Köprü Anasayfa

Genetik Bilimi Nereye Gidiyor?

"Yaz 2003" 83. Sayı

  • "Genetik bilimindeki gelişmeler abartılıyor"

    Cevat Babuna

    Prof. Dr., Konuşan: Selim Sönmez

    — Genetik, uzmanlık isteyen bir bilim. Ancak, genetik gelişmeler insanın temel problemleriyle ilgili sonuçlar ortaya çıkardığı için popüler tartışmalara konu oluyor. İsterseniz öncelikle genel bir çerçeve çizelim. Genetiğin "ne" olduğu üzerinde duralım?

    — Yaratılış gelişi güzel ve tesadüfler eseri olmamaktadır. Aksine intizam ve amaçla gerçekleşmektedir. Allah (cc) kâinatı yaratmış, sonra güneş sistemini, sonra dünyayı ve en sonra da dünyanın içindeki varlıkları ve esas amacı olan insanı yaratmıştır. Yani kâinatın yaratılışı, ona hizmetle mükelleftir; yani bir amacı vardır.

    Bugün, olaylar müspet bilimin "tabiat kanunları" dediği kuralların içinde seyretmektedir. Maddenin yapı taşı olan atomlar ilk yaratılırken (yani yaratılmanın ilk anında) Allah dört kanunu da yürürlüğe koymuştur. Bugün bu kanunlara "tabiat kanunları" diyorlar. Halbuki onlar Allah’ın yaratılış kanunlarıdır. Bunlar; nükleer güç (atomun çekirdek gücü) kanunu, kütlelerin çekim kanunu, zayıf nükleer güç kanunu ve elektromanyetik kanundur. Tabiatın intizamında rol oynayan kanunlar bunlardır. Bir örnekle konuyu ele almak gerekirse; dünya, bir gezegen olarak güneşin etrafında; ay, uydu olarak dünyanın etrafında; orta boyda bir yıldız olan güneş ise, mensup bulunduğu Samanyolu galaksisinin merkezi etrafında dönüyor. Samanyolu galaksisi yine 450 milyarlık yıldız kümesiyle birlikte, diğer galaksiler ile birlikte dev bir galaksinin etrafında dönüyor. Yani bütün kâinatın içerisinde en ufak yapı taşı olan atomun, nasıl çekirdeği etrafında elektron dönüyorsa, bütün yapılar hareket halinde bir nizam ve intizam içerisinde ve kendilerine tayin edilen yörüngelerde dönüyorlar. Hepsi intizam içerisinde dönmektedir. Bu nizamı gerçekleştiren biraz evvel bahsettiğim Allah’ın yaratılış kanunlarıdır. Allah, Kur’an-ı Kerim’de, Fussilet Suresi 53. ayetinde -mealen-, "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun" buyuruyor. Yani, insanın çevresindeki olan her şey; kâinat, dünya, kendi bünyemiz, organizmamız Kur’an’ın Allah’ın gerçek ifadeleri olduğuna şehadet ediyorlar.

    Nasıl Allah kâinatı yaratırken, bir takım kurallara tabi tutmuş ise (o kurallar bugün hâlâ geçerli, hâlâ atomun içindeki o güç var, hâlâ o yerçekimi kanunları yürürlükte, kâinat ona göre hareket ediyor); aynı şekilde, canlıların yaratılışında da bir takım kurallar koymuştur. Yani otların, arıların ve insanların yaratılmaları tesadüfen olmamıştır. İçlerinde öyle kurallar koymuştur ki, bu yaratılış kuralları, asırlardan beri, değişmeden, nesilden nesile aynı şekilde devam etmektedir. Yani insanların 1000 sene evvel kulakları tepesinde değildi, yine aynı yerdeydi. Bundan sonra da yine insanların kulakları aynı yerde olacaktır. Peki bütün bunları temin eden nedir? İşte bütün bunları temin eden insanların yaratılışındaki kuralları taşıyan bir kitabı vardır.

    — Genetik bu kitapla ilgileniyor…

    — Genetik, Allah’ın canlıları yaratış kitabı, yani bu kuralları taşıyan kitap. 50 yıldan beri bu kitabın araştırılması yapılıyor. Bundan 50 yıl evvel, ilk ip uçları Crick ve Watson adındaki iki bilim adamının DNA’nın sarmal tabiatını buldukları zaman ortaya çıkmıştı. Ve bu güne kadar araştırmalar devam etmiştir. 2000 yılının Haziran ayında, o zamanki ABD Başkanı Bill Clinton ve İngiltere Başbakanı Tony Blair, birlikte insanların yaratılış kitabının kaç harften ibaret olduğunu, kitabın yazılışında kaç harf kullanıldığının çözülmeye başlandığını ilan ettiler. 3.1 milyar harften ibaret olduğunu söylediler. Üç buçuk milyar harfi siz yan yana getirip de kitap haline getirseniz, bu kitapların ulaşacağı yükseklik, yedi katlı bir apartmandan daha yüksek olur. Bu bilgiler, insanların bünyesini teşkil eden 100 trilyonu aşan her hücrenin çekirdeğinde mevcut. Çünkü organizmanın yapısı bir tek hücreden başlıyor. O da döllenmiş bir hücre. Yani babadan gelen sperma, annenin yumurtacığını döllüyor. O döllenmiş hücrenin genetik yükünün yarısı anadan, yarısı da babadan gelmektedir. Bu hücre çoğalmak suretiyle 100 trilyon hücre haline geliyor ve bir organizma teşekkül ediyor. Demek ki, genetik bizim yaratılış kitabımız. Bütün vücudumuzdaki bilgiler o kitabın içinde mevcut. Gözler nasıl oluşacak, kaşlar nerede bulunacak, kulaklarımızın büyüklüğü ne olacak, boyumuz ne kadar olacak, midemizde hazmetmek için hangi asitler lazım, hangi proteinlere ihtiyacımız var, bütün bunlar programlanmış. Yani bir insanın hayatını devam ettirebilmesi için lüzumlu olan bütün her şey… İşte o kitabın içinde üç buçuk milyar harf ile yazılmıştır.

