Köprü Anasayfa

İnsanlığın En Uzun Yüzyılı

"Kış 2000" 69. Sayı

  • İnsan ve Ekonomi Üzerine

    Aziz Kutlar

    Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi Öğr. Üyesi.

    Ekonomi ve Rasyonellik

    21. yüzyıla girerken tarihi mirasın, insanı nereden nereye getirdiğini, değişik düşünce ve disiplinlerdeki karşılığını aramak, hepimizin hakkı olmalıdır. İnsanı ‘varlıkların en şeriflisi’ sayan dinsel tanımdan, ‘insan düşünen bir hayvandır’ diyen ünlü düşünür Aristoya ve ‘homo hamini lupus, insan insanın kurdudur’ temasını işleyen ünlü İngiliz düşünürü Hobbes’a kadar sayısız insan tanımına rastlamak mümkündür. Biz, bu felsefi içerikli tanımları bir kenara bırakarak insanı veya insan topluluklarının günümüzde ulaştıkları yaşam düzeylerini ve bunun için gösterilen çabaların somut sonuçlarını ele almak istiyoruz. Eski Antik çağdan günümüze kadar gelen ve insanın homo economicus olduğunu savunan temel felsefenin doğruluğunu çok fazla kurcalamayarak—belki yadırgayacağınız şekilde, destekleyerek—analizlerimizi geliştirmeye çalışacağız. Bir şeyi eleştirmek, işin kolayına kaçmaktır. Bir düşünceyi veya bir oluşumu günahları ile birlikte savunmak zora göğüs germektir. Böyle bir savunmaya gelecek haklı veya haksız eleştirileri karşılamak çok daha sıkıntılı olduğunu bile bile bunu yapmaktan kendimi alamıyorum.

    Konumuz insan ve ekonomi olduğuna göre muhataplarımızın sadece ras-yonel düşünenler olduğunu belirtmek isterim. Çünkü insanların bir kısmı gerçekten ekonomik olarak davranmamaktadır. Dünyamız, dünyaya sırtını dönem münzevilerle veya dünyayı ciddiye almayanlar tarafından yönetilmediğine göre, öyle düşünenleri istisna olarak kabul edebiliriz. Ekonomi, rasyonellikle meşrulaştırılan bir sürü bencil düşüncenin oluşturduğu kavramlar bilimi olarak anlaşılmamalıdır. Hemen çok bilinen dinsel temelli bir ifade ile işe başlayabiliriz. ‘Bir kişi, eğer komşusu aç iken kendisi tok olarak, rahat bir şe-kilde yatıyorsa o bizden değildir.’ ifadesini ekonomik rasyonellikle açıklamak ilk bakışta mümkün görünmüyor. Zaten ahlaki bir gerekçenin böyle bir iddiası da yoktur. Bu normatif bir ifadedir. Normatif bu davranışı ekonomik olarak yorumlamak kimsenin aklına gelmeyebilir.

    Eğer konuya etik açısında bakmak isterseniz, böyle bir kişinin davranışı etik dışıdır ve yadırganması gerekir. Etiğin ekonomik düşüncede yer almadığını ve özellikle Batı liberal iktisat düşüncesinin üzerinde oturduğu temel postülanın ‘rasyonalite’ olduğu savunulabilir. Gözden kaçmaması gereken burada rasyonellik, kaba bir bencillik ve umursamazlık olarak karşımıza çıkıyor. Acaba bu böyle midir? Bence bunu diyenler şu gerçeği göz ardı etmektedirler; o da rasyonellikle etiğin bir noktada kesişebileceği gerçeğidir. Komşusu sürekli aç ve kendisi tok olan kişi komşusunu sürekli umursamazsa, bir gün penceresinin camının kırılacağını veya bir gün kapısının tekmeleneceğini bilmesi gerekir. Hiç kimse bu durumdan hoşlanmayacağına göre, komşusunu polis çağırarak susturmak yerine, ona yine bir başka gün ihtiyacının olacağını düşünerek, onu ya çalıştırarak, yada başka bir yöntemle memnun ederek daha rasyonel davranacaktır. Burada rasyonellik ve etik özdeşleştiği zaman daha optimum sonuca varılmaktadır. Optimum sonuca ulaşmak rasyonel insan (buna ilaveten ahlak sahibi) olmanın gereğidir.

