Köprü Anasayfa

İslam ve Sanat

"Yaz 96" 55. Sayı

  • Mesut Bir Sağanağa Kaçmak!..

    Nejat Turhan

    Araştırmacı-Yazar

    Sanattan söz eden bir yazı öncelikle bir tanım getirmek sorunu ile karşı karşıyadır. Oysa "sanat eseri" olarak kabul edilen "ürünlerin" çokluğu karşısında eskilerin deyimi ile "etrafını câmi ağyârını mani" bir tanım getirme çabası başarısızlığa uğramaya mahkûmdur. Daha sanatın alt kolları sayılan türler üzerinde bile bir birlik olmaması bir yana1, bu türlerin tanımları arasında da birlik sağlanamamıştır. Böyle olması da normal karşılanmalıdır. Çünkü sanatın belki de en önemli özelliklerinden biri olan, insanın özündeki özgürlük arayışını en güçlü biçimde ortaya çıkaran yönü herhangi bir tanımın kısıtlayıcı sınırlarına tahammüh edemezdi.

    Şu halde sanatın çeşitli özelliklerinden bir veya birkaçını ele almak sureti ile hareket etmek daha anlamlı görünüyor. Bu hareket noktası yazarın eğilimlerini ortaya koyması bakımından nispeten özgür bir ortamda akıl yürütmesini sağlayabilecektir. O halde sanatın hangi özelliklerinin söz konusu edilebileceği sorusuna geçebiliriz.

    Bu soru Nietzsche’ye sorulsa idi sanatın vazgeçilmezliğinden, irade dışılığından söz edebilirdi. Acaba bu cevap, yukarıda değinip de burada "sanat insanın özgürlük arayışının dışa yansımış biçimidir" tarzında ifade edebileceğimiz düşünce ile çelişmez mi? Bu iki açıklama arasında bir çelişki bulunmadığı hususunun yazının sonuna gelindiğinde açıklık kazanacağını umuyoruz; şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim: İnsan, içten dışa; ruhtan şekil ve maddeye doğru yayılmaya "zorlayan" yeteneklerine "iradî" olarak tabi olduğu ölçüde özgürleşebilmekte, içinden yükselen sese karşı koyamadığı ölçüde "kendisi" olabilmektedir. Bu karşı koyamamanın görünüm biçimlerinden biri insanın "ubudiyeti" ise, diğeri de "sanatıdır".

    Bu noktada "çelişik" gibi görünebilecek bir başka yargı da şöyle ifade edilebilir. Her gerçek sanatçı gerçek bir kul olmadığı gibi, kulluk görevini şöyle veya böyle yerine getiren her kul da gerçek bir sanatçı değildir; olması da gerekmez.

    Sanatın bir diğer özelliği, etkilerinden yola çıkılmak sureti ile ortaya konulabilir. Sanat eseri muhatabında ne gibi bir etki oluşturmaktadır? Muhatabı birey olarak ele aldığımızda, onda hangi duyguları uyandırmakta, yaşantısında ne gibi değişikliklere yol açmaktadır? Muhatap toplum olduğunda, sanat eserinin bir toplumu etkilemesinden söz edilebilir mi? Edilebilir ise, bu etki "iyi" veya "kötü" gibi sıfatlandırmalara tâbi tutulabilir mi?

    Bu tür sorulara olumlu cevap verildiğinde, ardarda sıralanması gereken yeni sorulara sebebiyet verileceği açıktır. Eğer Goethe’nin "Genç Werther’in Acıları" (Die Leiden des jungen Werthers) adlı romanının yayınlanmasından sonra Almanya’daki intihar olaylarının arttığı istatistikî olarak tespit edilebiliyor ve hukuk düzeni de kendisini bu tür olayları önlemek gibi bir görevle yükümlü görüyor ise, hukukun çeşitli müeyyideler öngörerek sanat alanına müdahale etmesini meşru görebilir miyiz?

    Benzeri bir müdahale "insanların akıl ve ruh sağlıklarının korunması" gibi Devletin anayasal bir görevi bağlamında söz konusu edilebilir mi? Bu tür sorular İslâm Hukukunun konuya batılı hukuk sistemlerine oranla farklı yaklaşımlar getirmesi sebebiyle "İslamî sanat anlayışını"da ilgilendirmekle birlikte, bu yazıda sadece soru işaretlerinin konulması ile yetinmek istiyoruz.