    — Peki gen nedir, ne gibi fonksiyonları vardır? İnsan genomu kavramıyla anlatılmak istenen nedir?

    — Gen o kitabın içindeki cümlelerdir. Benzetmek gerekirse: Bir romanda yer alan harfler tek başlarıyla bir anlam ifade etmezler, bir anlam ifade edebilmeleri için cümleler olması gerekir. İşte genler de böyledir; gözümüzün rengini veren genler bir cümle halinde dizilmişlerdir. Kandaki şekeri, şeker hastalığı yapmadan ve şeker düşüklüğü şokuna girdirmeden belirli bir seviyede tutan insülin adı verilen hormonun yapısını oluşturan cümledir. İşte bu harflerin bulunmasından bir süre sonra, (2001 yılının Şubat’ına isabet ediyor) insanlar bu kitabın içinde kaç cümle olduğunu tespit ettiler. Yani 31 bin genimizin olduğu ortaya çıktı. Bu sayı tespit edilmeden evvel bizim vücudumuzda yüz bin genin bulunduğu tahmin ediliyordu. Bunu vücudumuzdaki protein sayısına bağlı olarak açıklıyorduk. Yani minimum 200 bin protein olduğuna göre, o sayı kadar da gen olması gerektiği düşünülüyordu. Halbuki bugün öğreniyoruz ki, gen sayısı protein sayısından çok daha az. Demek ki, bir gen birden fazla protein yapacak güçte. İnsan genomu ya da herhangi bir canlının genomu, bütün o genlerin topluluğunu ifade ediyor. Yani bir insanın 31 bin geni var. Bütün bu genlerin tümüne birden genom tabiri kullanılıyor. İnsanların genomunu tesbit etmek için, genler teker teker bulunmaya çalışılıyor. Elde edilen bilgilerle genlerin ne mana ifade ettiği, hangi yapıda olduğu, hangi harflerden müteşekkil olduğu tesbit ediliyor. Böylece insan genomu ortaya çıkarılmaya çalışılıyor.

    — Böyle bir girişten sonra şimdi esas sorularımıza geçebilirim sanırım. Geçtiğimiz Nisan ayının 24’ünde Sabah gazetesinde bir haber çıkmıştı. Bu habere göre, "İnsan Genomu Projesi" tamamlanmıştı. Yani, daha önce % 98’i çözülmüş olan insan genomu şifresinin, % 100’ünün çözüldüğü iddia ediliyordu. Bu ne anlama geliyor?

    — Burada genetiğin tarihçesini dikkate almamız gerekiyor. Bu konuda ilk bilgiler, herkesin bildiği Mendel kanunlarına kadar gitmektedir. Mendel, ilk olarak canlıların bazı özelliklerinin nesilden nesile, hücrelerin içindeki çekirdekler tarafından taşındığını iddia etmişti. Yani, insanın yapısını teşkil eden 100 trilyon hücrenin içindeki çekirdekler, insanın bütün özelliklerini taşıdığı biliniyordu. Aynı zamanda veraset özelliği de içermektedir. 1951 yılında, Crick ve Watson adında iki genç, çekirdeğin içindeki genetik bilgileri, yani irsiyet bilgilerini bularak buna "DNA molekülü" adını verdiler.

    — Bu bilgiler DNA sisteminde nasıl yer alıyor?

    — DNA molekülleri çok dar ama çok uzun. Bu uzunluklarını telafi edebilmek için sarmal halde yaratılmıştır. Bunların aralarındaki bağlantıları teşkil eden (ip merdiven gibi) baz dediğimiz protein tabiatında bağlar vardır. Bunlara da genetik bilgiyi taşıyan harflerden ibaret gibi bakmamız lazım.

    İnsanın yaratılış kitabında kullanılan dört tane harf var. Bunlar dört maddenin ilk harfleridir: Adenin, Timin, Citozin ve Guanin. A, T, C, ve G harfleri, bu sarmalların içerisinde çeşitli dizilişlere girmek suretiyle, (nasıl harfler çeşitli dizilişle kelime ve cümleleri teşkil ediyorsa) bilgi cümlelerini, yani genleri teşkil etmektedir. Bir DNA molekülünün içinde bu harflerden sayısız miktarda var; belirli şekillerde dizilerek, belirli bilgileri vermektedir. İşte bu cümleler genlerdir.

