle devam edersek milliyetçi kendinden başkasının ağzını veya burnunu beğenmeyen birine benzer. Çoğu zaman da beğenmediği bu ağız ve burunları düzeltme yolunda kendine göre anlaşılır nedenler vardır.

    Milliyetçilik akımı çok uluslu Osmanlı İmparatorluğunun temellerini sarsınca Osmanlıcılık ve İslâmcılık anmayışları zayıflamış bütünleştirici ilke olarak Türkçülük gündeme gelmiştir. Bu akımın Avrupa’dan Türkiye’ye taşıyan Jön Türkler olmuştur. Zaten Balkanlardaki milliyetçilik hakeketlerinden olağanüstü etkilenmiş bu insanların gözünde Hıristiyanların ve Arapların ayrılmasından sonra kalan bağlayıcı olarak düşünülen tek seçenek Türkçülük oluyordu. Böylece dış etmenlerin etkisiyle Türk ve Müslüman doğunun çekiciliğiyle gelişim sürecine giren sınırlar ötesi Türkçülük ya da yeni adıyla Turancılık başladı. Türkçülük anlatımını, Rusya’da yaşayan Tatarlar da dahil olmak üzere Türkiye, Kafkasya, Türkistan ve Afganistan’dan birleşik bir Turan birliğinin oluşması çabasında buldu. (Hans Kohn, Türk Milliyetçiliği "ç.: Ali Çetinkaya", İst. Hilmi Kitabevi 1994. s. 36.). Yeni politika, doğası gereği saldırgan olmak zorundaydı ve buraların ele geçirilmesi gerekiyordu. Savaş ve savaşta Rus Çarlığının yıkılması bu yayılmacı umutları güçlendirdi. Her ne kadar Türkçülük akımını yaymaya çalışan Jön Türkler, Turancılık fikrini benimsetmeye çalışmışlarsa da bu fikirlerini halktan çekindiklerinden dolayı açıkça söyleyememişlerdir. Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülüğün üçlü kıskacından kurtulamamışlardır.

    Osmanlı devletinde gerçekte Batılılaşmanın ürünü olan Jön Tükler İttihat ve Terakkî Türkçülüğünü, daha doğrusu ırkçılık kokan ve Alman emperyalizmine alet olan Turancılığı milliyetçilik ideolojisine dönüştürdüler. Bunun da ülke içerisinde bir çok zararlı etkileri olmuştur.

    Görüldüğü gibi Osmanlının son dönemlerinde ülkeye giren milliyetçilik akımı Türkiye Cumhuriyetinde de izlerini devam ettirmekte ve olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.

    Gerek günümüzde, gerekse Osmanlının son dönemlerinde ırkçılık birleştirici unsurlara olan bağlılığın zayıflamasıyla ortaya çıkmıştır. Irkçılığın bir kimlik çerçevesi ve bir iman kaynağı olarak çalışmasını önlemenin tek yolu kuvvetli bir müşterek kültür kurmak olacaktır. Fakat ne yazık ki, derin mânâda insanın günlük yaşayışına nüfuz eden değerlerin kabul edilmesi anlamında holojen bir kültürden bahsetmek mümkün değildir.

    Neresinden bakılırsa bakılsın ırkçılık kötü ve zararlı bir ideolojidir. Irkçılık kötüdür. Zira dış münasebetleri bakımından Türkiye’yi çok nazik ve tehlikeli durumlara sürükleyebilir. Irkçılık siyasi bakımdan zararlıdır. Zira çok zaman faşizmden ayrı yaşayamaz. Irkçılık fenadır. Çünkü beraberinde azınlıkların baskı altında tutulamasını emredici bir tutum getirmektedir.

    Milliyetçi ideoloji dünyanın her yerinde çelişkili olmak zorundadır. Bunun başlıca nedeni her türlü milliyetçiliğin "çiliğini" yaptığı "milliyeti" abarlıtı biçimde övmesi ve yüceltmesi, dünyanın merkezine koyması, dünyaya ve insanlığa o merkezin çıkarları açısından bakmasıdır. Bu yanlış bir anlayıştır. Milliyetçi ideolojilerin varsaydığı "üstün milletler" yoktur. Tarihin her döneminde ortaya çıkan, çeşitli başarılar gösteren milletler olmuştur. Karşılaştıkları sorunlara bütün insanlığı da ilgilendiren cevaplar vermeyi başarmış milletler de olmuştur. Ama bu örnekler bazı milletlerde seçkin bir üstünlük olduğunu kanıtlayamaz. Milletler kadar evrensel konjoktürler de önemlidir. Bir milletin dünya uygarlığına kattığı değerler, başka milletler tarafından da alınabilir, özümlenebilir, aşılabilir. Ayrıca kendi üstünlüğü inancından hareket ederek bunu başkalarına empoze etmeye çalışan milletler, o başkalarıyla birlikte kendi başkalarına da felâket getirmişlerdir.