    Mamafih, sanatın insanlar üzerindeki etkileri ile bizzat sanatçının yaşadığı "içsel" serüvenin çeşitli boyutları üzerinde mütevazi açıklamalarda bulunmak çabası bu yazının sınırlarını belirleyecektir. Bir sanatçının, kendi şiirinden hareketle söylediği "şiir, insanın bir sağanaktan bir saçak altına sığınmasıdır"(İsmet Özel) sözleri hareket noktamız olsun. Bu cümleyi, "sanat, uğursuz bir sağanaktan, mesut bir sağanağa koşma çabasıdır" biçiminde okursak, önemli bir gerçeğe yakınlaşabiliriz.

    "Uğursuz sağanak" nedir? "Mesut sağanak" ne demektir? Konuyu biraz açalım.

    Kur’an-ı Kerim’de insanlar üç sınıfa ayrılmışlardır: Müminler, kafirler ve münâfıklar. Bakara Sûresi’nde bu üç ayrı zümrenin sıfatları ve akıbetleri anlatılmaktadır. Yaradılışlarındaki öz itibari ile birbirlerinden farkı bulunmayan insanlar, kendilerine teklif olunan emaneti kabul etmek sureti ile imtihana tabi tutulmuşlar, iradelerini olumlu veya olumsuz yönde kullanmaları sonucunda anılan üç zümreye ayrılmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de kafirler hakkında şöyle buyurulmaktadır. "Gerçekten kafir olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da müsavidir. Çünkü onlar iman etmezler. Zira Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır" (Bakara Sûresi, 67).

    Kur’an-ı Kerim’in bu ayetlerine karşı şu soru yöneltilebilir. "Madem Allah onların kalplerini mühürledi, o halde kafirlerin kâfır olmaktan başka bir seçenekleri var mıydı?" Mûtezile, Cebriye ve Ehl-i Sünnet mezheplerine mensup kelam alimleri arasındaki ilmi tartışmaların arkasındaki soru da buydu2. Bediüzzaman’a göre "mühürledi" anlamındaki "hateme"nin, "iman etmezler" anlamındaki "layu’minune"den sonra gelmesi, kafirliğin, işlenen cürüme terettüp eden bir "ceza" mahiyetinde olduğunu gösterir. Yine "hateme" tabirinde, kafirlerin dalaletlerini tasvir eden temsilî bir üslûp bulunmaktadır. Buna göre kalp gözü, cevherlere bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. İnsan bu binayı iradesini kötüye kullanmak sureti ile ifsad ettiğinde, cevherler için yapılan yerler yılanlar ve akreplerle doldu; yani kalp binası manen bulaşıcı bir hastalığa yakalandı; hastalığın başkalarına bulaşmaması için Cenab-ı Hak kapısını mühürledi3.

    Aynı yerde "kalb"den kasdedilenin ne olduğu şöyle açıklanır: "Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latîfe-i Rabbaniyedir ki; mazharı hissiyatı vicdan, makesi efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o latîfe-i Rabbaniye’yi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki: O latîfe-i Rabbâniye’nin insanın mâneviyatına yaptığı hizmet, cismi sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktarı bedene (bedenin her tarafına) mâü’l hayatı neşreden (hayat suyunu, kanı yayan) o cismi sanevberî, bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir, sekteye uğradığı zaman ceset de sukuta uğrar; kezalik, o latîfe-i Rabbaniye a’mâl ve ahval ve maneviyatın hey’eti mecmuasını hakiki bir nuru hayat ile canlandırır, ışıklandırır, nuru imanın sönmesiyle, mahiyeti meyyiti gayri müteharrik (hareketsiz ölü) gibi bir heykelden ibaret kalır".4

    İnsanın maddi hayatını devam ettirebilmesi için göğsündeki kalb denilen organın çalışması ne denli gerekli ise, manevî yönden gelişip, İslâm’ın gösterdiği "insanı kâmil" idealine erişebilmesi için de manevî kalbin, yani latîfe-i Rabbâniye’nin çalışıp işlemesi lazımdır. İslâm inancına göre insanın Allah’ın emrine karşı gelecek surette işlediği "yapma" veya "yapmama" biçimindeki fiiller (günahlar), latîfe-i Rabbâniye’nin hiç ya da gereği gibi işlememesinin sebepleridir. İşlenen her günah, adeta siyah bir nokta halinde kalbin üzerine yerleşmekte, günahların artması ile de bu siyahlık bütün kalbi sarmaktadır. En büyük günah olan şirk ve küfür, kalbin tümüyle hatmedilmesi, mühürlenmesi sonucunu doğurmaktadır.