    — Şifrenin çözülmesi bu harflerin dizilişlerinin öğrenilmesi anlamına mı geliyor?

    — Crick ve Watson, harflerin ne olduğunu tespit ettiler; ancak, o harflerin kaç tane olduğunu, kaç tane cümle ifade ettiklerini bilmiyorlardı. Amerika, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa gibi belli başlı ülkelerin bilim adamları, 50 yıldan beri bu bilgileri arıyorlardı. Son on yılda bu çalışmalar daha da hızlandı. Bilgisayarın devreye girmesiyle, önce harfler, (2000 yılının Haziran ayında) daha sonra da bu harflerin kaç cümle oluşturduğu tesbit edildi. Nihayet, bundan bir iki ay evvel, cümlelerin de hangi manaları ifade ettiği hakkında bilgi sahibi olmaya başladık.

    — Bu bilimsel gelişmeler bizim hayatımıza ne kadar yansıyacak. Söylendiği gibi birçok hastalığın tedavisi mümkün olacak mı?

    — Evvela şunu söyleyeyim. Sadece genlerle ilgili olarak husule gelen hastalıkların sayısı bir elin parmakları kadar azdır. Bunlar, Hemofili, Akdeniz Anemisi, Hungtingon Koresi gibi hastalıklardır. Diyabet, kalp hastalıkları, Alzheimer, Parkinson ve kanserlerin genetikle ilgileri vardır; ancak bu ilgi, birçok genledir. O genler sadece bu hastalığa karşı yatkınlığı veriyor. Hastalığı tetikleyen dış faktörlerdir. Bir örnek vereyim; akciğer kanseri temayülü bir çok insanda vardır. Ama akciğer kanserine daha çok sigara içenler ve pis havalarda yaşayanlar yakalanıyor. Akciğer yahut diğer kanserlerin ortadan kaldırılması sadece genlerle ilgili değildir. Diyabet sadece genlerle ilgili olarak tedavi edilmez. Tedavinin gerçekleşebilmesi Diyabet hastasının perhizine, kilosuna dikkat etmesi gerekir. Yani sadece genlere bağlı olarak tedavi yapabilmek, pek mümkün görünmüyor.

    — Sizin söyledikleriniz basında yazılanlarla pek örtüşmüyor.

    — Bu konuda basın ciddi şekilde abartılı haberler yapıyor. Bugün dünyayı tehdit eden AIDS, SARS gibi hastalıklar mikrobik hastalıklardır. Bunların genetikle doğrudan bir ilgisi yoktur. Yani bütün mikrobik hastalıkların genetikle ilişkisi yok. Alzheimer hastalığının bir tipi dışında diğer tiplerinin genetikle ilgisi yok. Mesela, ihtiyarlık bunamasının genetikle ilişkisi fevkalade az. Genetik mühendisliğiyle hastalığı ortadan kaldırmanız mümkün değil. Ancak, 5-6 hastalığın tedavisinde yararlı olabilir. Yani bu dünyada ebedi yaşamak mümkün değil; "her nefis ölümü tadacaktır". Bilimin verilerine göre, hücrelerin bölünmesi/yenilenmesi belirli bir süre devam ediyor. Yenilenme durduğu zaman, insan mum gibi eriyor. 90-100 yaşına gelmiş bir insanın gözlerinin feri kaçmış, yüzü mumyalaşmıştır. Yavaş yavaş mum gibi erimeye başlamıştır. Bu aşamadan sonra ne kadar tedavi edilirse edilsin, ömür bitiyor. Yüz yaşına gelen kişilerin çoğu ölüyor. En fazla yaşayan bir Fransız kadın olan Jeanne Clemant’tır. Bu kadının kesin olarak doğduğu gün biliniyor. Öldüğü gün biliniyor. Bugün bilim dünyasında en uzun yaşamış insan olarak o kabul ediliyor; 126 yaşına kadar gelmiş. Bizim televizyonlarda çıkan yaşlı insan haberlerinin çoğu yanlış. Çünkü bizde doğum tarihi genellikle yanlış yazılıyor. Ne yapılırsa yapılsın ölümü kaldırmak mümkün olmayacaktır.

    — Bu aşamada, belli genlerin hangi fonksiyonları yerine getirdiğini bildiğimizi söyleyebilir miyiz?

    — Hepsi değil…

    — Ne kadarı mesela?

    — % 100’ü değil % 97’si falan… Daha bir kısmı araştırılıyor, bilinmiyor.

    — Genlerin fonksiyonları hakkında bilgi sahibi olmaya başlamamız, insan vücudunun yapısı karşısında hayrete düşmemize neden oluyor. Genler bilgi sahibiler ve koordinasyon içinde çalışıyorlar. Mesela, gözün, elin, diğer organlarımızın fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için bilgi ve koordinasyona ihtiyaç var. Bu bilgi ve koordinasyonda akıl almaz mükemmellik insanı hayrete düşürüyor.