    Sanayi Devriminden Dualist Dünyaya

    On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve yeni ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümlere sebep olan sanayi devrimi, iki ayrı dünyanın oluşumu ile neticelendi; sanayileşen ülkeler dolayısıyla halklar ve gelişmekte olan ülkeler(üçüncü dünya) veya halklar. İkinci Dünya Savaşından sonra zengin ülkeler, yoksul komşularıyla aralarındaki uçurumun oldukça büyüdüğünü fark ettiler. Bunları polis gücü ile—o zamana kadar yaptıkları gibi—susturabilirlerdi. Ancak nereye kadar bu devam edecekti. Bunun için birlikte oturup karar verdiler; komşular için bir şeyler yapmak gerekir. Yani o zamana kadar ras-yonellik olarak kabul edilen kaba bencilliğin, huzurlarını kaçıran yegane şey olduğunu fark ettiler. O halde tek kanatlı rasyonelliğe bir kanat lazımdı; etik. Eğer sizin dışınızdaki sizi rahatsız eden birilerini ortadan kaldıracak kadar gücünüz olduğu halde onu ortadan kaldırmıyorsanız veya kaldırılması size pahalıya patlayacak ise, o anda etik ile rasyonelliği özdeşleştiriyorsunuz demektir. Belki batı düşüncesinde fark edilmeyen devrim burada yatmaktadır. Sömürgelerin tek tek özgürleşmesi ve baskının yerini yavaş yavaş yardımlara ve işbirliğine terk etmesi, eskide vahşi sıfatı ile tanımlanan kapitalizmin insanileşmesi ve hatta evrenselleşmesinin göstergesidir. Çünkü bir düşünce devam etmek istiyorsa, insan fıtratına mutlaka uygun olması gerekir. Batı liberal düşüncesinin etik boyutu son dönemlerdeki uygulamalarla ortaya çıkmaktadır; güçsüzü yok saymama ve güçlüyü frenleme. Önce kendi içinde başladı bu süreç, devleti ‘bir sınıfın baskı aracı’ konumundan ‘teknik ve nesnel’ devlete dönüştürme girişimi şeklinde. Devlet ebet- müddet, araç devlete, bireysel özgürlüğe dönüldü, yani insan denilen ‘en şerefli varlığa’ yeniden itibarını iade etme çabaları. Bunun için yasalar çıkartıldı, ekonomik düzenlemeler yapıldı. Ekonomik bağımsızlığı olan insan ancak tam özgür olabilir. Ekonominin neyin, nerede, ne kadar ve kim için üretileceği ve nasıl bölüştürüleceği sorusunun tek muhatabı sadece insandır. İnsanın yeniden keşfi, yirminci yüzyılın en büyük buluşu olsa gerek. Sanayi devrimiyle birlikte kısmen ihmal edilen bireyin maruz kaldığı hazin neticeler, artık yirmi birinci yüzyılın başında yerini, bireyin ön plana çıkmasına bırakmıştır.

    Marxsizme ve onun felsefesine dayandığını iddia eden rejime bir borcu-muz var. Eğer bu düşüce ve bu rejim olmasaydı kapitalizm bu kadar insanileşmeyecekti. Marksizm, insana yer yüzünde cennet vaad ederek yola çıkan ve uyguladığı rejimle bu hayalleri yok eden düşüncenin adıdır. Sadece yan ürünü olduğu düşüncenin daha evrensel ilkeler edinmesine yardımcı oldu.