    Buna karşılık, kalbini Kur’an-ı Kerim’in ve Kur’an-ı Natık olan Resulullah’ın (sav) irşadına açan insan, sadece kalbini kararmaktan korumakla kalmamakta, onu, yaradılış maksadına en uygun bir biçimde kullanarak geliştirmektedir. İnsanın bütün yeteneklerinin gelişip semere vermesi, kalbin bu biçimde korunarak kullanılmasına tâbi kılınmıştır. Akıl, sır, hafâ, vehim, hayal, vs. gibi duygular insanın "insanı kâmil" olmak yolunda kullanacağı, gerek duyacağı kuvvelerdir. Görme, işitme, dokunma, tatma, muhakeme etme vs. gibi duyguların bilinmediği veya kullanılmadığı bir ortamda bugün hâkim ve gâlip olan Batı Medeniyeti ve Batılı insan tipi (homo economicus) düşünülemeyeceği gibi, İslâm ıstılahındaki anlamlarıyla akıl, sır, vehim, vs. gibi duyguların kullanılmak bir yana varlıklarının dahi bilinmediği bir ortamda gerçek bir medeniyetin (İnsaniyeti Kübra Medeniyeti) idrak edilmesi ve insanı kâmil örneğinin gerçekleştirilmesi de mümkün değildir.

    Şu halde genelde İslam toplumunun ve özelde her Müslüman bireyin, latîfe-i Rabbâniye’nin çalışıp işlemesini sağlamak gibi bir ödevi olduğu söylenebilir. Bu ödevin devletin anayasal düzenine bakan yönünde insanlar arasında adaletle hükmedilmesine en uygun yönetim düzeninin nasıl sağlanacağı sorusu ağırlık kazanır. Temel insan hakları bakımında insanlar arasında eşitliğin sağlanmadığı bir toplumun İnsaniyet-i Kübra Medeniyetini, Medine idealini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bu ana sorunun altında, İslâm toplumunun bütün şubeleri ile sanata nasıl yaklaşması gerektiği sorusu da yer almakla birlikte, bu yazıda sorunun sadece Müslüman bireyin kişisel serüveni ile ilgili yönünden söz edilmesi ile yetinilecektir.

    Hilafet emanetini yüklenerek insanı kâmil olma yolculuğuna çıkan insanın kalbini açık tutması gereken iki irşad kaynağına yukarıda değinmiştik: Kur’an-ı Kerim ve Resulullah (sav). Bunlara bir üçüncüsünü eklemek gerekiyor. Yaratıcının kevnî âyetleri olan varlıklar. Kur’an-ı Kerim nasıl insanların aralarında iletişim kurmak için kullandıkları bir dil, "apaçık bir Arapça" ile irşadda bulunuyor ve sevgili Resulü de (sav) aynı yolu izliyor ise, kevnî âyetler hükmünde olan varlıklar da bir başka dil ile insanlara irşadda bulunuyor, kalbi ve kalbin tazammun ettiği sair duyguları çalıştırıp işlettiriyorlar. Varlık; harfler ve sözcüklerden oluşan bir kitap olarak, Yaratıcısı tarafından kendisine yüklenen mesajı ilan ediyor. Ama nasıl ki "apaçık Arapça"nın irşadını anlamak için sair ilimler ile akıl, fikir vs. gibi duyguların kullanılması zarureti bir yana Arapça bilmek gerekiyor ise, kevnî âyetlerin bütün âleme ilan ettikleri hakikati kavrayabilmek için de onların konuştukları dile vâkıf olmak gerekiyor. Bunun biricik anahtarı, kalbi, tek kaynaktan çıkan ve üç ayrı koldan yürüyen irşadlara açık tutmak, "yüzünü güneşe çeviren reşha"yı5 izleyerek "gölge aydınlıklara" iltifat etmemektir.

    Tohumların çatlayıp sürgün vermesi, yemişlerin tatlanması ve yeryüzünün yeşillenmesi için baharda rahmet bulutlarının gönderilmesi gibi, insanı kâmil ağacının çekirdeği hükmünde olan kalplerimizin kabuğunu çatlatıp sürgün vermesi için, hayatımızın her anında rahmet yüklü sağanaklarla karşılaşıyoruz. Yaşadığımız her hüzün, karşılaştığımız her mutluluk, çektiğimiz her özlem, gördüğümüz her sadık rüya kendi dilleriyle kalplerimizi irşad ödevine çalışıyorlar. Bu sağanağa, bu apaçık davete kendilerini halisane açan kalpler (kalbi selim) arınıyor, zenginleşiyor, insan olmanın gerçek anlamını idrak ediyorlar.