    Dünyanın her yerinde çelişkili olmakla birlikte bazı milletlerin milliyetçilikleri, o milletlerin yaşadığı tarihlerin sonucu olarak daha da çelişkili olmak zorundadır. Türkiye de bu kategoriye giriyor. "Türk milliyetçiliği" yapmak zor bir şey, çünkü Türkiye’nin millî bir tarihi yoktur.

    Türkiye Cumhuriyeti adıyla bilinen ülkemizin üzerinde yaşayan bizler, Osmanlı toplumunun mirasçılarıyız. Osmanlı tarihi ise klâsik anlamda "millî" değildir. Bu büyük devletin sınırları arasında yaşayan Türkler bir tür "ana unsur" sayılabilir, ama geniş Osmanlı uygarlığına ve kültürüne Türklerin katkısı ötekilere göre daha sınırlıdır. Başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçi sağcılar askerî güce, askerî başarı ve kahramanlığa büyük değer verirler. Türk milliyetçiliğinde "askeri değerler" hâlâ son derece önemli bir yer tutar. Osmanlı devletinde, doğrusu uzun süreli askerî başarılar vardır. Gel gelelim, bu başarıları bütünüyle "Türk"lere mal etmek güçtür. Çünkü çok erken dönemlerden itibaren o başarıların sahibi olan ordunun temel gücü gayriTürk’tür.

    Devşirme sistemiyle Müslümanlaştırılmış Acemi Ocağından geçerek Kapıkulu Askerinin çeşitli sınıflarını doldurmuş Hıristiyanlardır. Dolayısıyla Osmanlının askerî başarılarını "asil Türk kanınâ" bağlamak mümkün değildir.

    Aynı durum devletin genel yönetimi için de geçerlidir. Osmanlı devletinin en belirleyici olmuş devlet adamlarının bir çoğu ayrı kökenlerden gelmedir. Gedik Ahmet Paşa Rumdur, Mahmut Paşa Rum ya da Sırptır, Damat Makbul İbrahim Paşa Rum, Rüstem Paşa Hırvat, Sokullu Mehmet Paşa Boşnaktır. Duraklama Döneminden sonra devşirme sistemi yozlaşmaya başlarken, saraya alınmış Kafkas kökenli köleler, kulların yerine geçmeye başlar. Böylece belirleyici devlet adamları Çerkes, Abaza ve Gürcüler arasından çıkar.

    Aslında Osmanlı Hanedanının kendisi de teknik anlamda Türk değildir. Aşağı yukarı bütün padişahların anneleri gayri Türk ve gayri Müslüman cariyelerdir. Çağın mantığı bakımından bunda yadırganacak bir şey yoktur. Çünkü Avrupa’nın tüm hanedanları da karşılıklı kız alıp vermiş ve ulusal saflığını koruyan hiçbir hanedan kalmamıştır. Irkçı yanı ağır basan bir milliyetçilik açısından bakıldığında Osmanlı toplumu, içinde yeşerip gelişen kültürde, millî değildir. En büyük Osmanlı mimarı olan Sinan Türk asıllı değildir. Müzik aynı şekilde bu topraklarda yaşayan bütün halkların eşdeğer katkılarıyla oluşmuştur. Makamların adlarında bile "Hicaz, Acem, Irak" kendilerini belli eder. Millî dile dayandığı için her zaman daha millî olması gereken edebiyata gelince, zaten Osmanlı dilinin kendisi tam olarak millî sayılmaz. Ayrıca âruz ölçüsünden söz sanatlarına Osmanlı şiiri, yâni edebiyatın temeli Arap ve Fars şiirlerinde özellikle Fars edebiyatının hegemonyası altındadır.

    Sonuç olarak böyle bir tarihte Türk milliyetçiliği yapmak zordur. Gerçek tarihte yaşananlar, "Türk" vurgulu bir milliyetçiliğe uygun malzeme vermez. Irkçılık anlamında milliyetçilik yapmak insanların tüm çabalarını boşa çıkarır. İfade edildiği gibi saf ırk yoktur.

    "Türklük" temeline bağlı bir milliyetçilik, var olan bir çok milliyetçilik modelinden de daha çelişkili bir ideolojidir. Öyle ki, bu tür milliyetçiliği bugünün Türkiye Cumhuriyetinde yapmak, Türklerin yoğun olduğu başka yerlerde yapmaktan bile daha güçtür.

    Örneğin Kırgızistan’da "Kırgız kanı" temelinde bir ırkçı milliyetçi ideoloji daha anlamlı olabilir. Çünkü orası görünüşte çok daha izole bir yerdir ve insanlar arasmda fazla bir karışma olmadığını tahmin edebiliriz. Türkiye’de ise kimin kiminle karışmış olduğunu bilmek ne mümkün, ne de anlamlıdır. Bu durum Türk kanı kavramına önem verenler açısından acı. Kendi dogmatik ideolojileri dışında bu kavramm geçerliliğini bulabilecekleri bir yer yok—ne geçmişte ne gelecekte.