    Piramitleşen Dünya

    Bugün gelinen nokta tek kutuplu bir dünyanın varlığıdır. Neo-Marxsistler buna sömürü düzenin yer aldığı bir ilişkinin varlığı olarak söz ederler. Gelişmiş ülkeler merkez, gelişmekte olan ülkeleri de çevre olarak kabul edilir. Ve çevreden merkeze sürekli bir değer akışının varlığı vurgulanır. Yani eşitsiz bir mübadele almış başını gidiyor. Aslında doğruluk payı yok değil. Peki çözüm nasıl olabilir? Çözümü, insi-yatifi elinde bulunduranlar veya kendile-rine haksızlık yapıldığını söyleyenler üretecektir. Aslında çok şey üretildi. Ama bu reçetelerin çoğu uygulanamadı veya uygulandığında farklı neticeler verdi. Yine iş bu zengin ülkelere düştü. İkinci Dünya Savaşından sonra, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşlar oluşturularak fakir ülkelere aynî ve nakdî yardımlar gerçekleştirildi. Yardımların çoğu yoksul halk kesimlerine bizzat o ülkenin yöneticileri tarafından ulaştırılmadı. 1970’lerin başında uluslararası kuruluşlar gelişmekte olan ülke-lerdeki fakirliğin ve çaresizliğin derinleştiğini iyice fark ettiler. Etiyopya’da 1973’de görülen açlık başta ILO ve diğer uluslararası kuruluşları yeniden harekete geçirdi. Gelişmekte olan ülkelerin insanlarını, yine gelişmekte olan ülkelerin hükümetlerine terk etmenin, pek de sağlıklı olmadığı anlaşıldı. Bu tarihten sonra insanı temel alan ve insanın sağlıklı bir hayatı sürdürebilmesi için gerekli minimum şartların oluşması için temel ihtiyaçlar belirlendi. Bu ihtiyaçlar:1

    -Aile fertleri için gerekli minimum tüketim; gıda, barınma ve giyim,

    -Ulaşılması gereken zorunlu hizmetler; temiz su, bulaşıcı hastalıklardan korunma, taşıma, eğitim ve sağlık,

    -Her fert için çalışabileceği bir iş imkanı,

    -Kişilerin yaşamını ve özgürlüğünü et-kileyecek kararlara katılma şeklinde sıralanmaktadır.

    Yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde dünya gelişme kavramına bir başka boyut ilave edildi. Uzun zaman salt ekonomik göstergeler kalkınma için (veya insanın mutluluğu için) gerçek kriter sayılırken, 1990’lardan sonra insanın direk kendisini ilgilendiren başka değişkenler gelişmenin göstergesi olarak kabul edildi. Beşeri kalkınma endeksleri olarak ele alınan bu değişkenler sağlık, eğitim, hayat beklentisi, çocuk ölüm oranları, ifade özgürlüğü vb. şeklinde sıralanabilir. Artık ekonomik göstergeler yerini daha etkin bir şekilde sosyal ve siyasal içerikli değişkenlere bırakmaktadır.

    1998’e gelindiğinde ekonomi biliminin zirveleri, adeta günah çıkarır gibi, Nobel barış ödülünü Gıda ve Özgürlük, Ahlak ve Ekonomi Üzerine adlı eserleriyle tanınan Hindistan kökenli Amartya Sen’e verdi. Sen eserlerinde kalkınma planlarının gerekliliğini insana yapacağı katkıya bağlamaktadır. Bunu bir etik sorunu olarak görüyor. Kalkınmayı zenginlikten çok, bireyleri yeteneklerini geliştirebilme ve kabiliyetlerini kullanabilme olarak görmektedir. Ekonomi ve felsefe alanında derinleşen Sen, bugünkü liberal iktisat düşüncesinin piri olan Adam Smith’e çok benzemektedir. Çünkü Smith’te ahlakçıydı. Nitekim Sen, Simth’teki özgürlük anlayışını anlatırken, onun ve Marx’ın özgürlük anlayışının pozitif ve aslî (araç değil) olduğunu savunuyor.

    Son olarak, zengin ülkelerin patronu ve serbest piyasa ekonomisinin en bağnaz taraftarı ABD’nin Başkanı, 1999’un sonbaharında, en fakir üçüncü dünya ülkelerinin borçlarını silebileceğini söylüyor. Yalnız bir şartla; eğer bu ülkeler bu borç tutarını kendi halklarının sağlık, eğitim, barınma gibi temel ihtiyaçlarına harcamayı kabul ederlerse.

    Bugünkü Manzara

    Bütün bu olumlu gelişmelerin olduğu sırada dünya manzaralarının nasıl olduğuna bir göz atalım. Dünya Bankası’nca yayınlanan World Development Report 1999/2000’a göre dualist dünya manza-raları hiç de iç açıcı görünmemektedir; 1998 verilerine göre dünya nüfusu 5 897 milyon civarındadır; bunun 3515 (yaklaşık % 60) milyonu düşük gelirli ülkelerde, 1496 (yaklaşık %25) milyon kişisi orta gelirli ülkelerde ve 885 (%15) milyon kişisi yüksek gelirli ülkelerde yaşamaktadır. Düşük gelirli ülkelerde kişi başına ortalama GSMH 520 dolar, orta gelirli ülkelerde 2950 dolar ve yüksek gelirli ülkelerde bu miktar 25510 dolardır. Satın alma gücü paritesine göre bu rakamlar hesaplandığında daha iyimser sonuçlar elde edilmektedir. Sadece çok fakir ülkelerin görünen bu düşük geliri birkaç kat artmaktadır. Ancak sonuç pek fazla değişmemektedir.