    Oysa çağımız bu mutluluk kaynağı sağanağı gölgelendiren, karartan, puslandıran, sisler arkasında bırakan sahte sağanaklarla yüklüdür. "Doğaya yakınlık" iddiasını bile "bio" veya "yeşil" damgalı ambalajlarla ekonomik bir meta haline getiren "liberal piyasa ekonomisi medeniyeti"(!), kalbin tabiî yönelimlerini baskı altına almakta, gerçekte ilgiye layık olmayan düşünce ve hayalleri insanın manevî alemine zeretmektedir. Varlıklar sadece paraya çevrilebilirlikleri ile hesaba katıldıklarından, insanın ilgileri de aynı odaktan planlanmakta; eğitim, spor, eğlence, gezi gibi faaliyetleri "kârlılık" ve "verimlilik" esaslarına göre düzenlenmektedir. İnsanın düşünme, tat alma, heyecan duyma, gülme, ağlama, haber alma ve benzeri duygu ve fiilleri bile "paraya dönüştürülebilirlik" süzgecinden geçirilerek "piyasa" konusu edilmektedir. Modern kültürün şekillenmesi belki daha doğru bir ifadelendirme ile "insanın kutsal ile ilişkisine karşı saldırısı, kuşatması" kaba hatları ile bu minval üzere yürümektedir.

    Reklâm panoları, trafik gürültüsü, geçim endişesi, yalnızlık ve yabancılaşma, büyük kentlerin güvensizliği, bozulan aile ilişkileri, insanın en mahrem alanlarının bile katı bir devlet anlayışı çerçevesinde tarassut altına alınması; psikanaliz, sosyoloji gibi modern bilimlerin insanın mahrem alanlarına haksız tecavüzde bulunmaları, hastalıkları tedavi (!) yöntemlerinin çok uluslu ilaç firmalarının sponsorluk ve insafına (!) bırakılmaları, tabiatın; imalarda bulunduğu ve harf olması özelliği ile taşıdığı mesajları kalbimize duyurduğu alanların "teknolojik fethin" başarıları(!) ile daraltılarak yok edilmesi, polis örgütlerinin denetim altına alınamayacak ölçüde güçlenip yayılması, kahkaha efektli komediler, günün yaş, sınıf ve cinsiyet farlılıklarına göre bölümlenen saatlerinde seyri uygun görülen pembe, mavi, beyaz ve kırmızı diziler, çocuklara elma şekeri ve balon, büyüklere düz ve çapraz bulmaca kitapları, toto ve loto, at yarışları, Avrupa Futbol Şampiyonası, Steffi Graf’ın Avustralya Open zaferi, Deniz Kurdu-1 Tatbikatı, Suudi Arabistan’da öldürülen amerikan askerleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin transfer dedikoduları, çoğalan bayrak mitingleri, Pierre Cardin’in sonbahar kreasyonu, açlıkla mücadele için yediler meclisinin ayırdığı kocaman bütçeler, Kuzey Irak’ın 17 televizyon istasyonu, Müjdat Gezen’in filancayı yurt dışına kaçırıp kaçırmadığı tartışması, Foucault’nun "bu bir pipo değildir" kitabı ve Eco hazretlerinin Paris’in bir müzesinde sergilenen sarkaç hakkında verdiği dehşetengiz bilgiler, birbirinin kopyası basın toplantılarını ilgiyle izleyen onlarca kamera, kameraman ve gazeteci, Torinolu Hakan’ın nasıl olup da birdenbire boşandığı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin inançlı tutumu, ve saire, ve saire…

    İğrenç ve hastalık saçan bir sağanaktır bu. Samimiyetin bir köşeye fırlatılıp atıldığı, konuşmacıların hep bir yerlerin gözüne girmek için atıp tuttukları, insanın güzellik arayışının "paraya tahvil" uğruna iğdiş edildiği, milyonlarca çaresiz, şaşkın, hayal kırıklığına uğramış, canından bezmiş insanın kaderleri ile sadece satışından gelir elde edilecek haber teşkil etmeleri veya toplumsal bir çalkantıya sebebiyet verebilecek korkulu bir potansiyel oluşturmaları gibi insanlık onuruna düpedüz aykırı amaçlarla ilgilenildiği, kalblerdeki eşsiz duyargaların kabul edebileceği, kendilerini açabileceği tek bir canlılık, tek bir hareket, tek bir seslenişin duyulmadığı kavruk bir sağanak. Ve arkasında bıraktığı çorak bir ülke.

    İşte İngilizcenin büyük şairlerinden T.S. Elliot’un "Çorak Ülkesi" (The Wast Land) bu "uğursuz sağanak"tan kaçma çabasıdır. Thames Nehri’ni sarı ve sisler arkasındaki kirliliği ile resmeden şair, "burada hiç su yok/ hep kaya var" derken, kalplerimizi siyahlığı ile ifsad eden modern şehrin, insan maneviyatını çöle çeviren kavuruculuğunu anlatıyordu. Sanatçı, duygularını en hassas ölçülere ayarlı tutabilmeyi başaran bir varlık olarak bu çölü eserinde yaşatmak ve başkalarına duyurmakla ödevlidir.