    — 3.1 milyar harften oluşan bir kitap! Bu kitabın içindeki cümlelerden her biri, insanın bir özelliğini oluşturuyor. Gözleri ele alırsak; başın neresine yerleşeceği, hangi tabakalardan ibaret olacağı, hep bu cümlelerle şifrelenmiş. Bütün bunlar belli bir düzen ve tertip içinde yapılmış. Bu genler/cümleler üç beş harften oluşmuyor; bazıları on bin bazıları da on beş bin harften oluşuyor. Bu harflerin birinin yerinin değişmesi, sistemin fonksiyonunu yerine getirememesine neden olur. Bu sistem en küçük hata bile kabul etmez. Bugün daha az cümle içeren dünyanın en mükemmel kitaplarında birçok kişi tarafından kont-rol edildiği halde yine de hatalara rastlanır; ya bir harf eksiktir, ya fazla. Bu kadar mükemmel, yani hiç hata kabul etmeyen, nesilden nesile intikal eden ve fonksiyonunu kendisi icra eden bir mekanizmayı tesadüfle açıklamak mümkün değildir. Burada öyle bir kudret bunu inşa etmiş, öyle bir kudret vazetmiş, öyle mükemmel kurallara tabi tutmuş ki, insanın yaratılışından bu yana en küçük özelliği bile değişmiyor.

    — Bilimdeki gelişmeler Allah’a daha çok yakınlaşmamızı sağlıyor…

    — Eksik bilgi insanı Allah’tan uzaklaştırır; çok bilgi yaklaştırır. Bundan 100 sene evvel bilgiler eksikti. Dolayısıyla inançsızlık akımları gelişti; ama bugün bilgiler o kadar derinleşti ki, bu bilgilere sahip olan bir insanın Allah’a inanmaması mümkün değil. Newsweek, "Bilim Allah’a kavuşuyor" şeklinde kapak yapmıştı. Bugün Amerika’nın en büyük Astrofizikçisi sayılan Albert Sundays diyor ki, "ben çocukluğumda -ki onun çocukluğu bundan 75-78 yıl evvel- Allah’a inanmazdım. O günkü bilgilerle biz, müspet bilimin her şeyi izah edebildiğine inanırdık. Zaman geçtikçe, bilgiler derinleştikçe gördüm ki, adım başında bizim izah edemeyeceğimiz olaylar var. O zaman ben anladım ki, bu kâinatı bu dünyayı yaratan, bu bilgileri yaratan bir güç var. Bugün ben Allah’a iman etmiş durumdayım. Çünkü beni bilimsel şahsiyetim, kişiliğim oraya sevk etti"

    Bir örnek daha vermek istiyorum: İnsanın oluşumu anadan gelen yumurtacıkla babadan gelen spermanın birleşmesiyle başlamaktadır. DNA molekülleri fevkalade uzun olduğu için hücrenin çekirdeğine sığmak için yumak halinde yaratılmışlardır. Kromozom denilen bu yumaklar her canlı türünde farklı sayılarda bulunurlar. İnsanın kromozom sayısı da 46’dır. 45 ya da 47 olamaz. Olursa normal bir hayat mümkün değildir. Peki iki tane hücrenin birleşmesiyle, yani babadan gelen sperma ve anneden gelen yumurtacıktan dolayı 92 kromozom olması beklenirdi; ancak öyle değildir. Sperma ile yumurtacığın birleşmesi sonucunda yine 46 kromozom oluşur. Sperma hücresinde ve yumurtacıkta kromozom sayısı yarıya/23’e iner. Bu oldukça akıllıca bir iştir. Normalde 46 kromozom olması gerekirken, 23’e düşürmelerini ilim sahibi bir yaratıcının varlığından başka bir şeyle açıklamak mümkün değildir. Hiçbir spermanın (erkek hücresi) anne yumurtacığını aşıladıktan sonra, tekrar baba organizmasına dönüp ana hücrelerine bilgi vermesi mümkün değildir. Anne organizmasında bir hücreyi aşılıyor orada kalıyor. Yani Darwin teorisini savunanların dediği gibi, yapa yapa öğrenir diye bir şey, burada söz konusu değil. Çünkü hiçbir sperma tekrar ana hücrelerine dönüp "benim görevim başka bir hücreyle birleşip bir insana hayat vermektir, dolayısıyla kromozom sayısını yarıya indirmemiz lazım" diye bir şey söylemesi mümkün değildir.

    Buna benzer bir örnek daha var. Geometride dairenin alanının hesaplanmasında Pi sayısı diye sabit bir sayı (3.14) kullanılır. Pi sayısı, eski Yunanlılardan bu yana, geometride hep kullanılmıştır. Şimdi bilim ilerledikçe bakılıyor ki, Pi sayısı; ışık hızının, atom parçacıklarının ve kuantum fiziğinin hesaplanmasında kullanılıyor. Sondage bu konuda, "birbiriyle ilgisiz üç saha, biri dairenin alanı, biri ışık, öbürü atom parçacıkları. Üç alanda da birlikte böyle upuzun komplike bir sayının tesadüfen yer alması mümkün değildir. Matematik olarak bu durumun ihtimali sıfırdır. Bu bilgi neyi gösteriyor. Bütün alanlara, her sahaya aynı gücün, bir varlığın tasarruf ettiğini gösteriyor" diyor. Pi sayısının bir çok alanda geçerlilik göstermesi tesadüfen olamayacağına göre, Allah’ın varlığın bütün boyutlarına hakim olduğunu gösteriyor.