    1998’de 210 ekonominin toplam GSMH üretimi 28 862 milyar dolardır; bunun sadece 6263 (%21.7) milyar doları düşük ve orta gelirli ülkeler tarafından üretilirken, geri kalan %78.7’si gelişmiş ülkeler tarafından üretilmektedir. Bir başka ifade ile dünya nüfusun %85’i dünya GSMH’nın sadece % 21.7’isini üretmektedir. Halen dünya ticaret hacminin yaklaşık %75’i gelişmiş ülkelerin kendi aralarında yaptığı ticaretten ibarettir.

    Beşeri kalkınma endekslerine bakıldı-ğında, gelişmekte olan ülkelerde sadece askeri harcamaların sağlık, eğitim, aile planlaması ve diğer bireyi geliştiren harcamaların toplamından daha fazla olduğu görülür. Yine siyasal ve sosyal özgürlükler açısından bakıldığında, düşük ve orta gelirli ülkelerin hemen hemen tamamının kısmen özgür veya hiç özgür olmadığı endekslerde anlaşılmaktadır. İki bin yıllarının başında halen dünyada günlük geliri 1 doların altında olan 825 (oysa son rakamlarla 1993 yılında 1200 milyon kişinin, halen bu sınırın altında olduğu tespit edilmiş) milyon kişinin olacağı tahmin ediliyor.2

    Bütün bu içimizi karartan sonuçlara rağmen, iyimser olmak zorundayız. Bu yüzyılın başında ABD’nin aynı gelirine sahip bugünün gelişmekte olan ülkelerin insanları, o günün ABD’nin insanlarına göre daha eğitimli, daha uzun ömürlü ve daha iyi sağlık hizmetlerinden faydalanmaktadırlar. Her şeye rağmen insanlık daha iyiye gidiyor. Bu başarının altında liberal düşüncesinin oluşturduğu ekonomik, siyasal ve sosyal düzenin büyük payını yadsımamak gerekir. Mutlak iyiyi talep etmek önce kendine sonra insanlığa kötülüktür. Çünkü daha iyi iyinin düşmanıdır. Daha iyiyi isteyen onun hayaliyle her iyiye düşman olacaktır. Bir anlamda anarşizm böyle bir düşüncenin sonucudur.

    Batı iktisat düşüncesinin rasyonellik iddiasına, yirminci yüzyılda etiğin eklenmesiyle, bu düşüncenin evrensel olma çabaları daha da güçlenecektir. Kalkın-makta olan halklar kendilerini bir adım öteye götürecek bir dünya düzenini kurmayı kendileri tek başına başaramıyorlarsa, hıncını liberal düşünceden çıkartmak ye-rine, onun insanî boyutuna sahiplenmeleri için bir mani mi var? Yoksulluğun, yoksunluğun, yasakların karanlığını kendi insanına reva gören gelişmekte olan ülkelerin liderleri, insan olmanın dayanılmaz hazzını tatma fırsatını niçin kendi insanına göstermiyor? Ya bunu gerçekleştiriniz ya da bunu yapacakların yolundan çekiliniz.

    Yarının dünyası, insan doğasına uygun hareket eden ve ona değer veren düşüncenin dünyası olacaktır. Eğer bunu liberal iktisat düşüncesi başaracak veya başarmak için çaba harcayacaksa onu alkışlamamızı engelleyen ne olabilir? Varsın zamanın çağdaş görünen ve gözleri yarım asır öncesinin karanlığını aydınlık sanan nesiller bizi anlamasınlar. Yarının dünyası insanın, insanı yücelten değerlerin, özgürlüklerin ve erdemin dünyası olacaktır. Kim bu sürece katkıda bulunursa ona selam olsun.

    Dipnotlar

    1. Hunt, D., Economic Theories of Development, HW, NewYork, 1989.

    2. Ingham, B., Economics anda Development, Mac-Graw Hill, London, 1995, s.231, 232.