    Bu uğursuz sağanağın tasallutundan kurtulan insan, varlıkların cephesinde okunan anlamların zenginliğine de açılabilecektir. Adeta her bir varlığın "kulluk" görevini kendi dili ile ifa ve ifade ettiğini kavrayan insan, bu zikir ve tesbihleri kendi diline çevirmek suretiyle dergâh-ı İlahîye sunacaktır. Tabiatın bir "musika-i İlahî" olduğunu "duyan" kalbin, bülbüllerle birlikte "şakımak"tan daha öncelikli bir gündemi olamaz. İnsanın gerçek ödevi budur; sair iş ve edimleri bu ödevin çekim gücüne bağlı olarak ve onun çevresinde belirir. İşte İslâm kültür ve medeniyetinin şekillenmesinin momentleri, insanın bu "dönüştürme" ve "hilafet" ödevi çevresinde aranmak gerekir.

    İslâm’ın saf ve değişmez tebliği ile sosyolojik anlamda İslâm arasında her zaman bir fark olmuştur; bu fark bugün için daha da belirgindir. Bununla birlikte, İslâm Dini’nin kendisini ağırlıklı olarak hissettirdiği dönemlerde ortaya çıkan kültür ve medeniyet, insanın "hilafet’ ödevinin bilincinde olduğunu gösteren sayısız göstergeler sunmaktadır. Her biri ayrı ayrı incelemelere konu edilmesi gereken bu göstergelerden bazılarını şöylece özetlemek mümkün:

    İslâm toplumunun kurduğu kentler, "hilafet" ödevinin nasıl merkeze alındığını gösteren sayısız özellikler sergilemektedir. İnsanın gelip geçiciliğini, faniliğini simgeleyen ve Yüce Yaratıcısı’nın karşısında tevazu ve teslimiyetinin nişanesi olarak bina ettiği ahşap evler önemli bir anahtar sunmaktadır. Buna karşılık Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah’ın zikredilip ululandığı mâbedler, çoğu kez depremlerin bile yerinden oynatamadığı, taş ve mermerin incelikle mezcedildiği binalardır. İnsan hayatında caminin temsil ettiği en önemli ödevin, insanı kâmil örneğine ulaşma çabasının merkezde bulunmasına paralel olarak cami de kent (Medine) hayatının merkezine alınmıştır. Günün, güneşin hareketine göre ayrılan bölümlerinde dar anlamda ibadete (namaz, zikir, dua) tahsis olunan camiler, günün diğer bölümlerinde toplumsal yapılanmasının talebeden, esnafa; hamaldan, tüccara kadar açılan farklı yelpazelerine ayrı ayrı hocalar tarafından verilen derslere mekânlık etmektedir. Caminin çevresini iç içe halkalar şeklinde saran yapıların düzeni de aynı gerçeği vurgulamaktadır. Talebe-i ulûmun kaldığı yurtlar, imarethaneler, şifahaneler bu halkanın hemen iç tarafında yer alır. Esnaf dükkânları ki bunların sıralanmasında da bir takım özelliklere dikkat edilir; mesela nahoş kokular saçan dükkânlar halkanın en dış taraflarına itilmişlerdir. Sadece geçimin sağlandığı yerler olarak değil, "hilafet" ödevini yerine getirmek çabasında olan insanların çalışma mekânları olarak cami ile ev arasına bine edilmişlerdir. Varlıkları, kendilerinden başkasına işaret eden "göstergeler" olarak kabul eden bir anlayışın zikir, fikir ve şükür üçgeninde sürdürdüğü hayatın her aşamasının bir ibadet bilinci içinde gerçekleştirilmesi normal karşılanmalıdır.