    — İsterseniz son gelişmelerin içinde çok tartışılan bir konuya geçelim, kopyalama… Kopyalama bilimsel çalışmalar sonucunda ulaşılan bir gelişme. Olumlu bir gelişme olarak sunanlar da var, çeşitli mahzurlarına dikkat çekenler de var. Kopyalama ile ilgili basından duyduklarımız doğru mudur, insan kopyalaması gerçekleşmiş midir?

    — Her insanın hayatının başlangıcı olan tek hücrenin yarısı anadan yarısı da babadan geliyor; döllenmiş bir hücre oluyor. O hücre sonra, devamlı çoğalarak 16 hücreye bölünüyor. Bütün bu hücreler birbirinin tıpatıp aynıdır. Yani en ufak bir farkları yok, ne yapıları, ne görünüşleri, ne de içindeki bilgiler birbirinden farklıdır; hepsi birbirinin aynıdır. İlahi Kudret, birden bire o gebelik başladıktan sonra hücrelerin içinde bir telaş başlıyor. Sabit olan hücreler hareket haline geçmeye başlıyor, kimileri yukarı çıkıyor, kimileri yanlara göç ediyor. Bir bakıyorsunuz yukarıya çıkanlar beyni, gözleri, kaşları oluşturuyor; aşağı gidenler bacakları, mideyi oluşturuyor. Hangi kudret, hangi bilgi aynı olan bu hücrelerin bir kısmına beyni, bir kısmına gözleri ve bir kısmına da ayakları yaptırıyor? Başka bir örnek daha vereyim. İnsan eli ilk teşekkül ettiği zaman, cenin palet halinde, yani parmaklar yok, kürek gibi. Sonra o küreğin içindeki hücrelerden bir kısmı -ki hepsi aynı hücre- intihar ederek/ölerek parmakların aralarını açıyor; böylece, parmaklar teşekkül ediyor. Yanındaki hücreler devam ediyor, öbür taraftakiler intihar ederek kendilerini yok ediyor. Bir hücre nereden anlıyor parmağın zaruretini, insanlarda parmağın olması lazım geldiğini. Bütün bunlar İlahi Kudretin tecellisinden başka bir şey değildir.

    İlk hücrede bir insanın bütün özelliklerinin şifrelenmesi, anneden ve babadan gelen 23’er kromozomla mümkün oluyor. Yani ilk hücrenin çekirdeğinin içinde yer alan kromozomlar insanın programı niteliğinde. Çocuğun anneye benzeyen tarafları ve babaya benzeyen tarafları var. Kopyalama o ilk hücrenin çekirdeğinin yerine, başka birisinin hücresinden alınan çekirdeğinin yerleştirilmesi mantığı ile yapılıyor. Bu hücre çoğaldığı zaman çekirdek kime aitse onun özelliklerini taşıyan bir canlı oluşmaya başlıyor.

    Kopyalama önce bir koyun üzerinde gerçekleşmişti. 1997’de İskoçya’da dişi bir koyundan alınan yumurtacık hücresi (neden yumurtacık; çünkü yumurtacık hücresi aşılandıktan sonra baba hücresiyle çoğalarak organizmayı husule getiriyor) içerisine, kopyalanmak istenilen koyunun bir hücresinin çekirdeği yerleştirilmiştir. Daha sonra dişi koyunun karnına yerleştirilerek normal gebelikte olduğu gibi yavrunun büyümesi sağlanıyor. Bu şekilde yapılan çalışmalardan sonra doğan kuzu, yumurtacığı veren koyunun değil, çekirdeği veren koyunun tıpatıp kopyası oluyor. İşte Dolly, ilk olarak böyle husule gelmiştir.

    — Yani kopyalama olayının teknik olarak mümkün olduğunu söylüyorsunuz. Mesela Avustralya’da üç tane kopya bebeğin doğduğu söyleniyor.

    — Ben ihtimallerden bahsediyorum. Yani öyle bir zihniyet insanın kopyalanması zihniyetinin sakıncalarını anlatıyorum. İkincisi, hayvan kopyalanmasından biliyoruz, kopyalama işi fevkalade zor. Mesela, Dolly’nin doğabilmesi için 277 teşebbüs yapılmıştır. Yani 277 hücrede siz çekirdek değiştireceksiniz, onları çoğaltacaksınız, 277 annenin rahmine yerleştireceksiniz ve bir yavru elde edeceksiniz. Her kopyadan da bir ürün çıkmıyor. Çok zor bir işlem, çok zor tutuyor. Doly’de 277 işlemde 29 gebelik sağlanmıştı. Bunlardan sadece birisi doğmuştur. Diğerleri, düşükle neticelenmiştir.

    — Kopyalama olayının iyi ve kötü yönlerinden bahsediliyor… Mesela biyoteknolojide kullanılması olumlu sonuçlar verebilir sanırım.

    — Evet, hayvanlarda faydalıdır. Çünkü çok arzu ettiğimiz eti, sütü bol bir koyunun kopyasını yapmak isterseniz, bu kopyayı eti, sütü bozuk bir koyunun rahmi içinde gerçekleştirebilirsiniz. İkincisi; ilaç sanayiinde, tarım sektöründe olumlu etkileri olabilir. Mesela, eskiden insan insülini hormonunu bulmak mümkün olmadığından domuz insülini kullanılıyordu. Bunu da insan vücudu uzun süre kullanamıyordu. Şimdi, genetikle insan insülinini bir koyunun vücudunda üretmek mümkün. İnsan insülin geninin alınıp koyunun gen sistemine, DNA sistemine monte edilmesi halinde, insan insülini üretmek mümkün. Bu şekilde birçok koyundan yararlanmak suretiyle, ihtiyaç kadar insan insülini üretimi gerçekleşmiş olacaktır. Demek ki, kopyalama belirli bir sahada kullanıldığı zaman, fayda temin edebilir. İlaç imalinde, özel ilaç imalinde, vesaire…

    — İnsan kopyalanmasını bu açıdan nasıl değerlendirebiliriz?

    — İnsanın kopyalanmasını düşündüğünüz zaman, mümkün olarak görünüyor. Ancak, kopya kopyalananın özelliklerini taşıyacağından bazı riskler içermektedir. İnsanlar, böbrek, kemik iliği vs. gibi sağlık sorunlarına çözüm bulabilmek için, kendisinin bir kopyasını yaptırarak onu stepne olarak kullanmak isteyebilir. Kendi kopyasının böbreğini, hatta kalbini almak isteyebilir.

    Olayın başka bir boyutu daha var: Dolly’den ve başka kopyalardan biliyoruz; kopyalama suretiyle husule gelen yavrularda, doğuştan bozukluklar oluyor. Karaciğer büyük oluyor, kalp delik oluyor, beyin problemli oluyor, yani sakatlıklar oluyor. Kopya, normal bir gebelikte olduğu gibi, % 2-3 bozukluk % 97-98 sağlam yavru vermiyor. % 50’den fazla bozukluk veriyor. O zaman kopya yapacağınız insanın, % 50’sinin bile bile sakat çocuk olmasına da göz yummuş olacaksınız. İşte bu nedenle, bir çok ülkede insan kopyalanmasını reddeden kanunlar çıkartılmıştır.

    Bu çalışmalarla insanın sadece fizik varlığı kopyalanacağından, ortaya çıkan insan kopyalananın aynısı olmayacaktır. İnsanı insan yapan ruhu kopyalamanız mümkün olmadığı için, fizik olarak benzeyen, fakat aslında farklı olan bir insan ortaya çıkacaktır. Ve yeni doğan kopya bebek, kopyalananın yeni doğduğu anına benzeyecektir.

    — Yani kopya bir bebek, kopyalandığı insanın hastalıklarını taşıyacak, öyle mi?

    — Sadece hastalıklarını değil. İnsanların DNA sistemlerinde hücrenin çoğalmasını temin eden telomer denilen bir ek vardır. O telomer, beyin ve kalp hücresi dışında bütün hücreleri 200 defa yeniler. Cildimizi her yıkayışımızda bir çok hücre dökülüyor ve yerine yenileri geliyor. O telomer her bölünmede biraz kısalıyor. İnsan 90-100 yaşına geldiği zaman sıfırlıyor, ondan sonra artık DNA sistemi bölünemiyor. Bölünemeyince hücre yenilenemiyor ve hiçbir hastalığınız olmadan vücut solup gidiyor. Hayatı ilelebet uzatmak mümkün değil. Sistem ona göre kurulmuştur. Şimdi siz kopyalama yaptığınız zaman, 50 yaşındaki bir insanın kopyasını yapacaksınız. Beyin hücresinde o telomerin yarıdan fazlası gitmiştir. Dolayısıyla yeni bebek doğduğu zaman, şekli bebek ama hücre yaşı 50 olacaktır. Eğer o insanın ömrü 60-70 seneyse, ondan kopyalanan bebek 10-15 yaşlarında ölecektir. Nitekim Dolly, annesinden evvel ölmüştür. Demek ki, insan kopyalanması hem mümkün değil, -hakiki bir kopya olmaz-, hem de insanlığa etik olarak, ahlak olarak uymaz. İnsan kopyaladığını iddia eden Kanada’daki tarikat, hala kopyayı yaptığını ispat etmemiştir.

    Kopyalama hücre yapılarıyla ilgili olduğundan her hayvanda olabilecek bir uygulama da değildir. İnsanın kopyalanmasının mümkün olup olmadığını da bilmiyoruz. Haberlere şüpheyle bakıyorum, kopyalamış olsalardı kanıtını da ortaya koyarlardı. Kanıtı nasıl olacaktır? İşte ben şu adamı kopyaladım. Onun DNA’sını alacaksın. İşte şu çocukta onun kopyasıdır diyerek DNA’ları karşılaştıracaksın. DNA’ların karşılaştırılması kriminolojide de mümkün, katili onunla buluyorlar; bu yapılmamıştır.