    Elbette bu temel düşünce İslâm’ın sanat anlayışının gelişmesinde de etkilerini göstermiştir. Suretlerin ve heykeltraşînin yasak olduğu yönündeki yaygın söylem, İslâm’ın sanata getirdiği bir kısıtlamadan çok islamî düşünme ve yaşama tarzının tabiî sonucu olarak görülmelidir. Eşyaya mânâyı harfi yönüyle bakan insanın, eşyayı bizzat kendi güzelliği, kendi iktidarı, kendi cazibesi yönünden vurgulayan suretperestlik, sanemperestlik ve maddeperestlik gibi cereyanlara iltifat etmesi düşünülemezdi. İslâm toplumunda resim sanatı daha ziyade kaligrafi, minyatür ve nonfigüratif süslemelerle gelişme göstermiştir. Bunların tümünde maddenin faniliğini vurgulayan bir hareketlilik görmek mümkündür. Yazılar ve şekiller belli bir mekân kesitinde sabit kalmazlar; sürekli bir gelişim ve değişim içinde akıp giderler. İnsan zihni bu şekiller üzerinde hiçbir zaman durgunlaşmaz. Bütün duyguları uyanık bir vaziyette kavisler, çizgiler ve simetrik desenler üzerinde dolaşarak kalbini maâliyâta açar. Ölen veya bir halden başka bir hale geçen varlıklardan geriye ne kalıyor ise, Müslüman sanatçının harfleri olan çizgi, harf ve kelimelerden de geriye aynı şeyler kalır; ifade olunan manalar; soyut güzellik (hüsn-ü mücerret), kerem, ihsan, inayet, hayret, rıza, şükür ve ilâh… Sürekli değişim yaşayarak ölüme koşan varlıklar, parıldayıp sönen ışık huzmeleri gibi hiç sönmeyen bir hayat kaynağına şahitlik ederek geçip giderler. Maddî varlıkları son bulur, şehadetleri sürer gider. Sanat eseri de çağına tanıklık eder, yani ya sıddıktır; varlıkların ilan ettikleri hakikati tasdik eder veya kezzaptır; hem âleme hem de bizzat öz varlığına ihanet eder. Tâbi olunan ilhamın "Rahmanî" ve "şeytanî" şeklinde ikiye ayrılmasına sebep olan bu zıtlık ayrı bir yazıya konu edilmelidir.

    Müslüman sanatçı da çağının insanıdır ve devrinin olumsuzlukları eserinde yansımıştır. İslâm tarihi, özellikle siyasal alanda büyük çalkantılarla doludur. Zulüm, baskı, istibdat ve bunların eserleri toplumu etkisi altına aldığı gibi sanatçıyı da etkilemiş, tepkilerini eserlerinde göstermesine yol açmıştır. İslâm şairlerinin şiirlerinde feleği ve dehri itham eden ifadelerini6 bu duruma örnek gösterebiliriz. Devlet büyüklerine ve ümerâya övgü için yazılan kasideler de çoğu zaman zannedildiği gibi dalkavukluk ve ihsan alma heves ile böylelerin varlığından da kuşku duymamak gerekse de değil, "şiir sanatının aracılığı olmasaydı, yüce huyların tesisçileri, yüksek ahlakını nasıl tesis edileceğini bilemezlerdi" ilkesi ışığında, ümerâyı kötülüklerinden "lâtif bir hile ile vazgeçirmek" ve onlara iyilik arkasındaki müsabaka için "garip bir bahşişi şairâneyi ortaya koymak" için hareket etmişler, ne var ki o bahşiş koca bir milletin sırtından alındığından "istibdatkârâne hareket etmişlerdir. Demek, çendan (gerçi) niyette iyi etmişler, lakin amelde yanlış gitmişler".7

    Tekrar sadede dönecek olursak: varlık, bizzat varolması ile nasıl bir mânâyı anlatıyor, adeta onu nazmediyor ise, sanatçı da varlığın delalet ettiği bu mânâyı kendi duyarlılığının potasında kaynatıp hazmedecek, kullandığı dilin üslûp ve sair ifade imkânları üzerinde tasarrufta bulunabilmekteki başarısı ölçüsünde nazmedecek, başkalarının kalb, akıl, hayal ve sair duygularına sunacaktır. Bu yolda İslâm şairlerinin başarısının hangi noktalara ulaştığı hakkında az çok bir kanaate sahip olmak isteyenler, Sezai Karakoç’un "İslâm’ın Şiir Anıtları" başlıktı eserine başvurabilirler.