    — Bir de konunun etik boyutu var. Genetik bilgilerin de pekala suiistimali mümkün. Alzheimer Hastaları Birliği Derneği Başkanı Dr. Richard Herway bazı kişilerin genetik olarak sigortada klasman dışı bırakılacağından endişe ettiğini ifade ediyor. Aldous Huxley’de "Cesur Yeni Dünya" adlı romanından genetik gelişmelerin etik sorunlarından söz etmişti. Bu tür kaygıları nasıl değerlendirirsiniz?

    — Her güzel şeyin bir de kötü tarafı vardır. Bunun güzel bir örneği atomun parçalanmasıdır. Chicago Üniversitesinin laboratuvarlarında zincirleme reaksiyon, atom reaksiyonu tespit ediliyor. Atomun içinde muazzam bir güç olduğu ortaya çıkıyor. Atom gücü o kadar çok ki, atomları parçalayarak o saklı bulunan gücü, enerjiyi kullanmanız mümkün olsaydı eğer, bir kaşık kömürle İstanbul’u bir sene ısıtmanız mümkündü. Ancak, bu muazzam güç, insanlığın karşısına hizmet olarak değil, bomba olarak çıktı; yüz binleri öldürdü, hâlâ dünyanın başında tehdit unsuru olmaya devam ediyor. Keşifler yapıldığı zaman, böyle birden bire sarhoşluğa kapılmamak lazım. Genlerde de öyle.

    İnsanlar, genetik gelişmelerden birtakım endişelere düşmekte haklıdırlar. Yani bir fabrika kanser temayülü olan, kalp hastalığı temayülü olan bir insanı işçi olarak alır mı? Evliliklerde problemler ortaya çıkar; hastalıklı insanlarla kim evlenmek ister? Bütün bunlara bağlı olarak toplum alt üst olur. En iyisi bilmemektir. İnsan hastalığını bilmezse daha rahat eder. Bana, "80 yaşına yaklaştın, 10 sene sonra öleceksin" deseler, benim için hayat ızdırap kaynağı olur. Devamlı onun beklentisi içerisinde olacaksınız, devamlı korkuyla yaşayacaksınız. Dolayısıyla insanların genlerinin tayinleri fevkalade sakıncalı olur. İnsanlık bu sakıncaları düşünmektedir; ülkeler tedbirlerini alıyorlar. Kopyalama meselesi güzel bir örnek. Birçok ülkede insan kopyalanmasına karşı kanuni düzenleme yapıldı.

    — Çeşitli yöntemlerle toplumların genlerini etkilemek, böylece o toplumlar üzerine bazı planlar yapmak mümkün müdür?

    — Gen sisteminde bir değişiklik olmaz. Yani "A" harfi "T" harfinin yerine, "G" harfi "C" harfinin yerine geçmez. Değiştiği zaman özellik kaybolur. Şimdi genlerin değişikliğini temin eden bir takım etkenler var. Bunlar ışınlar (x ışınları dediğimiz röntgen ışınları, kozmik ışınlar, kuvvetli ultraviyoleler), bazı ilaçlar ve kimyasal maddelerdir. Özellikle genlerin hassas olduğu devrelerde, belirli genlerin üzerinde değişiklik yapıyor. Buna mutasyon ismi veriliyor. Mutasyonun özelliği, iyiyi kötüye götürmek. Çünkü, Darwincilerin iddiası kötüyü iyiye getirmektir. Bu olmuş değil. Çünkü bu bozucu bir etkendir. Çernobil olayından sonra, kadınlar hiçbir zaman benim çocuğum daha akıllı olacak diye bir beklenti içerisine girmemişlerdir. İnsanlar, çocuklarının sakat olacağı gibi olumsuz beklentilerden çekindiler. Sizin söylediğiniz durum teorik olarak doğru. Yiyeceğe, içeceğe karıştırılan maddelerle ya da atom santralinden meydana gelen sızmalarla bu gerçekleşebilir. Ancak o bozuk genler evlada intikal etmez. Bozuk gen ancak o kişide fonksiyonunu yerine getirecektir.

    — SARS hastalığının da bu bağlamda değerlendirildiği oluyor; yani, Uzakdoğu’daki gelişmeleri engellemek için oluşturulmuş bir hastalık olabilir mi?

    — Hayır… SARS hastalığı bir soğuk algınlığı virüsüyle ilgilidir.

    — Öyle basit bir hastalık mı, buralarda yaşanan grip hastalığı gibi….

    — Grip virüsü diyelim. Çok enteresandır bu virüsün çok özel bir kabiliyeti var. Fevkalade sık olarak karakter değiştiriyor. Bu yüzden grip aşısı da her durumda etkili olamıyor. Aşı yaptırıyorsun gene gribe yakalanıyorsun. Çünkü gelecek sene karşınıza başka bir surette çıkıyor bu virüs. Bu çok büyük bir ihtimalle -tabii ki, araştırmalar yapılıp tespit edildikten sonra bu söylenecektir- bu virüsün yeni bir çehresi. Daha etkili, daha ağır bir çehresi, bir mutasyonu.

    — Bir iddia daha var… İnsanın gen haritasının % 98’inin şempanzeye benzediği yazılıyor. Bu durumun da Darwin teorisini güçlendirdiği yorumlanıyor…

    — Bu haberler Darwincilerin müthiş birer yalancı olduklarını da gösteriyor. Darwin teorisini, yani maymundan insanın teşekkülünü ispatlamak için, her türlü sahtekârlığa başvuruyorlar. Onların yalan söylediklerini anlatabilmek için iki olaydan bahsetmek istiyorum. Bunlardan birisi, Piltdown adamı… İngiltere’de 1912 senesinde bir kasabada kazı yapıldı. Televizyonlar çağrıldı ve kazıda bir kafatası ve alt çene çıkartıldı. Kafatasını inceleyerek beş yüz bin yıllık olduğunu söylediler. Çene orangutan çenesi ama orangutan çenesinin üstündeki dişler insan dişleriydi. Bu çenenin ilkel insana ait olduğunu söylediler. Bir ressam, bu malzemeleri çizerek Piltdown adamını teşkil etti, ailesini çizdi. Çoluk çocuğunu, karısını British Museum’un vitrinine yerleştirdiler. Bu Piltdown adamı, Londra’da kırk küsur sene insanın maymundan geldiğine dair bir delil yapıldı. İlkokul çocuklarının seyretmeleri sağlanarak, zihinlere yerleştirilmeye çalışıldı.

    1950’li yıllarda bir bilim adamı, British Museum’a müze müdürü olarak tayin edildi. Kemik yaşı tayin etmek için bir metot icad etti. Yaptığı çalışmalar sonucunda, kafatasının beş yüz bin yıllık değil ama, eski bir insan kafatası olduğunu buldu. Çenenin de 40 senelik bir orangutan çenesi olduğunu buldu. Orangutan çenesi o adama ait değil. Orangutan çenesi, insan kafatası ve insan dişlerinden oluşan bir kurgunun söz konusu olduğunu anladı. Bu olay büyük bir skandal, büyük bir sahtekârlık olarak ilan edildi. Piltdown adamı müzeden indirildi.

    İkinci örnek, Nebraska’da Amerika’da Yılanlar Vadisinde bulunan dişlerle ilgilidir. Bu diş hakkında paleontologlar, insan ve maymun arası bir varlığın dişi olduğunu söylediler. O dişe göre bir çene çizdirdiler, çeneye göre insan yaptılar, yine aynı şekilde Nebraska adamı vitrine koydular. Vitrinde insanlara işte senin atan diye gösterdiler. Beş sene sonra bu dişin bir yaban domuzuna ait olduğu ortaya çıktı. Uydurulan yalanlar bir kez daha sona erdi.

    Maymunla insan genlerinin yüzde 99 oranında benzediği iddiasına gelince, bu yeni bir iddia değil… Genetik bilimindeki gelişmelerden sonra her zaman ileri sürülür. Mesela 2000 yılının 26 Haziran’ında o harfler bulunduğu zaman, bu iddialar ortaya atıldı. Maymunla insanın genlerinin yüzde 98’inin aynı olduğu ifade edildi. Halbuki insanın gen haritasının daha yeni yeni harfleri öğreniliyordu. Bir sene sonra, kaç gen olduğu ortaya çıktı. Bu şartlarda bilinmeyen insan genleri ile, henüz hiç araştırılmamış maymun genleri mukayese yapılabilir mi? İki bilinmeyenin yüzde 98 benzediği, nasıl iddia edilebilir. Bu sahtekârlık değil de nedir?

    — Son olarak dinlerin genetik gelişmeleri ele alış biçimleri hakkında ne söylemek istersiniz?

    — İslam dini bu konularda toptancı değildir. Olumlu gelişmeleri destekleyerek insan onuruna yakışmayan uygulamalara karşı çıkmıştır. Tüp bebek olayı, bu konuda iyi bir örnektir. Bilim adamları 1978 senesinde İngiltere’nin Olham kasabasında yumurtacığı bir aletle yumurtlama kesesinden alarak dışarıda sperma ile buluştururlar. İçeride tabii olarak gerçekleşen döllenme, bu olayda dışarıda gerçekleştirilir. Bu uygulamada normal gebelikte olduğu gibi babanın hücresi ile annenin hücresi birleşiyor, anne rahmine yerleştiriliyor. İster normal gebelikte olsun, ister tüp bebekte olsun aşamalar aynı. Çocuğun beslenmesi, anne tarafından geliştirilmesi aynı, doğumda aynı yoldan oluyor. Dolayısıyla bu doğrudan doğruya Allah’ın teşvik ettiği bir durumdur. Bunu İslam, babanın sperması ile annenin yumurtasından yapılmak şartıyla, kabul etmiştir. Katolikler İslam’ın kabul ettiği bu uygulamayı kabul etmemişlerdir. İslam bütün bilimsel çalışmaları, mantığa, insanlık yararına, aile yapısına ve ahlaki değerlere uygun olduğu takdirde kabul eder.

    — Katkılarınız için teşekkür ederiz.

    — Ben teşekkür ederim.