    Mamafih, Müslüman sanatçının üç koldan kalbine uzanan irşadları algılamasının önüne tarihte çeşitli engeller çıktığı gibi, duygularını aksettirmekte de çeşitli sorunlarla karşılaştığı bir gerçektir. Bunlardan belki de en önemlisi, Kur’an-ı Kerim’de kullanılan dil olan Kelam-ı Mudarî’nin melekesi olan belâgatı Kur’aniye’nin kaynağının bir derece bozulmuş olmasıdır. Bediüzzaman’a göre fikrin tabi-î mecrası mânâların nazmı iken, sonradan Arap olmayanların da İslâm’a ve dolayısı ile belâgat-ı Arabiye’ye girmeleriyle "nazm-ı maani" esası, "nazm-ı lafz"a çevrilmiştir.8 İslâm kültür ve medeniyetinin az çok birlik ve bütünlük arzettiği dönemlerde nazm-ı lafzın yol açtığı lafızperestlik, suretperestlik, üslubperestlik, kafiyeperestlik gibi gibi hastalıklarla mücadele edilebilmiştir. Abdülkadir’in "Delail-i İ’caz" ve "Esrarü’l Belâgat" adlı eserleri örnek verilebilir. Muhakkikin âlimleri kelamı Mudarî’nin melekesini muhafaza etmek için "ulûm-u Arabiye’nin kavâidini tedvin ettiler"9. Bu gün için bu tür tedbirleri düşünüp ortaya koyabileceğimiz müşterekler ortamından mahrum bulunuyoruz. Müslümanlar arasında en azından ortak bir kültür dili olarak Arapça’nın yerleşmiş olması arzu edilirdi. Oysa bugün Müslümanlar henüz birbirlerinin varlıklarından dahi pek haberdar sayılmazlar. Türkiyeli bir Müslüman’ın Endonezya, Somali ve Tunus gibi ülkelerde yaşayan Müslümanlar’a dair elinde bir bilgi yoktur. Bilgi edinmek istediğinde ulaşabileceği eserler de yoktur. Bu soruna sadece işaret etmekle yetinelim.

    Günümüzün Müslüman sanatçısı, eskilere oranla daha şiddetli bir sağanağa maruzdur. Her şeyden önce fiilen modernizmin şiddetli saldırısı altında yaşamaktadır. Ev ve çalışma düzeni en azından batılı normlara öykünmektedir. Bir tür "modern" eğitim almıştır ve geleneğin içinde bulabileceği çözümlere büyük ölçüde uzaktan bakmak zorundadır. Kaynaklardan oldukça uzaklaşmıştır; eski İslâm toplumlarının dinamiklerini kavramak bakımından yeterli donanıma sahip değildir. Bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkında, çözümün İslâm’da olduğunu anlamakta, ama bu çözüme dair belirgin düşüncelere sâhip bulunmamaktadır. Sorunu bu biçimi ile Müslüman politikacı da yaşamaktadır. Bir "İslâm’a dönüş"ten sözedilmekte, ama dönülecek şey konusunda açık fikirlere sahip bulunulmamaktadır.

    Bu ve sayılabilecek daha bir yığın sebep, Müslüman sanatçının eserindeki "modern insanın dramı"na göndermede bulunan temaları izah etmek için yeterli olsa gerektir. Kalbinin olanca duyarlığı ile insanın bu gayritabi-î akış içerisinde yok oluşa gittiğini gören Müslüman sanatçı, Hıristiyan sanatçının da bir zamanlar sormuş olduğu soruyu, "Quo vadis?" (nereye gidiyorsun?) sorusunu yöneltecektir.

    Sadık Yalsızuçanlar "Kafesten Kuş Uçmuş Gibi " adlı hikâyesinde, modern toplumun tüm sancılarını kadının yavaş yavaş yokoluşuna gitmesi teması içinde verebilmiştir. Gökhan Özcan’ın "Hiçbir şey"i, aynı yokoluşu bu kez son derece ironik bir dille ifade etmektedir. İnsan adeta boşlukta yürümekte, kendini tanımlayabileceği dayanak noktalarını bulamamakta, artan bir şizofreni içerisinde eşyadan ve başkalarından farklı olma duygusunu yitirmektedir. İçinde yaşanılan hayatın soluk alıp vermediği "ürünler"e sanat eseri dememiz mümkün değildir. Sanat bu uğursuz sağanaktan kaçma çabası ise, sanatçı da bu sağanaktan aldığı yaraları, bereleri sergilemek zorundadır. İnsanlara bir vaaz formu içinde anlatabileceği şeyleri şiir, hikâye roman, resim gibi formlar içinde dayatanlara sanatçıdan çok "şarlatan" nitelemesi yakışır. Ama "islamî edebiyat" diye adlandırılan literatürde bu tür şarlatanların "ürünleri" pek de nâdirâttan sayılmaz ise, bunu da aynı "uğursuz sağanak"ın yan etkileri olarak görmek gerekir. Müslüman sanatçı bu gerilimi de yaşayacaktır. "Gerçeği İnciten Papağan"da izlerini gördüğümüz gibi…

    Müslüman’ın çalışması, yatması, kalkması, konuşması ve sair tüm iş ve eylemleri "ubudiyet dairesi"nde, kendisine Yaratıcısından yansıyan sıfat ve özelliklerin sergilenmesidir; yani yaşamak bir ibadettir, insanda "kendisini" diyebileceğimiz rüşeym halindeki özün gerçekleşmesi, kendisini ifade etmesidir. Kalbine uzanan irşadların aydınlığında, eşyanın kendisine bakan bir yüzüne mukabil Yaratıcısına bakan binlerce yüzünü okuyan; Adem’in (as) tâlimi esmâ mucizesindeki niha-i noktayı hedef tutan hattatın hokkasının ucundan papirüs veya ceylan derisi üstüne dökülen mürekkep, "Lâ ilâhe illâ Hû" ebedi hakikatini haykırmakta, yani ibadet etmektedir.

    Eşya, bilime veya kutsaldan uzaklaşan sanat yaklaşımlarına konu olduğu form ve nesnesi itibarıyla Müslüman sanatçıya per bir şey söylememektedir. Gülün rengi ve kokusu, ancak Cemil, Celil, Rahman, Rahîm; Vedûd, ve İlâh.. isimleri aksettirmesi, onlara ayinedarlık etmesi bakımından ilgiye değerdir. Diğer yönleri, mevsimlere, yağmura veya kuraklığa, kısacası zamana bağlı "geçici" özelliklerdir ve "kalbin ilgisine" değmezler. Gülün sevimli yüzünde okunan mânâlar ise gül solduktan sonra da kalırlar. O halde Müslüman sanatçı gülün madde, koku ve görünüş itibarıyla sergilediği kompozisyonu betimlemekten uzak durmak; onun harf ve kelime olmak hasebiyle ifade ettiği anlamı başka bir düzlemde ifade etmek gibi bir ödevle yükümlüdür. Bu gerçek, İslâm sanatının yüzyıllar boyucunda mecazların, benzetmelerin, tedailerin ve mesellerin halelendirdiği soyut bir manevî alan oluşturmuş olmasını açıklayabilecek yegâne anahtardır. Eşyayı göründüğü formdan soyutlayarak "atıfta bulunduğu" manevî âlem ile ilişkisi içinde ifadelendiren sanatçı, aslında modern yaşam ve idrak biçimlerinin kalbimizin en mahrem köşelerine kadar soktuğu "tabiat putu"nu yıkan cihangir bir savaşçıdır. Kalbimize teyakkuz verir ve gerçekle yüz yüze getirir. Sen de, Vacibü’l Vücud haricindeki sair gölge varlıklar da bizzat kendilerine değil, Yaratıcılarının isimlerine şâhitlik ediyorlar.

    Dipnotlar

    1. Sözgelimi, "yaşama sanatı", "politika sanatı", "aşk sanatı" vs. gibi sanatın türleri arasından kolaylıkla ayırabileceğimiz alanlar bir yana, seyahatnâme, günlük, ropörtaj, kâfiyeli nükte söyleme, deneme, edebî eleştiri vs. gibi sanatın türleri arasına katılması veya çıkarılması bakımından tereddütle karşılanan türleri hatırlatmak isteriz.

    2. Bediüzzaman Said Nursi, İşâratü’l İcâz, çev. Abdulmecid Nursi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s.73.

    3. İşâratü’l İcâz, s.77.

    4. İşâratü’l İcâz, s.78.

    5. "İşte, Reşhamisâl üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder (buharlaşır), enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesîfe, nâr-ı aşk (aşkın ateşi) ile ateş alır, ziyâ (ışık) ile nura döner. O ziyânın cilvelerinden gelen bir şuâa (ışına) yapışır, yanaşır.

    Ey Reşha-misâl! Mâdem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun; sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, sâfî bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem, o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkilât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekle hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne ayinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen, sâfî, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için, anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve ayinelerde müşâhede olunan, güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir.

    Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat, bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar." Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Almanya 1993, 24. Söz, İkinci Dal, s.306,307.

    6. "…Ağleb-i şuarâ (şairlerin büyük çoğunluğu) kasidelerinde, çok müellifler kitaplarının dibacelerinde zamandan şikâyet ve dehre itiraz ve feleğe hücum etmiş ve dünyayı ayak altına alıp çiğnemiştir. Eğer kalb kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip baksanız göreceksiniz ki, bütün ihtizazat okları mazinin muzlim perdesine sarılan istibdadın bağrına gider; ve işiteceksiniz ki, bütün vâveylâlar istibdat pençesinin tesirinden gelir." Bediüzzaman Said Nursi, Münâzarât, 2. Baskı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993, s.91.

    7. Münâzarât, s.93,94.

    8. Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemât, İstanbul 1988, İkinci Makale, Birinci Mesele, s.75.

    9. Muhakemât, Birinci Makale, Üçüncü Mukeddeme, s.19.